ATATÜRKE SALDIRANLARA...
1 sayfadaki 1 sayfası
ATATÜRKE SALDIRANLARA...
Bir ulusu ayakta tutan iki önemli unsur vardır: birincisi dili, ikincisi tarihidir. Dil ve tarih bilincinden yoksun olan bir ulusun ekonomik altyapısı güçlü ve sağlam olsa dahi yok olmaya mahkumdur. Bu bilinçte ve dirayette bir devlet adamı olan Mustafa Kemal; özerk bir şekilde Türk Dil ve Tarih Kurumunu ve bunlara paralel olarak da Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesini kurmuştur.
Fakat ne yazık ki, 12 Eylül cuntası hem de “Atatürkçülük” adına ve O’nun vasiyetine karşın bu iki (TDK-TTK) kurumu kapatmıştır. Bu iki kurumun yerine Türk-İslam Sentezi anlayışında “Arap Ümmetçi”si teokratik ideolojik bazda kurum ikame edilmiştir. Anayasal resmiyet kazanan bu kuruma paralel; okullada zorunlu din dersi de konarak gericilik pekiştirilmiştir. Cumhuriyetin demokratik kazanımları yok edilmiş; Atatürkçülüğün içi Evren ve arkadaşları tarafından boşaltılmıştır. Aslında Atatürk’ün kurduğu demokratik cumhuriyeti yok etme eylemi DP iktidarları ile başlatılmıştır. NATO’ya girmemizle ve 1950 Demokrat Parti ile başlatılan ABD’ye bağımlı “ulusal Güvenlik Stratejisi”; SSCB’nin 1990’da çöküşü ile yeniden şekillenmeye başlanmıştır. “Milli Güvenlik Siyaset belgesi/Stratejisi” konsepti, Özal sonrası ve Demirel’in cumhurbaşkanlığına gelmesiyle; Batı Çalışma Grubu’nun uzun bir “toplum mühendisliği” çalışmaları sonucu “Devleti ve Toplumu Yeniden Yapılandırma Tasarımı” çerçevesinde “iç ve dış düşmanlar” yeniden tanımlanarak, devlet ve toplumun yüzü Avrupa Birliği’ne dönük olmak şartı ile MGK’da kabul edilir: MGSB, 2 kitapçık ve 10 ekten oluşan bir “Gizli Kararname” ile yürürlüğe girer. 28 Şubat müdahalesi bu belgenin uygulamasını hızlandırır ve “Yeni Dünya Düzeni” denilen sisteme entegrasyonu için bu süreç halen devam etmektedir. Ülkemizdeki “siyasal, sosyal, ekonomik kriz”e karşı mücadele edemeyen halkımız tutunacakları dal “din” olmaktadır. Bu durum karşısında “kaderci olan insanlarımız”ın dini duyguları ağır bastığından her şeye “ilahi adalet” diye boyun eğmektedir. Bu durumdan yararlanan “İrticai Hareketler” yayılma alanı bulmakta ve gün geçtikçe de, şartlara uyum sağlayarak farklı yapılarda örgütlenerek güçlenmektedir. Kader alın yazısı değildir: bunu yenmek ve koşulları değiştirmek; ülkemizin devrimci-demokrat kesimlerinin asıl görevi ve temel amacı olmalıdır.
Atatürk devrimleriyle başlayan ve kesintiye uğrayan; “Türk Kültürel Kimliği” demokratik kurum ve kuralları ile 21. yüzyılda olmamıza karşın henüz net bir şekilde ortaya konamamıştır. 300 milyonluk Türk Dünyası ölçeğinde ve ülkemizde bu handikap yaşanmaktadır.
Ünlü İngiliz tarihçisi Edward Hallt CARR; “Tarih Nedir?” sorusunu kısaca şöyle yanıtlamaktadır:
“Tarih biliminin amacını ve işini oluşturan ‘geçmişin anlaşılması’, bugünün ve geleceğin de daha iyi anlaşılmasını sağlar. Tarihsel süreç süreklidir; bugünün geleceğe nasıl yansıyabileceğini bilemezsek, geçmişin bugüne nasıl dönüştüğünü hiç anlayamayız...”
Tarih bilgisi tüm insanlığın hafızasıdır. Tarih bilinci artıkça insanlığın bilgi ve becerisi, deney birikimi artarak dağarcığı da dolar ve toplumsal akıl galebe çalar. Toplumsal belleğin zenginleşmesi sonucu; tarihsel olarak geçmişle gelecek ilişkilendirilerek yarınlar daha iyi biçimlendirilir. Bu kültürel birikimin sağlanmasının iki temel öğesi; dil ve tarih birliği ve bilincin yaşama geçirilmesi ile olur.
Mustafa Kemal’in dil ve tarih ile benzeri kurumları oluşturma fikriyatı; hangi tarihsel olaylardan kaynaklanmış ve hayatiyet kazanmıştır. bu fikri zeminin oluşumu belirleyen tarihi sürece dönerek bir göz atalım:
1. Türkler (100-920) dönem ve islamlaştıkları (920-1080) yıllarında Türkçe’den başka dil kullanmamışlardır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah (1072-1092)’dan itibaren Arapça’nın özellikle de Farsça’nın tesirinde kalınarak Türkçe unutulur. Selçuklu veziri Nizamü’l-mülk kendisi Şafi mezhebinde bir Farslı olduğu için devlet dilini Farsça olarak resmileştirir. Hanefi ve Şafi öğretisini temel alan Nizamiye adıyla medreseler kurar. İmam Gazali (ö.1111) gibi taassubtar kişileri de öğretmen atar. Nizamülmülk; Türkler üzerinde dini terör estirir. Nizari İsmaililerin (Alevilerin) ve Alamut Devleti Piri olan Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından Nizamülmülk; Ramazan 485/15 Ekim 1092’de öldürülür. Bu ölümden sonra Türk halkı biraz nefes alır. Büyük Selçuklu Sultanları geldikleri Türk soylarını, törelerini unutarak yabancılaşarak Farslaşmışlardır. Bundan dolayı milli duygulardan hareket eden Oğuzlar ayaklanarak Sultan Sancar’ı esir (1153) alırlar. Üç yıl Oğuzların elinde esir kalan Sancar; esaretten kurtulduktan bir yıl sonra, 91 yaşında 29 Nisan 1157’de ölür ve Büyük Selçuklu devletinin de sonu olur.
Anadolu Selçuklu Devleti (1077-1308)’de Farsça’yı devlet dili, ilim ve edebiyat dili olarak kabul etmişlerdir. Selçuklular dil ve töre olarak giderek Farslaşmışlardır. Anadolu Türkleri; esir ve hakir bir millet görülmeye başlanmıştır. Buna karşı Orta-Asya’dan kopup gelmiş olan Şamanist ve Heterodoks İslam olan Türkmen Beyleri, baba ve dedeleri karşı çıkarak Baba İlyas önderliğinde 1239/40 yıllarında isyan ederler. İsyan amacına ulaşamaz. Babailer; Frenk, Gürcü, keko gibi unsurlardan teşekkül eden bir Selçuklu ordusu tarafından kılıçtan geçirilerek, 4.000 Türkmen öldürülür.
1243 Kösedağ savaşında Selçuklu’ların Moğollara yenilgisi temel nedeni Türkleri devlet erkinden dışlamaları ve kendi halkına yabancılaşmasından kaynaklanmaktadır.
Babai yenilgisinden sonra Sulucakarahüyük’de faaliyet geçen Babai pirlerinden Hünkar Hacı Bektaş Veli; Moğol istilasına ve kukla Selçuklu yönetimine karşı direniş başlatarak; “Türklerin birlik ve dirliğini” yetiştirdiği ve Anadolu’nun her tarafına gönderdiği 360 halifesi vasıtası ile sağlamaya çalışır. Hacı Bektaş Veli politik stratejisini Baba İlyas’ın halifelerinden Nure Sufi’nin torunu Karamanoğlu Mehmet Bey vasıtası ile uygulamaya koyar. Mehmet Bey giderek güçlenir. Konya Selçuklu tahtını ele 14 Mayıs 1277’de geçirerek; II. İzzeddin’in oğlu Siyavuş (Cimri)’u sultan ilan eder kendisi de Başvezir olur. “Türk Edebiyatı Tarihi” yazarı Seyyit Kemal şöyle demektedir: Hacı Bektaş Veli’nin çok önem verdiği Türk dili konusunda Karamanoğlu Mehmet Bey ile görüşerek etkiler. Bunun sonucu olarak da iktidarı ele geçirdikten sonra, 15 Mayıs 1277 tarihinde yayınladığı bir fermanla:
“BUGÜNDEN SONRA, DİVANDA, DERGAHTA, BARIGAHTA, MECLİSTE, MEYDANDA, TÜRKÇE’DEN BAŞKA DİL KULLANILMAYACAKTIR”
Buyruğunu verir ve uygulatır. Aşık Paşa; nesnel durumu şöyle dile getirmektedir:
“Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi o dilleri.”
Türkçe’nin ve Türk ulusunun bu kaderini Mehmet Bey değiştirir. 1277’den Karamanoğlu beyliği’nin Osmanlılar tarafından ortadan kaldırıncaya dek; 888/1493 Şubat’ına kadar, Türkçe resmi dil olur. Karaman Beyliği ortadan kalkar ve Osmanlı Eyaleti olarak 906/1500 yılında tahrire tabi tutulur. Türkçe; 1923’e kadar Resmi dil olmaktan çıkar, sadece halkın dili olur. Fatih Sultan Mehmet; Rum Mehmet Paşa; Karaman Beyliğini almakla görevlendirilir. O da bölgeyi aldıktan sonra Türklere kıyım ve zulüm yapar. Çoğu Rumeli’ye sürgüne gönderilir.
Fransız yazar Alphonse Daudet (1840-1897): “Dilini unutmayan bir millet yok olamaz. Esir dahi olsa, diline sahip olduğu müddetçe, zindanının anahtarı kendi elinde demektir Bir gün elindeki anahtarla zindanın kapısını açar, dışarı çıkar ve hürriyetine kavuşur” diyor. İşte Türkçe’yi esaretten; Kızılbaş Türkmen Nure Sufi’nin torunlarından Karaman oğlu Mehmet Bey’den sonra aynı kanı ve geni taşıyan Mustafa Kemal Atatürk; Cumhuriyeti kurarak, Türkçe’yi zindandan çıkararak özgürlüğüne kavuşturmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk soy itibari ile baba ve ana tarafından Karaman Oğullarındandır. Osmanlılar Karamanoğlu Beyliği’ne son verince, buradaki Türkmenlerin bir kısmını zorla bugünkü Makedonya ve Yunanistan’a iskan ettirmiştir. Karaman Oğulları; Oğuzların Avşar Boyuna mensupturlar. Karamanoğullarının atası “Nure Sofi” Baba İlyas’ın halifelerinden olup, Hacı Bektaş’ın pirdaşıdır. Atatürk’ün babasının ataları da 15. yüzyılda Konya-Karaman bölgesinden, 1466 yıllarında bugünkü Makedonya’nın Jupa Bölgesi Kocacık Köyü’ne iskan edilir. “Kocacık Yörükan Taifesi” denilen bu Türkmen topluluğu yerleştikleri yeni köylerine de “Kocacık” derler. Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey de bu köyde doğar. Karamanoğlular’ı Kızılbaş oldukları için Mekodonya’da da Atatürk’ün ataları inanç ve geleneklerini Bektaşi olarak devam ettirirler. Ali Rıza Bey; Selanik’teki döneminde Mithat Paşa’nın başını çektiği “Meşrutiyetçi Gizli Örgüt” içinde yer alır. Atatürk’ün annesinin ataları da, Karaman yöresinden giden Türkmenlerden olan Sofuzade Feyzullah Efendi’nin kızı Zübeyde hanımdır. Karamanoğullarının tarihsel genetik belleği Atatürk ile birlikte dışa vurumla ortaya çıkarak; Cumhuriyetin kuruluşu ile “Dil ve Tarih Devrimi” ile hayatiyet kazanmıştır.
TARİHÇİLERİN TÜRKMEN HAREKETLERİNİ
DEĞERLENDİRMELERİ:
Prof. Fuat Köprülü; Babailer İsyanını, “Siyah libaslı, kızıl börklü, ayakları çarıklı” Türkmenlerin, Karamanoğlu’nun komutasında Konya’yı istila etmelerini, Bektaşilik ceryanını, Safevi İmparatorluğunun kurulmasını, Heterodoks Göçebe hareketleri olarak değerlendirmektedir. Horosan’da, Selçuklu İmparatoru Sancar’a isyan eden Türkmenleri de aynı sosyal tipi temsil eden zümreler olarak söylemektedir.
Gazi ruhunu kamçılayan unsurlar ise; Türkmen Şeyleri, Baba ve Dedelerinin doktrini olan Horasan geleneğine özgü; Heterodoks İslam-Türk tasavvufu idi. 1237/8’i Alaeddin Keykubat sonrası devlet yönetiminden dışlanan Türk beyleri ve Heterodoks İslam Babaları; Acem görünümlü yönetime ve Fars kültürüne reaksiyoner olarak; zulme ve baskılara, adaletsizliğe karşı isyan hareketi olan Babai örgütlenmesini alternatif olarak yapılandırarak “Devlet Erki”ni sahiplenmek adına ortaya çıkmışlardır. Babai hareketi yenilgiye uğrasa da uzantıları olan Ahilerin direnişi, Cimri olayı gibi hareketler yerel ve genel düzeyde devam etmiştir.
Prof. Dr Osman Turan şöyle demektedir: Özünden kopmuş Selçuklu yönetimi ise; keko, Gürcü, Rum, Ermeni asillerini ve Frenk şövalyelerinin oluşturduğu kuvvetlerle Babai Türkmenlerini ancak yenebilmişlerdir. Fakat bu hareket; “Türk dirlik ve birliğini” sağlama yönünden fikri bir harekatın babası olarak; Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu sağlamışlardır. Bu anlayışın ürünü ve hedefi olarak da; Babai İsyanı’na katılan “kolonizatör Türk Dervişleri”ni, Şeyhleri, Babaları, Dedeleri, Abdalları, Ahileri, Bacılar örgütünü; Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ÖNCÜ olarak görmektedir...
II. Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922)’nun kuruluş sürecinde Türkmen boy ve oymak beylerinin, babalarının, dedelerinin, şeyhlerinin, dervişlerinin önemli işlevleri vardır. Beylik’ten imparatorluğa 150 yıllık geçiş sürecinde aşama aşama Alevi Türkmen Beyleri, İnanç önderleri ve toplulukları “Devletin Yapısı”ndan tasfiye edilmişlerdir. Türkmenler oymakları “Bir İskan ve kolonizasyon metodu olarak” sınır boylarına sürülerek zorunlu yerleşime tabi tutulmuşlardır. Türkmenlerin sürüldükleri yerlere ise, Güneydoğu Anadolu, Suriye ve Irak bölgelerinden Şafii keko Aşiretleri getirilerek yerleştirilmiştir. Osmanlı İmparatorluk haline gelip coğrafi olarak genişledikçe, yüzlerce ulusu ve kavimleri devletin sınırları içine aldığında esas kurucu unsur olan Türkler; “siyasi daire”nin dışına atılmışlardır. İmparatorluğu yöneten ve devşirmelerden oluşan yeni bir sınıf doğmuştur. Devleti idare eden devşirme-dönmelerle, idare olunan Türkmenler olarak iki ayrı sınıf haline gelinir. İmparatorluk içindeki diğer uluslar ise, idari sistemde bir nevi yarı özerk halde idiler. Yönetimde bulunan dönme bütün kozmopolitler Osmanlı denen esas sınıfını, idare edilen Türkler de tebayı teşkil ediyorlardı. Osmanlı sınıfını temsil eden dönmeler kendilerini “Millet-i Hakime” olarak gördüklerinden, Türkler’i “Millet-i Mahkure” olarak telakki ediyorlardı. Osmanlılar; Türklere “Etrak-ı Bi-idrâk, Edrak-ı napak, Türk-i sütürk” diyorlardı Yani, “akılsız, kaba, pis, eşek Türk” gibi sözlerle aşağılıyorlardı. Kızılbaş-Türklere de “rafizi, zındık, mülhid gibi yaftalar takıyorlardı. Türkmen şeyhleri, dedeleri, babaları, abdallar ve ozanları Osmanlıların bu aşağılamalarına ve baskılarına karşı; şiir ve tasavvufi öğretileri ile “Türklük Şuuru”nu halka anlatarak ezilmişliklerini unutturmaya çalışıyorlar ya da ulusal bir direnişe geçiriyorlardı. Osmanlı yönetiminden gelen Şeyh Bedrettin ile yardımcıları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in, “Halkçı Ulusal Direnişleri” Beyazıt Paşa güçlerince Bizanç Tarihçisi Dukas’ın ifadesine göre; “kadın, çocuk, yaşıl demeden merhametsizce kılıçtan geçirilir.”
Prof. Fuat Köprülü; “Osmanlı: bir ırkı, kavmi, ifade etmediğini; etnik bir terim olmayıp siyasi bir kavramı anlatmaktadır. Selçukluların bir parçası olan Osmanlılar da onlar gibi Oğuzlar’dan olup bir Türk boyudur.” demektedir. Fakat sonradan Türklük mevhumunu unutmuştur. Osmanlı ülkesinde toplumsal doku şudur: Osmalı beyliğini, devletini, imparatorluğunu kuran, uğrunda canını veren, külfetini çeken, fedakarlık ve feragat gösteren, asırlarca devleti kutsal kabul edip omuzlarında taşıyan, utkuların sahibi, Türk halkıdır. Ama, Osmanlılar bu çilekeş Türk halkını yok saymıştır. Külfetini Türk halkı çekmiş, nimetini padişahlar büyük çoğuluğu dönme-Devşirme olan Sadrazamlar, Vezirler, Sünni Ümera ve Ulemalar Saray ve Enderun aristokrasisi, kapıkulu zümresi paylaşmıştır. Bu Osmanlı elit zümresi hiçbir zaman Türklük bilinci ve ırksal mensubiyet duygusuyla hareket etmemişlerdir. Özellikle de Fatih Sultan Mehmet (1451-1481)’in İstanbul’u aldıktan sonra ben Türk’üm diyen bir padişah, ya da sadrazam, vezir, beylerbeyi, paşa gibi sivil ve asker sesi duyulmamıştır. İstanbul fethi akabinde Türk vezirler görevden alınarak yerlerine; Sadrazam Rum Zağanos Paşa ile birlikte Hırvat, Sırp, Ermeni, Rum, Arnavut, Boşnak, Bulgar gibi dönme devşirmelerden (Enderunlu) 34 vezir atanmıştır. Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa, Türk olduğu için görevlerinden alındıktan sonra idam edilmiştir. Bizans’ın tüm müesseselerini Osmanlı Devletine adapte edilmiştir. Fatih kendi kardeşlerinin katliamı için özel kanun çıkarmış, Şeyhülislama da dine uygunluğu konusunda fetva almıştır. Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun Okulları’na Türkler alınmamışlardır. Osmanlı; Türk halkını yalnız savaşlarda can vermek ya da vergilerini almak için hatırlamıştır. Türk olmayı hakaret olarak adletmişler. Osmalı, Araplar’ı kutsal “üstün ırk” saydıklarından Arap milliyetçiliği olan “Ümmetçilik” anlayışı ile “kimlikleri ve kişilikleri” süreç içinde erozyona uğrayarak eriyip yok olmuştur. Osmanlı yöneticilerinin uyduruk dilleri, Osmanlıca’nın da idari mekanizmanın erimesinde en önemli unsur olmuştur.
Bayındır Türkmenleri’nin Doğu Anadolu, Azerbaycan, Irak ve İran bölgesinde kurdukları Akkoyunlu Devleti dili resmen Türkçe idi. Kuran’ı Türkçeleştirmiş ibadetleri Türk törelerine uygun hale getirmişlerdir. Fatih Sultan Otlukbeli’nde 11 Ağustos 1473’de Akkoyunlu beyi Uzun Hasan’ı yenerek esir alınan binlerce Türk’ü kılıçtan geçirir. Savaş dönüşünde Fatih Sultan; elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorar, o da öldürülen Türkler’in kulaklarını keserek küpelerini topladığını söyler. Bunun üzerine Fatih, işine devam etmesini buyurur.
III. Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in Osmanlı tahtına geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları hat safhaya varır. 24 Ağustos 1514’deki Şah İsmail ile Yavuz Selim arasında geçen Çaldıran Savaşı öncesi 40 bin üzerinde Kızılbaş Türkmen katledilir. Savaş meydanında öldürülen Türkmenler hariç...
Prof. Dr. Faruk Sümer; Safevi Devleti’nin Osmanlılardan daha Türk çok bir Türk Devleti olduğunu söyleyerek: Safevi Devletinin kurucuları; Anadolu Kızılbaş Türk oymaklarıdır. Devletin resmi dili Türkçe’dir. On iki hayvanlı Türk Takvimini kullanmaktadırlar. Askeri teşkilatlanmaları Türk sistemidir. Edebiyatı vb. yazı sistemleri Türkçe’dir... demektedir ki, bütün kaynaklar bu hususu doğrulamaktadır.
Yavuz Selim’e kadar Doğu Anadolu’da Türkmen hakimiyeti vardır. Yavuz ise; Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından keko mollası Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Doğu ve Güney Anadolu’da Türkmenler katledilmişler, kurtulanlar ise Azerbaycan’a kaçmışlardır. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları; Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris-i Bitlisi doldurarak keko Aşiret reisine ve ağalarına vermiştir. Böylelikle bugünkü doğudaki feodalizmin temelleri atılmıştır.
Yavuz döneminde Osmanlı yönetiminde görev alan İdris Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa ile keko Aşiret Ağaları’nın durumları için; bugün keko gruplarından KOMKAR belgeli olarak şöyle demektedir ki çok ilginçtir:
“1535’lerde böyle bir icazet vererek, beylik topraklarının bölünmesini kolaylaştırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman fermannamesinde aynen şöyle diyor: “-Bey öldüğünde, eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile Mülkname’yi Humayun uyarınca oğlu bir ise, O’na kalacak, eğer müteadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kardar ila ebeddevran mutaarrıf olacaklardır. Eğer Bey, varissiz, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir.” (Hükmi Şerif, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 11960 sayı, İstanbul) keko-Osmanlı Andlaşması’nın mimari Mevlana İdris’tir. Bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim’dir. İkisi de 1520’de maalesef ölmüşlerdir. Sultan Selim, Mevlana İdris’e; “-Git Kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler” demişti. Mevlana İdris ise, keko beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi Sultan’dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa’yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi. Diyarbakırlı bir keko olan Bıyıklı Mehmed Paşa da çok erken gitti ve bundan sonra “Kürdistan Eyaleti Başkenti’ne” Mekadonlu komutanlar gelmeye başladı. Kanuni Sultan Süleyman, bilerek veya bilmeyerek 1533-34’lerde, Bitlis’i Şeref Han’dan alıp, bir fermanla Ulame Tekelu’ya veriyor. Direnen Bitlis Beyi’nin üstüne, Diyarbekir Beylerbeyi ve kuvvetleri ile bütün Kürdistan beylerinin kuvvetlerini de katıyor ve Ulame’yi başkomutan olarak atıyor. Aynı Sultan, 1535’lerde Bağdat seferini yaptıktan sonra Kürtler’i tanımaya başlıyor veya bunlarsız bir şey yapamayacağını anlayarak, babasının Amasya’da imzaladığı anlaşmaya yukarda verdiğim arşiv numaralı “Hükm-i Şerif-i” yayınlıyor. Neticeye baktığımızda, Kürdistan hükümdarları, çoğunlukla topraklarını bölmemiş ve statülerini 1850’lere kadar getirmişlerdir.”
Aynı grubun siyasi örgütünün başı Alevi kökenli Kemal Burkay ve Munzur Çem gibileri; bu iki Osmanlı kekoün Alevileri katletmesini görmezlikten gelerek, Alevi Tarihini yok sayarak “öteki tarih” dedikleri uydurma bir “keko Tarihi” yaratmaya çalışıyorlar. Tunceli Ovacık’ta “üçlü keko İttifakı” olan: Bıyıklı Mehmet Paşa, İdris Bitlisi ve Palu Beyi Cemşid’in; on binlerce Kzılbaşı kesmesine; aynı bölgenin adamları Kürtlük İdeolojileri adına ses çıkarmamaktadırlar. Ahlaki olarak bu çifte standart davranışlarına ne demek gerektiğine okuyucular karar versin!
Yavuz Selim’in önce Erzincan Valiliği’ne atadığı, sonradan da bütün doğu ve güney doğuya bakmak kaydı ile Diyarbakır Eyaletine getirdiği Diyarbakır’lı keko Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı Bitlisli Molla İdris; bütün bölgeyi Türkler’den temizlerler ve YÜZBİN Kızılbaş Türk’ü katlederler. Bölgeden kaçamayan Türkler de kendilerini keko olduklarını söyleyerek kalırlar, baskılar sonucu gerçekten Kürtleşirler. Doğu sınırlarını Türklere kapatan Yavuz; korumalığını da keko aşiretlerine bırakır. 1517’de Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74.ncü İslam Halifesi olması ile Sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve İslam Devlet kimliği oluşur. Bu tarihten sonra Araplar, Osmanlı Devleti’nin yaşamı boyunca diğer halklardan üstün ve gözde konumlarına devam ederler. Türkler arasında Yavuz adı Yezit ile özdeşleşir ve lanetle anılır olur.
IV. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu bir zamandır. Ama Türkler açısından bir şey değişmez. Yine bu dönemde zulüm, şiddet ve katliamlar devam eder. keko kökenli Ebussuud Efendi (1545-1574)’in Şeyhülislam olmasıyla ve 30 yılda verdiği fetvalarla “Osmanlı toplum yaşamını” belirler ve Kızılbaş Türkmen katliamı, “Sünni Şeriatı”na göre meşruluk kazandırır. Yedi Kızılbaş öldürene “Cennetin Anahtarı” verilir. Bugün Sünni din adamları tarafından huşu ile anılarak “evliya mertebesi”ne çıkarılan Ebussuud Efendi, Türk katliamcısı, yobaz, lanet okunacak bir zalim ve cellattan kişidir.
Hırvat kökenli ve nakşibendi tarikatından Kuyucu Murat Paşa 6.12. 1606’da sadrazam olduktan hemen sonra Anadolu’da geniş çaplı Alevi katliamı harekatı başlatır. 155 bin Alevi Türkmeni diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Paşa üç yıl terör estirir.
Fakat ne yazık ki, 12 Eylül cuntası hem de “Atatürkçülük” adına ve O’nun vasiyetine karşın bu iki (TDK-TTK) kurumu kapatmıştır. Bu iki kurumun yerine Türk-İslam Sentezi anlayışında “Arap Ümmetçi”si teokratik ideolojik bazda kurum ikame edilmiştir. Anayasal resmiyet kazanan bu kuruma paralel; okullada zorunlu din dersi de konarak gericilik pekiştirilmiştir. Cumhuriyetin demokratik kazanımları yok edilmiş; Atatürkçülüğün içi Evren ve arkadaşları tarafından boşaltılmıştır. Aslında Atatürk’ün kurduğu demokratik cumhuriyeti yok etme eylemi DP iktidarları ile başlatılmıştır. NATO’ya girmemizle ve 1950 Demokrat Parti ile başlatılan ABD’ye bağımlı “ulusal Güvenlik Stratejisi”; SSCB’nin 1990’da çöküşü ile yeniden şekillenmeye başlanmıştır. “Milli Güvenlik Siyaset belgesi/Stratejisi” konsepti, Özal sonrası ve Demirel’in cumhurbaşkanlığına gelmesiyle; Batı Çalışma Grubu’nun uzun bir “toplum mühendisliği” çalışmaları sonucu “Devleti ve Toplumu Yeniden Yapılandırma Tasarımı” çerçevesinde “iç ve dış düşmanlar” yeniden tanımlanarak, devlet ve toplumun yüzü Avrupa Birliği’ne dönük olmak şartı ile MGK’da kabul edilir: MGSB, 2 kitapçık ve 10 ekten oluşan bir “Gizli Kararname” ile yürürlüğe girer. 28 Şubat müdahalesi bu belgenin uygulamasını hızlandırır ve “Yeni Dünya Düzeni” denilen sisteme entegrasyonu için bu süreç halen devam etmektedir. Ülkemizdeki “siyasal, sosyal, ekonomik kriz”e karşı mücadele edemeyen halkımız tutunacakları dal “din” olmaktadır. Bu durum karşısında “kaderci olan insanlarımız”ın dini duyguları ağır bastığından her şeye “ilahi adalet” diye boyun eğmektedir. Bu durumdan yararlanan “İrticai Hareketler” yayılma alanı bulmakta ve gün geçtikçe de, şartlara uyum sağlayarak farklı yapılarda örgütlenerek güçlenmektedir. Kader alın yazısı değildir: bunu yenmek ve koşulları değiştirmek; ülkemizin devrimci-demokrat kesimlerinin asıl görevi ve temel amacı olmalıdır.
Atatürk devrimleriyle başlayan ve kesintiye uğrayan; “Türk Kültürel Kimliği” demokratik kurum ve kuralları ile 21. yüzyılda olmamıza karşın henüz net bir şekilde ortaya konamamıştır. 300 milyonluk Türk Dünyası ölçeğinde ve ülkemizde bu handikap yaşanmaktadır.
Ünlü İngiliz tarihçisi Edward Hallt CARR; “Tarih Nedir?” sorusunu kısaca şöyle yanıtlamaktadır:
“Tarih biliminin amacını ve işini oluşturan ‘geçmişin anlaşılması’, bugünün ve geleceğin de daha iyi anlaşılmasını sağlar. Tarihsel süreç süreklidir; bugünün geleceğe nasıl yansıyabileceğini bilemezsek, geçmişin bugüne nasıl dönüştüğünü hiç anlayamayız...”
Tarih bilgisi tüm insanlığın hafızasıdır. Tarih bilinci artıkça insanlığın bilgi ve becerisi, deney birikimi artarak dağarcığı da dolar ve toplumsal akıl galebe çalar. Toplumsal belleğin zenginleşmesi sonucu; tarihsel olarak geçmişle gelecek ilişkilendirilerek yarınlar daha iyi biçimlendirilir. Bu kültürel birikimin sağlanmasının iki temel öğesi; dil ve tarih birliği ve bilincin yaşama geçirilmesi ile olur.
Mustafa Kemal’in dil ve tarih ile benzeri kurumları oluşturma fikriyatı; hangi tarihsel olaylardan kaynaklanmış ve hayatiyet kazanmıştır. bu fikri zeminin oluşumu belirleyen tarihi sürece dönerek bir göz atalım:
1. Türkler (100-920) dönem ve islamlaştıkları (920-1080) yıllarında Türkçe’den başka dil kullanmamışlardır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah (1072-1092)’dan itibaren Arapça’nın özellikle de Farsça’nın tesirinde kalınarak Türkçe unutulur. Selçuklu veziri Nizamü’l-mülk kendisi Şafi mezhebinde bir Farslı olduğu için devlet dilini Farsça olarak resmileştirir. Hanefi ve Şafi öğretisini temel alan Nizamiye adıyla medreseler kurar. İmam Gazali (ö.1111) gibi taassubtar kişileri de öğretmen atar. Nizamülmülk; Türkler üzerinde dini terör estirir. Nizari İsmaililerin (Alevilerin) ve Alamut Devleti Piri olan Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından Nizamülmülk; Ramazan 485/15 Ekim 1092’de öldürülür. Bu ölümden sonra Türk halkı biraz nefes alır. Büyük Selçuklu Sultanları geldikleri Türk soylarını, törelerini unutarak yabancılaşarak Farslaşmışlardır. Bundan dolayı milli duygulardan hareket eden Oğuzlar ayaklanarak Sultan Sancar’ı esir (1153) alırlar. Üç yıl Oğuzların elinde esir kalan Sancar; esaretten kurtulduktan bir yıl sonra, 91 yaşında 29 Nisan 1157’de ölür ve Büyük Selçuklu devletinin de sonu olur.
Anadolu Selçuklu Devleti (1077-1308)’de Farsça’yı devlet dili, ilim ve edebiyat dili olarak kabul etmişlerdir. Selçuklular dil ve töre olarak giderek Farslaşmışlardır. Anadolu Türkleri; esir ve hakir bir millet görülmeye başlanmıştır. Buna karşı Orta-Asya’dan kopup gelmiş olan Şamanist ve Heterodoks İslam olan Türkmen Beyleri, baba ve dedeleri karşı çıkarak Baba İlyas önderliğinde 1239/40 yıllarında isyan ederler. İsyan amacına ulaşamaz. Babailer; Frenk, Gürcü, keko gibi unsurlardan teşekkül eden bir Selçuklu ordusu tarafından kılıçtan geçirilerek, 4.000 Türkmen öldürülür.
1243 Kösedağ savaşında Selçuklu’ların Moğollara yenilgisi temel nedeni Türkleri devlet erkinden dışlamaları ve kendi halkına yabancılaşmasından kaynaklanmaktadır.
Babai yenilgisinden sonra Sulucakarahüyük’de faaliyet geçen Babai pirlerinden Hünkar Hacı Bektaş Veli; Moğol istilasına ve kukla Selçuklu yönetimine karşı direniş başlatarak; “Türklerin birlik ve dirliğini” yetiştirdiği ve Anadolu’nun her tarafına gönderdiği 360 halifesi vasıtası ile sağlamaya çalışır. Hacı Bektaş Veli politik stratejisini Baba İlyas’ın halifelerinden Nure Sufi’nin torunu Karamanoğlu Mehmet Bey vasıtası ile uygulamaya koyar. Mehmet Bey giderek güçlenir. Konya Selçuklu tahtını ele 14 Mayıs 1277’de geçirerek; II. İzzeddin’in oğlu Siyavuş (Cimri)’u sultan ilan eder kendisi de Başvezir olur. “Türk Edebiyatı Tarihi” yazarı Seyyit Kemal şöyle demektedir: Hacı Bektaş Veli’nin çok önem verdiği Türk dili konusunda Karamanoğlu Mehmet Bey ile görüşerek etkiler. Bunun sonucu olarak da iktidarı ele geçirdikten sonra, 15 Mayıs 1277 tarihinde yayınladığı bir fermanla:
“BUGÜNDEN SONRA, DİVANDA, DERGAHTA, BARIGAHTA, MECLİSTE, MEYDANDA, TÜRKÇE’DEN BAŞKA DİL KULLANILMAYACAKTIR”
Buyruğunu verir ve uygulatır. Aşık Paşa; nesnel durumu şöyle dile getirmektedir:
“Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi o dilleri.”
Türkçe’nin ve Türk ulusunun bu kaderini Mehmet Bey değiştirir. 1277’den Karamanoğlu beyliği’nin Osmanlılar tarafından ortadan kaldırıncaya dek; 888/1493 Şubat’ına kadar, Türkçe resmi dil olur. Karaman Beyliği ortadan kalkar ve Osmanlı Eyaleti olarak 906/1500 yılında tahrire tabi tutulur. Türkçe; 1923’e kadar Resmi dil olmaktan çıkar, sadece halkın dili olur. Fatih Sultan Mehmet; Rum Mehmet Paşa; Karaman Beyliğini almakla görevlendirilir. O da bölgeyi aldıktan sonra Türklere kıyım ve zulüm yapar. Çoğu Rumeli’ye sürgüne gönderilir.
Fransız yazar Alphonse Daudet (1840-1897): “Dilini unutmayan bir millet yok olamaz. Esir dahi olsa, diline sahip olduğu müddetçe, zindanının anahtarı kendi elinde demektir Bir gün elindeki anahtarla zindanın kapısını açar, dışarı çıkar ve hürriyetine kavuşur” diyor. İşte Türkçe’yi esaretten; Kızılbaş Türkmen Nure Sufi’nin torunlarından Karaman oğlu Mehmet Bey’den sonra aynı kanı ve geni taşıyan Mustafa Kemal Atatürk; Cumhuriyeti kurarak, Türkçe’yi zindandan çıkararak özgürlüğüne kavuşturmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk soy itibari ile baba ve ana tarafından Karaman Oğullarındandır. Osmanlılar Karamanoğlu Beyliği’ne son verince, buradaki Türkmenlerin bir kısmını zorla bugünkü Makedonya ve Yunanistan’a iskan ettirmiştir. Karaman Oğulları; Oğuzların Avşar Boyuna mensupturlar. Karamanoğullarının atası “Nure Sofi” Baba İlyas’ın halifelerinden olup, Hacı Bektaş’ın pirdaşıdır. Atatürk’ün babasının ataları da 15. yüzyılda Konya-Karaman bölgesinden, 1466 yıllarında bugünkü Makedonya’nın Jupa Bölgesi Kocacık Köyü’ne iskan edilir. “Kocacık Yörükan Taifesi” denilen bu Türkmen topluluğu yerleştikleri yeni köylerine de “Kocacık” derler. Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey de bu köyde doğar. Karamanoğlular’ı Kızılbaş oldukları için Mekodonya’da da Atatürk’ün ataları inanç ve geleneklerini Bektaşi olarak devam ettirirler. Ali Rıza Bey; Selanik’teki döneminde Mithat Paşa’nın başını çektiği “Meşrutiyetçi Gizli Örgüt” içinde yer alır. Atatürk’ün annesinin ataları da, Karaman yöresinden giden Türkmenlerden olan Sofuzade Feyzullah Efendi’nin kızı Zübeyde hanımdır. Karamanoğullarının tarihsel genetik belleği Atatürk ile birlikte dışa vurumla ortaya çıkarak; Cumhuriyetin kuruluşu ile “Dil ve Tarih Devrimi” ile hayatiyet kazanmıştır.
TARİHÇİLERİN TÜRKMEN HAREKETLERİNİ
DEĞERLENDİRMELERİ:
Prof. Fuat Köprülü; Babailer İsyanını, “Siyah libaslı, kızıl börklü, ayakları çarıklı” Türkmenlerin, Karamanoğlu’nun komutasında Konya’yı istila etmelerini, Bektaşilik ceryanını, Safevi İmparatorluğunun kurulmasını, Heterodoks Göçebe hareketleri olarak değerlendirmektedir. Horosan’da, Selçuklu İmparatoru Sancar’a isyan eden Türkmenleri de aynı sosyal tipi temsil eden zümreler olarak söylemektedir.
Gazi ruhunu kamçılayan unsurlar ise; Türkmen Şeyleri, Baba ve Dedelerinin doktrini olan Horasan geleneğine özgü; Heterodoks İslam-Türk tasavvufu idi. 1237/8’i Alaeddin Keykubat sonrası devlet yönetiminden dışlanan Türk beyleri ve Heterodoks İslam Babaları; Acem görünümlü yönetime ve Fars kültürüne reaksiyoner olarak; zulme ve baskılara, adaletsizliğe karşı isyan hareketi olan Babai örgütlenmesini alternatif olarak yapılandırarak “Devlet Erki”ni sahiplenmek adına ortaya çıkmışlardır. Babai hareketi yenilgiye uğrasa da uzantıları olan Ahilerin direnişi, Cimri olayı gibi hareketler yerel ve genel düzeyde devam etmiştir.
Prof. Dr Osman Turan şöyle demektedir: Özünden kopmuş Selçuklu yönetimi ise; keko, Gürcü, Rum, Ermeni asillerini ve Frenk şövalyelerinin oluşturduğu kuvvetlerle Babai Türkmenlerini ancak yenebilmişlerdir. Fakat bu hareket; “Türk dirlik ve birliğini” sağlama yönünden fikri bir harekatın babası olarak; Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu sağlamışlardır. Bu anlayışın ürünü ve hedefi olarak da; Babai İsyanı’na katılan “kolonizatör Türk Dervişleri”ni, Şeyhleri, Babaları, Dedeleri, Abdalları, Ahileri, Bacılar örgütünü; Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ÖNCÜ olarak görmektedir...
II. Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922)’nun kuruluş sürecinde Türkmen boy ve oymak beylerinin, babalarının, dedelerinin, şeyhlerinin, dervişlerinin önemli işlevleri vardır. Beylik’ten imparatorluğa 150 yıllık geçiş sürecinde aşama aşama Alevi Türkmen Beyleri, İnanç önderleri ve toplulukları “Devletin Yapısı”ndan tasfiye edilmişlerdir. Türkmenler oymakları “Bir İskan ve kolonizasyon metodu olarak” sınır boylarına sürülerek zorunlu yerleşime tabi tutulmuşlardır. Türkmenlerin sürüldükleri yerlere ise, Güneydoğu Anadolu, Suriye ve Irak bölgelerinden Şafii keko Aşiretleri getirilerek yerleştirilmiştir. Osmanlı İmparatorluk haline gelip coğrafi olarak genişledikçe, yüzlerce ulusu ve kavimleri devletin sınırları içine aldığında esas kurucu unsur olan Türkler; “siyasi daire”nin dışına atılmışlardır. İmparatorluğu yöneten ve devşirmelerden oluşan yeni bir sınıf doğmuştur. Devleti idare eden devşirme-dönmelerle, idare olunan Türkmenler olarak iki ayrı sınıf haline gelinir. İmparatorluk içindeki diğer uluslar ise, idari sistemde bir nevi yarı özerk halde idiler. Yönetimde bulunan dönme bütün kozmopolitler Osmanlı denen esas sınıfını, idare edilen Türkler de tebayı teşkil ediyorlardı. Osmanlı sınıfını temsil eden dönmeler kendilerini “Millet-i Hakime” olarak gördüklerinden, Türkler’i “Millet-i Mahkure” olarak telakki ediyorlardı. Osmanlılar; Türklere “Etrak-ı Bi-idrâk, Edrak-ı napak, Türk-i sütürk” diyorlardı Yani, “akılsız, kaba, pis, eşek Türk” gibi sözlerle aşağılıyorlardı. Kızılbaş-Türklere de “rafizi, zındık, mülhid gibi yaftalar takıyorlardı. Türkmen şeyhleri, dedeleri, babaları, abdallar ve ozanları Osmanlıların bu aşağılamalarına ve baskılarına karşı; şiir ve tasavvufi öğretileri ile “Türklük Şuuru”nu halka anlatarak ezilmişliklerini unutturmaya çalışıyorlar ya da ulusal bir direnişe geçiriyorlardı. Osmanlı yönetiminden gelen Şeyh Bedrettin ile yardımcıları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in, “Halkçı Ulusal Direnişleri” Beyazıt Paşa güçlerince Bizanç Tarihçisi Dukas’ın ifadesine göre; “kadın, çocuk, yaşıl demeden merhametsizce kılıçtan geçirilir.”
Prof. Fuat Köprülü; “Osmanlı: bir ırkı, kavmi, ifade etmediğini; etnik bir terim olmayıp siyasi bir kavramı anlatmaktadır. Selçukluların bir parçası olan Osmanlılar da onlar gibi Oğuzlar’dan olup bir Türk boyudur.” demektedir. Fakat sonradan Türklük mevhumunu unutmuştur. Osmanlı ülkesinde toplumsal doku şudur: Osmalı beyliğini, devletini, imparatorluğunu kuran, uğrunda canını veren, külfetini çeken, fedakarlık ve feragat gösteren, asırlarca devleti kutsal kabul edip omuzlarında taşıyan, utkuların sahibi, Türk halkıdır. Ama, Osmanlılar bu çilekeş Türk halkını yok saymıştır. Külfetini Türk halkı çekmiş, nimetini padişahlar büyük çoğuluğu dönme-Devşirme olan Sadrazamlar, Vezirler, Sünni Ümera ve Ulemalar Saray ve Enderun aristokrasisi, kapıkulu zümresi paylaşmıştır. Bu Osmanlı elit zümresi hiçbir zaman Türklük bilinci ve ırksal mensubiyet duygusuyla hareket etmemişlerdir. Özellikle de Fatih Sultan Mehmet (1451-1481)’in İstanbul’u aldıktan sonra ben Türk’üm diyen bir padişah, ya da sadrazam, vezir, beylerbeyi, paşa gibi sivil ve asker sesi duyulmamıştır. İstanbul fethi akabinde Türk vezirler görevden alınarak yerlerine; Sadrazam Rum Zağanos Paşa ile birlikte Hırvat, Sırp, Ermeni, Rum, Arnavut, Boşnak, Bulgar gibi dönme devşirmelerden (Enderunlu) 34 vezir atanmıştır. Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa, Türk olduğu için görevlerinden alındıktan sonra idam edilmiştir. Bizans’ın tüm müesseselerini Osmanlı Devletine adapte edilmiştir. Fatih kendi kardeşlerinin katliamı için özel kanun çıkarmış, Şeyhülislama da dine uygunluğu konusunda fetva almıştır. Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun Okulları’na Türkler alınmamışlardır. Osmanlı; Türk halkını yalnız savaşlarda can vermek ya da vergilerini almak için hatırlamıştır. Türk olmayı hakaret olarak adletmişler. Osmalı, Araplar’ı kutsal “üstün ırk” saydıklarından Arap milliyetçiliği olan “Ümmetçilik” anlayışı ile “kimlikleri ve kişilikleri” süreç içinde erozyona uğrayarak eriyip yok olmuştur. Osmanlı yöneticilerinin uyduruk dilleri, Osmanlıca’nın da idari mekanizmanın erimesinde en önemli unsur olmuştur.
Bayındır Türkmenleri’nin Doğu Anadolu, Azerbaycan, Irak ve İran bölgesinde kurdukları Akkoyunlu Devleti dili resmen Türkçe idi. Kuran’ı Türkçeleştirmiş ibadetleri Türk törelerine uygun hale getirmişlerdir. Fatih Sultan Otlukbeli’nde 11 Ağustos 1473’de Akkoyunlu beyi Uzun Hasan’ı yenerek esir alınan binlerce Türk’ü kılıçtan geçirir. Savaş dönüşünde Fatih Sultan; elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorar, o da öldürülen Türkler’in kulaklarını keserek küpelerini topladığını söyler. Bunun üzerine Fatih, işine devam etmesini buyurur.
III. Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in Osmanlı tahtına geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları hat safhaya varır. 24 Ağustos 1514’deki Şah İsmail ile Yavuz Selim arasında geçen Çaldıran Savaşı öncesi 40 bin üzerinde Kızılbaş Türkmen katledilir. Savaş meydanında öldürülen Türkmenler hariç...
Prof. Dr. Faruk Sümer; Safevi Devleti’nin Osmanlılardan daha Türk çok bir Türk Devleti olduğunu söyleyerek: Safevi Devletinin kurucuları; Anadolu Kızılbaş Türk oymaklarıdır. Devletin resmi dili Türkçe’dir. On iki hayvanlı Türk Takvimini kullanmaktadırlar. Askeri teşkilatlanmaları Türk sistemidir. Edebiyatı vb. yazı sistemleri Türkçe’dir... demektedir ki, bütün kaynaklar bu hususu doğrulamaktadır.
Yavuz Selim’e kadar Doğu Anadolu’da Türkmen hakimiyeti vardır. Yavuz ise; Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından keko mollası Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Doğu ve Güney Anadolu’da Türkmenler katledilmişler, kurtulanlar ise Azerbaycan’a kaçmışlardır. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları; Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris-i Bitlisi doldurarak keko Aşiret reisine ve ağalarına vermiştir. Böylelikle bugünkü doğudaki feodalizmin temelleri atılmıştır.
Yavuz döneminde Osmanlı yönetiminde görev alan İdris Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa ile keko Aşiret Ağaları’nın durumları için; bugün keko gruplarından KOMKAR belgeli olarak şöyle demektedir ki çok ilginçtir:
“1535’lerde böyle bir icazet vererek, beylik topraklarının bölünmesini kolaylaştırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman fermannamesinde aynen şöyle diyor: “-Bey öldüğünde, eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile Mülkname’yi Humayun uyarınca oğlu bir ise, O’na kalacak, eğer müteadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kardar ila ebeddevran mutaarrıf olacaklardır. Eğer Bey, varissiz, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir.” (Hükmi Şerif, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 11960 sayı, İstanbul) keko-Osmanlı Andlaşması’nın mimari Mevlana İdris’tir. Bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim’dir. İkisi de 1520’de maalesef ölmüşlerdir. Sultan Selim, Mevlana İdris’e; “-Git Kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler” demişti. Mevlana İdris ise, keko beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi Sultan’dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa’yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi. Diyarbakırlı bir keko olan Bıyıklı Mehmed Paşa da çok erken gitti ve bundan sonra “Kürdistan Eyaleti Başkenti’ne” Mekadonlu komutanlar gelmeye başladı. Kanuni Sultan Süleyman, bilerek veya bilmeyerek 1533-34’lerde, Bitlis’i Şeref Han’dan alıp, bir fermanla Ulame Tekelu’ya veriyor. Direnen Bitlis Beyi’nin üstüne, Diyarbekir Beylerbeyi ve kuvvetleri ile bütün Kürdistan beylerinin kuvvetlerini de katıyor ve Ulame’yi başkomutan olarak atıyor. Aynı Sultan, 1535’lerde Bağdat seferini yaptıktan sonra Kürtler’i tanımaya başlıyor veya bunlarsız bir şey yapamayacağını anlayarak, babasının Amasya’da imzaladığı anlaşmaya yukarda verdiğim arşiv numaralı “Hükm-i Şerif-i” yayınlıyor. Neticeye baktığımızda, Kürdistan hükümdarları, çoğunlukla topraklarını bölmemiş ve statülerini 1850’lere kadar getirmişlerdir.”
Aynı grubun siyasi örgütünün başı Alevi kökenli Kemal Burkay ve Munzur Çem gibileri; bu iki Osmanlı kekoün Alevileri katletmesini görmezlikten gelerek, Alevi Tarihini yok sayarak “öteki tarih” dedikleri uydurma bir “keko Tarihi” yaratmaya çalışıyorlar. Tunceli Ovacık’ta “üçlü keko İttifakı” olan: Bıyıklı Mehmet Paşa, İdris Bitlisi ve Palu Beyi Cemşid’in; on binlerce Kzılbaşı kesmesine; aynı bölgenin adamları Kürtlük İdeolojileri adına ses çıkarmamaktadırlar. Ahlaki olarak bu çifte standart davranışlarına ne demek gerektiğine okuyucular karar versin!
Yavuz Selim’in önce Erzincan Valiliği’ne atadığı, sonradan da bütün doğu ve güney doğuya bakmak kaydı ile Diyarbakır Eyaletine getirdiği Diyarbakır’lı keko Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı Bitlisli Molla İdris; bütün bölgeyi Türkler’den temizlerler ve YÜZBİN Kızılbaş Türk’ü katlederler. Bölgeden kaçamayan Türkler de kendilerini keko olduklarını söyleyerek kalırlar, baskılar sonucu gerçekten Kürtleşirler. Doğu sınırlarını Türklere kapatan Yavuz; korumalığını da keko aşiretlerine bırakır. 1517’de Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74.ncü İslam Halifesi olması ile Sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve İslam Devlet kimliği oluşur. Bu tarihten sonra Araplar, Osmanlı Devleti’nin yaşamı boyunca diğer halklardan üstün ve gözde konumlarına devam ederler. Türkler arasında Yavuz adı Yezit ile özdeşleşir ve lanetle anılır olur.
IV. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu bir zamandır. Ama Türkler açısından bir şey değişmez. Yine bu dönemde zulüm, şiddet ve katliamlar devam eder. keko kökenli Ebussuud Efendi (1545-1574)’in Şeyhülislam olmasıyla ve 30 yılda verdiği fetvalarla “Osmanlı toplum yaşamını” belirler ve Kızılbaş Türkmen katliamı, “Sünni Şeriatı”na göre meşruluk kazandırır. Yedi Kızılbaş öldürene “Cennetin Anahtarı” verilir. Bugün Sünni din adamları tarafından huşu ile anılarak “evliya mertebesi”ne çıkarılan Ebussuud Efendi, Türk katliamcısı, yobaz, lanet okunacak bir zalim ve cellattan kişidir.
Hırvat kökenli ve nakşibendi tarikatından Kuyucu Murat Paşa 6.12. 1606’da sadrazam olduktan hemen sonra Anadolu’da geniş çaplı Alevi katliamı harekatı başlatır. 155 bin Alevi Türkmeni diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Paşa üç yıl terör estirir.
erzurumlu25- .::Tengri::.
-
Yaş : 45
Cinsiyet :
Nerden : Erzurum
Lakap : Vatan delisi
Doğum Tarihi : 22/04/79
İletiler: : 757
Üyelik Tarihi : 29/12/09
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz