Türkiye nereden savunulur
1 sayfadaki 1 sayfası
Türkiye nereden savunulur
Yirmi bir yıl önceydi. 1983 yılı Mart ayının son günleriydi. Kars’ta yedeksubay asteğmen olarak yaptığım askerlik görevimi bitirip tezkere almıştım. Artık bir sivildim. Dönüş yoluna çıkmadan önce, bir yıl boyunca karargahında görev aldığım Tugay komutanına da nezaketen bir veda ziyaretinde bulunmak istedim. Sıcak bir karşılamadan sonra aramızda samimi bir sohbete dönüşen ziyaret sırasında nasıl oldu ise söz döndü dolaştı ve ben bir münasebetle kendisine;
“Komutanım!” dedim, “ ben bazı şeyleri anlamakta zorluk çekiyorum. Sözgelimi İran’da yaklaşık yirmi milyon Türk, iki yüz bin de Ermeni yaşıyor. Peki ama nasıl oluyor da böyle bir ülkede Ermeniler Türkiye Cumhuriyetinin diplomatik temsilciliklerinin önünde toplanıp gösteri yapıyor, bununla da kalmayıp taşlı sopalı, bombalı saldırıda bulunabiliyorlar? Siz bunun aksini düşünebilir misiniz? Yani mesela, İran’da yirmi milyon Ermeni, iki yüz bin de Türk yaşıyor olsa, Türklerin faraza Ermenistan Devletinin elçilik veya konsolosluklarına saldırması mümkün olabilir miydi? Bu işte bir terslik, bir tuhaflık yok mu?”
Komutan daha önce Rusya’da askeri ataşelik görevinde bulunmuştu. Elbette Türkiye’nin dışında da Türklerin yaşadığını ve hangi ülkede ne kadar olduklarını benden daha iyi biliyordu. Benim bu sözleri niçin söylediğimi de!
Hikmeti Hüda, bu konuşmanın üzerinden birkaç gün geçmemişti ki, İran’daki Büyükelçiliğimize Ermeniler bir kez daha saldırdılar.
Sizce de bu işte bir terslik, bir tuhaflık yok mu?
Bu acıklı durumdan ötürü İran’daki Türkleri suçlayabilir misiniz? Bu ne derece doğru bir tutum olur? Siz seksen yıldır kendi yurttaşlarınıza yeterince Türklük bilinci, tarih bilinci, ulusal bilinç verebildiniz mi ki?
Böylesi bir garabetin asıl sorumluları, burnunun ucunu görmekten aciz siyasiler ile Türklükle de, Türklük düşüncesiyle de zerre kadar ilgisi bulunmayan Türk Dışişleri bürokrasisi değil midir?
Oysa ki bakınız Atatürk, daha 1922 yılında ne söylüyordu? Şu sözler, onun 1 Kasım 1922 günü Saltanat’ın kaldırılmasına ilişkin olarak yaptığı tarihi konuşmasından alınmıştır:
“ Efendiler! Bu dünya-yı beşeriyette (insanlık dünyasında) asgari yüz milyonu mütecaviz nüfustan mürekkep bir Türk millet-i azimesi (büyük Türk milleti) vardır. Ve bu milletin saha-i arzdaki (yeryüzündeki) vüs’ati (genişliği) nispetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır.!” (Nutuk, III. Cilt, Belgeler)
Dikkatinizi çekerim, o tarihte Türkiye’nin toplam nüfusu on üç milyon bile değildi.
Bugün bizi kahreden ise Atatürk’deki o müthiş derinliğe ve ileri görüşlülüğe karşılık, kendisinden sonra gelenlerin hemen tamamındaki bilgisizlik, sığlık ve körlüktür.
Söz Kars’tan açılmıştı ama Kore’ye kadar uzayacak. Yedeksubaylığım sırasında Kars Orduevinde kalıyordum ve boş zamanlarımın bir kısmını da Orduevinin kütüphanesinde geçiriyordum. İşte o sıralarda, kütüphanede Kore Savaşıyla ilgili olarak Amerikan ve Türk askeri kaynaklarınca hazırlanıp basılmış eserleri okuma fırsatım olmuştu. Daha yakın zamanda da, Mim Kemal Öke’nin kaleme aldığı Kore Savaşına dair bir kitap ile geçenlerde bir sahafta tesadüfen görüp aldığım, Kore’ye gönderilen Türk Tugayının komutanı General Tahsin Yazıcı’nın 1963 yılında basılmış olan “Kore Savaşı Hatıraları”nı okudum.
Türkiye, Kore Savaşı’na Birleşmiş Milletler kararı uyarınca ve Birleşmiş Milletler Ordusu saflarında çarpışmak üzere bir tugay kadar kuvvetle katılma kararı almıştı. Demokrat Parti iktidarının aldığı bu kararı, Meclis’ten geçirilirken muhalefet partisi de desteklemişti. O tarihte Türkiye, 1946 yılında Kars ve Ardahan ile bunlara ilaveten Boğazlarda üs isteyen Stalin’in başında bulunduğu Komünist Rusya’dan korkup ürküyor ve bu yakın tehdit ve tehlikeden korunmak için NATO ittifakına girmeye can atıyordu. Dönemin siyasi iktidarı biraz da bunun için asker gönderme konusunda son derece istekli davranmıştı.
Gerçi bu karar daha sonraları özellikle sol aydınlarca çokça eleştirilmiştir ama, konunun bizi asıl ilgilendiren tarafı Kore Savaşı’na katılmamızın bizim açımızdan doğurduğu sonuçlardır. Bu savaşa katılma kararı kimilerine göre doğru, kimilerine göre de yanlış olabilir. Ne var ki, Türk Tugayının Kore Savaşı sırasında bütün dünyaya parmak ısırtan çok üstün bir savaşçılık yeteneği sergilemesinin, o dönemde Türkiye’nin topraklarına açıkça göz diken veya buna yeltenen düşmanlarımızca önemle dikkate alınacak “caydırıcı” bir güç gösterisi olduğunda da hiç kuşku yoktu. Son tahlilde Türkiye, oraya gönderdiği tugay vasıtasıyla Kore’den savunulmuş olmaktaydı.
Şimdi bir de bundan tam iki yıl önce Japonya ve Kore’de yapılan Dünya Futbol şampiyonasına gidelim. Hem Japon seyircilerin ve hem de Kore’li seyircilerin, dünyanın başka hiçbir ülkesinin takımına göstermedikleri ilgi ve desteği Türk milli futbol takımına karşı göstermiş olmaları herkesin dikkatini çekmiş ama hiçbir Allah’ın kulu bunun sebepleri üzerinde durmamıştı. Hatta öyle ki, Türkiye ile Kore’nin dünya üçüncülüğü için karşı karşıya gelmiş oldukları maçta dahi Koreli seyirciler, bir ellerinde Kore bayrağını, bir ellerinde Türk bayrağını sallıyorlardı. İyi ama neden?
Birincisi; Japonlar da, Koreliler de diğer dünya milletlerine göre bizi kendilerinden sayıyorlardı. Aynı dil ve kültür ailesine mensup (Ural-Altay yani “geniş anlamıyla Turanlı” diye adlandırılan uluslardan) olduğumuzu çok iyi biliyorlardı.
İkincisi de şu: “Ertuğrul Gemisi faciası”ndan bu yana Türklere karşı özel bir sempati besleyen Japonların yanında, İkinci Dünya savaşı sırasında da, daha önce Bolşevik Rusya’dan kaçan Türkler de kahramanca dövüşmüşlerdi. Kamikaze diye adlandırılan o yaman savaşçı pilotların en namlıları işte bu Türklerin arasından çıkmıştı.
Korelilere gelince, yukarıda işaret ettiğim askeri kaynaklardan okuduklarımdan öğrendiğim şudur: “Kore Savaşı sırasında, SSCB desteğindeki Komünist Kuzey Kore ve Çin Ordusuna karşı dövüşen Birleşmiş Milletler Ordusunun bünyesinde, başta Amerikan Ordusu olmak üzere ön üç kadar devletin askeri birlikleri bulunuyordu. Savaşta ölen askerler için inşa edilen anıt mezarlarda her milletin askerleri kendilerine ayrılan bir bölümde yatmaktadırlar. Bu anıt mezarlar içinde en bakımlı olanları Seul ve Pusan’daki Türk şehitlikleridir. Çünkü Koreli kadınlar ve kızlar hergün bizim şehitlikleri ziyarete gelip onları getirdikleri çiçeklerle süslerlermiş. Niye biliyor musunuz?
Kore savaşı süresince milyonlarca Koreli yerinden yurdundan olup göç etmek zorunda kalmış, yıllarca açlık ve kıtlıkla pençeleşmiştir. Bu zavallı insanlar yaşayabilmek veya çoluk çocuğunu yaşatabilmek için bir dilim ekmeğe muhtaç kalmışlardır. İşte öyle bir ortamda,.kendilerini kurtarmaya gelen Birleşmiş Milletler Ordusuna mensup askerler, Koreli kadınlar ve kızlardan verecekleri bir ekmek karşılığında yararlanmaya kalkışmışlardır.
Bu şerefsizliğe tevessül ve tenezzül etmeyen yegane asker ise Türk askeri olmuştur. Bizim Mehmetçik yiyeceği ekmeğini hiçbir karşılık beklemeksizin bu talihsiz insanlarla bölüşmüştür.
Namusuna, gururuna ve onuruna son derece düşkün olan Koreliler bizi işte bunun için unutmamışlardır.
O sebeple Türk milli futbol takımının Kore zaferinde belki de en büyük pay Kunuri’nin ve daha sonraki muharebelerin şehit ve gazilerine aittir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadeleyi başlatmak için Ankara’ya gelişinden tam bir yıl sonra, o zamanlar Afganistan’da; Afgan kralının yanında konuk olarak bulunan Cemal Paşa’dan bir mektup almıştı. Cemal Paşa, Afgan ordusunu eğitmek üzere bir subay heyeti gönderilmesini istiyordu Ankara’dan. Fakat Ankara o günlerde iç isyanlarla boğuşuyordu. Yunan ordusunun ilerleyişini durdurmaya Kuvayi Milliye çetelerinin ve milislerinin gücünün yetmeyeceği ortadaydı. Çeteleri tasfiye etmek ve süratle düzenli ordu birlikleri oluşturmak gerekiyordu. Doğuda ?? Teali Cemiyetinin örgütlediği bazı ?? aşiretlerinin, batıda ise Çerkes Ethem kuvvetlerinin Ankara’daki merkezi otoriteye başkaldırmak üzere olduğunun işaretleri vardı. Düzenli orduya geçmek için en çok ihtiyaç duyulanlar ise subaylardı. Böyle bir ortamda yani Ankara’nın en zayıf olduğu o günlerde bile, Mustafa Kemal Paşa hiç tereddüt etmeden dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya böyle bir subay heyetinin derhal hazırlanıp gönderilmesini yazılı olarak emretmiş; yazısında o subay heyetinin neler yapması gerektiğini de bir bir sayıp dökmüştü. Onun Fevzi Paşaya verdiği yazılı talimatın en önemli maddelerinden biri, oraya gönderilecek subay heyetinin bu ülkedeki Türk ve Müslüman ahaliyle çok iyi ilişkiler kurması; ikincisi de, Afganistan’da Türklük ve Müslümanlık aleyhine faaliyet gösterecek bir partinin iktidara geçmesine engel olunmasıydı. Sonuçta o heyet Afganistan’a gitmiş ve görevini de harfiyen yerine getirmişti. Atatürk, aynı Afganistan’a ilk büyükelçi olarak da; Medine’yi, 30 Ekim 1918 ‘de imzalanan silah bırakışması anlaşması hükümlerini ve Halife-Padişah’ın buyruğunu tanımayarak, gücünün ve takatinin yettiği son ana kadar destansı bir kahramanlıkla savunmuş olan ve bu yüzden bütün İslam dünyasınca tanınıp sevilen Fahrettin Paşayı göndermişti
Demek ki Mustafa Kemal Paşa, en zayıf olduğu dönemde Türkiye’yi Afganistan’dan savunmayı düşünecek kadar uzak görüşlüydü.
Türkiye dünyanın her yerinden ve her yerinde savunulur; Türklerin ve Türk dostlarının olduğu heryerden: Türkiye’nin savunması dünyanın neresinde bir Türk varsa onun beyninde ve gönlünde başlar…
Parola budur…
Hanifi Altaş
“Komutanım!” dedim, “ ben bazı şeyleri anlamakta zorluk çekiyorum. Sözgelimi İran’da yaklaşık yirmi milyon Türk, iki yüz bin de Ermeni yaşıyor. Peki ama nasıl oluyor da böyle bir ülkede Ermeniler Türkiye Cumhuriyetinin diplomatik temsilciliklerinin önünde toplanıp gösteri yapıyor, bununla da kalmayıp taşlı sopalı, bombalı saldırıda bulunabiliyorlar? Siz bunun aksini düşünebilir misiniz? Yani mesela, İran’da yirmi milyon Ermeni, iki yüz bin de Türk yaşıyor olsa, Türklerin faraza Ermenistan Devletinin elçilik veya konsolosluklarına saldırması mümkün olabilir miydi? Bu işte bir terslik, bir tuhaflık yok mu?”
Komutan daha önce Rusya’da askeri ataşelik görevinde bulunmuştu. Elbette Türkiye’nin dışında da Türklerin yaşadığını ve hangi ülkede ne kadar olduklarını benden daha iyi biliyordu. Benim bu sözleri niçin söylediğimi de!
Hikmeti Hüda, bu konuşmanın üzerinden birkaç gün geçmemişti ki, İran’daki Büyükelçiliğimize Ermeniler bir kez daha saldırdılar.
Sizce de bu işte bir terslik, bir tuhaflık yok mu?
Bu acıklı durumdan ötürü İran’daki Türkleri suçlayabilir misiniz? Bu ne derece doğru bir tutum olur? Siz seksen yıldır kendi yurttaşlarınıza yeterince Türklük bilinci, tarih bilinci, ulusal bilinç verebildiniz mi ki?
Böylesi bir garabetin asıl sorumluları, burnunun ucunu görmekten aciz siyasiler ile Türklükle de, Türklük düşüncesiyle de zerre kadar ilgisi bulunmayan Türk Dışişleri bürokrasisi değil midir?
Oysa ki bakınız Atatürk, daha 1922 yılında ne söylüyordu? Şu sözler, onun 1 Kasım 1922 günü Saltanat’ın kaldırılmasına ilişkin olarak yaptığı tarihi konuşmasından alınmıştır:
“ Efendiler! Bu dünya-yı beşeriyette (insanlık dünyasında) asgari yüz milyonu mütecaviz nüfustan mürekkep bir Türk millet-i azimesi (büyük Türk milleti) vardır. Ve bu milletin saha-i arzdaki (yeryüzündeki) vüs’ati (genişliği) nispetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır.!” (Nutuk, III. Cilt, Belgeler)
Dikkatinizi çekerim, o tarihte Türkiye’nin toplam nüfusu on üç milyon bile değildi.
Bugün bizi kahreden ise Atatürk’deki o müthiş derinliğe ve ileri görüşlülüğe karşılık, kendisinden sonra gelenlerin hemen tamamındaki bilgisizlik, sığlık ve körlüktür.
Söz Kars’tan açılmıştı ama Kore’ye kadar uzayacak. Yedeksubaylığım sırasında Kars Orduevinde kalıyordum ve boş zamanlarımın bir kısmını da Orduevinin kütüphanesinde geçiriyordum. İşte o sıralarda, kütüphanede Kore Savaşıyla ilgili olarak Amerikan ve Türk askeri kaynaklarınca hazırlanıp basılmış eserleri okuma fırsatım olmuştu. Daha yakın zamanda da, Mim Kemal Öke’nin kaleme aldığı Kore Savaşına dair bir kitap ile geçenlerde bir sahafta tesadüfen görüp aldığım, Kore’ye gönderilen Türk Tugayının komutanı General Tahsin Yazıcı’nın 1963 yılında basılmış olan “Kore Savaşı Hatıraları”nı okudum.
Türkiye, Kore Savaşı’na Birleşmiş Milletler kararı uyarınca ve Birleşmiş Milletler Ordusu saflarında çarpışmak üzere bir tugay kadar kuvvetle katılma kararı almıştı. Demokrat Parti iktidarının aldığı bu kararı, Meclis’ten geçirilirken muhalefet partisi de desteklemişti. O tarihte Türkiye, 1946 yılında Kars ve Ardahan ile bunlara ilaveten Boğazlarda üs isteyen Stalin’in başında bulunduğu Komünist Rusya’dan korkup ürküyor ve bu yakın tehdit ve tehlikeden korunmak için NATO ittifakına girmeye can atıyordu. Dönemin siyasi iktidarı biraz da bunun için asker gönderme konusunda son derece istekli davranmıştı.
Gerçi bu karar daha sonraları özellikle sol aydınlarca çokça eleştirilmiştir ama, konunun bizi asıl ilgilendiren tarafı Kore Savaşı’na katılmamızın bizim açımızdan doğurduğu sonuçlardır. Bu savaşa katılma kararı kimilerine göre doğru, kimilerine göre de yanlış olabilir. Ne var ki, Türk Tugayının Kore Savaşı sırasında bütün dünyaya parmak ısırtan çok üstün bir savaşçılık yeteneği sergilemesinin, o dönemde Türkiye’nin topraklarına açıkça göz diken veya buna yeltenen düşmanlarımızca önemle dikkate alınacak “caydırıcı” bir güç gösterisi olduğunda da hiç kuşku yoktu. Son tahlilde Türkiye, oraya gönderdiği tugay vasıtasıyla Kore’den savunulmuş olmaktaydı.
Şimdi bir de bundan tam iki yıl önce Japonya ve Kore’de yapılan Dünya Futbol şampiyonasına gidelim. Hem Japon seyircilerin ve hem de Kore’li seyircilerin, dünyanın başka hiçbir ülkesinin takımına göstermedikleri ilgi ve desteği Türk milli futbol takımına karşı göstermiş olmaları herkesin dikkatini çekmiş ama hiçbir Allah’ın kulu bunun sebepleri üzerinde durmamıştı. Hatta öyle ki, Türkiye ile Kore’nin dünya üçüncülüğü için karşı karşıya gelmiş oldukları maçta dahi Koreli seyirciler, bir ellerinde Kore bayrağını, bir ellerinde Türk bayrağını sallıyorlardı. İyi ama neden?
Birincisi; Japonlar da, Koreliler de diğer dünya milletlerine göre bizi kendilerinden sayıyorlardı. Aynı dil ve kültür ailesine mensup (Ural-Altay yani “geniş anlamıyla Turanlı” diye adlandırılan uluslardan) olduğumuzu çok iyi biliyorlardı.
İkincisi de şu: “Ertuğrul Gemisi faciası”ndan bu yana Türklere karşı özel bir sempati besleyen Japonların yanında, İkinci Dünya savaşı sırasında da, daha önce Bolşevik Rusya’dan kaçan Türkler de kahramanca dövüşmüşlerdi. Kamikaze diye adlandırılan o yaman savaşçı pilotların en namlıları işte bu Türklerin arasından çıkmıştı.
Korelilere gelince, yukarıda işaret ettiğim askeri kaynaklardan okuduklarımdan öğrendiğim şudur: “Kore Savaşı sırasında, SSCB desteğindeki Komünist Kuzey Kore ve Çin Ordusuna karşı dövüşen Birleşmiş Milletler Ordusunun bünyesinde, başta Amerikan Ordusu olmak üzere ön üç kadar devletin askeri birlikleri bulunuyordu. Savaşta ölen askerler için inşa edilen anıt mezarlarda her milletin askerleri kendilerine ayrılan bir bölümde yatmaktadırlar. Bu anıt mezarlar içinde en bakımlı olanları Seul ve Pusan’daki Türk şehitlikleridir. Çünkü Koreli kadınlar ve kızlar hergün bizim şehitlikleri ziyarete gelip onları getirdikleri çiçeklerle süslerlermiş. Niye biliyor musunuz?
Kore savaşı süresince milyonlarca Koreli yerinden yurdundan olup göç etmek zorunda kalmış, yıllarca açlık ve kıtlıkla pençeleşmiştir. Bu zavallı insanlar yaşayabilmek veya çoluk çocuğunu yaşatabilmek için bir dilim ekmeğe muhtaç kalmışlardır. İşte öyle bir ortamda,.kendilerini kurtarmaya gelen Birleşmiş Milletler Ordusuna mensup askerler, Koreli kadınlar ve kızlardan verecekleri bir ekmek karşılığında yararlanmaya kalkışmışlardır.
Bu şerefsizliğe tevessül ve tenezzül etmeyen yegane asker ise Türk askeri olmuştur. Bizim Mehmetçik yiyeceği ekmeğini hiçbir karşılık beklemeksizin bu talihsiz insanlarla bölüşmüştür.
Namusuna, gururuna ve onuruna son derece düşkün olan Koreliler bizi işte bunun için unutmamışlardır.
O sebeple Türk milli futbol takımının Kore zaferinde belki de en büyük pay Kunuri’nin ve daha sonraki muharebelerin şehit ve gazilerine aittir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadeleyi başlatmak için Ankara’ya gelişinden tam bir yıl sonra, o zamanlar Afganistan’da; Afgan kralının yanında konuk olarak bulunan Cemal Paşa’dan bir mektup almıştı. Cemal Paşa, Afgan ordusunu eğitmek üzere bir subay heyeti gönderilmesini istiyordu Ankara’dan. Fakat Ankara o günlerde iç isyanlarla boğuşuyordu. Yunan ordusunun ilerleyişini durdurmaya Kuvayi Milliye çetelerinin ve milislerinin gücünün yetmeyeceği ortadaydı. Çeteleri tasfiye etmek ve süratle düzenli ordu birlikleri oluşturmak gerekiyordu. Doğuda ?? Teali Cemiyetinin örgütlediği bazı ?? aşiretlerinin, batıda ise Çerkes Ethem kuvvetlerinin Ankara’daki merkezi otoriteye başkaldırmak üzere olduğunun işaretleri vardı. Düzenli orduya geçmek için en çok ihtiyaç duyulanlar ise subaylardı. Böyle bir ortamda yani Ankara’nın en zayıf olduğu o günlerde bile, Mustafa Kemal Paşa hiç tereddüt etmeden dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya böyle bir subay heyetinin derhal hazırlanıp gönderilmesini yazılı olarak emretmiş; yazısında o subay heyetinin neler yapması gerektiğini de bir bir sayıp dökmüştü. Onun Fevzi Paşaya verdiği yazılı talimatın en önemli maddelerinden biri, oraya gönderilecek subay heyetinin bu ülkedeki Türk ve Müslüman ahaliyle çok iyi ilişkiler kurması; ikincisi de, Afganistan’da Türklük ve Müslümanlık aleyhine faaliyet gösterecek bir partinin iktidara geçmesine engel olunmasıydı. Sonuçta o heyet Afganistan’a gitmiş ve görevini de harfiyen yerine getirmişti. Atatürk, aynı Afganistan’a ilk büyükelçi olarak da; Medine’yi, 30 Ekim 1918 ‘de imzalanan silah bırakışması anlaşması hükümlerini ve Halife-Padişah’ın buyruğunu tanımayarak, gücünün ve takatinin yettiği son ana kadar destansı bir kahramanlıkla savunmuş olan ve bu yüzden bütün İslam dünyasınca tanınıp sevilen Fahrettin Paşayı göndermişti
Demek ki Mustafa Kemal Paşa, en zayıf olduğu dönemde Türkiye’yi Afganistan’dan savunmayı düşünecek kadar uzak görüşlüydü.
Türkiye dünyanın her yerinden ve her yerinde savunulur; Türklerin ve Türk dostlarının olduğu heryerden: Türkiye’nin savunması dünyanın neresinde bir Türk varsa onun beyninde ve gönlünde başlar…
Parola budur…
Hanifi Altaş
Similar topics
» Türkiye’ye Yönelik Tehditler ve Türkiye Milli Birleşik Cephesi’nin İn
» Artık! arap baas faşizmi Türkiye'de!Türkiye bir arap ülkesi imiş gibi
» Peki bu servetin kaynağı nereden geliyor?
» Sevr’den BOP’a Türkiye
» IŞİD AMERİKA’NIN ORTADOĞU’DA KULLANDIĞI BİR MAŞADIR
» Artık! arap baas faşizmi Türkiye'de!Türkiye bir arap ülkesi imiş gibi
» Peki bu servetin kaynağı nereden geliyor?
» Sevr’den BOP’a Türkiye
» IŞİD AMERİKA’NIN ORTADOĞU’DA KULLANDIĞI BİR MAŞADIR
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz