¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var

Aşağa gitmek

ok Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var

Mesaj tarafından GökBörü Salı 11 Ara. 2012 - 22:47

Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var. Çünkü O'nun işaret ettiği bütün tehlikeler üzerimize çöktü.
Atsız, Türk milliyetçiliğinin Ziya Gökalp'ten sonraki fikri önderidir. Yaşama ve yaratma kabiliyetini yitirmiş, soylu bir ideale inanmayan toplumlar, fikir adamı ve fikir hareketi çıkartamazlar. Bu durumda da o toplumun havasında soysuzlaşma ve dağılış unsurları gıda bulmaya başlar.

İşte bunun için, At
sız'ı anmak yetmez.
Atsız'ı anlamaya çalışmalıyız.
Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var.

Çünkü O'nun işaret ettiği bütün tehlikeler üzerimize çöktü.

Atsız, kesintisiz bir Türk devleti felsefesine sahipti. Ve bu devlette, hâkim unsurun Türkler olması gerektiğinin önemine işaret ediyordu. Tıpkı Türklük temeline oturmuş Cumhuriyet Türkiye’sini kuran Atatürk gibi, Atsız da, sürekli, Türk olmaktan gurur duymamız gerektiğini öğütlerdi. Atsız'ın hamaset yaptığını düşünenler, aslında onun Türk insanına özgüven aşıladığını göremiyorlardı. Oysa bu, milletler arasındaki psikolojik savaşın ana stratejisidir. Ve maalesef Türklüğün günümüzde uğradığı psikolojik saldırı karşısında ne acıdır ki, Türk olmanın hemen hemen hiç bir cazibesi kalmamış gibidir. Türklük ancak, Türklük üzerine kurulmuş Cumhuriyetimizin temel yasalarında kalmıştır ve o dahi, anayasal vatandaşlık, federasyon gibi tezlerle, rejim tartışmaları ile elimizden alınmak istenmektedir. Atsız'ı anlamak, anayasal vatandaşlık, federasyon gibi saçmalıklara karşı çıkmayı, cumhuriyete ve onun temel yasalarına sahip çıkmayı gerektirir.

Atsız, cumhuriyeti de kurmuş olan büyük bir fikrin önderiydi ve bayrağı, cumhuriyeti kuran felsefenin mimarı Ziya Gökalp'ten devralmıştı.

Cumhuriyetin kurucusu Atatürk'ün "Ya istiklâl, ya ölüm" özdeyişi, Atsız'ın da ilkesiydi. Oysa bugün bağımsızlığımızın temel taşları bir bir sökülüyor.

Anadilimiz Türkçe unutturulmak isteniyor. Eğitim, öğretim İngilizce yapılmak isteniyor. İkinci bir dil esas alınmak isteniyor. Atsız'ı anlamak, "Türkçenin bilim dili olmadığını" söyleyen ve üniversitelerimizde eğitimin İngilizce yapılması için çalışanlara, iki dilli devleti savunan ve hatta bunun için meclise kanun teklif edenlerle mücadeleyi gerektirir.

Yine, milli bağımsızlığımızın temellerinden olan, ekonomik bağımsızlığımız da yok ediliyor. Cumhuriyeti kuranların olmazsa olmaz görerek başlattığı sanayileşme hamleleri çerçevesinde oluşturduğu KİT'ler yani kamu ekonomisi, ekonomiyi batırıyorlar yalanıyla yabancı sermayeye ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çekildi, çekiliyor. Tersanelerimiz kapatılarak, denizlerdeki gücümüz bitirilmek isteniyor. Atsız'ı anlamak, özelleştirmeye karşı durmayı, kamu ekonomisine ve tersanelere sahip çıkmayı gerektirir.
Gümrük birliği anlaşması ile ticaret serbestimiz ve hür irademiz ortadan kaldırıldı. Atsız'ı anlamak, gümrük birliği anlaşmasını yırtıp atmayı gerektirir.

Atsız asker bir ruha sahipti. Türk ordusu onun gözbebeği idi. Türk Silahlı Kuvvetlerini, büyük Türk Kağanı Mete'nin ordusunun devamı ve devletimizin teminatı olarak görürdü. Atsız'ı anlamak şanlı Türk ordusunu yıpratmaya çalışanlara karşı çıkmayı gerektirir.

Atsız kahramanlığı övdü. Çünkü biliyordu ki, bir milletin şiddetli arzuları sona erer veya somut ve sınırlı bir ideale yönelirse, o ulusun kahramanlık potansiyeli biter. Kahramanlar çıkaramayan bir ulus ise uluslararası mücadelede kaybetmeye mahkûmdur. Atsız'ı anlamak millet için, devlet için, yurt için savaşan şehit ve gazilere sahip çıkmayı, "kirli savaşı durduralım, barış istiyoruz, siyasi çözüm bulunsun" diyenlere de karşı çıkmayı gerektirir.

Atsız'ı anlamak harekete geçmeyi gerektirir. Eğer onu anlayabiliyorsak, ulusumuz için kendi adımıza ne yapabileceğimizi düşünmeli, sorgulamalı ve eğer gerekiyorsa meydan okuyabilmeliyiz. Çünkü biliniz ki eğer çözümün bir parçası değilseniz, sorunun bir parçasısınız demektir.

Atsız özel hayatında da; bağımsızlığın, çalışkanlığın ve yılmazlığın temsilcisi oldu. Çevrenizde, en büyük acılarının ve en büyük umutlarının üzerine üzerine gidebilecek güçte kaç insan vardır?

Yüceler yücesi bir yargı olan tarih yargısı, konuşabilseydi eğer, Atsız için, yüksek sesle şunları söylerdi:
O ömründen uzun sürecek bir ideal için yaşadı...

Hem de bilerek...

Atsız Kimdir
12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğan Atsız 6 yaşındayken Kadıköy’deki Fransız ilkokuluna başladı. Babasının görevi ve çeşitli nedenlerden dolayı pek çok okul değiştirdi. 1922 yılında lise öğrenimini tamamladıktan sonra askeri tıbbiyeye girdi. Askeri tıbbiyenin ikinci sınıfındayken, Arap asıllı Bağdatlı bir teğmenin kasti bir şekilde lüzumsuz bir yerde istediği selamı vermediği için askeri tıbbiyeden çıkarıldı.

1926 yılında İstanbul Darülfünunun Edebiyat Fakültesindeki Yüksek Muallim Mektebine kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağrıldı. Askerliğini İstanbul’daki Taşkışla’da yaptı.

1930 yılında "Edirneli Nazmi’nin Divanı" üzerine mezuniyet çalışması yaparak edebiyat fakültesine bitirme tezi olarak verdi. Mezuniyetinden sonra Prof. Dr. Fuat Köprülü tarafından asistanlığa alındı.
Atsız Mayıs 1931'den, 28 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmuayı çıkardı. Bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında büyük tesir yaratacak Türkçü bir çığır açtı. Bu dergi adeta cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü oldu.

1932 yılında Ankara'da toplanan birinci Türk Tarih Kurumu toplantısı esnasında, ilmi olmayan bir tarih tezine karşı çıkan hocası Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ı desteklediği için; hiçbir kanuni sebep yokken Atsız'ın üniversite asistanlığına son verildi. Atsız, Mart 1933 Malatya Ortaokulu’na, 8 Nisan 1933 tarihinde de Edirne Lisesi’ne Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır. Edirne'de iken Atsız Mecmua’nın devamı mahiyetindeki aylık Türkçü dergi olan Orhun'u çıkardı. Bu derginin 9. sayısında T.T.K.'nın liseler için hazırladığı dört ciltlik tarih kitabının yanlışlarını eleştirdiği için Maarif Vekâleti emrine alındı. Orhun dergisi de kapatıldı. 9 ay vekâlet emrinde kalan Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na tayin edildi.

27 Şubat 1936'da Bedriye hanımla ikinci evliliğini yaptı. Yağmur ve Buğra adlı iki çocuğu oldu. Atsız Beyin küçük oğlu olan Buğra Atsız Almanya'da Türkoloji sahasında doktora yapmıştır.

Atsız, Deniz Gedikli Hazırlama Okulunda 4 yıl çalıştıktan sonra buradan da ihraç edildi. Bunun üzerine Atsız, Yüce Ülkü Lisesi’nde ve Özel Boğaziçi Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Boğaziçi Lisesi’nde öğretmenken Orhun'u yeniden neşre başlayan Hüseyin Nihal Atsız'ın bu dergide yazdığı yazılar büyük yankılar uyandırdı. Birçok olaylar çıktı ve Hüseyin Nihal Atsız, arkadaşları ile 3 Mayıs 1944’te tutuklandı. Bir buçuk yıl tutuklu kaldı daha sonra beraat etti. Nisan1947'den 1949'a kadar kendisine iş verilmediğinden geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kaldı. 13 Mayıs 1952'den 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalıştı. 15 Ocak 1964 tarihinden Aralık 1975 tarihine kadar da Ötüken dergisini çıkarttı.

Hayatı boyunca birçok eser verdi. Romanlarından Bozkurtların Ölümü, Kazak ve Azerbaycan Türkçesi ile Moğolcaya çevrildi.. Diğer romanları; Dalkavuklar Gecesi, Bozkurtlar Diriliyor, Deli Kurt, Z Vitamini, Ruh Adam'dır.

Dönüş, Şehitlerin Duası, Erkek Kız, İki Onbaşı, Galiçya, Her Çağın Masalı, Bozdoğanla Sarı Yılan yayınladığı hikâyeleridir.

Atsızın çeşitli dergilerde yayınladığı şiirleri Yolların Sonu adlı kitapta toplandı.

Atsız’ın birçok tarihi, ilmi çalışmaları da mevcuttur. Divan-ı Türki Basit; Gramer ve Lugat, Çanakkale’ye Yürüyüş, 16.yy. Şairlerinden Edirneli Nazmi, Türk Tarihi Üzerine Toplamalar, 15. asır Tarihçisi Şükrullah, Şeyh Ahmet Dede Efendi, İçimizdeki Şeytanlar, En Sinsisi Tehlike, Behçet-ül Tevarih, Aşıkpaşaoğlu Tarihi ve Türk Ülküsü bunlardan bazılarıdır.

Hüseyin Nihal Atsız Bey 11 Aralık 1975 Perşembe günü ani bir kalp krizi ile uçmağa varmıştır.

ATSIZ ve İLERİ GÖRÜŞLÜLÜK
İleri görüşlülük nedir? Adı üzerinde ileriyi, zaman olarak uzağı yani geleceği görmektir. Fakat bunu söylerken kastettiğimiz kehanetle bir ilgisi yoktur. Kehanet kâhinlerin, falcıların, sihirbazların, üfürükçülerin, şarlatanların işidir. İleri görüşlülük ise ancak sağlam bilgilere ve bilimsel düşünme alışkanlığına sahip beyinlerin, sağlam bir mantık ve muhakemeyle ürettikleri ileriye yönelik düşünceler, görüşler ve bakışlardır. Kehanetin konusu bir tek kişi veya bir olaydır. İleri görüşlülük ise toplum, devlet ve millet hayatıyla ilgili zamanı geldiğinde doğrulanan öngörülerdir.

Cumhuriyet tarihimize bakınca, ileri görüşlülüğe örnek gösterilecek iki şahsiyet vardır: Hiç kuşkusuz devlet adamı olarak Mustafa Kemal Atatürk; düşünce adamı olarak Hüseyin Nihal Atsız:
Mustafa kemal Atatürk'ün niçin ileri görüşlü olduğunu burada uzun uzadıya anlatmaya elbette gerek yoktur. Hemen her defasında onun bu yönünü hemen hepiniz biliyorsunuz; Gördüklerimiz ve yaşadıklarımız onun büyüklüğünü ve ileri görüşlülüğünü tartışmasız biçimde bizlere hatırlatıyor. Onun büyük nutkunda, söylev ve demeçlerinde birçok ileri görüşlülük örneği bulabilirsiniz. Mesela o, İkinci Dünya Savaşı'ndan altı yıl önce, Hitler'in kendisini kanıtlamak için bir çılgınlık yapacağını, bunun sonucunda ikinci bir dünya savaşı çıkacağını, bu savaşta Almanların ve müttefiklerinin yenileceğini, savaştan kazançlı çıkacak olanların Sovyet Rusya ve Amerika olacağını çok açık ve net bir biçimde öngörebilmişti. İşte o böylesine ileri görüşlüydü. İleri görüşlüydü çünkü büyük adamdı. Çünkü Atsız'ın da dediği gibi; "Büyük adamın baş karakteri ileriyi görebilmesidir."

İşte onun ileri görüşlülüğünün en çarpıcı örneklerinden biri daha. 29 Ekim 1933'te yani Sovyetler Birliği'nin resmen dağılmasından tam 58 yıl önce bakınız ne diyordu!

"Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yakınlaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli." 29 Ekim 1933

"İnanç bir köprüdür" diyen Atatürk bakınız bu inancını nasıl dile getiriyordu:

"Ben her şeyden evvel bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım.

Türk Birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliğiyle açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır.

Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek.

İşte Atsız, Atatürk'ün sözünü ettiği bu inanç köprüsünü kuranların en başında gelir. O da Atatürk'le aynı imanı ve inancı taşıyordu. Türk Birliği ülküsünün yılmaz ve yanılmaz savaşçısıydı. Tıpkı Atatürk gibi o da, daha 1934'te Hitler Almanyası'nın muhtemel hareket tarzını kesin bir açıklıkla şöylece belirtiyor ve diyordu ki:

"Şunu kimse inkâr edebilir mi ki Almanlarla Avusturyalıları birleşmekten meneden kuvvet dünkü galiplerin tahakkümü değildir. Tabiidir ki galiplerin kuvveti azaldığı gün yalnız Avusturya ile Almanya birleşmekle kalmayacak, bu birliğe isteseler de istemeseler de Lüksemburg ve İsviçre Almanlarını da, sonra Çekoslavakya'daki ırkdaşlarını da sokacaklardır.

İtalyanlar I. Cihan Savaşı'nda müttefiklerine niçin ihanet ettiler. Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüzbin İtalyan'ı kurtarmak için değil mi?

Çünkü milli ülkülerin birinci merhalesi müstakil vatan, ikincisi esir kalan ırkdaşları kurtarmaktır; yani milli birlik. Üçüncü merhale ise büyüme ve yayılma dönemidir.

Acaba Türkler bu safhaların hangisinde bulunuyor. Bunun cevabını vermek için haritaya bakmak kâfidir. Türkler Anadolu'daki Kurtuluş Savaşı'yla ülkülerinin ilk merhalesinde pek parlak bir şekilde muvaffak olduktan sonra şimdi tabii ve tarihi bir kayıtla ülkülerinin ikinci basamağında bulunuyor"

Nitekim Atsız'ın dedikleri bir bir çıkmış; Türkiye 1939'da Hatay'ı sınırlarına dahil etmiş, 1974'te Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunarak resmen ve hukuken değilse bile fiilen Kuzey Kıbrıs'taki Türk varlığını Türkiye ile birleştirmiştir.

Onun milli meselelerdeki ileri görüşlülüğünün tipik örneklerinden birisi Kıbrıs konusunda yazdıklarıdır: 14 Mayıs 1964 tarihli yazısında şöyle diyordu:

"Gerçekleri görmek ve hayale kapılmamak mecburiyetindeyiz. Birleşmiş Milletler ideali diye bir şey yoktur. Birleşmiş Türkler idealinin kabul olunmadığı bir devirde, Birleşmiş Milletler idealinden bahsetmek, ev yapamayan adamın saray yapmasından bahsetmek gibidir.

Bizi uyuşturan bu fanteziyi şöyle bir tarafa bırakalım da şimdilik yalnız "Birleşmiş Türkiye ve Kuzey Kıbrıs" ülküsüne sarılalım yeter.

Aynı şekilde ATSIZ, Sovyet Rus imparatorluğunun bir gün dağılacağını, komünizmin çökeceğini çok çeşitli makalelerinde bir çok kez dile getirmişti: Mesela 1950 yılında Orkun Dergisi'nde çıkan bir makalesinde bu konuda şunları söylüyordu:

"İkinci Cihan Savaşı, milli birliklerini tamamlamış olan Alman, İtalyan, Japon ve Rusların üçüncü merhaleye varmak gayretinden başka birşey değildir. Şimdi yalnız Rusya bu yolda yürümek istiyor ve tabiî bir sonuç olarak başkalarının mukavemeti ile karşılaşıyor. Başka milli ülkülerin muzaffer oluşu da yakında Rusya'yı çökertecektir."

Keza 20 Mart 1969 tarihinde Gözlem Dergisi'nde çıkan "Komünizm Yıkılmaya Mahkûmdur" başlıklı makalesinde de, sağlam ve mantıkî gerekçeler ile göstererek; Komünizm;

"Önce Avrupa uydularının, sonra da Sovyetler Birliği ile Çin'deki milletlerin ayaklanmasıyla biteceğini ve onun yerini, en ihtiyatlı tahminle, Yugoslavya'da olduğu gibi mutedil ve medenî bir sosyalizme bırakarak göçüp gidecektir. diye söyledikten sonra;

"Rusya ve Çin milyonlarca Türk'ü sömüren ve Türklerin anayurdu olan Türkistan'ı işgal altında tutan iki düşman millettir" diyor ve soruyordu:

"Acaba Türkiye Cumhuriyeti'nin bu dış Türkler hakkında bir plânı var mı? Tıpkı bir savaş plânı gibi çeşitli ihtimalleri gözönünde tutan, tarihi fırsatlardan nasıl istifade edileceğini gösteren tasarılar hazır mı? Yoksa yine her fırsat kaçırılacak veya Kıbrıs konusunda olduğu gibi yumurta kapıya geldikten sonra aceleyle ve hazırlıksız olarak savsaklama taktiği mi kullanılacak?

Beş yıllık plânlar Türk milletinin hayatına göre o kadar canalıcı şeyler değildir. Türkiye teknik ve iktisat bakımından nasıl olsa kalkınacaktır. Asıl mühimi yüz yıllık plânların hazırlanması ve pusuya yatılmasıdır.
İngiltere'yi, Rusya'yı falan şöyle bir tarafa bırakarak küçük, kuvvetsiz ve zavallı Yunanistan'a bakalım: Rejimlerin ve hükümetlerin değişmesine, âdi iç çekişmelere ve üstüste savaş kaybetmelere rağmen yüzyıllık plânını başarıyla takip etmiyor mu?

"Büyük Devlet" fikrinin mucidi olan Türkler acaba Yunanistan kadar da olamayacak mı?

Fakat ne yazık ki Türk devletinin böyle bir plânının ve hazırlığının bulunmadığı, 1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği çözülüp dağıldıktan sonra bütün çıplaklığıyla görüldü. Hazırlıksız yakalanmıştık: Hemen her ağızdan çıkan itiraf bu idi. Öylesine hazırlıksızdık ki laik Türkiye Cumhuriyeti'nin her nasılsa Cumhurbaşkanı olabilmiş bir zat, Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de özgürlük isteyen binlerce Türk kardeşimiz Rus tanklarının altında ezilirken "Onlar Şii, biz sünniyiz" demek gafletini gösterebilmişti. Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanlarından biri Türkistanlı bir Türk çocuğuna "Ne güzel de Türkçe konuşuyorsun, Türkçeyi nerede öğrendin?" diye sorabilecek bilgisizliği ve boşluğu sergileyebilmişti. Tabiî ki o çocuktan da cevabını aldı:"Evet. çünkü ben bir Türk'üm"

Eğer ATSIZ, Amerika gibi bir büyük devlette yaşasaydı hiç kuşkusuz onu adına "think-thank" yani "düşünce deposu" dedikleri en büyük araştırma kuruluşunun başına getirirlerdi.

Fakat Türkiye Cumhuriyeti böyle yapmadı, Türkçü diye, Türk Birliği Ülküsünü savunuyor diye onu bir yerin başına geçirmedi ama onun başına en büyük belâları getirdi. Buna rağmen o hiçbir zaman sarsılmaz ve yıkılmaz bağlarla bağlı olduğu Türk devletine karşı en ufak bir saygısızlık, en ufak bir kırgınlık alameti göstermedi. Çünkü o, şahısların da, makam ve mevkilerin de geçici olduğunu biliyordu.
Onun için ebedi olan Türk milleti ve Türk devletiydi. Tıpkı Mustafa Kemal'in "Taş kırılır, Tunç erir, ama Türklük ebedidir" dediği gibi o da bu inançla yaşadı ve öylece öldü. Son nefesine kadar, Türk Birliği ülküsü yolunda bir an durup dinlenmeksizin. Ölümünden kısa bir süre önce yazdığı "Sona Doğru" adlı şiirinde dediği gibi;

"Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Herkes bir özleyişle yaşar... Ben de öylece
Altay'ların ve Tanrıdağ'ın çevresindeyim...
Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara
Son menzilin hüzün dolu kâşânesindeyim
Artık veda zamanına pek fazla kalmadı
Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim."

Şuna inanınız, onun hemen her makalesinde, yazısında ve hatta her şiirinde ya ileri görüşlülüğün ya da her dönemde, her çağda geçerli olacak tavsiyelerin, uyarıların yer aldığını görebilirsiniz. Onun ileri görüşlülüğü yalnızca milli meselelerle, dış Türklerle ilgili öngörülerden ibaret de değildir.

Malatya'nın bir köyünde Şaban adlı bir öğretmenin hem Atatürk'ün büstünü kırıp, hem de Türk bayrağını yırtması üzerine kaleme aldığı "Kürtler ve Koministler" makalesi ile bunları takip eden "Kızıl Kürtlerin Yaygarası" ve "Konuşmalar" başlıklı makalelerinde, bugün Türkiye'nin en büyük iç sorununu, Türk milletinin ve devletinin bekasını ilgilendiren en büyük baş ağrısını zamanında teşhis ve tesbit etmiş; kekoçü-bölücülüğün Türkiye'nin başına nasıl büyük belalar açacağını daha o zaman haber vermiş ve Türk devletinin başındakileri uyarmıştı.

Bunun karşılığında yani bir kısım Kürtler, kekoçülük-bölücülük yapıyor dediği için hakkında dâva açıldı, yargılandı, hapse mahkûm oldu ve hapis yattı. Fakat onun dedikleri bir bir çıktı.

Bakınız bugün yıllardır gündemde olan keko devleti konusunda 1971 yılında yine Ötüken Dergisi'nde "Ne Zaman Savaşılır" başlığıyla yazdığı yazıda ne diyordu:

"Bir keko devleti, Türkiye için hiçbir zaman tehlike olamaz. Fakat bir keko devleti, hele kızıl (yani komünist) bir keko devleti dışarı düşman kuvvetlerinin üssü haline gelirse ki, böyle olacağı muhakkaktır, Türkiye'nin zayıf bir anında buhranlar doğurabilir."

Bugün Türkiye'de etnik meseleler alabildiğine kaşınmakta, Türk ulusunun varlığını inkâr ile bir yandan Türkiye'nin bir mozaik olduğu iddiası ısrarla vurgulanmakta, bir yandan da "Türk" diye bir ırk ve millet olmadığı yine aynı kaynaklarca ısrarla ve inatla telkin ve propaganda edilmektedir.

Bunlar bir kısmı Alman istihbaratı tarafından yazdırılan bir kitaba dayanılarak Türkiye'nin 26 etnik gruptan meydana geldiği söylenirken, bazıları da işi adeta açık artırmaya kadar vardırmış, bu etnik grupların sayısı hatta yüzelliye kadar çıkarılmıştır. Bütün bunlarla yapılmak istenen ise açıkça, Türk devletinin Türk niteliğini, yani millî ve tekil (üniter) yapısını bozmak, Türk devletini yıkmaktır. Bunun heveslileri solda da, sağda da, ortada da vardır. Ve bütün bunların ortak paydası Türklüğe düşmanlıktır. Türkiye'de Türk olan ne varsa hepsini silmektir. Ne yazık ki bu görüş Cumhurbaşkanlarına kadar bulaşmıştır. Federasyondan bahseden, ulus devletin aşılmasından söz eden Cumhurbaşkanları Türkiye'nin başındadır.

İşte ATSIZ, bu sinsi tehlikeyi, Sevr'i bu defa içerden zorlamağa kalkan düşünceyi zamanında teşhis etmiş; bir dönem Cemal Gürsel'in karşısına Cumhurbaşkanı adayı olarak bütün sağın adeta oybirliğiyle çıkarmağa kalkıştığı Ali Fuat Başgil adlı Profesörü "Bir Ordinaryüsün Fahiş Yanlışları" adlı broşürü ve "Milliyetçilik Taslayan İhtiyar Kozmopolit" başlıklı makalelerinde yerin dibine sokmuş, Özal'ın söylediklerini otuz sene öncesinden söylemeğe kalkışan adam da, bu yazılar üzerine yani kalemin ve kılıcın tokadını yiyerek geldiği yere Cenevre'ye gitmek zorunda kalmıştır.

Yine aynı konuda; ATSIZ'ın bir siyasî hiciv, bir kara mizah örneği olan "Z Vitamini" adlı romanı sanki bugün yazılmış gibidir ve 2000 yılı Türkiye'sini anlatmaktadır. Roman 1950'li yıllarda kaleme alınmıştır. Millî Şef İsmet İnönü, Z Vitamini sayesinde yine dipdiri ve Cumhurbaşkanıdır. Kabinede ise Hasan Ali Yücel Başbakan, Ahmet Emin Yalman Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanıdır. Millî Eğitim Bakanı Falih Rıfkı Atay, Ticaret Bakanı Rıza İnönü, Millî Savunma Bakanı Kâzım Özalp, Maliye Bakanı Kasım Gülek, İşletmeler Bakanı Ömer İnönü, İçişleri Bakanı Karabet Öztürk, İktisat Bakanı Salamon Türker ve diğerleri yani kelimenin tam anlamıyla içinde Türk'ten başka her şeyin bulunduğu bir mozaik...

İşte bu kabinenin toplantısında Yahudi dönmesi, Mütareke döneminde Doğu vilayetlerimizin Ermenistan'a verilmesi fikrini savunan Ahmet Emin Yalman söz alarak şunları söyler: Acaba onun söyledikleri kulaklarımıza yabancı mı?:

"Aziz Beşeri Şef! Ulu insanlık önderim! İnsanoğlunun kemale ermesi hayali, sizin çağınızda ve sayenizde gerçek olacaktır. Artık siz bir Beşeri Şefsiniz! Beşeri Şefin saltanat ettiği, yani idare ettiği bir ülkeye Türkiye demek biraz irticaî bir düşünce gibime geliyor. Türk nedir? Beşeriyet içinde küçük bir parça... Sonra acaba Türk var mıdır? Türk kalmış mıdır? Vaktiyle bir Türk ırkı varmış. Fakat zamanla bu ırk ötekine berikine saldırarak ve başka ırklarla karışarak yok olup gitmiş... Beşeriyetin bir parçasına Türk demek, Türk ırkçılığı yapmak ve faşizmi hortlatmaktır ki, buna ne Amerika, ne İngiltere, ne İsrail, ne Rusya, ne diğer devletler razı olamazlar. Zaten insanların bir kökten geldiğini en eski ve en yüksek kitap olan Tevrat yazmıyor mu? Memleketimize Türkiye demek, Rum, Ermeni, Yahudi, Çingene ve başka köklerden gelen yurttaşlarımızı incitir, millî birliği bozar. Onun için bu ismin değiştirilerek Beşeristan denilmesini teklif ediyorum!"

Şimdi insaf buyurunuz. 2000 yılına girmeğe üç yıl kaldı. Ve tam Z Vitamini'nde tarif edildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Beşeristan Bostanına çevrilmek istenmiyor mu? Türkiye'deki bütün azınlıklar gemi azıya almadılar mı? Türk yurdunun ve devletinin sahibi aslisi ve kurucusu olan Türk, unsurlardan bir unsur derekesine düşürülmek istenmiyor mu? Ve hatta yok sayılmıyor mu? Dün silah zoruyla Sevr'i gerçekleştiremeyenler, bugün içerden iç zorlamalarla bunu sağlamaya çalışmıyorlar mı? Türkiye basını, medyası, aydınlarıyla birlikte tam bir azınlıklar ipoteği altına sokulmadılar mı?

Mütareke İstanbul'unda Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beğ'in Ermeni tehcirinden dolayı suçlu bulunarak keko Nemrut Mustafa Paşa divanı tarafından idama mahkûm edilip asılmasından sonra onun cenaze töreni millî bir isyana dönüşmüştü. Ne yazık ki bugün Türk insanı başına geleceklerden habersiz, Bizans'ın son günlerindeki maviler-yeşiller çekişmesine benzer biçimde ayak takımlarının peşinde koşturuyor. Ama millî düşmanlarımız öyle mi? Her yönden bizi kıskaca alıyorlar! Velhasıl bugünkü Türkiye'nin manzarası millî şuur bakımından mütareke Türkiye'sinden çok daha vahimdir.

Bu günkü durum,
1919'da toplanan Erzurum Kongresinin zamanın A.B.D. Başkanı Wilson'a gönderdiği Mektupta söylenenlerden farklı mıdır?

"Reis cenapları 600 senelik bir saltanata 1500 senelik bir hayata malik olan Türk Milleti mevcudiyetleri tarihe karışmış olan milletlerin prensipleriniz sayesinde ihya olunduğu bir sırada imhadan başka bir mana ifade etmeyen mukasserata boyun eğmeyecektir. "

İşin kötüsü, şu ifadeyle bütün dünyaya isyan bayrağı açabilecek bir heyet bugün mevcut mudur?

ATSIZ'ın ileri görüşlülüğü yalnızca Türkiye'nin bu gibi meseleleriyle sınırlı değildir. O, daha 1930'lu yıllarda Türk dilinin geçmişte Farsça ve Arapçanın istilasına uğrayarak bozulup yok olma noktasına geldiği gerçeğini hatırlatarak, "Bügün de yeni bir medeniyete giriyoruz. Bu sefer de Batı medeniyetinin mümessili olan dillerin dilimizi bozmasına müsaade etmeyeceğiz." diyordu. "Dil bir milletin en değerli malıdır. Ordusunu kaybeden bir millet tehlikededir. İstiklâlini kaybeden millet korkunç bir felakete düşmüştür. Dilini kaybeden milletse yok olmuş demektir." diyerek de bugün artık kangren haline gelmiş olan meseleye daha o zaman parmak basıyor ve uyarıyordu. Ama dinleyen nerede?

Yine bu konuda 1931 yılında Atsız Mecmua'da yazdığı "Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyoruz" başlıklı yazıda aynen şöyle diyordu:

"Vaktiyle Arapça ve Acemce'nin dilimize girdiği gibi, bugün de aynı şey oluyor. Artık münevverlerimizin ağzında sade "bonjur" "bonsuar" veya "mersi" değil, "maparoldonör" ve "idealist pür"ü de sık sık görüyoruz. Türkçe'nin yoksul bir dil olduğu hakkındaki telakkiler devam ettikçe ve münevverler ruhen Türkleşmedikçe bunun böyle süreceğini kabul etmek lâzımdır. İhtimal ki vaktiyle "Osmanlı lisanı, Türkçe, Arapça, Acemce'den mürekkep bir lisandır" dediğimiz gibi bugün de "Türk dili Türkçe, Fransızca ve İngilizce'den mürekkep bir lisandır" diyeceğiz. Fakat böyle üzülmektense doğrudan doğruya bir ecnebi dilini kabul etmek daha iyi değil mi? Evet vaktiyle bu cinayet de yapıldı. Ruhiyat müderrisi Şekip Bey bundan dört beş yıl önce bu altın yumurtayı da yumurtladı. Fakat o zaman Türk gençliği onun karşısında yelesini kabartınca "mağrurane bir ricatla" işin içinden sıyrıldı."

Sanki bugün durum o günkünden daha mı az vahim? Bilim ve eğitim kurumlarının yani YÖK'ün başında bulunan Kemal Gürüz, Ankara Üniversitesi Senatosu'nda yaptığı konuşmada "Türkçe bilim dili değildir, yakın bir gelecekte de olacağa benzemiyor" demedi mi? Nerede Türk gençliği? Paralı eğitime haklı olarak karşı çıkanlar, bugün sömürgelerde bile terkedilen yabancı dilde eğitime karşı niçin şavaş açmıyorlar? Demek ki onlara hükmeden beyinleri değil mideleridir. Bunun başka bir açıklaması yok!
ATSIZ'ın toplum hayatının hemen her konusuna ilişkin makalelerinde, onun uzak görüşlülüğünün izlerini bulmak mümkündür. Bugün de yeniden hortlatılmak istenen kardeş kavgasına, sağ-sol çatışmasına büyük bir isabetle önceden dikkat çekiyor ve "Kanlı Pazar" olayını şöyle yorumluyordu; "Taksim olaylarında dini taassubun mühim rol oynadığı muhakkaktır. Bu iki zümrenin kışkırtmaları günün birinde amacına ulaşırsa Türkiye'de kan gövdeyi götürecektir. Bunu önlemek lâzım." (Gözlem Mart / 1969) Şimdiye kadar sözünü ettiklerimizin dışında, meselâ 1972 tarihinde yani bundan yirmibeş yıl önce; "Türkiye toprağının depremle batacağına dair bir emare olmadığı için bu yönden korku yoktur. Fakat toprağın denize akması ve ormanların yok olması sonucu memleketin çölleşmesi gibi ciddi bir tehlike vardır" diyerek bugün artık tehdit boyutuna ulaşmış bir meseleye dikkat çekiyordu.

Yine aynı makalede, "Büyük şehirler sağlık, ahlâk, asayiş, savunma bakımından daha büyük sakıncalar taşır. Büyük şehirlere lüzûm yoktur. Bir milletin ileri ve büyük olması büyük şehirleriyle ölçülmez. Toprağı az milletler için bu bir zaruret olsa bile Türkiye gibi geniş bir ülke için fantezi ve hatadır." diyordu. Acaba haksız mıydı?

Onun ileri görüşlülüğüne daha bir çok örnekler bulunabilir. Ama eğer ATSIZ'ın bu ileri görüşlülüğü nereden kaynaklanıyordu diye sorarsanız bunun cevabı tektir: Tarihten, tarih bilincinden.

Çünkü o gerçek bir tarihçiydi. Dünya tarihini de hele Türk tarihini de çok iyi biliyordu. Onun için de bütün meseleleri tarih bilincinin aydınlığında doğru ve şaşmaz bir biçimde tahlil ve tesbit ediyordu. Öylesine ki o ileriyi gördüğüm kadar geriyi de görüyordu. Çünkü zaten ileriyi görebilmenin, geriyi yani tarihi iyi görmekten geçtiğinde kuşku yoktur.

Bozkurtlar Romanı'nı okuyan bir Doğu Türkistan'lı kendisine "Bozkurtları okudum. Bu romanı ancak orasını gören birisi yazmış olabilir." demişti. O da cevap olarak "Görmedim ama kalben ve hissen orada yaşadım." karşılığını vermişti. "Hakikaten roman bitinceye kadar ben bütün varlığımla orada ve mazide idim." diyordu.

"Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz" buyuran Atatürk'ün dediği gibi, o Türk tarihine bütüncül bakışı getiren ilk tarihçimizdi. Onun içindir ki "Bir kardeş kavgası olarak gördüğü Çaldıran Savaşı'nı Türk Zaferi" olarak gösterenlere şiddetle karşı çıkmış şiî-sünnî ayırımını hortlatmak isteyen Nurettin Topçu gibi Anadolucu kozmopolitleri kalemiyle yere sermişti.

Ve yine bir başka kardeş kavgasını, Yıldırım ve Temir'in savaşını da böyle değerlendirmiş, bugün Türklerin bu ikisi arasında taraf tutmasının yanlışlığını vurgulamış, hatta taraf tutulacaksa bunun ordusunun tamamı Türk oğlu Türklerden meydana gelen Temir olması gerektiği fikrini yine Topçu gibi filozof taklitlerinin beynine balyoz gibi indirmişti.

Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk'ün Ankara'daki havaalanına Temir'in komutanlarından Esenboğa'nın adını verdiği gibi!

İşte onun sayesindedir ki kandaşımız, arkadaşımız, Cihangir Muhammed de Raşid Dostum'a yazdığı şiirinde "Esenboğa'nın da sesi geliyor / Ümidini sana bağladı Turan" derken, işte Atatürk'ün sözettiği o köprüyü, manevî köprüyü, inanç köprüsünü, tarih köprüsünü böylesine rahatlıkla kurabiliyor. Ama siz Enver Paşa'nın mezarını Türkistan'dan kaldırıp buraya getirirseniz bu köprüleri imha ediyorsunuz demektir.

İşte şu tablo, Müslüman Türk Hanifi Altaş, Hristiyan Türk Sevgi Erenerol, Azerbaycan Türk'ü Arif Acaloğlu ve Temir Bek'in torunu Özbek Cihangir Muhammed! Bugün tesadüfen bir araya gelmediler. O köprüleri kuran ATATÜRK'ün ve ATSIZ'ın sayesinde biraraya geldiler
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var Azerba10
Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var Gencat10
Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var Pro1010
Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var 617300
Atsız'ı anlamaya ihtiyacımız var Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz