¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz

Aşağa gitmek

ok ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz

Mesaj tarafından erzurumlu25 Paz 3 Şub. 2013 - 10:21

ÜRETİMİN DÜŞMESİ - MALİYETLERİN YÜKSELMESİ - DARALAN PAZARLAR

Ağır ve aksak işleyen bir bürokrasinin elinde oyuncak olmuş sanayi tesislerinin; eski teknoloji kullanmaları, işletme yönetiminin olmayışı, çeşitli yolsuzluklar, işçilerin belli bir hedeflerinin olmayışı, satışların düşmesi, stokların artması gibi sebepler yüzünden istenilen düzeyde bir üretim gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Aynı sebeplerden dolayı maliyetler yükselmiş, devlet iç pazarda sübvansiyon yaparak, maliyetin yükselmesini tüketiciye yansıtmamaya çalışmıştır. Bu yüzden bütün fabrikalar zarar etmeye başlamıştır. Üretim düşük, kalitenin iyi olmayışı yüzünden dış satım imkanları da oldukça azalmıştır. Dünya ülkeleri Sovyet mallarını, pahalı ve kalitesiz, kaba buldukları için batı ülkelerinin mallarını tercih etmişlerdir. Bu durum Sovyetler Birliği’nde katma değer artışının reel olarak düşmesine, stokların artmasına sebep olmuştur. 1985 yılında Sovyetler Birliği’ndeki katma değer artışının %60’ı stoklardaydı. Aynı yıl Japonya’nın stok miktarı bir günlük üretimi kadardı


Sovyet ekonomisinin bu durumu, insanları yeni arayışlara yöneltmiştir. Bu arada iyi söylemlerle ortaya çıkan kuruluşlar, başarı sağlamış ve iktidarların değişmesine, bazen de durumun iyileştirilmesi için çalışmalar yapılmasına sebep olmuştur. Gorbaçov’un; elindeki ekonomiyi düzeltmek için başladığı reformlar, belki Sovyetlerin sonunu getirdi ama, bugün görülüyor ki, Rusya Federasyonu için bir kurtuluş olmuştur.


3. SİYASİ SEBEPLER

Türk Dünyasında milliyetçi hareketlerin doğmasına ve gelişmesine imkan veren sebeplerin en önemlisi, hiç şüphe yoktur ki, siyasi sebeplerdir. Türk Milleti bağımsız yaşamayı ilke olarak benimseyen milletlerden biridir. Hatta bağımsız yaşamadıktan sonra ölmeyi tercih edebilecek bir yapıya sahiptir. Bu yüzden M.Kemal Atatürk “Bağımsızlık benim karakterimdir”, “Ya istiklal ya ölüm” demiştir. Türk Dünyasında yer alan Türk Halkları da aynı duyguyu paylaştıklarını ele geçen her fırsatta göstermişler, Rus işgalinden kurtulabilmek için, ölümü göze alarak mücadele etmişlerdir. Bağımsız yaşama arzusunun devamlılığı hareketlerin kuruluş sebeplerinin başında gelmektedir. Bu tesbiti yaptıktan sonra siyasi sebepleri incelemeye geçebiliriz. Çünkü bu duyguya sahip olmayan toplulukların, bu şekilde bir hareketi kurmaları ve geliştirmeleri düşünülemez.

Siyaset kelime manası bakımından “İdare etme, yönetme isteğini fiile geçirebilme için yapılan iş ve hareket” şeklinde ifade edilmektedir. Manayı biraz daha genişletirsek; ülkeyi ve insanlarını; refah ve mutluluk içinde yaşatmak, dünya ülkeleri içinde hür ve müstakil kılmak, refah seviyesini devamlı yükseltebilmek için, ülke içinde ve dışında yapılan iş ve hareketlerdir, diyebiliriz. Tüm dünyada siyaset, yani politika bu işler için yapılır. Yüksek idealler, ancak elde organize bir gücün bulunması ile başarılır. İnsan topluluklarındaki en organize güç devlettir. Yani politika devleti ele geçirmek, bu yüksek idealleri gerçekleştirmek maksadıyla yapılan iştir. Bu işin temeli halkın mutluluğudur. Devleti meydana getiren kurumlar, (adliye; polis, jandarma, ordu, üretim tesisleri, v.s.) iyi işletilirse ancak hedefe ulaşılabilir. İşte bu kurumlar, devletin yapısını, gücünü, kudretini meydana getiren organize güçtür. İnsanların hür yaşama arzularının gerçekleşebilmesi bu organize güce sahip olmakla mümkündür. Mesele bu organize güce sahip olabilmektir.Bu yüzden politika yapılır, bu yüzden askeri darbeler yapılır, bu yüzden isyanlar çıkarılır. Türk cumhuriyetlerinin yayıldığı coğrafyada, Rus işgallerinin başladığı ilk yıllardan 1937’lere kadar isyanlar çıkması, hür yaşama arzusunu fiile geçirecek, organize güce ulaşmak içindi. Fakat bu yolla hedefe ulaşılamadı. 1990’dan itibaren politika yaparak, organize güce ulaşma isteği gündeme gelmiş ve siyasi, milliyetçi hareketler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Eski Sovyetler Birliği’nde iktidarı elinde tutanlar, genelde insanın en büyük endişesi olan korkuyu kullanarak, milletleri korkutarak idare etme yolunu seçmişlerdir. KGB, Kızıl Ordu, polis marifetiyle uygulanan soykırımlar, sürgünler, hapisler, korkutma metodunun örnekleridir. Halbuki, gücü elinde bulunduranlar, o gücü halkının güven içinde yaşama ve kişiliğini geliştirmesi için kullanmalıydılar. O zaman belki, Sovyetler’in ömrü daha uzun olabilirdi. Tersini yaptıkları için, halklarının, insanlarının kişilikleri gelişmedi, korkak ve pısırık oldular. Bu insanları harekete geçirmek, ancak korkularını yendikten sonra mümkün olabilirdi. Gorbaçov döneminin ilk 3 yılında hiçbir hareketin, kıpırdanışın olmadığı bir dönem olmasının sebebi korkunun yenilmesi süresi olduğu içindir. 1988’in ikinci yarısından itibaren meydanların dolmaya başlaması tezimizin doğruluğu açısından önemlidir.

Milliyetçi güçleri harekete geçiren bir önemli sebep de, Türk halklarının Birliği’nin sağlanabilmesi, yani TURAN idealidir. Turancılık, bir ülküdür. Aynı Kızıl Elma gibi... Bugün belli şartlar oluşmuştur. Denenmesi gereken, dilde, fikirde, işte “Birlik”tir. Milliyetçi hareketlerin temel olarak koydukları “Birlik” fikri, bugünün şartları içinde, siyasi bir oluşum olarak düşünülemez. Mesele, kültür ve eğitim çalışmalarıyla, bugünün şartları içinde dilde, fikirde ve işte “Birliği”n geliştirilmesidir. Milliyetçi güçlerin ortaya çıkış sebeplerinden biri, TURAN İDEALİ’dir. Bu idealin gelişmesine katkıda bulunmak esas sebeplerden biridir.

Siyasi sebeplerin en önemlisi, bağımsızlığı kazanma isteğidir. Bu istek aynı zamanda bütün milliyetçi hareketlerin de ortak amacıdır.Ülke zenginliklerinin ülke halkı yararına kullanılmasının istenmesi önemli siyasi sebeplerden biridir.En acımasız şekilde sömürüldüğünün farkına varan Türk toplulukları,ülke zenginliklerinin kendi halkları yararına kullanılabilmesi için bağımsız bir ülke olmanın ön şart olduğu bilincine vararak,bu konuda çalışmalar yapmaya başladılar.


TURAN NEDİR?

Türkçülük ile Turancılığın ayırımlarını anlamak için Türk ve Turan topluluklarının sınırlarını belirlemek gerekir. Türk, bir milletin adıdır. Millet kendine özgü bir kültürü olan bir topluluk demektir. Öyleyse Türk'ün yalnız bir dili, bir kültürü olabilir.

Oysa Türk'ün kimi kolları, Anadolu Türkleri'nden ayrı bir dil, ayrı bir kültür yaratmaya çalışıyorlar. Diğer Türk illeri birer ayrı dil, ayrı edebiyat ve ayrı kültür oluşturmaya çalışırlarsa, Türk Milleti'nin sınırları daha daralmış olur.

Bugün kültürce birleşmesi kolay olan Türkler, özellikle Oğuz Türkleri, yani Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi Azerbaycan, İran ve Harizm ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uruğundandır. Bunun için Türkçülükteki yakın ülkümüz Oğuz birliği, yani Türkmen birliği olmalıdır. Bu birlikten amacımız nedir? Siyasal bir birlik mi? Şimdilik hayır! Gelecekle ilgili bugünden bir yargıya varamayız. Fakat bugünkü ülkümüz, Oğuzlar'ın yalnız kültürce birleşmesidir.

Oğuz Türkleri bugün dört ülkede yayılmış olmakla birlikte tümü birbirine yakındırlar. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak, görürüz ki birinde bulunan bir ilin ya da boyun öbürlerinde de kolları vardır.

Örneğin Harizm'de Tekeler ile Sarılar'ı ve Karakalpaklar'ı görüyoruz. Yurdumuzda Tekeler, bir sancak oluşturacak kadar çoktur, dahası bir bölümü bir zamanlar Rumeli'ye yerleştirilmiştir. Türkiye'de sarılar özellikle Rumkale'de otururlar. Karakalpaklar ise Karapapak ve Terekeme adını alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan yörelerine yerleşmişlerdir. Harizm'de Oğuz'un Salur ve İmralı boylarıyla Çavda ve Göklen (Karluklardan Kealin) illeri vardır. Bu adlara Anadolu'nun çeşitli noktalarında rastlanır. Göklen, kendi adını Van'da bir köye Gökoğlan şeklinde vermiştir.

Oğuz'un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye'de, gerek İran'da ve Azerbaycan'da bulunuyor. Akkoyunlular ile Karakoyunlular da bu üç ülkede yayılmışlardır. Öyleyse Harizm, İran, Azerbaycan ve Türkiye ülkeleri etnografyası bakımından aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin toplamına Oğuzistan adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın ereği, bu büyük bölgede yalnız bir tek kültürün egemen olmasıdır.

Oğuz Türkleri genellikle Oğuz Han'ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri birkaç yüzyıl öncesine gelinceye değin uyumlu bir aile olarak yaşarlardı. Örneğin Fuzuli bütün Oğuz kollarında okunan bir Oğuz şairidir. Korkut Ata Kitabı, Oğuzlar'ın resmi Oğuzname'si olduğu gibi, Şah İsmail, Aşık Kerem, Köroğlu gibi halk yapıtları da bütün Oğuz iline yayılmıştır.

Türkçülüğün uzak ülküsü ise Turan'dır. Turan, kimilerinin sandığı gibi Türkler'den başka Moğollar'ı, Tunguzlar'ı, Fin-Ugorlar'ı, Macarlar'ı da içine alan bir budunlar topluluğu değildir. Bu topluluğa bilim dilinde Ural-Altay topluluğu denilir. Bununla birlikte bu sonki topluluğa bağlı budunların dilleri arasında bir yakınlık bulunduğu da henüz kanıtlanamamıştır. Öyle ki, kimi yazarlar, Ural Budunları ile Altay budunlarının birbirinden iki ayrı topluluk olduğunu ve Türkler'in, Moğollar ve Tunguzlar ile birlikte Altay topluluğuna, Fin-Ugorlar ile Macarlar'ın da Ural toluluğuna bağlı bulunduklarını ileri sürüyorlar. Türklerin, Moğollar ve Tunguzlar ile de bir dil yakınlığı olduğu da kanıtlanamamıştır. Bugün bilimsel olarak saptanan bir gerçek varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak, Tatar, Oğuz gibi Türk boylarının dilce ve gelenekçe budunsal bir birliğe sahip bulunduğudur. Turan sözcüğü, Turlar, yani Türkler demek olduğu için, yalnızca Türkler'i içine alan bir birliğin adıdır. Öyleyse Turan sözcüğünü bütün Türk kollarını içine alan büyük Türk ülkesi için kullanmamız gerekir. Çünkü Türk sözcüğü, bugün yalnız Türkiye Türkleri'ne verilen bir ad olmuştur. Türkiye'deki Türk kültürü içine girenler, doğal olarak yine bu adı alacaklardır. Benim kanımca bütün Oğuzlar yakın bir zamanda bu adda birleşeceklerdir. Fakat Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar, ayrı kültür oluştururlarsa, ayrı uluslar halini alacaklarından, yalnız kendi adları ile anılacaklardır. O zaman bütün bu eski yakınları budunsal bir birlik olarak birleştiren ortak bir ada gerek duyulacak. İşte bu ortak ad Turan sözcüğüdür.

Türkçülerin uzak ülküsü, Turan adı altında birleşen Oğuzlar'ı, Tatarlar'ı, Kırgızlar'ı, Özbekler'i, Yakutlar'ı, dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir. Bu ülkünün bir gerçekliğe dönüşmesi olanağı var mı, yok mu? Yakın ülküler için bu yön aranırsa da, uzak ülküler için aranmaz. Çünkü uzak ülkü ruhlardaki coşkuyu sonsuz bir aşamaya yükseltmek için, ulaşılmak istenen çok çekici bir düştür. Üçyüz milyon Türk'ün bir ulus olarak birleşmesi Türkçüler için en güçlü çoşku kaynağıdır. Turan ülküsü olmasaydı, Türkçülük bu denli hızla yayılmayacaktı. Bununla birlikte kim bilir? Belki gelecekte Turan ülküsü de gerçekleşecektir. Ülkü, geleceğin yaratıcısıdır. Dün Türkler için düşsel bir ülkü olan ulusal devlet, bugün Türkiye'de gerçekleşmiştir.

Öyleyse Türkçülüğü, ülküsünün büyüklüğü bakımından üç aşamaya ayırabiliriz:

1) Türkiyecilik

2) Oğuzculuk

3) Turancılık

Bütün gerçeklik alanında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir özlemle aradığı Kızıl Elma, gerçeklik alanında değil, düş alanındadır. Türk köylüsü Kızıl Elma'yı düşlerken gözünün önüne eski Türk ilhanları gelir. Gerçekten Turan ülküsü geçmişte bir düş değil, gerçeklikti. İsa'dan 210 yıl önce Kun Başbuğ'u Mete, Kunlar (Hunlar) adı altında bütün Türkleri birleştirdi zaman Turan ülküsü gerçekleşmişti. Hunlardan sonra avarlar, Kırgız-Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk Turan ülküsünü gerçekleştirmediler mi?

Turan sözcüğünün anlamı böyle sınırlandırıldıktan sonra artık Macarlar'ın, Fin-Ugorlar'ın, Moğollar'ın, Tunguzlar'ın, Turan ile bir ilgileri kalmaması gerekir. Turan bütün Türklerin geçmişte ve belki de gelecekte bir gerçeklik olan büyük yurdudur.

Turanlılar, yalnız Türkçe konuşan uluslardır. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendine özgü bir adı olduğundan, Turan adına gereksinme duyulamaz.

Bir de kimi Avrupalı yazarlar, Batı Asya'da asılları bakımından Samiler ya da Ariler'den olmayan bütün budunlara Turan adını takıyorlar. Bunların amacı, bu budunların Türkler'in yakını olduğunu onaylamak değildir. Yalnız Samiler ile Ariler'den başka budunlar olduğunu anlatmak içindir.

Bundan başka kimi yazarlar da Şehname'ye göre Tur ile İrec'in kardeş olduğuna bakarak Turan'ı eski İran'ın bir bölümü saymaktadırlar. Oysa Şehname'ye göre Tur ile İrec'in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı Selem'dir. Selem ise İran'ın boyun dedesi değil, bütün Samiler'in ortak atasıdır. Öyleyse Feridun'un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh'un oğulları gibi, eski etnografik bölümlerin adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki Turan İran'ın bir parçası değil, bütün Türk illerini içine alan Türk birliğidir...
TÜRK BİRLİĞİ - "DİLDE, FİKİRDE, İŞDE BİRLİK"

Dünya bilsin, cihan işitsin ki!... Bu dünya ne kadar karanlık, ufuklar ne kadar bulutlu ve şimşekli olursa olsun, biz bir ot gibi sararıp solarak dağılıp gitmeyeceğiz. Üstünde bulunduğumuz dünya, bir gün olup her hangi bir fiziki nedenle darmadağın olsa da,biz yine de bunca kültür ve uygarlık anıtlarımızla başka alemlerin üstünde ebediyen var olacağız. Kainatta tuttuğumuz yerin, buyurma yeri olduğu hakkındaki şu gök gürültüsündeki uyarıyı, taa ezelden dinlemiş ve at üstünde ayağa kalkarak bütün yeryüzüne kalk borusu çalmış bir ırkın devamıyız. Bundan dolayıdır ki, biz kendimizi varlığın bir gölgesi değil, varlığın bütünü ve gayesi olarak kavrayan bir budunun devamıyız. Bu nedenledir ki biz, acunda, olmakta ve olacak olanlar karşısında aciz bir seyirci kesilmek için değil, insanlık haysiyetini en yüksek mertebesine ulaştırmak için gelmiş bulunuyoruz. Evet biz, nakkere sesleriyle gürleyen yüz yılların içinden, Çin setlerini, Tuna boylarını, Hint okyanuslarını, Asya'yı Afrika'yı, Avrupa'yı, Ekvator'u, taa Karayip Denizi'ni çiğnemekten, medeniyetler kurmaktan geliyoruz. Geçmişte nasıl kan ve ateş alemine karşı hür dünyanın kalk borusunu çalarak, yüzyılları heyecanla ayağa kaldırmışsak, gelecekte de, bütün gaflet ve hıyanet alemine karşı da biz çıkacağız. Dünyanın ve tarihin üstünden kin ve ihtiras bulutlarını, Türklük şimşekleriyle tutuşturarak, yine biz düzene sokacağız. Evet maddeci bir tarihin mantığını, dünya önünde yırtarak, tarihin ve cihanın son sözünü yine biz söyleyeceğiz. Böylece bin yılların en ulu destanını yaratarak Arz'da söylenen "CİHAN'DA TÜRK VAR" sözünü yeniden gündeme getiriyoruz.

Biz Türk'ler bu aleme hükmetmek için, ezeli ve tanrısal ilkeleri savunmak için atılmış bir milletin çocuklarıyız. Ancak büyük isteklerde bulunarak tatmin olmamız, başkalarına benzememek gururumuzdandır. Daima yüce olaylara, devirlere, çağlara damgamızı vurmamız, orada yalnız kendimizi görme benliğimizdendir. Tarih denilen destanı yaratarak kahramanlık kılıcını taa arşa asan bir ırkın devamıyız. Yaratamayacağımız büyük bir gelecek, çözemeyeceğimiz bir mesele, sırtını yere getiremeyeceğimiz herhangi bir ihanet alemi yoktur.

Bu nedenle, "TÜRK DÜNYASI BİR BÜTÜNDÜR" düşüncesinden hareket ederek, cihanda yaşayan bütün Türkler arasında dayanışma ve kültür birliğini sağlamak için; Türk'ün dilini, edebiyatını, tarihini, sanatını, ahlak ve sosyal yapısını, inancını, folklorunu, ekonomisini araştırmak, tanıtmak ve Türk düşüncesini hayat biçimi haline getirerek, Türk'lüğün yüceliğini anlatmak gayesiyle, Türk Dünyası'nın sorunlarının, "DİLDE, FİKİRDE, İŞDE BİRLİK" ilkesinin gerçekleştirilmesi ile çözüleceğine inanıyoruz. Bu kutsal düşünceyi hayata geçirmek için Turan soyluların birleşmeleri şarttır.

TÜRK BİRLİĞİ'nin temel kıstaslarını şöyle sıralayabiliriz:

1- DEVLETLER VE PARTİLER ÜSTÜ BİR SİYASET İZLENMEDİR.

2- TÜRK DÜNYASI İÇİN YAPILAN ÇALIŞMALARDA GÜNDEM MADDESİNİ DİN VE PARTİ KONULARI OLUŞTURMAMALIDIR.

3- TÜRKLÜK (TÜRKÇÜLÜK) DÜŞÜNCESİ VE TÜRK'E YARAR İLKESİ ANA İLKE OLARAK ALINMALIDIR.
Türk Dünyası'nın yararına olan her fikir, her düşünce ve her sistem incelenmeli ve Türklüğün hizmetine sunulmalıdır.

4- TÜRK DÜNYASI'NDA YAŞAYAN KİŞİLERİN DE İNSAN OLDUKLARI HATIRLANMALI VE TÜRK İNSANININ HAKLARI KORUNMALIDIR.

5- ÇAĞIMIZIN AKIL VE BİLGİ ÇAĞI OLDUĞU UNUTULMAMALIDIR.

6- "HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR" İLKESİ ÇALIŞMALAR İÇİN ESAS KABUL EDİLMELİDİR.

7- TÜRK DÜNYASI İÇİN HAZIRLANACAK PLAN VE PROJELER HEDEF BELİRLENEREK HAZIRLANMALIDIR.

8- ÇALIŞMALAR TÜRK'E HAS DİSİPLİN İÇİNDE YAPILMALIDIR.

9- TÜRK DÜNYASI'NDA KAYITSIZ ŞARTSIZ TAM BAĞIMSIZLIK VE İSTİKRARIN SAĞLANMASI AMAÇ KABUL EDİLİP, YAPILAN VE YAPILACAK OLAN BAĞIMSIZLIK MÜCADELELERİ DESTEKLENMELİDİR.

a) Kurulmuş olan Türk Devletleri'nde tam bağımsızlık ve istikrarın en kısa zamanda sağlanması dileğimiz olup, bu alanda yapılan çalışmalar hızlandırılmalıdır.

b) Henüz devletini kuramamış Türk topluluklarında huzur ve istikrarın sağlanması için, hedefler saptanmalı, yapılan ve yapılacak olan bağımsızlık mücadeleleri başarıya ulaşıncaya kadar desteklenmelidir.

c) Dünyada ki coğrafi sınırlar düşünülmeden, Arz'ın neresinde olursa olsun her Türk'ün hakları korunmalı ve insanca yaşaması için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

d) Azınlık statüsünde yaşayan Türk topluluklarının, insan haklarının korunması ve hukuk kararlarından doğan kazanılmış haklarının elde edilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.

Türk Birliği'nin genel anlamda kıstaslarını belirledikten sonra, şimdide ilkemiz olan, "DİLDE, FİKİRDE, İŞDE BİRLİK"i irdelemeye çalışalım:


DİLDE BİRLİK

TÜRK DÜNYASI'NDA ANA DİL BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE DİLDE BİRLİĞİN SAĞLANMASI ÖNCELİKLİ HEDEF OLARAK ELE ALINMALI VE BU ALANDA SONUCA VARAN ÇALIŞMALAR YAPILMALIDIR.

a) Türk Dili'nin sorunları; konuşma dili, yazı dili bazında ele alınarak çözüm aranmalıdır.

b) Türk Dünyası'nda yaşayan bütün Türk Dili'nin lehçeleri "ANA DİL" bütünlüğü içinde incelenip, "ORTAK TÜRK LEHÇESİ" haline getirilmelidir.

c) Yazı Dili, Genel Alfabe ve Öz Alfabe bazında ele alınıp, genel alfabede Latince harflerin {Aslında Latin alfabesinin de aslı 26 harfli Etrüsk (Tur-Saka) alfebesidir.} , Öz Alfabe olarak da Türk harflerinin kabulü gündeme getirilmelidir. Latin harfleri ile yazılan ORTAK TÜRK ALFABESİ'nin uygulanmasına bütün Türk Dünyası'nda başlanmalıdır. Budunların geçmişleri ile olan bağları o budunların kullandıkları alfabeleri bilmekle sağlanır. Türk tarihinde 10.000 yılı aşan bir zaman içinde kullanılan "TÜRK ALFABESİ"ni de Ortak Türk Alfabesi'nin yanında ÖZ ALFABE'miz olarak öğrenip yaşatmalıyız.

d) Türk Dili'nin dünyadaki teknolojik gelişmeler sonucunda ortaya çıkan teknik terimler karşısında yetersiz kalmaması için acilen "TÜRK DÜNYASI TEKNİK TERİMLER KURULU" oluşturulmalıdır.

e) Türk Dünyası yaşamı boyunca zorunlu olmadıkça "TÜRKÇE"den başka bir dil konuşmamalıdır. Çünkü, TÜRKÇE'MİZİN SES BAYRAĞIMIZ OLDUĞU UNUTULMAMALIDIR.


FİKİRDE BİRLİK

TÜRK DÜNYASI'NDA FİKİRDE BİRLİK (ÜLKÜDE BİRLİK) EN KISA ZAMANDA SAĞLANMALIDIR. Türk Dünyası'nda Fikirde Birliğin sağlanmasının temelinde: TÜRK KÜLTÜRÜ ile İNANÇ ve İDEAL yatar. Bu nedenle: TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ÖĞRENİP YAŞAMALIYIZ. Diğer bir deyişle, YAŞAM DÜSTURUMUZ HALİNE GETİRMELİYİZ. Bu da bizi, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ fikrine, özel adı ile "TÜRKÇÜLÜK" fikrine götürür. Sonuç olarak Türkçü düşünceyi öğrenip,benimsemeli ve inanç haline getirmeliyiz. TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRIP, İNCELEYEREK BİTİĞLER VERMELİYİZ. Bu bitiğlerin hazırlanmasında ilim esas alınmalıdır. Ülkümüz olan "TÜRK BİRLİĞİ"ni gerçekleştirmek için, Türk Dünyası'nda her şeyin: TÜRK İÇİN, TÜRK’E GÖRE, TÜRK TARAFINDAN yapılması bir değer yargısı olarak kabul edilmelidir.


İŞDE BİRLİK

Türk Dünyası'nda İşde Birliğin sağlanabilmesinin iki ayağı vardır: EKONOMİK AYAĞI ve POLİTİK (SİYASİ) AYAĞI.

A) EKONOMİK AYAĞI

1- BÜTÜN TÜRK DEVLET VE TOPLULUKLARININ TAM EKONOMİK BAĞIMSIZLIĞINI KAZANMASI

2- TÜRK EKONOMİK İŞBİRLİĞİ OLAN "TÜRK DÜNYASI ORTAK PAZARI"NIN KURULMASI

3- DÜNYA EKONOMİSİ İLE ENTEFRASYONA GİRMEK

4- "TÜRK İKTİSAT SİSTEMİ"NİN (TÜRKÇÜ MODEL) ESASLARINI BELİRLEMEK.

B) POLİTİK AYAĞI

1- TÜRK DÜNYASI'NDA HER TÜRK BUDUNU SİYASİ BAĞIMSIZLIĞINI KAZANMALIDIR.

2- SİYASİ İŞBİRLİĞİNE GİDİLMELİDİR.

3- TÜRK TAKVİMİ BELİRLEME KURULU OLUŞTURULMALIDIR.
Dünyada yaşayan toplumlar kendi değer yargılarına uygun olarak kuracakları sistemlerle başarıya ulaşarak dünyaya buyruk olurlar. Bu değer yargılarından birisi de zamandır. Her budunun kendine özel bir zaman anlayışı, bir zaman belirlemesi vardır. Türk Budununun da 12.000 yılı aşan, bilinen tarihleri içinde bir zaman anlayışları oldukları bir gerçektir. Türkler zamanı 12 hayvanla sembolize edilen "TÜRK YİMİ", "TÜRK TAKVİMİ" ile hesaplamışlar ve devletlerinin kuruluşlarını takvim (yim) başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Türk Dünyası'nda da Türk zaman anlayışına uygun bir takvim belirlenerek uygulamanın gerekliliğine inanıyoruz. Çünkü, gelecek nesillere tarihimizi ancak bu şekilde doğru olarak aktarabiliriz. Bunu da belirlemek için, "TÜRK DÜNYASI ÖD (ZAMAN) BELİRLEME KURULU" kurulmalıdır.


Bu gayelere erişebilmek için Türk Dünyası gönüllüleri çalışmalarını:

A) HEDEF BELİRLEYEREK YAPMALIDIRLAR
Bu hedefleri, kısa, orta uzun vadeli hedefler olarak planlamalıyız. Bu hedeflere ulaşabilmek için,

B) PLANLI VE DİSİPLİNLİ ÇALIŞILMALIDIR.
Bu kutsal hedeflere erişebilmek için planlı hareket etmenin, hazırlanan planların bir disiplin içinde uygulanmasının ve çok kıymetli olan zamanın en iyi biçimde değerlendirilmesinin ilk koşul olduğuna inanıyoruz.

1- TÜRK DÜNYASI'NDA BİRLİK VE DAYANIŞMA SAĞLANMALIDIR.
Küreselleşen dünyada zamanı en iyi kullanabilmek için, kamu oyundan ve iletişim araçlarından en iyi şekilde yararlanarak:

a) Türk Dünyası'nda halen kanayan birer yara olan Türk Yurtlarına her türlü maddi ve manevi yardım yapılmalıdır.

b) "TÜRK ORTAK PAZARI"nın veya "TÜRK DÜNYASI EKONOMİK İŞBİRLİĞİ"nin kurulması için sonuç veren çalışmalar yapılmalıdır.

c) Türk İktisat Sistemi'nin esaslarını belirlemek için, "TÜRK DÜNYASI İKTİSAT KURULU"nun oluşturulması gereklidir.

2- DÜNYADA TÜRK DÜNYASI İLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ ÇALIŞMALAR YAPAN KURUM VE KURULUŞLARLA İLİŞKİLER KURULMALI VE ORTAK HAREKET BİRLİĞİ SAĞLANMALIDIR.

3- TÜRK DÜNYASI İÇİN YAPILAN ÇALIŞMALARDA, TÜRK DEVLETLERİNİN , TÜRK TOPLULUKLARININ VE HER TÜRK KİŞİSİ'NİN BİR YUMRUK GİBİ KENETLENMESİ SAĞLANARAK TÜRK SOYUNDA BİRLİK ŞUURUNUN TEMELİ YENİDEN ATILMALIDIR.

4- TÜRK DÜNYASI'NIN SORUNLARINI BİR AN ÖNCE ÇÖZMEK İÇİN, TÜRK VE DÜNYA KAMUOYUNUN OLUŞTURULMASININ ŞART OLDUĞUNA İNANIYORUZ. BUNUN İÇİN KOORDİNELİ VE PLANLI ÇALIŞMALAR YAPILMALIDIR.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız "TÜRK BİRLİĞİ"nin bir ön çalışma olarak kabul edilerek, derinleştirilmesi ve uygulamaya geçirilmesi bizim "ÜLKÜ"müzdür...
ATSIZ ATAMIZ'I ÖZLEMLE ANIYORUZ!



Fikir babamız, yol göstericimiz, idolümüz büyük ülkü adamı Nihâl Atsız Atamız'ı uçmağa varışının 31'inci yıldönümünde, sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. Nihâl Atsız gibi özel ve üstün insanlar çok ender yetişirler. Nihâl Atsız, Ziya Gökalp'in attığı Türkçülük temelleri üzerine sağlam ve ihtişamlı bir bina çıkan Türkçüğün son ulu mimarıdır. Soylu Türk budununun doğasına uygun tek ve gerçek ülküsü olan Türkçülük bugüne değin Türk budununa unutturulamamışsa, bu, Türkçülüğün ulu mimarı Nihâl Atsız sayesinde olmuştur.

Türkçülük ülküleminin kuramsal olarak ilk fikir babası Yusuf Akçura idi. Bu ülkülemi sistemleştiren ve disipline eden kişi de Ziya Gökalp olmuştu. Türkçülüğün bu iki ulu kişiliğinin fikirleriyle beslenen Ulu Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk de, Türkçülüğü yaşama geçirip, Türkçü devrimi gerçekleştirmişti. O çağlarda Türkçülük olması gerektiği biçimdeydi. Yani çağına uygun bir tarzdaydı. Bugün ise Türkçülük, Nihâl Atsız'ın uzgörüsü sonucunda olması gerektiği gibi yorumlanmış ve bu çağa adapte edilmiştir. Kısaca Türkçülük, Türk ırkçılığının adı olmuştur. Önümüzdeki yıllarda gerçekleşmesi kesin olan yeni bir Türkçü devrim de, bu çerçevede olacak ve bu devrimin lideri olacak kişi de, mutlaka "ATSIZCI" olacaktır.

Fikir babamız, esin kaynağımız ve idolümüz Hüseyin Nihâl Atsız, Türklük ve Türkçülük için her türlü fedakarlığı yaparak, biz yeni kuşak Türkçülerin yolunu açmıştır. Nihâl Atsız, çok özel bir ülkü adamı idi. Biz yeni kuşak Türkçülerin, Nihâl Atsız'dan düşün açısından olduğu gibi, O'nun yaşam felsefesinden de öğreneceği çok şeyler var. O'nun yaşam felsefesi, sıradan bir insan olmayı reddeden; bir ülkü için yaşamayı ve gerektiğinde de ölmeyi emreden bir yaşam felsefesiydi. Onun içindir ki, "Kömen" adlı şiirinde:



"Hiç düşündün mü niçindir yaşamak?
Bir görev yapmak içindir yaşamak.

Er kişiysen görevin neyse, başar.
Zevke, eğlenceye hayvan da koşar!"



diyerek, bu ülkücü(idealist) yaşam felsefesinin formülünü biz çocuklarına vermişti.

Bu mısralarda, yeni dava adamları için, yeni Gök Börü adayları için benimsenmesi gereken bir yaşam felsefesi gizlidir. Sıradan ölümlü bir insan olmak mı, yoksa özel ve öldükten sonra bile saygıyla anılan bir "Bengü (Ölümsüz) Bozkurt" olmak mı? İşte, bu soruya yanıt olarak ikinci şıkkı verenlerin oranı ne kadar fazla olursa, Türk budunu da kurtuluşa ve Türk Birliğine o kadar yakın olacaktır. Türk yurtlarının iç veya dış düşmanlardan temizlenmesi ve Türk budununun gönence kavuşarak, tek bir bayrak altında toplanması ancak gerçekleşecek olan yeni bir Türkçü devrim sayesinde mümkün olabilecektir. Aksi ise, "böyle gelmiş, böyle gider" anlayışının ve yoz düzeninin hüküm sürmeye devam etmesi demek olacaktır. Biz yeni kuşak Türkçülere düşen görev; Nihâl Atsız Atamız'ın izinden yürümek; O'nu, O'nun felsefesini ve fikirlerini genç kuşaklara öğretmek ve tanıtmak olmalıdır. Çünkü gerisi çok kolay olacaktır. Bu soylu budunla, onun yurdunun bekasını teminat altına almanın ve Türk Birliği'ne ulaşmanın tek bir formülü vardır. O formül ise: ATATÜRKÇÜLÜK+ATSIZCILIK = TÜRK ÜLKÜSÜ'dür. Türk ülküsü gerçekleştiğinde de, Acun yeniden Türkler için dönmeye başlayacak ve insanlık eski efendisine tekrar kavuşacaktır.



Nihâl Atsız Atamız, yaşamın zevklerinden ve güzelliklerinden vazgeçerek, aşkı ve zevki Türk ırkında arayıp bulmuş olan ulu bir kişilik, soylu bir Bozkurt'tu. O'nun içindir ki bugün hala, yavru kurtlarının kalplerinde yaşayan, bir "Bengü Bozkurt"tur. Bugün tüm Atsızcılar, Atsız'ın birer çocuğu ve yavru kurtudur. Bu hem gurur verici hem de sorumluluk isteyen bir durumdur. O'na layık olabilmek ve kutlu tinini şad edebilmek de yavru kurtların başta gelen görevidir.



Bengü Bozkurt, "YAKARIŞ" adlı şiirinde;



Gam mı ceylân gözlüler bizlere yâr olmasa?
Yeter ki kılıçlarla süngüler yâr olmalı.
Rahat yatakta ölmek sanki değil mi tasa?
Savaş ve er meydanı bize mezar olmalı.



diyerek, Türkçülere bir başka mesaj vermiştir. Türkçü, Acun zevklerinden ve kendi yaşamından feragat edebilen özel kişidir. Türkçü olmanın yükü ve sorumluluğu ağırdır. Türkçülük, kişinin kendi egosunu tatmin etmek için bir uğraşı olarak görebileceği fantezi bir ülkülem değil; fedakarlık isteyen, çıkar peşinde koşmadan Türklük ve Türkçülük için gerektiğinde ölüme atlamayı emreden kutsal ve ağır bir ülkülemdir. Türkçülük, Türklük ve Türk yurdu için, göz kıpmadan ölüme atlayan/atlayacak olan kahramanların ve kahraman adaylarının ülkülemidir. Onun içindir ki Bengü Bozkurt, "KAHRAMANLIK" adlı şiirinde;



Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez doğanlık...

Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık.

Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık;

Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir.



diyerek, en büyük kahramanlığın göz kıpmadan saldırarak, ölüme atlamak olduğunu vurgulamıştır.

Kendisine gençlik yıllarında "Atsız" adını takan bu ulu kişilik, çok geçmeden hak ettiği adı almış ve bugün de esas mekanını bulmuştur. O'nun adı artık Bengü Bozkurt yani ölümsüz Bozkurt, mekânı da yavru kurtlarının kalpleri olmuştur. Başka bir deyişle O, yavru kurtlarının kalplerinde yaşayan bir "Ulu ve Bengü Bozkurt"tur.



Bengü Bozkurt, "SELAM" adlı şiirinin aşağıdaki mısralarında:

‘‘Vaktiyle bir Atsız varmış…’’ derlerse ne hoş!

Anılmakla hangi bir ruh olmaz ki sarhoş?

diyordu. Umarız, onun yavru kurtları olan biz yeni kuşak Türkçüler de, bir nebze olsun O'nun kutlu ruhunu sarhoş edebiliyoruzdur. Ama bu kutlu insanın ruhunu sarhoş edebilmek için sadece O'nu anmanın da yeterli olmayacağını, O'nun ruhunu şad ve sarhoş edecek esas şeyin, Türklüğün daha da yücelmesi ve Türkler'in tek bir devlet, tek bir bayrak altında toplanması olduğunu biliyoruz. Bunu gerçekleştirmek ve O'na layık olmak için de yılmadan, pes etmeden daha çok çalışmamız gerektiğinin de bilincindeyiz..



"Atsız"a

Bir buçuk yıl var ki senden öğüt aldık biz,
Senden taşan Türklük aşkı bize verdi hız...
Artık sussan ve beklesen bunun kârını,
Görsen nasıl hazırlıyor gençlik yarını?

"Türk"ü yalnız "Türk"ü örnek etmekti gayen
En ümitsiz varlık için emindi sayen.
Şuursuzca garba akan gençlik taşandı,
Bu sel senden neler aldı, neler kazandı!

Sendin çizen nispetini Bismark'la Türk'ün,
Sen anlattın niçin gitti Napolyon sürgün;
Artık bugün bir mefkure değildir Lenin,
Sihirledi onu çelik iraden senin.

Ektiklerin genç kalplerde vermekte filiz,
Bil ki onun yükselmesi yakındır Atsız ! ..



Atsız Atamız'ın saygıdeğer eşi merhume Bedriye Sabit Atsız Hanımefendi'nin bu güzel şiiri de, bizlerin duygularına tercüman olmakta, Bengü Bozkurt'un ektiği tohumların filiz verdiğini ve bu filizlerin büyüyüp, yükselmesinin yakın olduğunu görmekteyiz.

Bengü Bozkurt Atsız Atamız,

Bu umutla yaşayan yavru bozkurtların senin yolbaşçılığını yaptığın çetin ve kutlu yolda; emin adımlarla ve kararlılıkla ilerlemeye devam etmektedirler. Yaşımız gereği, seni Acun gözüyle göremedik fakat seni yapıtlarınla gördük, tanıdık ve çok sevdik. Seni son nefesimize kadar da seveceğiz. Yeni kuşaklar seni tanıyıp sevdikçe Türkçülük bayrağı hep dalgalanacak ve Türklük eskisi gibi tekrar şaha kalkacaktır.

Atsız Atam,

Seni saygıyla ve özlemle anıyoruz. Her gün seni yaşıyor, yaşatıyor ve hissediyoruz. Sen hiç ölmedin.

Zaten BOZKURTLAR ölmezler çünkü onlar BENGÜDÜR!

Kutlu tinin şad, mekânın Türk uçmağı olsun!

Çağatay Uluğtürk'den Alıntıdır!
erzurumlu25
erzurumlu25
.::Tengri::.


.::Tengri::.


ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Turkey10
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Gencat10
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Pro10
Yaş Yaş : 45
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Erzurum
Lakap Lakap : Vatan delisi
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 22/04/79
İletiler: İletiler: : 757
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 29/12/09
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Pro1010
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz 910
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Ile10

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

ok TÜRKE KEFEN BİÇENİN ÖLÜMÜ KORKUNÇ OLUR

Mesaj tarafından erzurumlu25 Paz 3 Şub. 2013 - 10:22

TÜRKE KEFEN BİÇENİN ÖLÜMÜ KORKUNÇ OLUR

ÖLÜMLE EĞLENEN TUNÇ BİLEKLİ TÜRKLERİZ

BOZKURT NEDİR?



Türk kültüründe Bozkurt'un manasını açıklayabilmek için kültürün tanımlanması gerekir. Özellikle kültürde sembolün öneminden bahsettikten sonra Bozkurt'un anlamını daha kolay kavrayabiliriz. Bir milletin kültürü ile mitolojisi birbirinden farklı kavramlar değildir, her ikisi de aynı hayat felsefesinden beslenmektedir. Kültür; bir milletin, dilini, sanatını, hukuk ve ahlak anlayışını, duygularını, inançlarını, hükümlerini aksettirir. Çünkü bir milletin folklorunu ve edebiyatını belirleyen, mensuplarının idrak alemini oluşturan değerlerin özünde o milletin kültürü vardır. Kültürün özelliği, milleti meydana getiren fertlere kazandırmış olduğu idraktır. Bir kültürün sınırı, onun zihniyet ve imanı ile çevrelenmiştir. Kültürleri birbirinden ayıran, zihniyet ve iman farklarıdır. Aynı farklara sahip olan cemiyetlerin birbiri ile çarpışmasına sebep olur. Kültür çevreleri benzer olan veya benzer kaynaklardan beslenen kültürler olur ama bunlar birbirine tamamen benzemez. Her kültür, diğerlerinden farklı görünmek durumundadır, farklılık şuuru olarak isimlendireceğimiz bu durum, toplumun bütün hayat şekillerini başka kültürlerden ayrı olmaya, değişik bir üslûp kurmaya yönlendirmektedir. Milli kimlik yahut kişilik dediğimiz bu farklı oluş, düşünce biçiminden, kılık kıyafet; tavır ve davranış biçiminden, eğitime ve eğlenceye kadar hayatın her saha ve safhasında görülür. Mesela, aynı dine mensup olan milletlerin dinî anlayış şekilleri birbirinden farklıdır. Çünkü idrak alemini şekillendiren değer yargıları farklıdır. Bu farkı onaya çıkaran ise o milletin kültürüdür. Bu farklılıklar o milletin mimarî abidelerine, edebî eserlerine, musikî eserlerine, felsefî sistemlerine, v.s... yansır ve kültürün devamlılığını sağlar. Böylece gelecek nesillere yol gösterici olur, kaynaklık yapar. Her toplumun kültür değişimlerinin bir geçmişi vardır. Kaynağını ise o toplumun tarihi derinliklerinden alır. Bir kültür varsa, onun ait olduğu millet vardır. Millet özelliğine layık bir topluluk varsa, muhakkak bir kültürü vardır. Kültürler ve dil, din, tarih, edebiyat, sanat, örf ve adetler gibi unsurlar, ait oldukları cemiyetler kadar eski ve onlarla yaşıt sayılmalıdırlar. Bu kültür unsurları nesilden nesile intikal ederler. Bunun neticesi olarak da yeni nesiller bunları hazır bulurlar. Kültürü kalıcı kılan ve gelecek nesillere aktaran, kültürün değer yargılarıdır. Bu değer yargıları da kendini sembollerle yaşatır. İşte bu semboller kültürün en güçlü ve kalıcı kısmını oluşturur.

Kültürün genel manâda anlamını açıkladıktan sonra üzerinde durmamız gereken önemli bir kavram da "Türk Kültürü" kavramıdır. Bizim atalarımız Orta Asya'da, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Burası Çin ile sınırdaş olan bir ülkeydi. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerine ait bilgilerin pek çoğunu (malesef) Çin tarih kaynaklarından öğreniyoruz.. Çin tarihçileri M.Ö. 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi 4000 yıllık bir tarihtir. Atalarımızın kültürü "Bozkır" kültürü olarak ifade edilmektedir. Bozkır kültürünü Türklerin siyasi ve sosyal yapısı oluşturmaktadır. Bu kültür, göç ve fetihler esnasında orada terk edilip gelinmiş değildir. Esasında, sosyolojik kaideler de göstermektedir ki kültür bir elbise gibi eskiyip atılmaz veya değiştirilemez.

Bozkurt, asırlardır yaşayan bir ülkünün, Büyük Türkçülük Ülküsü'nün sembolüdür. Türk destanlarındaki, dolayısıyla Türk Milleti'nin inanışlarındaki rolü üç şekildedir:

Ata olarak Bozkurt

Rehber olarak Bozkurt

Kurtarıcı olarak Bozkurt

Bozkurt'tan türemiş olmak inancı Türklere uzun zaman boyunca büyük bir gurur, emniyet ve geleceğe güvenle bakma duygusu vermiştir. Bazı Türk destanlarında ana, bazı Türk destanlarında baba olarak görülen Bozkurt çok defa Türk neslinin yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türklerin neslinin devam etmesini sağlamaktadır. Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmaktadır. Türklerin millet hayatında büyük tesiri olacak hareketlere girişecekleri zamanlarda Bozkurt onlara yol göstermekte, rehberlik yapmaktadır. Ergenekon Destanı'nda ve Kut Dağı efsanesinde Bozkurt milli bir kılavuz rolünü oynamaktadır. Türk'ün zor duruma düştüğü zaman Bozkurt'un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine eğilen bir ananın veya babanın şefkat duygusunu hatırlatacak derecede derin bir mana da taşımaktadır. Sanki Bozkurt manevi bir alemden Türk Milleti'nin akıp giden hayatını devamlı takip etmekte ve onların başının sıkıştığı, çaresiz kaldıkları zaman ortaya çıkarak yol göstermektedir. Türk tarihinde pek çok kahraman, Bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. Aşına sözcüğünün hem Bozkurt anlamına gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı değildir.

Bozkurt'un Türk destanlarındaki fonksiyonu tamamen semboliktir. Milletin büyüme, yayılma ve güçlenmesi için takip edilmesi gereken yolların işaretini destan maddî unsurlarla ifade etmektedir. Bozkurt'ta sembolize edilen fikir Türk birliğini sağlayan, Türklerin büyüyüp gelişmesini temin eden bir fikirdir. Türkler bu fikire inanıp riayet ettikçe hakimiyetlerini ve üstünlüklerini korumakta, bu fikirden ayrıldıkları zaman felakete uğramaktadırlar. Onları felaketlerden kurtaran da yine Bozkurt olmaktadır. İşte burada Bozkurt, bir ülkünün, yani sosyal bir hayat nizamının yansımasından başka bir şey değildir. Kısacası, Bozkurt asırlardır varolan bir ülkünün sembolüdür.

Eski Türkçe'de Bozkurt'a, "Kök Böri" (veya "Börü") adı verilirdi. Buradaki "Böri" (ya da "Börü") sözcüğü "Kurt" anlamına gelirken, "Kök" de bugünkü "Gök" sözcüğünün eski söyleniş biçimidir. Fakat Kök (Gök) kelimesi mavi rengi tasvir etmek veya gökyüzünden bahsetmek için değil, "Ulu" anlamında kullanılır. Mesela "Kök Tengri", "Ulu Tanrı" anlamına gelir.

Türk destanları arasında, milli motifler bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır:

Oğuz Destanı.

Bozkurt Destanı.

Ergenekon Destanı.

Göç Destanı.

Bu dört destandaki ortak ve temel motif, Bozkurt'tur.

Oğuz Destanı'nda, seferleri sırasında Oğuz Kağan'a Bozkurt yol gösterip kılavuzluk yapmış, Oğuz Kağan'ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.

Bozkurt Destanı'nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen bir oğlan çocuğunu dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek istemesi üzerine de Altay Dağları'na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt, bu çocuktan gebe kalarak 10 oğlan doğurmuştur. Bu oğlanların büyüyüp çoğalması ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, Bozkurt'un anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak dikmiştir.

Ergenekon Destanı'nda ise, Bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türkler'e yol göstermiştir. Ergenekon'dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı Börte-Çine (Boz-Kurt) adını almıştır.

Göç Destanı'nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türkler'e, bir Bozkurt yol göstermiştir.

Bu destanlarda, Bozkurt'un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır:

Soyun devamını sağlamak.

Türkler'e kılavuzluk etmek.

Türkler'i felaketlerden kurtarmak.

Kurt, Türk efsanelerinde merkezi bir konumdadır. Gök Türk kağan sülalesi olan Aşına ailesinin atası bir dişi kurt idi. Gök Türk kağanları, atalarının anısına saygı olarak, otağlarının önüne altından kurt başlı bir tuğ dikerlerdi. Böylece kurt başlı sancak, Türkler'de kağanlık (hakanlık) alameti olmuştur. Ancak bu gelenek yalnızca Gök Türkler'e özgü olmayıp, kökeni Asya Hun Türkleri'ne ve Türkler'in eski atalarına değin gider. M.Ö.'ki Asya Hunları'nda ve hatta o çağlarda Batı Türkistan'da yaşayan U-sun (Wu-sun) Türkleri'nde, tıpkı bildiğimiz Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi, kurttan türeme efsanesi ve dişi kurdun verdiği süt ile beslenme inancı yaşıyordu. Aynı efsane Tabgaç Türkleri'nde de vardı; Tabgaç ülkesinde "kurt dağları", "kurt ırmakları" bulunmaktaydı. Uygur Türkleri'nin kökenlerine ilişkin bir efsane de onları kurda bağlıyordu (Uygur Kaganlığı, Gök Türk Kaganlığı'nı takiben kurulan bir Türk devleti olup, Kök-Türk Kaganlığı'nın devamıdır).

Kurt, eski Türk kültüründe "at" ile birlikte en önemli yeri tutan hayvandır. Türkler kendilerinin kurt soyundan indiklerine, seferlerde kendilerine kurdun yol gösterdiğine inanmışlardır. Türkler, güçlü ve saldırgan bir hayvan olan kurdu kendilerine simge olarak seçtikleri gibi, komşuları da onları kurttan türemiş saldırgan karakterli insanlar olarak tanımışlardır.

Gök Türkler'e göre dişi kurt "ulu ana", Uygur Türkleri'ne göre de erkek kurt "ulu ata"dır. Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz'a her sefere çıkışında gök bir kurt öncülük eder. Çingizname'de Alanguva, gökten inen bir kurttan gebe kalır ve doğan çocuğun soyundan da Cengiz Han gelir.

Dede Korkut Öyküleri'nde kurt yüzünün mübarek olduğu belirtilir. Yine Dede Korkut Öyküleri'nden birinde Salur Kazan, kurtla haberleşir, kendisine yurdundan haber vermesini ister.

Etnoloji bilimine göre, kurt motifi Türkler için ''tipik''tir; yani, başka kavimlerde görülmeyen etnografik bir belirtidir. Eski Çin kaynaklarında bile Türk soyundan olan kavimler "Kurt'tan Türeyenler" olarak tanımlanırken, Türk soyundan olmayan kavimler "Kurt'tan Türeyenlerden Değildirler" biçiminde ayırdedilmiştir.

Türk destanlarında kurt yol gösteren, sıkıntılı anlarda yardıma yetişen bir varlıktır. Uygur Türkleri'nin Kutlu Dağ Destanı'nda kurt, ülkeye bolluk ve mutluluk getirdiğine inanılan kutlu bir kayanın Çinliler'e verilmesinden sonra, üzerine uğursuzluk çöken ülkenin açlığa mahkum olması üzerine kendilerine yeni bir yurt arayan Türkler'e kılavuzluk etmişti.

Batıda (11. yüzyılın sonu) Kuman Türkleri'nde yardımına başvurulduğuna ilişkin kayıtlar bulunan kurdun kılavuzluk işlevi, 2. yüzyılın ortalarına değin gitmektedir. 160-170 yılları arasında topraklarından ayrılmak zorunda kalan Tabgaç Türkleri'nin ataları (yani Hun Türkleri) bir Bozkurt'un önderliğinde yolsuz dağlardan aşabilmişlerdi.

En büyük ve en eski Türk destanı olan Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz Kağan, gün ışığının içinden çıkan bir Bozkurt'un öncülüğünde dünyayı fethetmiştir. Şimdiki Bulgaristan topraklarında bulunan Madara'daki kaya kabartmasında görkemli bir atlı biçiminde gösterilen Kurum Han'ın yanındaki kurt tasviri de, Türk bozkurt geleneğinin taşa işlenmiş örneklerinden biridir. Kurt motifi, çobancılık ve besicilikle (Eski Türkler'in ekonomisi hayvan besiciliğine dayanır) olan sıkı ilgisinden ötürü bozkırlı ve doğrudan doğruya Türk'tür. Bundan dolayı, bugün dahi dünya Türkleri arasında söylenen masal ve halk öykülerinde hem ata, hem de kurtarıcı-kılavuz nitelikleri ile Bozkurt, bütün Türkler tarafından kutlu sayılmış ve Türklüğün milli simgesi olmuştur. Bozkurt, destanlarda Türk'ün yaşam ve savaş gücünü temsil eder.

Türkler kahramanlarını gök kurtlara benzetmiş, kağanlarının gövde yapılarına bile kurt çizgisini işlemişlerdir. Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz'un beli kurt beline benzetilir. Aynı destanda Oğuz Kağan, hükümdarlığını halka bildirdiğinde "Kök Böri bolsungıl uran" ("Gök Börü olsun savaş narası") demiştir. Yine Oğuz Destanı'nda, Türk ordularına gök tüylü, gök yeleli bir erkek kurt yol gösterir.

Kırgız Türkleri'nin büyük destanı Manas Destanı'nda kurt, bir düş yorumu olarak karşımıza çıkar. Destana göre Manas Han'ın karısı Kanıkey Hatun düşünde bir eğe görür ve eğeyi alıp saklar. Ertesi gün uyanınca ülkenin deneyimli yaşlı kişilerine düşünü anlatır. Yaşlı kişiler bu düşü duyunca sevinip Kanıkey Hatun'a şöyle derler: "Senin çocuğun, gök yeleli korkunç bir kurt gibi olacak..." Kırgız Türkleri, cins ve güzel atlara da ''Kök Böri'' (Gök Kurt, Boz Kurt) adını verirlerdi...

TÜRK DÜNYASI'NDA BİRLİK HAREKETLERİ

TÜRK DÜNYASI'NIN YERİ


Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesi ile başlayan ve Ağustos 1991 darbesinden bir az sonra Yeltsin, Kravçuk ve Şuşkeviç’in imzaladıkları bir bildiri ile sona eren süreç içerisinde resmen dağılan Sovyetler Birliği, Türk diplomasi hayatına yeni bir takım terimlerin de girmesine sebep oldu. Bu terimlerden birisi, TÜRK DÜNYASI terimidir. Türk Dünyası neresidir? Bu bölgede hangi bağımsız, hangi otonom devletler vardır? Hangi halklar bölgede yaşamaktadır?

Türk Dünyası “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” olan bölge midir? Dikkat edilirse bu ifadede bölge izafi olarak belirtilmesine rağmen, muallakta kalmaktadır. Coğrafi bir sınır çizilmemiştir. Türk halkları Asamblesi Başkanı Vyeçislav Timoteyev’e göre de “Türklerle meskun olan bölgeler, Doğu ve Batı Sibirya, Eski Türkistan, Kafkasya, Türkiye, Kuzey Irak, İran, Avrupa, Amerika ve Avustralya’da Türkler’in yaşadığı bölgeler TÜRK DÜNYASI’dır”. Prof. Dr. Turan Yazgan Hoca’ya göre “Türkiye, Kafkasya, İran Azerbaycanı, Kadim Türkistan, Afganistan, Doğu ve Batı Sibirya TÜRK DÜNYASI’dır”.

Aslında TÜRK DÜNYASI bir Kızıl Elmadır. Yani, Ömer Seyfettin’in meşhur hikayesinde ifadesini bulan “Türk Hakanı’nın atının gidebildiği yerdir.” Bugün sınırları çizilebilse de, yarın bu sınırların değişmeyeceğini kimse temin edemez. Mesele, Kızıl Elma idealinin gönüllerde yaşatılmasıdır. Bugün gerçekçi olarak düşünürsek; kadim Türkistan, doğu ve batı Sibirya, Türkiye, İran Azerbaycanı, Kuzey Irak’ı sınırları içine alan bölge, Türk siyasi terminolojisinde ”TÜRK DÜNYASI” olarak anılmaktadır. Bu bölge içerisinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan olmak üzere yedi bağımsız, Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Hakasya, Tuva, Sakaeli ve Doğu Türkistan olmak üzere yedi otonom cumhuriyet bulunmaktadır. Bölgede, büyük Türk ağacının dalları olan; Azeriler, Özbekler, Tatarlar, Çuvaşlar, Kazaklar, Kırgızlar, Uygurlar, Karakalpaklar, Balkarlar, Türkmenler, Nogaylar, Altaylar, Hakaslar, Sakalar, Tuvalar, Teleütler, Şorlar, Karaimler, Dolganlar ve Türkiye Türkleri yaşamaktadır. Bölgede azınlık olarak, Ruslar, Ukrainler, Çerkezler, Osiyetler, Almanlar, Çinliler bulunmaktadır. Kadim Türkistan, Türkiye, Güney Azerbaycan ve Kafkasya, Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelerdir. Buralarda 130 milyon Türk yaşamaktadır. Diğer bölgelerde 20-25 milyon civarında Türk vardır. Bölgede Türk Dili’nin çeşitli şiveleri konuşulmaktadır. Azerbaycan Türkçesi ve Türkmen Türkçesi, Türkiye Türkçesine en yakın dillerdir. Karakalpakistan ve Harezim bölgesinde konuşulan şive de Türkiye Türkçesine yakın dillerdir. Dinleri genelde Müslüman olmakla birlikte, Hristiyan, Budist ve Şamanist olanlar da vardır. Örf, adet ve geleneklerinde ortak özellikler çok fazladır.

Bölgenin dışında, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Moldovya ve Ukrayna’da azınlık olarak ABD, Avrupa ve Avustralya’da işçi veya akademisyen olarak yaşayan milyonlarca Türk bulunmaktadır.


TÜRK DÜNYASI'NIN ÖNEMİ


Türk Dünyası dediğimiz bölge, ekonomik ve stratejik açıdan, bütün dünyanın ilgisini çekebilecek derecede büyük bir önem arzetmektedir. 1989 yılından itibaren, bölgeyle ilgilenen gelişmiş ülkeler, bilhassa ABD, İngiltere, Hollanda, Almanya, Japonya, Güney Kore, İsrail, Türkiye, İran bölgenin ekonomik ihtiyaçları ve stratejik zenginliklerinden pay kapmak istemektedirler. Biz, Orta Asya’yı TÜRK DÜNYASI’nın bir parçası olarak görmekteyiz. Diğer parçalara da şöyle bir bakarsak; bölge yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından oldukça zengindir. Azerbeyacan petrol rezervlerinin 510 milyon ton, Tataristan’ın 450 milyon ton, Kazakistan’ın 1.500 milyon ton, Tümen bölgesinin 750 milyon ton olduğu gözönüne alınırsa, bölgenin cazibesinin boyutları kendiliğinde ortaya çıkar. Petrolün dışında stratejik önemi olan uranyum, volfram, yakut, elmas, altın, doğalgaz yatakları bakımından da oldukça zengin olan bölgede, her türlü sebze, meyva ve endüstri ürünleri tarımı yapılmakta, büyükbaş ve küçükbaş hayvan ile kümes hayvanları üretimi de dünya standartlarının üstüne çıkmaktadır.

Amerikalı uzmanın üzerinde durduğu herhangi birşeye sahip olmayan 130 milyon insanın yaşadığı, potansiyel bir market, TÜRK DÜNYASI içinde yeralmaktadır. Buraya mal satmak arzusunda olan bütün ülkeler, dikkatlerini bölgeye çevirmiş durumdadırlar.

TÜRK DÜNYASI, stratejik açıdan da büyük önem taşımaktadır. Hür dünya ülkeleri Çin’in gelişmesinden ve bir tehdit unsuru haline gelmesinden endişe etmektedirler. Çin’in en kolay gözlenebileceği yer, Çinle sınırı olan Kırgızistan ve Kazakistan’dır. ABD bunu çok önceden bildiği için gerekenleri yapmakta ve bölgeye özel bir önem verdiğini Kırgızistan’a sağladığı ekonomik yardımlarla göstermektedir.

Neresinden bakılırsa bakılsın, bölge büyük önem taşımaktadır. Bugün bölgede, Türkiye-İran ve Rusya’nın görünen, ABD, Türkiye, İran ve Pakistan’ın görünmeyen mücadelesi devam etmektedir. ABD Rusya’ya yaptığı ekonomik yardımlarla Rusya’yı yeniden ayakları üzerinde durabilecek hale getirmiştir. Türkiye’nin bölgede nüfus kurmasına ise pek sıcak bakmamaktadır. Yale Üniversitesi profesörlerinden Firuz Kazemdeh’in de kongreye tavsiyesi bu yöndedir. Kazamzadeh kongre alt komisyonunda yaptığı konuşmada “Ayrıca, bu işte Türkiye’yi desteklemenin “Amerikan Arabasını Türk Yıldızına döndürmenin” çok tehlikeli olacağı kanaatindeyim, zira, bu hemen Tacikistan’ı kışkırtacak ve İran’ın direnişini uyandıracak olan Pan-Turanizm fikirlerini akla getirecektir.” diyen Kazemzadeh, uzman olarak tavsiyesini yapmaktadır. Bu durum elbette Rusya’nın işine yaramaktadır. Burada aklımıza Rusya ile ABD’nin daha önce yaptıkları gibi, gizli bir anlaşma ile nüfuz sahalarını yeniden belirledikleri gelmektedir. Çünkü, Elçi Bey döneminde paylaşılan Azerbaycan petrollerinde ABD’nin üç şirketinin payı %21.3 iken, Aliyev döneminde %49.3’e yükseltilmiştir. Tunguz bölgesinde çalışmasına izin verilmeyen Mobil, daha sonra Tunguz bölgesi petrollerinin neredeyse %50’sine sahip olmuştur. Bu işlerin hemen akabinde Rusya Çeçenistan’a silahlı müdehalede bulunmuş, başbakan Çernomerdin Kazakistan’da Nazarbayev’e, eski Sovyetler Birliği’nin yeniden kurulmasını teklif etmiştir. Rusya, ABD’nin petrol paylarına nasıl sesini çıkarmamışsa, ABD de Rusya’nın müdehalelerine sesini çıkarmamıştır. Bu olaylar, iki ülkenin mahiyetini pek bilmediğimiz ikili bir anlaşma yaptıkları ihtimalini yükseltmektedir. ABD’nin Rusya ile ikili bir anlaşma yapmış olma ihtimali ne kadar yüksek ise de, yine de yanıltıcı yönleri olabilir. Bir kere ABD dünya pazarında hiçbir surette rakip kabul etmez. Rusya’yı şu anda rakip görmese bile, Rusya’nın ileride ciddi bir rakip olacağını da çok iyi bilmektedir. Bu bakımdan dizginleri elinde tutmayı düşünmektedir. Arada bir Kongre’de bazı senatörler “Biz Orta Asya’daki tüm demokratik hareketleri, ister laik, ister anti-laik hepsini desteklemeliyiz. Amacımız demokrasidir" diyerek Rusya’ya gözdağı vermektedir. Yani Rusya’ya tüm cumhuriyetlerdeki Rus karşıtı, milliyetçi, dinci hareketleri destekleyerek, kolunu kesebiliriz demekte ve Rusya’yı istediği biçimde yönlendirebilmektedir. Bu bakımdan insiyatif halen ABD’nin elindedir. İstediği tarafa ağırlığını koyabilir. Görünen o ki, herşey iradesi dahilindedir. Bugün demokrasinin bekçisi olan ABD, cumhuriyetlerde diktatörlerle kolkola girebiliyor ve demokrat muhalefet güçlerine destek vermiyorsa, bunun sebebi Rusya’dan sağladığı önemli menfaatlerdir. Yarın ne olacağı kesin olarak bilinmemektedir. Menfaatlerin ön planda olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu sadece ABD için geçerli olan bir yöntem değildir. Bütün Batılı ülkeler aynı tarzda hareket etmektedirler. Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov Hollanda’yı ziyaret ettiği zaman, Kerimov’un başbakanla ve kraliçe ile görüşmesi Hollanda’da bazı tenkitlere sebeb oldu. Tenkitçilerden Hollanda’nın en ciddi gazetesi NRC Handelsblad gazetesinin yazarlarından Hubert Smeets “İslam Kerimov sıradan biri değildir. O muhalefete parlamento kapılarını kapatan ve hoşuna gitmeyen muhalefet liderlerini yurt dışından kaçırarak geri getiren biridir.... Kerimov’un insan haklarını hiçe sayan bu davranışları O’nun Hollanda için önemini azaltmaz. Kerimov, pamuk, petrol ve altın parasına sahiptir ve Hollanda ile iş yapmak istemektedir. Önemli olan Hollanda’nın menfaatidir. Başbakan ve Dışişleri Bakanı, Kerimov’a bu konuda yardımcı olabilirler. Fakat bu işe kraliçeyi karıştırmak pek lüzumsuz gibi...” demektedir. Yani bütün amaç, Hollanda’nın menfaati ve Orta Asya’dan bir pay kapmak istemesidir. İnsan hakları, demokrasi önemli değildir. Batı budur. Pay kalmadığı zaman, Batı da elini herşeyden çekecek, yeni pay kapabileceği bölgelere yönelecektir. Bunun için yarın ne olacağını kimse bilemez diyoruz.


TÜRK DÜNYASI'NDA MİLLİYETÇİLİK HAREKETLERİ


Ruslar’ın, Çar İvan Grozni’den başlayan ve I.Petro döneminde sistemleştirilen bir politikaları vardır. Bu politika “Sıcak denizlere inmek” şeklinde özetlenebilir. Yayılmacı bir politikadır. Çar İvan Grozni’nin, Batıya ve Güneye doğru yayılması, o günün şartları altında mümkün değildi. Batısında ve güneyinde devrin en güçlü devleti Osmanlı İmparatorluğu vardı. Bu büyük gücün varlığı İvan Grozni’yi doğuya yönelmeye mecbur etti. Doğuya giderken takip edebileceği iki yol vardı. Hazar Denizinin güneyine inerek, İran üzerinden Orta Asya’ya ulaşmak yahut Hazar Denizinin kuzeyinden İdil (Volga) boyunu takip ederek Orta Asya’ya ulaşmak. Birinci yolda İran gibi güçlü bir devletin olması, ikinci yolun tercih edilmesine sebeb oldu. Ve Ruslar bu yoldan hareket ederek, 1551’de Çuvaşistan’ı, 1552’de Tataristan’ı işgal ettiler. Daha sonraları Sibirya üzerinden Orta Asya’ya indiler. 1800’lü yıllarda artık Orta Asya’nın işgali için bir engel kalmamıştı. Dağıstan’da Şeyh Şamil direnişinin kırılması ile boş kalan ordularını Orta Asya’ya yolladılar. Yedi Sular Bölgesinden Kırgızistan’a girerek kısa zamanda Orta Asya’yı ve son direnç noktaları olan Hivye, Hokand ve Buhara Hanlıklarını işgal ettiler.

Ruslar’ın bu yayılmacı emelleri ve zalim tutumları Türk topluluklarında büyük bir nefret ve dikkatle izlenmiştir. Rusların zalim davranışları, daha Çarlık Rusyası zamanında Milliyetçi hareketlerin doğmasına sebeb olmuştur. Rus İmparatorluğu içindeki Kırım ve Volga Tatarları, modern milliyetçilikten ilk etkilenen Türk İslam ulusları olmuşlardır. Onların sayesinde milliyetçilik, tüm Türk Dünyasına bir ideoloji olarak yayılma imkanı bulmuştur. Şeyh Şamil’in destanımsı mücadelesi, Kuzey Kafkasya halklarının hiç unutmadığı bir mücadele olarak nesilden nesile aktarılmış ve Kuzey Kafkasya’da milliyetçi hareketleri hep ayakta tutmuştur. Denilebilir ki, Kuzey Kafkasya Türkleri, hiçbir zaman Rusya’nın tam boyunduruğu altına girmemişlerdir.

Kırım Tatarlarından Gaspıralı İsmail Bey, Cafer Seyit Kırımer, Şah Cihan, Volga Tatarlarından Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Ayaz İshaki, Batulla Taymaz ilk aklımıza geliveren milliyetçi aydınlardır. Komünizmin Çarlık Rusyası ile olan mücadelesinde milliyetçiler bütünüyle Komünistleri desteklediler. Lenin’in “Halklara Özgürlük” sözü Türk Milliyetçilerinin Çarlık Rusyası’ndan kurtulma istek ve arzuları, onların komünistlerle birlikte olmalarına yolaçtı. Fakat komünistler ülkede hakimiyetlerini sağlamalaştırınca, bütün işbirlikçilerini yokettiler. M.Emin Resülzade, Hüseyinzade Ali Bey, Hüseyin Cavid, Ahmet Cevat, Sultan Galiyev, Zeki Velidi Togan gibi şahsiyetler ya öldürüldüler ya da ülke dışına kaçmak zorunda bırakıldılar. Bu arada Türkistan’da Korbaşılar, Kuşçubaşı Eşref Bey, Hacı Sami Bey gibi tecrübeli ittihatçılar tarafından organize edildiği için 1937’lere kadar mücadeleyi devam ettirdi. 1937’de son Korbaşı Şir Hikmet Bey’in ülkeyi terk etmesiyle bu hareket de sona erdirildi. Ve 1937 yılı, tüm Türk bölgelerinde milliyetçilerin hasadı bekleyen başaklar gibi biçildiği bir yıl olarak hafızalara nakş edildi.

İkinci dünya savaşı yıllarında bilhassa Kafkasya ve Kırım’da, Almanya destekli kurtuluş hareketleri ortaya çıktı. Almanların kurduğu Türkistan taburları, Ruslara karşı savaşa girdiler. Fakat Almanlar savaşı kaybedince, Kırım Tatarları, Karaçaylar, Ahıska Türkleri, Balkarlar ve Çeçenler özgürlük mücadelelerinin sonucunu çok pahalı bir şekilde ödediler. Stalin’in hışmına uğrayarak, çoluk çocuk, yaşlı genç bakılmadan, tümü yurtlarından alınarak, Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine, Sibirya’ya sürgün edildiler. Korkunç katliamlara, sonu gelmez acılara sebebiyet vermesine rağmen özgürlük mücadelesi hiç durmadı. Stalin celladının ölümünden sonra, Kruşov döneminde, Çeçenler, Karaçaylar, Balkarlar ve Kırım Tatarları’nın yurtlarına dönmelerine izin verildi. Tabii ki, bu dönemde ortaya çıkan ve bugün de özgürlük mücadelesine yılmadan devam eden Mustafa Cemil Kırımoğlu’nu burada anmamak hakka vefasızlık olurdu.

20.yy ikinci yarısından itibaren milliyetçilik kavramına “İnsan hakları” kavramı da eklendi. Mücadelenin boyutu böylece biraz daha genişletildi. Türk olmayan bir kısım halklar ve kişiler de, mücadeleye bu sayede destek verdiler. 1980’lere Brejnev’le gelen Sovyet toplumu, bu arada tankların, Çekoslovakya’daki özgürlük ateşini nasıl söndürdüklerini de gördüler. 1985 yılında Sovyetler Birliği’nin başına Mihail Gorbaçov geldi. Gorbaçov, sistemdeki aksaklıkların meydana getirdiği içinden çıkılmaz ekonomik bunalımın giderilebilmesi için, batılı ülkeler tarafından kendisine önerilen, (bilhassa ABD tarafından) reformlara başladı. Bu Sovyetler için sonun başlangıcı oldu. Oldukça hafif bir yumuşama gösteren rejim, Sovyetleri meydana getiren halkların kimlik arayışları ve isyanlarıyla karşılaştı. Artık Sovyetler Birliği’nin her tarafında milli kimlikleri için ayaklanan, hak arayan yüzlerce kuruluş ortaya çıktı.Önce Baltık ülkelerinde başlayan Halk hareketleri, diğer cumhuriyetlere sıçradı. Doğu Almanlar Berlin duvarını yıkarak, Batı Almanya ile kucaklaştılar. Dayanışma Sendikası Polonya’da iktidarı ele geçirdi. Azerbaycan’da Halk Cephesi, Özbekistan’da “Birlik” Hareketi açık bir şekilde komünistlere karşı verdiği özgürlük mücadelesini meydanlara taşıdılar. Bu arada bölgesel kimlik çatışmaları da görülmeye başladı. Abhaz-Gürcü, Moldovan-Gagavuz, Ahıskalılar-Özbek, Kırgız-Özbek, Moldovan-Rus gibi.... Bu dönemde Sovyetler Birliği, tam bir, kaynayan cadı kazanına dönmüştü. Ortaya çıkan olayların sebebi, yaratılmak istenen Sovyet insanı ve unutturulmaya çalışılan milliyetlerdi.

Bu kargaşa ortamında Türk Cumhuriyetlerinde ve Türk bölgelerinde Milliyetçi, özgürlük mücadelesi veren kuruluşlar filizlendi. Bunlar;

- Azerbaycan Halk Cephesi

- Özbekistan "Birlik" Halk Hareketi

- Kazakistan Alaş-Orda Hareketi

- Türkmenistan Ağız “Birlik” Hareketi

- Kırgızistan Alaş-Başan Hareketi

- Tataristan Özek Cemiyeti

- Çuvaş Kalkınma Partisi

- Türk Halkları Asamblesi

- Türk Dünyası Gençler “Birliği”

- Kırım Milli İttifak Hareketi

- Balkarya Töre Teşkilatı’dır.


MİLLİYETÇİ HAREKETLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ


Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin çıkış sebebi bütün halk hareketlerinde olduğu gibi, sosyal, ekonomik ve siyasidir. Tabii ki, bölgesel şartları da dikkate almak gerekir. Bu sebepler incelenirken, bölgesel şartlar yeri geldikçe incelenecektir.


1. SOSYAL SEBEPLER

Siyasi bir sistemin, adı ne olursa olsun, çökmesinde sosyal sebeplerin büyük bir yeri oluğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. İnsanın sosyal bir varlık olması, onun bir takım sosyal ihtiyaçlarının olduğunu gösterir. Bu ihtiyaçlar, giderilemediği takdirde, bazı hadiselerin ortaya çıkması tabiidir. Sovyetler “Birliği” getirdiği sistem ile, insanın sosyal olma özelliğine ters düşen davranışların yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Mesela; ailenin kutsal bağlarını zayıflatılması, yalancılık, sahtekarlık.... gibi olayların artması cemiyette bir tepkinin doğmasına sebep olmuştur. Sosyal sebep dediğimiz, oluşumları şu şekilde toparlamak mümkündür.

- Toplumun temel direği olan dini ve ahlaki değerlerin çökertilmesi,

- Hırsızlık, suistimal, yalancılık ve rüşvetin yaygınlaşması,

- Kutsal aile bağlarının zayıflatılması,

- Verilen sözlerin tutulmayışı,

- Türklerin ikinci sınıf vatandaş sayılması,

- Kollektivizm.


DİNİ VE AHLAKİ DEĞERLERİN ÇÖKERTİLMESİ

Dünya üzerindeki bütün dinlerin amacı; insanları bir ve beraber olarak mutlu ve refah içinde, sevgi ve saygıya dayalı bir hayat anlayışında birleştirmektir. Yani din, cemiyetin intizamlı bir hayat sürmesi için gerekli olan bir takım kaideler toplamıdır. Sevgiyi, dürüstlüğü, saygıyı, insani vazifeleri verirken, yalancılığı, haksızlığı, zulmü, adaletsizliği reddeder. Toplumun, kardeşçe yaşamasını emreder.

Komünist sistem, bütün bu güzelliklere karşı, kendi geliştirdiği sistemin kaidelerini monte edebilmek için, dini reddetmiştir, Allah’ı inkar etmiştir. Ve hakimiyeti altındaki bölgelerde dini ibadet yapılmasını yasaklamıştır. İnanılacak tek değer olarak, Allah’ın yerine kendisini koymuştur. Ana okullarından başlayarak, üniversitelere kadar “Evrensel Din” adıyla komünizm eğitimi verilmesini zorunlu kılmış, dini ve ahlaki değerleri; kapitalistlerin, sermaye sınıfının, bir yutturmacası olarak gösterip, yok edilmesi için savaşmıştır. Devletin gücüyle, polis baskısıyla bu emeline de eriştiğini söyleyebiliriz. Toplumu meydana getiren fertlerin, ihtiyacı olan dini ve ahlaki eğitimin verilmeyişi, Sovyetler "Birliği”’nde sosyal çalkantılara sebep olmuş ve “Homo Sovyetekus” adını verdiğimiz yeni bir insan tipi ile dünyayı tanıştırmıştır. Bu insanda Allah korkusu yoktur. Bu insanda dini ve ahlaki hiç bir değer yoktur. Bu yüzden bu insan; yalancıdır, sahtekardır, acımasızdır, bencildir, hırsızdır, insani ilişkileri zayıftır, korkaktır. Bu tip insanların ortalığı kaplaması elbette toplumda bir takım tepkilerin, karşı koyuşların ortaya çıkmasına sebep olacaktı. Çok hafif bir yumuşama döneminde, halkın ayaklanması bunun göstergesidir.


HIRSIZLIK - SÜİSTİMAL - YALANCILIK VE RÜŞVETİN YAYGINLAŞMASI

Komünist sistemin yetiştirdiği ve yukarıda özelliklerini saydığımız insanların idare ettiği bir cemiyette, hırsızlığın, suistimalin, yalancılığın ve rüşvetin yaygınlaşması kadar başka bir doğal gelişme beklenemezdi. Artık herkes, birbirine yalan söylemeyi, birbirini kandırmayı, birbirini soymayı, rüşvet alıp vermeyi doğal birer olgu olarak karşılamaya başlamıştı. Yani cemiyet tefessüh ediyordu. Cemiyetin bu başıbozukluğu, insanlardaki bozuk olanı değiştirme iç güdüsünü harekete geçirdi. Rüşvetten, hırsızlıktan, yalancılıktan, suistimallerden bıkan geniş kitleler, önceleri fiskos halinde çıkan seslerini yumuşama döneminde yüksek sese çevirdiler. Ve bunların önlenmesini talep ettiler. Fakat, bunların sistemin bir gereği olduğunu bilmedikleri için, düzelmesini bekleyip durdular. Sistem değişmediği sürece, bu çirkinliklerin devam edeceğini bilenler ise sistemin değişmesini talep etmeye başladılar. Ebülfez Elçibey “Rüşvet, suistimal, yalancılık, hırsızlık komünizmin gayri sahih çocuklarıdır. Komünizm bitmeden, onların bitmesi mümkün olabilmez” diyor. Komünist Partisi’ne üye olmadan yükselmek, bir mevkii sahibi olmak, rahat yaşamak, para sahibi olmak mümkün değildi. Komünistler de bunu bildikleri için, alınacak yeni üyeleri partiye rüşvetle kaydediyorlardı. Partiye girenler daha sonra, bir göreve de rüşvetle geçiyorlardı. Partiye girerken, yeni bir göreve başlarken rüşvet veren bir insanın, daha sonra verdiklerini toplaması kadar tabii bir şey herhalde olmaz. Ebülfez Elçibey “Rüşvet bu imparatorluğu mutlaka dağıtacak” diyor. Başka hiç bir sebebe dokunmadan, rüşvetin imparatorluğu dağıtacağını söylemesi, rüşvetin ulaştığı boyutları göstermesi açısından ilginçtir. Halkın en büyük sıkıntısı rüşvetin önlenmemesiydi. Komünistlere karşı başlatılan mücadelelerin baş söylemi “RÜŞVET”ti. Rüşveti yok edeceğini söyleyen bir hareket, halktan büyük destek alıyordu.


AİLE BAĞLARININ ZAYIFLATILMASI

Komünistler, cemiyetin yapısı içinde ailenin rolünü çok iyi biliyorlardı. Kendi sistemlerinin yerleşebilmesi, aile terbiyesinin verilmemesi ile sağlanabilirdi. Bu yüzden, aileyi meydana getiren ana ve babayı çocuktan ayrı tutmak birinci vazifeleri olarak biliniyordu. Anne ve baba çalışmaya mecburdu. Çocuklar ana okullarına bırakılıyor, orada sistemin parçaları tarafından eğitiliyordu. Böylece çocuk, ana baba şefkatinden, aile terbiyesinden yoksun olarak yetişiyor ve gelecekte partinin sadık bir bendesi oluyordu.

Sovyet sisteminde evlenme ve boşanma çok kolay bir hale getirilmişti. Bugün evlenen, ertesi gün boşanabilirdi. Belki gelenek, belki sovyet hukuk sistemi çocuğun sorumluluğunu anneye yüklüyordu. Evlenmeden çocuk sahibi olmak devlet tarafından teşvik ediliyordu. Üniversite ve fabrika yurtlarında kadın-erkek aynı katları paylaşıyor, cinsi münasebette bulunabiliyorlardı. Böylece neseb-i sahih milyonlarca çocuk ortaya çıkıyor ve aile yaşantısından mahrum bir şekilde yetişiyordu. Bugün Tataristan bu neseb-i sahih çocukların problemini çözmek için uğraşmaktadır. Sorumsuz erkekler, daldan dala konuyor, daha önce beraber oldukları kadınları çocukları ile başbaşa bırakıyor ve bir daha ne arıyor, nede soruyordu. İstenen; ailenin yok edilmesi, aile yerine komünist partiye bağlanmaktı. Tabii ki, bu durum, bazı insanların tepkisine sebep oluyordu. Bunlar daha sonraki yumuşama döneminde, düzeltilmesi gereken hususlar olarak ortaya getirildi. Ve yeniden aile hayatının canlandırılması talep edildi.


VERİLEN SÖZLERİN TUTULMAMASI

Komünistler, Çarlık Rusyası ile iktidar mücadelesi yaparken, desteğine ihtiyaç duydukları her kesime, bol bol vaatlerde bulunmuşlardı. Lenin “Halklara Özgürlük” “Her halk kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olacaktır”diyordu. Çarlık Rusyası’nın insanlık dışı davranışlarından bıkan Türk halkları, Lenin’in bu vaatlerine kanarak, komünistlerin safında yer aldılar. Uzun mücadeleler neticesinde komünistler iktidarlarını sağlamlaştırınca, bu vaatler unutuldu. Bu vaatleri hatırlatmaya cüret edenlerde acımasızca idam edildi. Ayrıca komünistler sistemlerinin, eşitlik ve adalet ilkeleri üzerine kurulacağını, tüm halkların eşit olacaklarını söylemişlerdi. Fakat uygulamaları, Türk Halklarını köle durumuna düşürünce, bu vaadde boş çıkınca, bunların sözlerine inanılmayacağı kesin olarak anlaşıldı. Bilhassa Stalin’in uygulamaları Türk Halklarında büyük bir nefretin doğmasına sebep oldu. Verilen sözlerin tutulması daha sonraki dönemlerde talep edilir hale geldi.


TÜRKLERİN İKİNCİ SINIF VATANDAŞLAR SAYILMASI

Türk elleri, Çarlık Rusyası zamanından itibaren sömürgeleştirilmeye başlanmıştı. Bu dönemde Ruslar; bütün zenginlikleri sömürdükleri gibi, asimilasyon politikası izleyerek, Türk halklarını Ruslaştırmanın gayreti içindeydiler. Rusça tüm bölgelerde ortak ve mecburi dil haline getirilmiş, Rus adet ve gelenekleri empoze edilmeye başlanmıştı. Herhangi bir yerde iş bulabilmenin birinci şartı Rusça bilmekti. Hele biraz da, Rus adetlerine uygun hareket ederseniz şansınız yükseliyordu. Bu durum, tabii olarak yerli halkın tepkisini çekiyordu. Mekteplerde kullanılan eğitim dilinin Rusça yapılması, Azerbaycan ve Kazakistan’da şiddetli gösterilerin yapılmasına sebep olmuştu. Fakat Ruslar, bu protestoları şiddet kullanıp, anında bastırıyorlar ve başka ses çıkmasını önlüyorlardı. Ruslar tamamen efendiler, diğer halklar ise kölelerdi.

Bu durum Çarlık Rusyasından, Sovyet Rusyasına da aynen intikal etti. Ruslar, her zaman her yerde efendi millet, diğer halklar ise kölelerdi. Bir zamanlar Lenin’in Çarlık Rusyası için söylediği “Halklar hapishanesi” sözü, komünistlerin zamanında da geçerliliğini koruyordu. Hakim sınıf olan Ruslar, tüm hak ve hürriyetleri, en iyi şekilde kullanırken, zavallı esir halklar hiç bir hak ve hürriyete sahip olmadan köleler gibi yaşamaya mahkumdu. Ruslar, bilhassa Türklere, tüm yolları tıkamışlardı. Komünist Partisi’ne girenler dahi, belli bir yere kadar gelebilirlerdi. Oradan ötesi onlar için mümkün değildi. Mesela; orduda Türkler general olamazdı, partinin idari kadrosuna giremezdi, devlet veya şehir yöneticisi olamazdı. Ama mecburi askerlik yaparlardı, fabrikalarda işçi, usta, usta başı olabilirler, fakat fabrikanın yöneticisi olamazlardı. Bir ara Tataristan’da Tatarlar’ın Kazan’a gelip yerleşmeleri bile yasaklandı. Hatta emri yanlış anlayan yönetici, Tatarlar’ı gezmek için bile olsa Kazan’a sokmamıştı.

Efendiler, istediklerini yapabilirlerdi, fakat köleler, ancak efendilerinin izin verdiği işleri yapabilirlerdi. Efendiler, köleleri öldürme hakkına bile sahipken, köleler sadece çalışma ve üretme hakkına sahiptiler. kendi dilleri ile konuşamazlar, yazamazlar, kendi kültürlerini öğrenemezler, dinlerinde ibadet edemezler, istedikleri üniversitelerde okuyamazlardı. Bu ve benzeri uygulamalar, Türk halklarının Ruslar’dan nefret etmelerine sebeb oldu. Bu nefret o derece ileri boyutlara ulaştı ki, bağımsızlığın ilk günlerinde Kazakistan ve Özbekistan’da yaşayan Ruslar'a karşı, istenmeyen tarzda müdaheleler yapıldı.

Bağımsızlık ve demokrasi için yola çıkan bütün kuruluşlar, halkın Ruslar’dan nefretini çok iyi kullandılar. Örgütün ilk kuruluş sebebleri içinde bu müthiş nefret de saymak herhalde yanlış olmaz. Abdurrahim Polat, “Birlik”in ilk kurucularından Dedehan Hasan hakkında “Ruslar’dan nefret ediyordu ve müthiş bir Rus düşmanıydı. Onun için “Birlik”, sadece ve sadece, Ruslar’a karşı duyduğu nefretin açıkça ifade edilebileceği bir kuruluştu” diyor. Bu duygunun getirdikleri, elbette götüreceklerinden fazlaydı. Halk Rus karşıtı bir politikaya büyük prim veriyordu. Bu onun için kendi ülkesinde efendi olmak demekti. Yüzyıllar boyunca süren köleliğe son vermek demekti. Bu yüzden milliyetçi kuruluşların peşinden milyonlar gitti. Bu dönemde komünistler dahi, şekil değişikliği yaparak, Ruslar’dan, o hayran oldukları Ruslar’dan uzak durmayı, politikalarına uygun hale getirdiler. Hatta İslam Kerimov, bir genelge yayınlayarak Özbekçe öğrenmeyen Ruslar’ı devlet işlerinden çıkarılacağını duyurdu. İşte tam bir politika değişikliği örneği...


KOLLEKTİVİZM

Türkler, tarihin hiçbir döneminde, devlet köleliği demek olan kollektif bir ekonomik sistem altında yaşamadıkları için, komünistlerin uyguladığı Kollektivizme en fazla direnen halklar olmuşlardır. Bilhassa Stalin döneminde yaygınlaştırılan bu anlayış sonucunda, toprağını, evini, bağını, bahçesini, yerini, yurdunu kaybeden milyonlarca insan, bir takım hareketlere girişmişlerse de, çok şiddetli ve acımasız bir tepkiyle karşılaştıkları için pek fazla etkili olamamışlardır.Tüm Sovyetler “Birliği”’nde kollektiv çiftliklerin en uzun zamanda ve en güç şartlarda kurulduğu bölgeler, hep Türk halklarının yaşadığı bölgeler olmuştur. Hatta bazı bölgelerde, mesela, Tataristan, Başkurdistan ve Kırgızistan gibi yerlerde, komünistler devlet Kolhozlarının yanında bazı özel çiftlikler kurulmasına izin vermişlerdir. Bu görülmemiş uygulamanın sebebi, karşılaşılan şiddetli direnişti.

Herşeyin kollektif hale getirilmek istenmesinin doğurduğu tepki, son zamanlara kadar hiç eksilmeden sürüp gelmiştir. Türk halklarının yaşadıkları toprağa olan bağlılıkları, ailelerine duydukları sevgi ve saygı, ve bir şeye sahip olma istekleri, kollektifleştirme çabalarına karşı çıkmalarının önde gelen sebepleridir. Ve bu sebepler, yumuşama döneminde bir talep olarak yöneticilerin önlerine getirildi. Tabii ki, bu talepler reddedildi. o zaman da halk günün moda tabiri özelleştirmeden bahseden kuruluşlara, belki kaybettiklerini geri alabiliriz düşüncesi ile destek verdiler.


2. EKONOMİK SEBEPLER

Toplumsal hareketlerin en önemli sebeplerinden birisi de ekonomik sebeplerdir. insanoğlu yaradılışı itibariyle, hep iyi ve güzel şeyler ister. İsteklerini sıraya koyarsak; yeme-içme, rahat yaşama, güvenlik içinde olma şeklinde bir sıralama yapmak mümkündür. Yeme-içme ve rahat yaşama arzusu tamamen ekonomiktir. Karnını doyuramayan, rahat bir ortamda yaşayamayan insan için, devletin varlığı hiçbirşey ifade etmez. Ona, vatan, millet, bayrak, komünizm, sosyalizm, faşizm hiç bir şey anlatmaz. Kim karnını doyurmasına, rahat yaşamasına yardım ederse, o, hiç bir ideolojik yönüne bakmadan, o cephede yerini alacaktır. Bu yüzden bütün iktidarların ilk işi, insanın karnını doyurmasına ve rahat bir hayat sürmesine yetecek tedbirleri almaktır. Eğer bu tedbirler alınmazsa, sosyal bir patlama gerçekleşecek, iktidarlar halkın gücü ile tepe taklak olacaklardır. Bunun farkında olan iktidarlar, bu yüzden bütün önceliği bu işe verirler. Ülkemizde Sayın Demirel’in “Herşeye dokunun, ama dört beyaza asla dokunmayın.” sözü, bu görüşün ifadesidir. (Un-tuz-şeker-kaput bezi, dört beyaz)

Elbette Sovyetler Birliği yöneticileri de bu işin farkındaydılar. 1945’te sona eren II. Dünya Harbi’nin hemen ertesinde, Batılı ülkelerden aldıkları çok geniş yardımlar sayesinde, bu ilkeye pek sadık kaldılar. 1960’lı yıllara kadar Sovyet insanı, rejimin bütün çirkinliklerine rağmen mutlu sayılabilirdi. Çünkü hemen herkesin işi ve aşı vardı. Yiyecek ve içecek maddeleri her yerde bulunabiliyordu. Küçük de olsa bir evi, çalıştığı bir işi olan bu insanların, fazla lüksü bilmediklerinden mutlu bir hayat sürdüklerini söylemek, herhalde yanıltıcı olmaz. Devlet kendi ürettiği malların fiyatını sabit tuttuğu gibi, ithal ettiği az miktardaki malların fiyatını da sübvansiye ederek sabit tutuyordu. Fakat, dünya son derece hızla gelişiyor, yeni teknolojiler üretimin artmasını ve daha kaliteli malların ortaya çıkmasını sağlıyordu. Uluslararası ticari ilişkilerin artması çok uluslu şirketleri, onların varlığı da teknoloji değişimini ortaya çıkardı. Dünya milletleri yepyeni ve çok kaliteli mallarla, daha rahat yaşama imkanına kavuşurken, Sovyetler Birliği bu gidişe ayak uyduramadı ve ekonomik bir bunalıma sürüklenmeye başladı. Ekonomik bunalımın sonucu da yumuşama ve yeniden yapılanmayı gündeme getirdi. Yumuşama ve yeniden yapılanma isteğinin sebepleri, ekonomik olduğu için, biz bunları ekonomik sebepler başlığı altında incelemeyi uygun görüyoruz. Bunları, durmadan artan askeri harcamalar, başka ülkelere giden K.G.B harcamaları, Bürokrasinin ağır ve hantal yapısı, eskiyen teknolojinin yenilenmeyişi, daralan pazarlar, üretimin düşmesi, maliyetlerin yükselmesi şeklinde tasnif etmek mümkündür.


ASKERİ HARCAMALARIN ARTMASI

Sovyetler Birliği kurulurken, bütün dünyanın bir gün komünist olacağı ve liderliğini de Sovyetler Birliği’nin yapacağı tezi üzerine kuruluşunu oturtması, ona yakın gelecek için birtakım imkanlar sağlarken, uzak gelecek için ise dezavantajlar getirdi. Dünya liderliğine soyunan bir devletin, silahlı kuvvetlerinin çok güçlü olması gerekir. Çünkü, güçsüz ve zayıf ülkeler, bu büyük gücün karşısında, savaşmadan bir takım tavizler verirler. Sovyetler “Birliği”, bu kozu her zaman kullanmak zorundaydı. Bu yüzden çok büyük ve güçlü bir orduyu beslerken, ordunun modernizasyonunu da ihmal edemezdi. Bu yüzden ilk kuruluş yıllarına nazaran ordunun harcamaları olağanüstü artmıştı. 1964 yılında ordunun Çekoslovakya’ya olan müdahalesi Brejnev doktrinini de gündeme getirmişti. Bu doktrin esasında ordunun harcamaları da arttırıldı. 1979 Aralık ayında Afganistan’a giren Rus ordusunun Afganistan topraklarına gömdüğü milyarlarca dolar, ekonomik bunalımın belki de birinci sebebiydi. Hiçbir başarı elde edemeden geriye dönen Sovyet ordusunun, ekonomiye bindirdiği yük her türlü ekonomik dengeyi alt üst etti.

1960’lardan başlayarak, ABD ile uzay yarışına başlayan Rusya, ABD’nin tuzağına gelerek, hesapsız bir şekilde milyarlarca doları, bu sefer uzayın derinliklerine gömdü. Uzayda ABD ile yarışarak, dünyanın süper gücü olduğunu göstermeye çalışan Sovyetler Birliği, 1970’li yıllarda halkının temel gıda ihtiyaçlarını doğru dürüst karşılayacak bir ekonomik güce bile sahip değildi. Ekonominin bu durumunun bilinmesine rağmen, sırf prestij uğruna yapılan bu harcamalar, Sovyet Ekonomisini içinden çıkılmaz bir bunalımın eşiğine getirdi.


KGB HARCAMALARI

Sovyetler Birliği’nde sistemin bekçiliğini, koruyuculuğunu üstlenen, içte ve dışta faaliyet gösteren, en büyük ve en güçlü örgüt KGB’dir. KGB ulusal güvenlik teşkilatıdır. İçte rejim muhaliflerini izleme, bulma, yakalama ve yoketme görevi KGB’ye aittir. Dışta ise, casusluk faaliyetlerinin yürütülmesi, rejim aleyhtarlarının yokedilmesi, komünist dernek, parti ve teşkilatlara, kurtuluş savaşı verdiğini iddia eden komünist çetelere maddi ve manevi yardımlar yapılması bu teşkilatın göreviydi. Bu kadar kapsamlı görevleri üstlenen bu teşkilatta, yüz binin üzerinde adam çalışıyordu. Devlet içinde devlet olan KGB’nin kendine özel ve denetlenmeyen bir bütçesi vardı. Son dönemlerde patlak veren, Çekoslovakya, Polonya, Doğu Almanya, Kazakistan olayları, Afganistan savaşı, Afrika ve Güney Amerika’daki kurtuluş hareketleri, kuruluşun bütçesine çok ağır yükler bindirdi. Bütçesi yetmediği için, devlet bütçesine el attı. Böylece ülkenin ekonomik sıkıntıya düşmesinde önemli bir rol oynadı. Daha sonraları KGB belgeleri göstermiştir ki, sadece gizli veya yasal komünist partilerine harcanan para, milyarlarca doların üzerindedir. Dünyayı komünist yapma gibi çok iddialı bir tezin, faturası da çok ağır olunca, ekonomik bunalım kaçınılmaz oldu.


HANTAL VE AĞIR İŞLEYEN BÜROKRASİ

Sovyetler Birliği, bürokrasisi en yoğun ve karmaşık yapıya sahip bir devletti. Tüm üretim araçlarının devletin kontrolünde olması ve merkezden yönetilmesi, büyük bir bürokrat kesimin ortaya çıkış sebebidir. Sovyet devlet yapısı incelendiği zaman hayret verici bir yapılanma görülür. 16 milyon km2 büyüklüğündeki bir ülkenin, en uç noktasında kurulması gereken bir fabrikanın, merkezi planlama teşkilatından onay alması ve bu onayla polit büroya başvurarak kuruluş izni alması gerekmektedir. Basit gibi görünen bu olayı, sadece polit büro onayı için yılların gerektiğini söyleyerek anlatırsak, ne kadar güç bir iş olduğunu herhalde anlayabilirsiniz. Bir kere, binlerce, on binlerce onay alınacak mesele olduğunu ve polit büronun haftada iki defa o da ikişer saat çalışarak onay verdiğini söylersek, işin vahimliği kendiliğinden ortaya çıkar. Bir fabrikanın kurulması onayının binden fazla yazışmayı gerektirdiğini Azerbaycan Planlama Dairesi Başkanı Kerem Garayev Ali oğlundan duymuştum. Bu şartlarda, sanayi tesisi kurmak ve üretilen malları pazarlamak korkunç bir işkence halini alıyordu. Mesela; Tataristan’ın Çallı şehrinde kurulan büyük kamyon fabrikasının yapımı tam 46 yıl sürmüştü. Bu kırk altı yıl içinde kamyon motorlarında, kasasında, tekerleklerinde, aks ve dingillerinde iki-üç defa teknoloji değişimi sözkonusu olmuştur. Ama Çallı’daki fabrika kamyonları yine 46 yıl öncesinin teknolojisi ile üretiyor. Aynı şekilde Çuvaşistan’ın Çeboksarı şehrinde kurulan büyük traktör fabrikası da 37 yılda üretime başlayabilmiş, birkaç yıl sonra eskiyen teknolojinin yerine yeni teknoloji getirilmesi içinAlmanya ile bir ortaklık kurulmuş ve fabrika reorganizasyon dolasıyla kapatılmıştır.

Bürokrasinin ağır ve hantallığı ithalat ve ihracat rejimlerinde de kendisini çok fazla hissettirdiği için, mal alamaz ve mal satamaz duruma düşen Sovyetler Birliği, büyük sıkıntılara girmiştir. Bugün Sovyetler’den ayrılan bütün cumhuriyetlerin gümrük rejimini değiştirmeye çalışmaları, devleti yeniden yapılandırmak için uğraşmaları, bürokrasinin azaltılması ve hızlı bir yapıya kavuşturulması içindir. Artık, onlar, dış dünya ile temasa geçtiklerinden, aksaklıkları görmeye başlamışlardır. Bir pasaport alabilmenin, bir dergi veya gazete çıkarabilmenin,bir işe girebilmenin, bir araba veya ev sahibi olabilmenin, ne büyük bir bürokratik işkence olduğunu ancak bu işi yaşayanlar bilir.


ESKİYEN TEKNOLOJİNİN YENİLENMEMESİ

Sovyetler Birliği’nde sanayi tesisleri, oldukça geniş bir alana yayılmış, çok büyük fabrikalar ve küçük fabrikalar şeklinde organize edilmiştir. Büyük fabrikalarda 80-100 bin, küçük fabrikalarda ise 5-35 bin arasında işçi çalışmaktadır. Uçak fabrikaları, otobüs, kamyon, otomobil fabrikaları, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinası fabrikaları, optik aletler fabrikaları, kimya tesisleri, petrol arıtma tesisleri, tekstil fabrikaları, gemi tezgahları, harp sanayi tesisleri gibi, sanayinin her dalına hitap edebilecek tesislere sahip olan Sovyetler Birliği, bürokrasinin yüzünden malesef, bu tesisleri tam manasıyla işletememiş ve yenileşen teknolojiyi fabrikalarına monte edememiştir. Bu tesislerdeki üretim miktarı, batı standartlarına göre oldukça düşüktür. Mallar pahalı ve kalitesizdir. Bunun elbette çok çeşitli sebepleri vardır. Fakat en başta fabrikaların tümünün devlet malı olması ve profesyonel bir şekilde işletilmemesini saymak gerekir. Fabrikaların yöneticileri devlet memurudur. Oraya ya iltimasla , ya da rüşvetle gelmiştir. Önce kendi geleceğini garanti altına alacaktır.Göreve gelirken bir üretim hedefi ortaya koyduğu için, kağıt üzerinde bu hedefi tutturacak, hatta geçecektir. Fakat gerçekte üretim çok aşağılarda seyretmiştir. Yönetici için bu problem teşkil etmez. Malları gönderdiği kimselerle, çıkar üzerine bir anlaşma sağlayarak, malların sayısını yüksek gösterir ve aradaki farkı, fabrikadan karaborsa ile sattığı malların parasında
erzurumlu25
erzurumlu25
.::Tengri::.


.::Tengri::.


ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Turkey10
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Gencat10
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Pro10
Yaş Yaş : 45
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Erzurum
Lakap Lakap : Vatan delisi
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 22/04/79
İletiler: İletiler: : 757
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 29/12/09
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Pro1010
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz 910
ölümle eğlenen Tunç bilekli Türkleriz Ile10

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz