Misak-ı Milli
¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤ :: [Türkçülük] ve [Turancılık] :: Turan Coğrafyası :: Türk Devletleri
1 sayfadaki 1 sayfası
Misak-ı Milli
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
]Misak-ı Milli
Musul Bölgesi, I. Dünya Savaşı sonlarına kadar Batılı kaynaklarda genellikle, Irak’tan ayrı olarak, yukarı “El-Cezire” bölgesi içinde gösterilmekteydi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bölge, siyasî sebepler yüzünden, bir başka deyişle İngiltere’nin menfaatleri gereğince, Irak’ın parçası olarak kabul edildi ve öyle tanımlandı.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Gerçekte bölge, son bin yıldır Türk egemenliği altında oldu. Musul, ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlandı. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul, I. Dünya Savaşı sonuna kadar farklı Türk devlet ve beylikleri tarafından yönetildi ve Türkler tarafından bir vatan toprağı olarak kabul edildi. Osmanlı Devleti
öncesinde bölgede hepsi de Türk devlet ve beylikleri sayılan Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakimiyet kurdu.
Musul, Osmanlı hâkimiyetine ise Yavuz Sultan Selim’in 1514 tarihli Çaldıran Seferi’yle girdi. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534-1535 yıllarında gerçekleştirdiği Bağdat Seferi’yle bu hâkimiyet perçinlendi. Osmanlı hâkimiyeti ile birlikte Musul; Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi oldu. 20. yüzyılın başlarında Musul vilayetinin nüfusu 350.000 civarındaydı.
Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başladı. Özellikle İngiltere, 1910′lu yılların başından itibaren, gerek petrol kaynakları gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik yol nedeniyle Irak’ın geneline ve özellikel de Musul vilayetine göz dikti.
I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat oldu. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu’yu bölüşmüşler, Irak’ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı’yı Ortadoğu’da karşı karşıya getirdi. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi’nde, Hindistan’dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra’ya çıkarak kısa zamanda Bağdat’a kadar ilerlediler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz ilerleyişini durdurdu ve Irak Cephesi’nde önemli başarılar elde etti.
Burada özellikle 1916 yılındaki Kut’ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunca kuşatılmış ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalmışlardır. I. Dünya Savaşı’nın tarihçesini anlatan bir makaleye göre, bu zafer, “İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük aşağılanmadır. Türkler – (ve onların müttefiki olan) Almanya – içinse, çok önemli bir moral takviyesi olmuş ve Ortadoğu’daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde
azaltmıştır.”1 Bu zaferin en önemli yönlerinden biri ise, bölgedeki Arapların hepsinin İngilizlere karşı Osmanlı ordusunun yanında yer almış, hatta bazılarının çatışmaya katılmış olmasıdır. Kut’ul-Amer, Osmanlı’nın Türk olmayan Müslüman tebasının, Osmanlı’ya sadakatini gösteren çok önemli bir tarihsel gerçektir ve tüm Arapların Osmanlı’ya ihanet ettikleri yönündeki asılsız söylemi geçersiz kılmaktadır.
Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Irak’ın kuzeyini yine de başarıyla korudu. 30 Ekim 1918′de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul’da bulunuyordu. İngilizler ise ani bir işgal hareketi ile Musul’a egemen olmak istiyorlardı.
Mondros Mütarekesi’ni imzalayan hükümette sadrazam olan Ahmet İzzet Paşa, Ankara’yla iyi ilişkiler kurmak istedi. Mustafa Kemal de bu deneyimli komutana, her dönemde saygı gösterdi, diğer komutanlardan ayrı tuttu. Resimde ortada Ahmet İzzet Paşa ve Mustafa Kemal 1917′de Diyarbakır’da.
Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00′de) itibaren, 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde yer alıyordu. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu.2 Yâni Mütareke’nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu’nun elinde idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymadılar. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım’da Hamamalil’e girdiler. Buradan Musul’u işgal edecekleri tehdidinde bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istediler.
Ali İhsan Paşa, İngilizler’in bu talebini Sadrazam’a bildirdi. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa’ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile, kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım günü şehrin boşaltılması emrini verdi. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım’da Musul’u İngilizlere terk etti, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin’e doğru çekildi.3
Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal edildi. Misak-ı Milli’ye göre güney sınırlarının tesbiti meselesinde Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu nedenle son derece haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı milli haklarımızı korumak anlamına gelmektedir.
Misak-ı Milli, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda kararlaştırıldı. Misak-ı Milli’nin birinci maddesi, Türkiye’nin güney sınırlarını belirliyordu. Bu maddede şöyle yazılıydı:
“Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür”.
Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktı.
Mütareke anında Türk Ordusu’nun Gayyare’de bulunduğu gerçeği tüm kaynaklarca kabul edilmektedir. Sadece Kerkük sancağı 31 Ekim tarihi itibariyle İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş olarak gösteriliyorsa da Nejat Kaymaz, General Sedat Doğruer’in eserine dayanarak “Kerkük’ün de savaşın durması gereken saatten sonra İngilizler’in eline geçmiş olabileceği” ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir. Aslında bunun bir ihtimal olmadığını, kesin bir gerçeği ifade ettiğini Mustafa Kemal Paşa’nın tespitlerinden anlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa daha Misâk-ı Mîllî ilân edilmeden önce Ankara’ya gelişinin ertesi günü Ziraat Okulu’nda yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında haksız işgali dile getirerek Musul’un Mütareke anında Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifâde etmiş, İngiliz işgalini İstanbul’un işgalinde olduğu gibi haksız ve Mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirmiştir.
Ancak İngilizler’in Musul’u işgal etmeleri askeri anlamda bir statü değişikliğinden başka bir anlam taşımayacaktı. Musul’u işgal ettiler, fakat bölgeye hâkim olamadılar. Bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutma konusunda başarısız oldular. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz himayesine karşı direnişe geçti. Kürt, Arap veya Türkmen olsunlar, tüm Müslüman kabileler İngilizler’e vergi vermekte direnmişler, sık sık İngilizlere karşı eylemler düzenlemişlerdir. Musul halkı, Ankara’da ilk Meclis’in açılmasıyla güçlenen Millî Mücâdele hareketine de destek vermiştir. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizler’e karşı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliğine girmişlerdir. Tarihçi Mim Kemal Öke, İngiliz arşivlerine dayanarak Musul’daki Arap ve Kürtler’in, İngiliz himayesindeki Kral Faysal’a değil de Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine dayanmayı tercih ettiklerini ifâde etmektedir”.
Musul halkının tüm unsurlarının (Kürt, Türkmen ve Arapların) Osmanlı’ya ve yeni kurulan Ankara hükümetine karşı gösterdikleri bu sadakat karşısında Ankara hükümeti de duyarlı davranmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mayıs 1920 tarihinde B.M.M.’nde yaptığı konuşma, Musul konusundaki düşüncesini ve savunduğu politikayı açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”4
Mustafa Kemal Paşa ve Ankara hükümeti, Musul konusundaki bu kararlılığı Lozan Konferansı’na kadar olan süre içinde çeşitli vesilelerle gösterdi. İngilizler’in Ocak 1921′de Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Ankara Hükümeti’ni destekleyen “Sürücü Aşireti”ne saldırmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa, Millî Müdâfaa Vekâleti’ne çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini istedi”.5 Bu görev Kaymakam ve Milis Yarbay Özdemir Bey’e verildi. Özdemir Bey,
kuvvetleriyle başlangıçta bölgede oldukça önemli başarılar elde etti, ancak daha sonra geri çekilmek zorunda kaldı. Özdemir Bey’in Revanduz’da kazandığı başarı, bölgedeki halk ve aşiretler üzerindeki nüfuzu Türk Genelkurmayı’nı Musul’un kurtarılması için bâzı askerî tedbirlerin alınmasına sevk edecekti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul’a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını dahi istedi.6
Görüldüğü gibi Ankara Hükümeti, daha Lozan Konferansı’nın başlamasından önce Musul’un gerekirse silah yoluyla kurtarılması için İngilizler’e karşı bir harekâtı göze almıştı. Kuşkusuz Musul halkının tamamına yakınının işgalci İngilizlere karşı Ankara Hükümeti’nin yanında yer alması, böyle bir harekatın hem nedeni hem de haklı gerekçesiydi. Ancak Türk Kuvvetleri’nden bir kısmının Batı Cephesi’ne kaydırılmak zorunda kalınması ve daha sonra Lozan Konferansı’nın başlaması, bu düşüncenin gerçekleşmesine engel oldu.
Lozan Konferansı’nda üzerinde en çetin tartışmaların yürütüldüğü konu ise “Musul Meselesi” oldu. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, I. Dünya Savaşı’nın galibi olarak Lozan Konferansı’na egemen olan İngiltere için de gerek zengin “petrol kaynakları” ve gerekse “Hindistan yolunun emniyeti” bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve ekonomik öneme sahip bir bölgeydi. Türkiye ise, haklı olarak, Misâk-ı Millî’nin vazgeçilmez bir parçası olan ve üzerinde yaşayan insanların da kendisiyle dil, din, kültür ve tarih bağlarıyla bağlı olduğu Musul vilayetine sahip olmak istiyordu. Lozan’a giden Türk heyetinin başında olan İsmet Paşa, gerek T.B.M.M.’de yaptığı konuşmada gerekse Sapanca’da trende iken gazetecilere verdiği demecinde Türk heyetinin amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurgulamıştı.7
Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı’nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ve son derece tutarlı bir biçimde savundu.
İsmet Paşa’nın bu konuşması incelendiğinde Musul’un bir Türk toprağı olarak tanımlanmasındaki gerekçelerin yanı sıra İngiltere’nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü dikkati çekmektedir.
Türk tezinin dayandığı temel noktalardan biri etnik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş, Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu’dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. İsmet Paşa son resmî Türk istatistiklerine dayanarak Musul’u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:8
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Bu rakamlardan anlaşılacağı gibi, Araplarla Müslüman olmayan grupların Musul vilâyeti nüfusu içinde azınlıkta, Kürtler’le Türkler’in çoğunlukta olduğunu İngiliz temsilcileri de kabul etmiştir. İsmet Paşa’nın ortaya koyduğu diğer argümanlar ise şu şekilde özetlenebilir:
- Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü, sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler. (Bu, aslında Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını gerekli kılan en önemli değerdir ve günümüz için de geliştirilecek bir “Musul stratejisi” için en önemli değer olmalıdır.)
- Coğrafî ve siyasal bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.
- Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz.
- Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkileri ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur.
- Musul vilâyeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir.
Kaynaklar:
1 “Battles: The Siege of Kut-al-Amara, 1916″;http://www.firstworldwar.com/battles/siegeofkut.htm
2 Türk İstiklâl Harbi I; Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genel Kurmay Yay., Ankara, 1962, s. 79
3 Mim Kemal Öke; Kerkük-Musul Dosyası, İstanbul, 1991, s. 31
4 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Cilt I, s.74
5 Türk İstiklâl Harbi; Cilt IV, Güney Cephesi, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara, 1966, s. 267
6 Türk İstiklâl Harbi; a.g.b., s. 282.; Kamuran Gürün; Savaşan Dünya ve Türkiye, Ankara, 1986, s. 390-391
7 Ali Naci Karacam; Lozan, İstanbul, 1971, s. 63
8 Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Cilt I, İstanbul, 1993. s. 345.
Ancak Musul’u elde etmeye kararlı olan İngiliz heyeti bu gerekçelere karşı çeşitli demagojilerle direndi ve Musul meselesi konferansın ikinci celsesine bırakıldı. İkinci celse görüşmelerinde meselenin iyice çıkmaza girmesi üzerine Türk heyeti yeni bir çözüm önerdi: Plebisit, yani halkoyu. Musul’da bir oylama yapılmalı ve vilayet halkına Türkiye’ye mi yoksa İngiliz mandası altındaki Irak’a mı katılmak istedikleri sorulmalıydı. Son derece akılcı, adilane ve makul olan bu teklif Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıydı. Curzon’a göre, bölge halkının oy verme alışkanlığı yoktu. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürdü. Bu samimiyetsiz argüman, İngilizlerin koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını küçümsediklerini, onlara kendi geleceklerini tayin etme hakkını kesinlikle tanımadıklarını gösteriyordu. İngiltere, Musul halkına, dönemin egemen ideolojisi olan Sosyal Darwinizm gözüyle bakıyor, onları sözde güdülmesi ve İngiliz çıkarları için sömürülmesi gören “ilkeller” olarak görüyordu.
Plebisit teklifi karşısında Lord Curzon’un ikinci önemli manevrası Musul meselesinin, I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletler tarafından kurulan Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesi ve kararın cemiyet tarafından verilmesi teklifiydi. Bu teklif İngiltere’nin müttefikleri tarafından da desteklenmiştir. Ancak elbette ki bu istek İngiltere’nin Musul meselesini neredeyse kendine havale etmesi anlamına geliyordu. Çünkü İngiltere Milletler Cemiyeti’nin kurucusu ve en güçlü birkaç üyesinden biriydi. Bu kuruluşun İngiliz çıkarlarına aykırı bir karar vermeyeceği çok açıktı. Türkiye ise Milletler Cemiyeti’ne üye bile değildi.
Dolayısıyla Türk heyeti İngiltere’nin bu tuzak teklifini kabul etmedi. Türkiye’nin Musul’dan vazgeçmeyeceğini ifade etti. Lozan Konferansı’nın sonraki celselerinde de bir gelişme olmadı. 4 Şubat’ta yeni bir barış projesi hazırlayan İngilizler ve müttefikleri barış görüşmelerinin kesilmesi tehdidinde bulunarak bunu Türk heyetine kabul ettirmeye çalıştılar. İsmet Paşa bu teklifi kabul etmedi ancak 4 Şubat 1923 tarihinde yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlenmek üzere konferans programından çıkarılmasını istedi. Görüşmeler aynı gün sona erdi ve Türk heyeti yurda döndü.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder.
İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder.
İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”
Kısacası, Lozan Barış Konferansı Musul meselesini çözüme kavuşturamadan sona erdi. Mesele Lozan Antlaşması’ndan sonra Haziran 1926 tarihine kadar sürüncemede kalacaktı. Üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde mesele önce 19 Mayıs 1924 tarihinden itibaren Haliç Konferansı’nda ele alınacak, daha sonra Milletler Cemiyeti Meclisi’nde görüşülecek ve nihayet, Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile neticelenecekti.
Bu sürede yaşanan gelişmeler ise, aslında Türk tezinin haklı olduğunu gösteriyordu. Musul halkında, Kürt, Türkmen veya Arap olsun, Türkiye’ye katılma yönündeki eğilimler ağır basmaya devam etti. Özellikle Kürtlerin Türkiye’ye ve Ankara’ya olan bağlılığı dikkat çekiciydi. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, TBMM’de yaptığı konuşmada, bir Kürt olarak, “Bir insanı ikiye bölmek veyahut herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değil ise, Musul’u Türkiye’den ayırmak da mümkün değildir” diyerek, bölgede Türkler ve Kürtler arasında bir ayrılığın olmadığını savunmuştu.9
Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924′de İstanbul’da İngiltere’yle başlayan ikili görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hakkari üzerinde de hak iddia etmesi üzerine Konferans’tan sonuç alınamadı. Bunun üzerine İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos’ta Milletler Cemiyeti’ne götürdü.
önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de daha önce Lozan’da yaptığı gibi “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi.10 Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924′te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırdı. Komisyon başkanlığına da Macaristan’ın eski başbakanlarından Kont Teleki getirildi. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden oldu. Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924′te bir sınır tanımı yaparak “Brüksel Hattı” adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etti. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz I925′te Cemiyet Meclisi’ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:
Brüksel Hattı’nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtler’den meydana geldiği,
Kürtler’in Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine bırakılması,
Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi,
Milletler Cemiyeti, Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtler’e imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı,
İngiltere’nin Hakkari üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.
Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925′te La Haye Adalet Divanı’ndan görüş istedi. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925′te Divan’ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925′te Soruşturma Komisyonu Raporu’nu kabul ederek, Brüksel Hattı’nın güneyindeki toprakların Irak’a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç sorunları, Türkiye’nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması, daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Cemiyet Meclisi kararına uydu ve 5 Haziran I926′da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terketmeyi kabul etti.
Ankara Antlaşması, “sınır, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümler” adı ile üç kesim ve toplam 18 maddeden meydana geliyordu. Antlaşmanın bir ve ikinci maddesi Türk-Irak sınırını tespit etmiş, 14. madde ise bölgedeki petrol gelirinin %10′unun 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakılmasını öngörmüştü. Ancak Türkiye daha sonra 500 bin İngiliz lirası karşılığında bu hakkından vazgeçti.
Musul’un Kaybedilişinin Bilançosu
Musul vilayeti, Türkiye’nin hakkı olmasına rağmen ondan alınmıştır. Bu vilayette yaşayan insanların da rızasına aykırı olan bu uygulamanın hiçbir siyasi, tarihsel, hukuksal haklılığı yoktur.
Bu çok açık bir gerçek olduğu için, genç Türkiye Cumhuriyeti Musul’dan vazgeçmemek için büyük çaba göstermiştir. Büyük Önder Atatürk, bu konuda son derece ısrarlı ve kararlı davranmıştır. Değişik tarihlerdeki demeçlerinde Musul’un anavatandan ayrılmaz bir Türk yurdu olduğunu defalarca vurgulamıştır.
Öyle ki Lozan Konferansı sonrasında Musul konusunun çıkmaza girmesi, Türkiye’yi, bölgeyi savaşarak kazanma düşüncesine dahi yöneltmiştir. Konferansın başarısızlığa uğraması halinde karşılaşılacak güçlükler için o zamanki adı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti olan Savunma Bakanlığı tarafından “çok gizli” kaydıyla bir harekât planı hazırlanmış, fakat uygulanmamıştır.11
Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine bir askerî harekâtı çeşitli zamanlarda müzakere etmişler, hatta Kâzım Karabekir Paşa’ya Musul’un alınması için teklifte dahi bulunmuşlardır.12 Tüm bu askeri operasyon düşünceleri, TBMM hükümetlerinin ve Mustafa Kemal Paşa’nın Misâk-ı Millînin gerçekleştirilmesi hususundaki hassasiyetinden ve özellikle de Musul’a verdikleri değerden kaynaklanmaktadır.
Musul’un kaybedilişini hazırlayan gelişmeleri özetlersek, şöyle bir tablo çıkarabiliriz:
Bu süreçte Türkiye’ye karşı oynanan ilk oyun, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Kerkük sancağının İngilizler tarafından haksız işgalidir.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
İkinci oyun ise Lozan Konferansı’nda Türk heyetinin Musul’un Türkiye’ye verilmesi amacıyla sağlam temellere dayanarak savunduğu mükemmel tezine rağmen, İngiliz baskısı ile Musul meselesinin sonraya bırakılması ve Milletler Cemiyeti’ne havalesidir.
Musul meselesinde İngiltere’nin şiddetle direnmesi bölgenin petrol kaynakları açısından zengin oluşu, stratejik önemi ve İngiltere’nin imparatorluk yolları üzerinde oluşundan dolayıydı. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler, İngiltere’nin ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştu. İngiltere’nin ortaya koyduğu bu tavrın bir diğer sebebi de I920′li yıllarda hâlâ Türk Milleti’nin hayat hakkını tanımak istememesiydi. Yendiklerini sandıkları Türk Milleti’nin yeniden ayağa kalkarak düşmanlarını püskürtmesi ve haklarını geri istemesi, İngiliz yönetimini hem şaşırtmış hem de öfkelendirmişti.
İngiltere’nin bu tavrı karşısında Türkiye’nin dış politika meselesindeki yalnızlığı, Musul’un kaybedilmesinde öne çıkan önemli bir nedendi. Bu yalnızlık, Milletler Cemiyeti’nde açıkça görülüyordu. Türkiye, Cemiyet’in üyesi bile değildi. İngiltere ise asli ve kurucu üyesiydi. Bu yapıdaki bir kurumdan Türkiye lehine bir kararın çıkması oldukça zordu. Bunun yanı sıra İngiltere; Irak, Milletler Cemiyeti, Soruşturma Komisyonu ve dünya kamuoyu üzerinde özellikle propaganda alanında üstün bir durumdaydı.
Tüm bu tarihçe içinde belki de en önemli olan nokta ise, Türkiye’nin tam iki kez Musul’da halk oylaması yapılmasını istemiş olmasıdır. Bu, elbette, Türkiye’nin Musul halkının kendisine olan sevgi ve bağlılığından endişe duymadığı için ileri sürülmüş bir tekliftir.
O zamanlardan günümüze miras kalacak bir politika varsa, o da bu sevgi ve bağlılığı yeniden tesis etmek, Kuzey Irak’taki insanların kalbini ve zihnini kazanarak, Türkiye’yi bölge itibar, nüfuz ve etki sahibi bir güç yapmak olmalıdır.
Kaynaklar:
9 Suphi Saatçi; Tarihî Gelişimi İçinde Irak’ta Türk Varlığı, İstanbul, 1996, s.160
10 Mehmet Gönlübol-Cem Sar; Olaylar/a Türk Dış Politikası, (1919-1973), Cilt I, 5. Baskı, A.Ü.S.B.FYay., Ankara, 1982, s.75
11 Kadir Mısıroğlu; Musul Meselesi ve Irak Türkleri, İstanbul, 1975, s. 108
12 Kâzım Karabekir; Paşaların Kavgası, İstanbul, 1991, s. 279, 283
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Similar topics
» MISAK-I MİLLİ (ULUSAL YEMİN )
» Mustafa Kemâl Atatürk’ün Millî Birlik ve Millî Egemenlik Üzerine Sözle
» MİLLÎ SEMBOLLER
» Milli Bilinç ve Güç
» 'İç Muhâlefet', 'Millî' Miydi?!.
» Mustafa Kemâl Atatürk’ün Millî Birlik ve Millî Egemenlik Üzerine Sözle
» MİLLÎ SEMBOLLER
» Milli Bilinç ve Güç
» 'İç Muhâlefet', 'Millî' Miydi?!.
¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤ :: [Türkçülük] ve [Turancılık] :: Turan Coğrafyası :: Türk Devletleri
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz