¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ

2 sayfadaki 2 sayfası Önceki  1, 2

Aşağa gitmek

! devamı Cumhuriyet'e Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:54

devamı Cumhuriyet'e Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

V. T.S.K. "ANDIÇ"LARI VE TEPKİLERİN ÇERÇEVESİ

Toplumsal belleği dumura uğratılmış Türkiye'de, bir tek T.S.K. kendini korumaya çalışarak, mensuplarına ulusalcı duyarlılıkla bazı bilgi ve değerlendirme notlarının servisini yapabiliyor. Tıpkı, tüm büyük devletlerin yetkili kurumları gibi. T.S.K.'nin "Andıç"ları, gerçekte tekemmül ettirilmemiş bir karargâh çalışmasının metin haline dönüştürülmüş şeklidir; değerlendirme sonunda kabul edilir veya reddedilir. Uygulamadan çok, bilgilendirmeye dönüktür. Öneriler, ileride saptanacak bir stratejinin öncül fikir jimnastiği çerçevesinde ele alınır. Hepsi bu kadar. Eleştirilmesi gereken asıl nokta, "Andıç"ların sadece Türk Silahlı Kuvvetleri personeline dönük olmasıdır, tüm kamu görevlilerine değil. Tabii bunu gerçekleştirmek, yürütmenin görevidir ve eleştirilmeyi asıl hak eden de kendi personelini iç ve dış tehditlere karşı güncel bilgi sunamayan Başbakan ve Bakanlar Kurulu'dur.

Türkiye'nin yönetiminde mevcut etki ajanlarının aidiyet duydukları-kullanıldıkları yabancı ülke, güçleri ve kapasiteleri hakkında kaç kişi tam bir bilgi sahibidir? Kimler, yukarıda verilen bilgi ve belgelere ulaşma şansına ve de olanağına sahiptir? İşte, birbirinden ayrı bazı sorular: Örneğin, Cengiz Çandar'ın geçmişi kadar mevcut girift ilişkileri hakkında kim ne bilmektedir? Sabah ve Doğan Gruplarının kendi medya kuruluşlarında etki ajanı konumundaki gazetecilere köşe vermelerinin sebebi nedir? Altan Kardeşler, Gülay Göktürk, Cüneyt Ülsever, Fehmi Koru, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birant, Nazlı Ilıcak, Abdurrahman Dilipak, Tamer Akçam, Nuh Gönültaş, Etyen Mahçupyan, Kürşat Bumin gibi yazarların stratejik buluşma ve kesişme noktaları nelerdir? İnsan Hakları Derneği ile Mazlum-Der'in ideolojik ayrılığa karşın biraraya gelmelerine neden olan çıkar birlikteliği nelerden ibarettir? Türkiye'de konu devlet ve rejim düşmanlığı olduğunda en aşırı sağla en aşırı sol nasıl biraraya gelmektedirler? kekoçüsü, Çerkezcisi, Pontusçusu, kısaca tüm bölücülerle şeriatçıları ittifaka yönlendiren dış odaklar hangileridir? Türkiye'de espiyonaj faaliyeti yürüten ve de provokasyon yapan dış ülkelere ait vakıf ve benzeri temsilciliklerin sayısı, yürüttükleri projeler, operasyonel olanakları ve tesir gücüne ilişkin veriler toplanmış mıdır, bunları hangi kurum izlemekte ve gereğini yerine getirmektedir?!. Keza, Başbakan ya da kimi Bakanlar, politikacılar, bürokratlar, Fethullah Gülen'e niye ve hangi nedenle pervasızca destek vermektedirler? Hizbullah'a niçin bunca yıldır önlem alınmamıştır? Sayıca binlerle ifade olunan şeriatçı vakıflara, derneklere; yine binlerle ifade olunan eğitim kuruluşlarına, öğrenci yurtlarına, gizli Kur'an Kurslarına, devlet arazisine hem de kaçak olarak içinde onbini aşkın müridi barındıracak külliye inşa edenlere, alenen tabela asmış yüzlerce tekke ve zaviyeye, yasaları hiçe sayan yeşil sermayeye, yeşil medyaya, her türlü bölücü örgüte ve yayınlarına gözyumanlar kimlerdir? Milli Eğitim Bakanlığı görevine ve de Müsteşarlık görevine, TRT Genel Müdürlük görevine, Diyanet Başkanlığı görevine, Kültür Bakanlığı görevine, İçişleri Bakanlığı görevine, Emniyet Genel Müdürlüğü görevine, Dışişleri Bakanlığı görevine ve daha nice stratejik-kritik nokta görevlerine neden Atatürk ilke ve devrimlerine ödün vermeyecek, korkutulamayacak, satın alınamayacak ödünsüz Cumhuriyet aydınları getirilmez?!. Aynı şekilde, Türkiye'yi yurtdışına jurnalleyen, iftira atan, her türlü dış odaklı tertiplerin içinde yer alan, ABD'nin, İngiltere'nin, Almanya'nın ve diğer hedef ülkelerin istihbarat servislerince hazırlanan memorandumlara malzeme sağlayan Türk vatandaşları (milletvekilleri, eski milletvekilleri, gazeteciler, sanatçılar, yerel yöneticiler, yerel politikacılar, bilim adamları, hukukçular, sivil toplum örgütleri, terör örgütleri, tarikat ve cemaatler ile mensupları) izlenmekte midir? Genç ve demokrat imajı ile önplana çıkarılan Turizm Bakanı Erkan Mumcu'nun siyasal islamcı bir dergide yazı yazı yazdığını ve yazı kurulunda yer aldığını kaç kişi bilmektedir, bilenler hangi cesaretle ve hesapla kendisini önce milletvekili ardından da Bakan yapmışlardır? Haklarında ne gibi işlem yürütülmektedir? Siyasetçi-Mafya-Tarikat-Dış İstihbarat Servisleri dörtgeninde yer alıp da yargıya sevkedilenlerin oranı, sevkedilmeyenlere göre kaçta kaçtır? Yurtdışında devlet düşmanlığı yapanlardan suçu kanıtlananlara dış temsilciliklerimizde hâlâ pasaport temdit hizmeti verilmekte midir? Türkiye'ye giriş yapan bu gibilerin kaçta kaçı gözaltına alınıp hakkında yasal ve idari işlem yapılmıştır? Dahası, ABD ve AB ülkelerinin yasal mevzuatında, devlet aleyhine çalıştığı saptanan vatandaşlarına uygulanan yaptırımlar ve de bunlara karşı alınan önlemler -ileride kullanılmak üzere- tek tek saptanmış mıdır; meselâ, İngiltere IRA, İspanya ETA militanları ya da sempatizanları için hangi prosedürü uygulamaktadır? Bu soruların ve daha bunlar gibi binlercesinin cevabını bulmak her Türk vatandaşının temel hakkı ise, bu bilgilendirme hizmetini vatandaşına sunmak da Türk Devletinin temel görevidir; aynı zamanda Devletin zararlı unsurlara karşı kendini savunma mekanizmasını çalışır durumda tutmasının da vazgeçilmez gereğidir. Ama nerede?!.

İşte bu soruların cevaplarını bilmek için, devletin vatandaşlarını, ama öncelikle kamu görevlilerini bilgilendirmesi kaçınılmazdır. Sefalet derecesinde gelire mahkûm edilmiş kamu görevlilerinin tüm basın ve yayın organlarını, interneti takip etmeleri sözkonusu olmadığına göre, konuyla ilgili en güncel gelişmeleri (haber-alıntı-belge ve bilgi) derli-toplu verecek bir "Andıç"ın haftalık ya da aylık olarak yayını ile bu periyodiğin resmi kanallardan servisi acil bir gerekliliktir 16 . Türk Silahlı Kuvvetleri'nin "Andıç"ları, sınırlı da olsa, bu yükümlülüğü -kendi personeli ile sınırlı olarak- yerine getirmeyi amaçlamaktadır. Dikkat edilecek olursa, "Andıç" konusunu TBMM ve de kamuoyunun gündemine taşıyanlar, asla rastgele insanlar değillerdir: Ya ikinci cumhuriyetçiler ve eski komünistler, ya kekoçüler ve de şeriatçılardır. Salt demokratik gerekçelerle "Andıç"lara karşı çıkanların sayısı, devleti ülkesi ve milletiyle parçalamaya azmetmiş olanların yanında yok denecek kadar azdır 17 .

ABD'nin devlet memorandumları (andıçları), sadece kamu görevlilerini değil, sade vatandaşlarını bilgilendirmeye de yönelik olduğu için bu ülke dünya jandarmalığına soyunmuştur. Örneğin, kendi vatandaşlarına turist olarak çok zorunlu olmadıkça gitmelerinin sakıncalı olduğu ülkeler listesini yayınlamakta ve bu listeyi dünyanın tüm haber ajanslarına geçmektedir (son bir aydır bu listeye Türkiye de dahil edilmiştir). Türkiye'de kamu görevlilerine yönelik bir "Andıç" yayınlanmadığı için, konuyla ilgili tipik bir örnek olmak üzere, dünyanın en büyük kitle imha silahlarının üreticisi ve satıcısı konumunda bulunan ABD, kendi Devlet Başkanı'nı bile yargılarken, Türkiye'de Necmeddin Erbakan ya da Tayyip Erdoğan, Akın Birdal, Leyla Zana gibi malûm isimlere "seçilmişlere dokunamazsınız" gerekçesiyle müdahale hakkını-ukalalığını düzeysiz bir çifte standartla hem de konsolos seviyesinde gösterebilmektedir. Keza, ABD'nin İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Harold Hangju Koh, Diyarbakır'da diplomatik teamülleri altüst eden bir gösteri ile Türk Devleti'nden hesap sorarken, bir süre sonra Birleşmiş Milletler'in Cenevre'deki İşkence Komisyonu'nda, kendi ülkesinde işkencenin varlığını ve de insan hakları ihlalleri olduğunu itiraf edebilmektedir. İşte, ABD'nin Türkiye'ye yönelik en son çifte standardı-saygısızlığı, doğrudan T.S.K. "Andıç"ları ile ilgilidir. ABD Hükûmeti'nin yarı-resmi sözcüsü konumunda yayın yapan Los Angeles Times, kendi devletinin andıçlarını yok sayarak, 6.11.2000 tarihli nüshasında konuyla ilgili bir haber yayınlamıştır. Haberde, "Genel Kurmay Başkanlığı'nda Türkiye'de üst düzey bir generalin, politikacı, gazeteci ve insan hakları savunucularına karşı yıpratma kampanyası yürütülmesi talimatı verdiğinin ortaya çıkması, Türk Sillâhlı Kuvvetleri'nin rolüyle ilgili tartışmayı artırırken, ülkenin sallantıda olan demokrasisini de daha da zedeledi" denilirken, Nazlı Illıcak ile yapılan bir telefon ropörtajına da yer verilmiştir 18 . L.A. Times'daki bu haber, fethullahçıların, "andıçları Amerikan dostu-laikçi düşmanı bir subay sızdırdı" ya da "MGK 6. kattan ABD Büyükelçiliği'ne güvenilir bir cemaat muhibbi tarafından sızdırıldı" yolundaki haberlerini dikkate aldırmaktadır.

Kısaca, siyasal belleksiz ve de doğal olarak ulusal onurdan yoksun kimi yöneticiler, bunun gibi binlerce mütecavizlik örneğinin üstüne -tabiri caizse- soğuk su içmektedirler. Aynı zamanda, ulusal düzeyde bir Andıç yayınının yokluğu nedeniyle toplumsal belleğin kasden yokedilmiş olması, kamuoyunun hükûmet üzerindeki olası baskı ve tepkilerini de önlemektedir, bu da etki ajanı konumundaki politikacıların işlerine gelmektedir. Ve mevcut statüko çerçevesinde bu kişiliksiz ve onursuz teslimiyetçi politikadan cesaret alan ABD ve AB'nin, ulusal bütünlüğümüze ve onurumuza yönelik tacizleri, giderek artan ölçülerde sözkonusu olmaya devam etmektedir, edecektir de.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Önce, devletin değişen dünyanın değişen koşullara göre yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Konumuz kapsamında, İngiltere'nin MI5, ABD'nin FBI, Almanya'nın BfV'si gibi Türkiye'de de anayasal-kamu düzenini tehdit eden örgütsel ve de bireysel suçlarla mücadele edip, kontr-espiyonaj ve ajitasyon faaliyetleri konusunda işlev kazandırılan, MİT ve Emniyet arasında bir istihbarat kurumunun kurulması kaçınılmaz hale gelmiştir. "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı Koruma Örgütü" gibi isim, örneğin Almanya için hiçbir devleti rahatsız etmiyorsa, Türkiye için de etmemesi gerekir. "Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu" başlıklı makalede (bkz. dipnot 1) sıralanan somut çözüm önerilerinin yanısıra, konuyla ilgili diğer önerileri saptamak ve uygulanabilirliği oranında hayata geçirmek, Türkiye için eski bir deyimle "hayat-memat meselesi" olmuştur:

1. Önce, etki ajanı statüsünde yer alan politikacıların, mutlaka ve mutlaka politika sahnesinden silinmeleri gerekmektedir. Bu kategorideki politikacıların yasadışı iç ve dış bağlantıları belgelendirilmeli ve kamuoyunda kuralına göre teşhir edilerek politik yaşamları sıfırlanmalıdır. Hiçbir demokratik Batı ülkesinde, ülke bütünlüğü ve devlet aleyhine çalışan ve dış bağlantıları nedeniyle "etki ajanı" konumundaki politikacılara hayat hakkı tanınmamaktadır. Türk Devletinin de bu iradeyi ortaya koyacak gücü hala vardır ve olmalıdır da.

2. Aynı işlem, medya kuruluşları için de sözkonusu edilmelidir. Örneğin, yayınlarında Türkiye'nin güneydoğusunu yok gösteren CNN'in yan kuruluşu CNN-Türk kanalı -tüm çalışanları ile- öncelikle büyüteç altına alınmalıdır. Türkiye'nin üniter devlet yapısına, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne, laik hukuk sistemine, Atatürk ilke ve devrimlerine yönelik sürekli saldırılarla düşünce özgürlüğü sınırlarını kat ve kat aşan; mezhepçilik ve etnik bölücülük yapan; halkın dini inanç ve duygularını istismar ederek toplumsal bütünlüğümüze zarar veren gazeteci ve köşe yazarlarının önce Atatürk'ün yaptığı "150'likler Listesi" gibi bir listesi oluşturulmalıdır. Ve hiçbir surette bu kişilerin, sisteme ters düşmeyen büyük medya kuruluşlarında çalışmalarına, çok yönlü deşifre ile izin verilmemelidir. Türk Devleti'nin ekonomik desteğine muhtaç, laik hukuk sistemine akredite olmuş medya kuruluşlarının böyle bir ulusal gerekçeli makul bildirime itirazları elbette ki sözkonusu olamaz. Önemli olan, bu kategoride yer alan gazeteci ve köşe yazarlarının kamuoyunu oluşturma ve yönlendirme fonksiyonlarının sonlandırılmasıdır. Aynı duyarlılık, yerlerine görevlendirilecek adayların saptanmasında da sözkonusu olmalıdır. Benzer bir temizliği, Cumhuriyet gazetesi de kendi içinde sağlamalıdır. Etki ajanı konumundaki kişilerin gidebilecekleri adres olarak, Zaman, Yeni Şafak, Özgür Gündem, Halkın Kurtuluşu, Milli Gazete, Akit gibi gazetelerle, Aksiyon ve Cuma gibi dergiler her zaman için "açık kapı" konumundadır 19 . Önemli olan, sureti hakdan görünerek devlet aleyhine kışkırtıcılık yapan bu tür kişilerin marjinal kabul edilen yayın organlarında marjinalleştirmek; bir başka ifadeyle onları demokratik biçimde etkisizleştirmektir.

3. Türk Devleti, TSK, MİT, Emniyet, TRT gibi stratejik kurum ve kuruluşların elemanları başta olmak üzere tüm kamu görevlilerine "ULUSAL ANDIÇ" başlıklı bir gazete ya da dergi yayınlamak zorundadır. Her Türk vatandaşının ama özellikle devletten maaş alan kamu görevlilerinin, normalde ulaşamayacakları gerçekleri güvenilir bir kaynaktan öğrenmek hakkı bulunmaktadır. Siyasal polemiklere yolaçmamak için bu periyodik, ülke çıkarı ve güvenliği açısından tehdit oluşturan yazı ve haberleri yorumsuz olarak birarada sunmalıdır. Haftalık ya da aylık yayınlanacak bu periyodikte:

a) Etki ajanı konumundaki politikacıların, mutlaka teşhir edilmesi gereken (şeriatçı ya da bölücü ya da kışkırtıcı ya da dış ülkelerin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdikleri her türlü ihbar, şikâyet, siyasal-ekonomik inisiyatif ve de taahhüt vd.) söylemleri.

b) Etki ajanı konumundaki gazeteci ve yazarların kamuoyunu kasıtlı yönlendirme amaçlı her türlü makale ve haberleri.

c) Sözde sivil toplum örgütü olarak ortaya çıkan, Türk Devletine, güvenlik kuvvetlerine, laik hukuk sistemine, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğine her fırsatta saldıran, dış odaklar tarafından kullanılıp yönlendirilen tüm legal örgütlerin vatana ihanet içerikli tüm etkinlik (konferans, panel vb.) haberleri ve çeşitli dillerde yayınladıkları bildiriler ve periyodiklerin özetleri.

d) Ulusal ve yerel medya kuruluşlarında sözkonusu kapsam dahilinde yayınlanan haberler ve programlar.

e) Etki ajanı konumundaki kişilerin yönetiminde bölücü, şeriatçı ve benzeri doğrultuda yayın yapan televizyon kanalları ile radyo istasyonlarının saptanmış suç örnekleri.

f) İnternette Türkiye aleyhtarı yayın yapan web sitelerinin ve tartışma listelerinin isim ve içerikleri ve de hack edilenlerin raporu.

g) Fethullah Gülen, Mehmet Eymür, Murat Karayılan, Metin Kaplan gibi dış ülke desteği altında faaliyetlerini sürdürenlerin eylemleri, adresleri hakkında güncel bilgiler, "ULUSAL ANDIÇ"TA DERLİ-TOPLU AMA KESİNLİKLE -gereksiz polemiklere yolaçmamak için- YORUMSUZ YAYINLANMALIDIR.

4. "ULUSAL ANDIÇ", TRT, BASIN-YAYIN GENEL MÜDÜRLÜĞÜ ya da ANADOLU AJANSI üzerinden yayınlanmalıdır. Ama, önce bu stratejik önemi ve değeri büyük olan, kamuoyunu bilgilendirme ve yönlendirmede başarısız olan kuruluşların, -başta TRT olmak üzere- işbaşındaki "renksiz-ruhsuz-kişiliksiz" görüntü veren yönetimleri değiştirilmelidir. Yerlerine şeriatçı ve bölücü odaklara karşı Cumhuriyet aydını sorumluluğu içinde hareket eden, Atatürk ilke ve devrimlerinden ödün vermeyen bürokratlar getirilmelidir. "ULUSAL ANDIÇ" yayınlamak için Devletin hiçbir engeli bulunmamaktadır, yeter ki siyasal irade ve kararlılık olsun. Şayet hükûmetin çekinceleri varsa, başlangıç için bu periyodiği yayınlama, öteden beri aynı işlevi zaten çok dar ve de kıt olanaklarla ama ödün vermeden yerine getirmeye çalışan "YENİ HAYAT" ya da "Gazete MÜDAFAA-İ HUKUK" desteklenerek de yapılabilir.

5. Türk Devleti, yurt içinde ve yurt dışında Türkiye'nin yanlış imajla tanıtımına katkı sağlayan tüm dış odak bağlantılı örgütleri kapatmalıdır. Dernekler Yasası'na uymayan en az onlarca neden, eksiklik ve yasadışı faaliyet gerekçesiyle "İnsan Hakları Derneği", "MAZLUM-DER" gibi dernek ve vakıfların ve de misyoner kuruluşlarının "büyüteç altına alınması"nın zamanı gelmiştir, hatta geçmektedir. Yerlerine, Cumhuriyet aydınlarının girişimiyle açılacak benzer kuruluşların geçirilmesi gerekmektedir. Türkiye'yi "sömürge valisi" edasıyla denetlemeye, ayıplamaya ve hatta azarlamaya kalkışan ABD ve AB ülkelerinin temsilcilerine (parlamenterler, dernek üyeleri ve hatta sıradan muhabirler) hak ettikleri cevabı verecek bir kadro sürekli hazır tutulmalıdır. Bunun için ABD ve AB ülkelerinde kamu düzenini tehdit eden siyasal ve dinsel yapılanmalarla ilgili tüm hukuksal mevzuatın -örneğin Almanya'da ırkçı yapılanmalarla, ABD'de Komünist Partisi, İngiltere'de terörle ilgili- çevirisi; eksik ve fazlalıklarının saptanması; bu ülkelerdeki insan hakları ihlallerinin günü gününe kaydedilmesi; Dışişleri Bakanımızın yurtdışı gezi programlarına, mutlaka hedef ülkelerin yönetiminden hoşnut olmayan ve hatta silahlı mücadele veren örgütlerin uzantısı legal yapılanmaların yöneticileri ile görüşmelerin dahil edilmesi; Türk parlamenterlerinin de dış ülke ziyaretlerinde aynı şekilde rejim ve hükümet karşıtlarını ziyaret etmeleri; hapisane koşullarını yerinde incelemeleri; Türk vatandaşı mahkûmları birebir ziyaret etmeleri ve sorunlarını saptayarak ilgili hükûmet temsilcilerine hesap sormaları; tüm bunlar için, sözkonusu ülke temsilcilerinin yaptıkları gibi önceden izin yerine emrivaki yolunu tercih etmeleri kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu ziyaretlerin yeri, süresi, randevuların alınması, rezervasyon işlemleri, heyet güvenliğinin sağlanması ve benzeri hususlar, TBMM ya da Cumhurbaşkanlığı bünyesinde, partilerin siyasal etkilerinden arındırılmış bir merkezden yürütülmelidir. Bu kapsamdaki faaliyetleri engelleyen ya da sınırlandıran ülkeler için de "mukabele-i bilmisil" doğrultusunda yaptırım stratejilerinin belirlenmesi ve yaşama geçirilmesi de kaçınılmazdır. Yaşadığımız olumsuz örnekler çerçevesinde, Dışişleri Bakanlığı bu stratejilerin belirlenmesinde asla "karar verici" pozisyonunda yer almamalı, sadece uygulayıcı olmalıdır.

6. Türkiye'yi Ermenilere, Kürtlere, şimdilerde Süryanilere, Pontus Rumlarına karşı soykırım yapmakla suçlayan ve de sonsuza kadar suçlayacak olan ülkelerle ilgili bilimsel projeler üretilerek yaşama geçirilmelidir: Örneğin, ABD için, Mai Lai Anma Komitesi 20 , Leonard Peltier Dayanışma Komitesi 21 , Hiroşima ve Nagazaki Kurbanlarını Anma-Nükleer Karşıtları Komitesi, Irk Ayrımcılığı ile Savaş Komitesi (Zenciler, Hispanikler, Kızılderililer vd.), Ulusların Egemenlik Haklarına Saygı Komitesi (ABD'nin ülke dışı askeri operasyonları ve darbe girişimleri) kurulabilir. Keza, Kuzey İrlanda Katolik Yurtseverlerle Dayanışma Komitesi, Bask Ulusal Kahramanları ile Dayanışma Komitesi, Korsika Özgürlük Hareketi ile Dayanışma Komitesi, Cezayir Soykırımını Anma Komitesi, Nazi Kurbanlarını Anma Komitesi, Solingen Komitesi, Girit Yurtsever Bağımsızlık Hareketi ile Dayanışma Komitesi, Yunanistan'daki Türk ve Makedon Soyluların Hak ve Hukukunu Savunma Komitesi vs. vs. NGO statüsünde tüzel kişilik verilerek faaliyete geçirilmelidir. Bu komitelerin ya da derneklerin raporları, farklı dillere çevrilerek basılıp dağıtılmalı; internette sürekli kalmaları sağlanmalıdır. Aynı şekilde, Milli Mücadele döneminde İstanbul'un resmen işgal edildiği 16 Mart 1920'de Şehzadebaşı Karakolu'nda İngiliz askerlerince uykuda öldürülen Türk askerleri için bir anıt yapılmalı; her yıl anma törenleri ile İngiliz vahşeti iç ve dış kamuoyuna duyurulmalıdır. Fransızların aynı dönemde Adana-Urfa arasındaki işgal bölgesinde gerçekleştirdikleri kitlesel cinayetlerle ilgili mekânlarda anıtlar açılmalı; yayınlar yapılmalı ve anma törenleri düzenlenmelidir. Yunanistan'ın başta Urla, Menemen olmak üzere işgal ettiği bölgelerde öldürdüğü onbinlerce sivilin anılarını yaşatacak anıtlar yine orijinal mekânlarında yapılmalıdır. Aynı anıtlar ve de etkinlikler, Pontus Rum çetecileri ile Taşnak ve Hınçak çetecilerinin soykırım gerçekleştirdikleri tüm mekânlar için de gerçekleştirilmelidir. Artık bundan böyle "İstanbul'un Düşman İşgalinden Kurtarılışının (...) Yıldönümü Törenleri" demek yerine, "İstanbul'un İngiliz, Fransız ve İtalyan İşgalinden Kurtarılışının (...) Yıldönümü Törenleri" demek daha net ve gerçekçi olacaktır. TBMM, tüm bu kitlesel cinayetlerle ilgili olarak, hedef ülkeleri protesto eden ve soykırımı tanıyan yasa tasarılarını kabul etmek, dış platformlara taşımak, hatta bu kitlesel cinayetlere maruz olanların torunlarının sözkonusu ülkelerden tazminat davası talebinde bulunmalarını -bilgi, belge ve hukuksal destek (yargı giderleri, avukat vb.) sağlayarak- teşvik etmek yükümlülüğündedir, mecburiyetindedir. Belli ki, Türkiye, düşmanlarını bilerek ama uluslararası ilişkilerde sürekli olan tek gerçeğin dostluk ya da düşmanlık değil, ulusal çıkarlar olduğunun bilinci içinde yaşamak zorundadır. Belleksiz, kişiliksiz, ulusal onurdan ve Türklük bilincinden, tarih bilgisinden yoksun, pasif ve korkak yöneticilerin elinde Türkiye, Hz. İsa örneğinde olduğu gibi her tokata diğer yanağını uzatmak konumunda bulunmaktadır. Bu kara yazgının değişmesi, değiştirilmesi gerekmektedir. Cumhuriyet'in gerçek vatanseverleri, en az hedef ülkeler kadar saldırgan, sorgulayan ve sürekli talep halinde olan bir ulusal dış politika özlemini yaşama geçirmek için, önce yönetici ve yönlendirici konumundaki etki ajanlarının etkisizleştirilmesi gereğini kamuoyuna duyurmalıdırlar.

7. Türkiye, bünyesinde izin verdiği yabancı kolejler ve üniversitelerin sayısı nispetinde sözkonusu ülkelerde de karşılığını istemek zorundadır. Karşılığını almadan hiçbir şeyin verilmediği bir dünyada, Atatürk'ün uygulamalarına ters bir uygulama ile teslimiyetçi bir imaja sahip olunmuştur. Sadece eğitim kurumları için mi? Elbette ki hayır!.. Türkiye'de faaliyet gösteren ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa vakıfları için de mütekabiliyet önlemleri alınmalıdır. Bu kuruluşların kapatılmaları sözkonusu değilse, çok sıkı kontrol altında tutulmaları ve de caydırıcı ölçütlerde izlenmeleri şarttır. En önemlisi de, Türkiye'de espiyonaj, ajitasyon faaliyetleri dahil her türlü etnik ve mezhepsel kışkırtıcılık içinde yer alan yabancı vakıf temsilciliklerinin karşılıkları mutlaka bu ülkelerde açılmalıdır. Örneğin, Almanya'da, Türk Devleti'nin himayesinde bir "Türkiye Araştırmaları Merkezi", Türkiye'de de bir "Almanya Araştırmaları Merkezi" süratle açılmalıdır. Adı her ne olursa olsun, "merkez", "enstitü", "vakıf temsilciliği" gibi akademik oluşumlar, Fransa, İngiltere ve özellikle de ABD'nde harekete geçirilmelidir. Bu görevler için Türkiye'ye bağlılığını fazlasıyla kanıtlamış Atilla Ongun, Tamer Bacınoğlu, Dr. Yağmur ve Dr. Buğra Atsız, Tuğrul Keskingören gibi konularının uzmanı Cumhuriyet aydınları mevcuttur. ABD'ndeki "Türk Araştırma Merkezi", CIA ve Fethullahçıların yönlendirdikleri akademisyenlerin yanısıra, yanlış seçim ve hatalı yönetim nedeniyle sadece para yutan, hantal, işlevsiz bir kuruma dönüşmüştür.

8. Türkiye'de etki ajanlarına karşı halkını uyaran, bilinçlendirmeye çalışan Cumhuriyet'in gerçek vatanseverleri yok mu? Elbette var. Bir avuç ama yine de var. Bu az sayıdaki sorumlu Cumhuriyet aydınının bir kısmı artık yaşamıyor. Devlet sahip çıkmadığı için, bir zamanlar "sakıncalı piyade" olarak anılan Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün en sadık sivil-askeri, kuvayı milliyecisi bir Uğur Mumcu, bir Ahmet Taner Kışlalı, bir Muammer Aksoy ve niceleri öldürüldüklerinden ötürü yok artık aramızda. Diğer taraftan, seriatci-bölücü kesimin ve de ünlü aile fotoğrafındaki banka hortumcularının boy hedefi haline gelen Vural Savaş, Nuh Mete Yüksel, Turgut Okyay gibi Cumhuriyet aydını hukukçuların korumalarına ait otomobilleri çekmeyi planlayan malûm makamlardaki kişiler, nedense Semra Özal, Abdülkadir Aksu, Mehmet Ağar, Necmeddin Erbakan, hatta ve hatta Murat Demirel gibi isimlere 5'er-6'şar otomobil ve onlarca resmi koruma tahsis ederken tasarruf endişesi taşımamaktadır. Başta Uğur Mumcu olmak üzere canına kastedilen Cumhuriyet aydınlarının canları, Türkiye'de etnik bölücülük sürecini hızlandıranların dul eşinden, nurcu bir Bakandan, Susurluk sanığından, TCK 312 mahkûmundan ya da Bakan eşlerinden daha mı az önemlidir? Türkiye'de mevcut sistem, halk deyimi ile devlet müsamahası altında "itlerin salınıp taşların bağlanması" özdeyişinde, Cumhuriyeti savunanların cezalandırıldığı bir konuma getirilmiştir. Örneğin, "Emniyet Teşkilâtında sadece 1 (bir) tane fethullahçı var, o da yargı kararıyla göreve döndü" diyecek kadar gerçekleri saptıran biri hâlâ Emniyet Genel Müdürlüğü makamında tutuluyorsa 22 , "yargıda şeriatçı kadrolaşma yok" diyen biri tüm skandallarına rağmen hâlâ Adalet Bakanlığı görevindeyse, üniversitelerde bini aşkın akademisyenin atılmasında ve yerlerine şeriatçı kadrolaşmanın ikâmesinde önemli rol oynayan biri hâlâ Devlet protokolünde yer alıyorsa, faziletli belediyeler sırf tarikatçı olmadığı için binlerce çalışanını işten atabiliyorsa, 28 Şubat sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı'ndaki fethullahçı kadrolaşma akılalmaz yöntemlerle bir kanser gibi Türkiye'nin geleceğine musallat olabiliyorsa, aydın kıyımı tüm kamu kurum ve kuruluşlarında hâlâ sürüyorsa ve Devlet tüm bu gelişmelere karşı seyirci kalmakta devam ediyorsa, bu sistemin sorgulanması ve yapılandırılması gerekmektedir. Örneğin, Prof.Dr. Nur Serter, Attila İlhan, Av. Hanifi Altaş, Prof.Dr. Alpaslan Işıklı, Prof.Dr. Çetin Yetkin, Gülseven Yaşer, Av.Emin Değer, Kemal Özden, Coşkun Kırca, Prof.Dr. Mümtaz Soysal, Prof.Dr. Erol Manisalı gibi Cumhuriyeti canları pahasına savunma konumundaki aydınlara henüz sağken resmi koruma tahsisi kaçınılmazdır. Aynı şekilde, görevden ayrılmaları durumunda bile rejim düşmanlarının tehdit ve saldırılarına maruz kalması kaçınılmaz görülen Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu, Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof.Dr. Eralp Özgen, Prof.Dr. Türkan Saylan gibi aydınlara da korumanın devam ettirilmesi, Devletin olması gerekli sorumluluğu kapsamında değerlendirilmelidir. Cumhuriyeti savunanlara yaşam hakkı çok görülmemelidir. O tetikleri çektirenlerin de Devlet kadrolarından mutlaka tasfiyesi sağlanmalıdır. Kısaca, Türk Devletinin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği konusunda ödün vermeyen Türk Silâhlı Kuvvetleri mensupları, Güneydoğu'da sıcak çatışma bölgelerinde yaşamsal risk altındayken, Cumhuriyet aydınları da şehirlerde yaşamsal risk altındadır. Kışlada-karargâhta verilen mücadele ile üniversitelerde, basında, halk arasında verilen mücadele arasında belirgin koşul farklılıkları bulunmaktadır. MGK'nun bu farklılıkları dikkate almasının zamanı gelmiştir, hatta geçmektedir.

9. Türkiye'deki şeriatçı ve bölücü yapılanmalardan Hizbullah, PKK, TİKKO gibi örgütler, amaçları doğrultusunda silahlı eylem yaparlarken, fethullahçılar ise devleti içte ele geçirmenin gereğini silâhsız yollardan yerine getirmektedirler. Bu açıdan takiyye denilen sahtekârlığın her türlüsüne başvuran fethullahçılarda, "hak", "etik", "kişilik hakları" gibi kavramların geçerli bir hükmü bulunmamaktadır. Şeriat devleti kurma yolunda her vasıtaya başvurmayı mübah gören bu yapılanmanın müritleri, her türlü ajitasyon ve provokasyon faaliyetinden geri durmamaktadırlar. Türkiye'nin en büyük sivil istihbarat örgütü oluşturma çabalarının sonucu olarak, hedef kişi ve şirketlere ait özel nitelikli bilgi ve belgeleri toplayan bu örgütün beyin takımını, Polis Akademisi'nden mezun istihbaratçıların oluşturduğu, uzunca bir süredir kaydedilmektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki fethullahçı unsurların bir tekine bile henüz dokunulamamıştır. Emniyet olanakları ile rakiplerini bertaraf etme amacı doğrultusunda fethullahçılar, fabrikasyon haberler üretmekten de geri durmamaktadırlar. Cemaatin medyasında bu tür haberlere sıkça rastlanılırken, arşivlerinde mevcut bilgi ve belgeler ışığında belirli politikacı ve gazetecilere -en azından cemaati eleştirmeme koşulu ile- şantaj yaptıkları kaydedilmektedir. Bugüne kadar cemaatin tehdit kabul ettiği siyasilere, gazetecilere, yazarlara, akademisyenlere, sivil toplum örgütlerinin yöneticilerine karşı büyük iftira kampanyaları yürüttükleri bilinmektedir. Ancak bu kampanya ilk defa, TSK içinde üst düzey bir korgeneralin önünü kesmek amacıyla başlatılmıştır. Ödün vermez bir Atatürkçü olarak tanınan ve cemaat tarafından katı laikçi-müslüman düşmanı olarak nitelendirilen bu Korgeneral ile birlikte, yine cemaat için potansiyel tehlike olarak nitelendirilen diğer iki General hakkında Nazlı Ilıcak üzerinden andıç konusu bahane edilerek suçduyurusunda bulunulmuştur. Devletin ilgili organlarının, gerek asker ve gerekse sivil kesim için devam edecek iftira kampanyalarını duyarlılıkla durdurması ve sorumlularını saptayarak gereğini yapması ve ilk adım olarak da, andıçları ABD Büyükelçiliğine sızdırdığı iddia edilen MGK'daki "6. kat köstebeği" haberinin tahkikinin sonuçlandırılması kaçınılmaz olmuştur.

SONUÇ:

Büyük Atatürk, 19 Mayıs 1919 gününü anlatırken, sanki bugünü yıllar öncesinden görmüş gibidir. Dün manda isteyenler, bugün de egemenliği Brüksel'e devretmek isteyenler. Adeta mahkûm edildiğimiz bu kısır döngü ne zaman kırılacak diye sorarsınız, Atatürk'ün "seçkin ihaneti"ni ve de vatanseverliğin gereklerini vurgulayan aşağıdaki değerlendirmesini okurken:

"... Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.

Bu anlayışta olan yalnız halk değildi. Özellikle seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyorlardı.

(...)

Birincisi: İngiltere'nin koruyuculuğunu istemek.

İkincisi: Amerika'nın güdümünü istemek.

Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti'nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.

Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yolları ile ilgilidir.

Meselâ: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı görüşünde, ondan ayrılmamak yollarına başvuruluyor. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.

(...)

Bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, hükûmet bunların hepsi kavramı kalmamış birtakım anlamsız sözlerdi.

Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?

O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?

Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak.

İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.

Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.

Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.

Oysa, Türk'ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.

Öyleyse, YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM"

DİPNOTLAR:

1 ABD Dışişleri Bakanlığı Politik Planlama Merkezi'nin Türkiye sorumlusu olan Henri Barkey, Türkiye'ye karşı uygulanan "Kontrol Edilebilir İstikrarsızlık Politikalarının" mimarlarından belki de en tehlikeli olanıdır. Başta ABD yanlısı ayrılıkçı keko örgüt ve temsilcileri olmak üzere, Süryani, Ermeni, Pontus ve benzeri etnik ayrılıkçıları koordine ile yönlendiren Barkey'in, Türkiye'nin Washington Büyükelçisi Baki İlgin ile yakınlığı, bu ülkede yaşayan Cumhuriyet aydını Türklerin haklı eleştirilerine neden olmaktadır. Bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu", Yeni Hayat, 70, Ağustos 2000, s. 23 ve 29; On Line erişim: http://www.kamalistler.cjb.net; http://www.fethullah.has.it;

2 FBI tarafından yaklaşık 10 yıl önce cemaate ait "Altın Nesil Vakfı"na tahsis edilen Pittsburg'daki çiftlikte, resmi korumaların yanısıra kalabalık bir hizmetli kadrosu ile birlikte yaşayan Fethullah Gülen, güvenlik gerekçesiyle, DGM'de görülen davasına sahte adres belirtmiştir. C/O2 JACOB DRIVE PERRINEVILLE, NEW JERSEY 03835 USA adresinde ikâmet eden kişi, cemaatin Amerika Kıta-Ülke İmamı görevini deruhte etmekte olan İsmail Yediler kod adlı İsmail Büyükçelebi'dir. Evin fotoğrafı için bkz. http://www.kamalistler.cjb.net Cemaatin koordinasyon merkezi olarak bilinen bu adreste, cemaatin tüm halkla ilişkiler ve propaganda faaliyetleri yürütülmektedir. Aynı zamanda posta dağıtım merkezi işlevi de gören bu adreste, Kemal Özgür kod adlı bir fethullahçı yönetiminde bir internet servisinin de (Türkforumu) yakınlarda faaliyete geçirildiği bilinmektedir. Mahkemeye sahte adres vermek Fethullah Gülen'in ilk vukuatı değildir, daha önce de -kendisi ABD'de bulunduğu halde- ikâmet adresi olarak İzmir Kemeraltı'nda bir yer göstererek şahsım hakkında 5 ve 10 milyarlık iki tazminat davası açmıştır. Sözkonusu ikâmet (!) adresinde, cemaate ait Nil A.Ş.'ne ait bir kitabevi (871. Sokak, No.47, Konak) bulunduğu saptanmıştır. Fethullah Gülen'in Henri Barkey, Graham Fuller, Paul Henze gibi isimlerle, ABD'deki resmi ikâmetgahı olan Pittsburg'daki izci kampları arasında yer alan göl kıyısındaki tahsisli çiftliğinde kabul ettiği; ayrıca, Türkiye'den gelen ziyaretçilerini de bu çiftlikte ağırladığı; buna karşılık sık sık New York, New Jersey, Washington gibi yakın merkezlere seyahat ettiği; mesafenin uzak olması nedeniyle Haziran 1999'de Seattle'da gerçekleştirilen -genişletilmiş- bölge toplantısına gidemediği, ancak kendisini temsilen İsmail Büyükçelebi'yi gönderdiği kaydedilmektedir.

3 Tipik iki örnek: "Kopenhag Kriterleri: Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği'nin Ortak Paydası mı?" (Heinrich Böll Vakfı-İstanbul Barosu, 24-25 Haziran 2000, Dorint Park Plaza Oteli, Taksim-İstanbul) ve "Türkiye ve AB Ulusal Egemenlik Haklarının Devri" (Konrad Adenauer Vakfı-İstanbul Barosu, 28 Ekim 2000, Armada Otel, Sultanahmet-İstanbul).

4 İstanbul Barosu'nun 1998 yılı seçim sonuçlarını Akit gazetesi, "Baroda Laikçiler Hezimete Uğradı: İstanbul Barosu Başkanlığını Yücel Sayman tekrar kazanırken, azılı başörtüsü düşmanı Genç Çağdaşlar Grubu, yaygaralarına rağmen varlık gösteremedi" başlığı altında uzun bir haberle duyurmuştur. Aynı gazetenin 27.10.1998 tarihli nüshasında A. İhsan Karahasanoğlu'nun yazısının başlığı "Baro Seçimleri ve 'Emanet Oy'un Düşündürdükleri"dir. Şeriatçı basın, Sayman'a emanet oyların gitmesini sağlamak için 'türbanla yemin edilebilir' sözünü kendi yandaşlarına güvence olarak yayınlamışlardır. Keza, Alman vakıfları lehine tavır sergilediği bilinen ANAP İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı bile, 8.6.1999 tarihli Milliyet gazetesine demeç vererek şu cümlelerle İstanbul Barosu yönetimini kamuoyuna şikâyet etmiştir: "Avrupadan alınan parayla İstanbul'da düzenlenen toplantıya, Türkiye'yi sürekli olarak dışarıda işkenceci olarak gösterme çabasında olan yabancılar, Türkiye'den ise bölücülük konusunda neredeyse özel yetiştirilmiş kişiler katıldı. Toplantıdan haberim olunca kendilerine yazdım. 'Bu toplantı düzmece bir toplantı, yalnızca Türkiye'yi itham için düzenlenmiş bir toplantı' dedim. Çağırdıkları kişiler, daha toplantı yapılmadan İngilizce hazırlanmış nihai sonuç bildirgesiyle geliyorlar. Türkiye'yi Avrupa'nın parasıyla teşhir ettiler. Sayman, yaratılan canavarın büyüklüğünü görünce, sonuç bildirgesinin yayınlanmasına kendisi de karşı çıkmak zorunda kaldı".

5 Lozan Barış Müzakereleri sırasında, İngiltere, Fransa, İtalya gibi devletler, mütareke dönemindeki işbirlikçilerinin cezalandırılmasını önlemek için "genel af" isteminde bulunmuşlardır. Mustafa Kemal ATATÜRK, kendi çıkarları için düşmanla işbirliği yapan dönemin etki ajanlarını ve işbirlikçilerini (Refik Halit Karay, Refi Cevat Ulunay, Ahmet Anzavur, Çerkez Ethem ve ağabeyleri Tevfik ve Reşit Beyler, Damat Ferit Paşa vd.) dış baskıyla affetmek yerine, onlara ilk ulusal andıçta yer vererek, 150'sinin de Türk vatandaşlığından çıkarılmasını ve sınırdışı edilmelerini -ki önemli bir bölümü önceden yurtdışına kaçmıştır- sağlamıştır.

6 1947'de Ulusal Güvenlik Yasası ile kurulan NSC'nin ulusal güvenlik danışmanları bile, çoğu zaman Dışişleri Bakanlarını bazen de Başkanları bile gölgede bırakacak etkinliğe, karizmaya sahip olabilmektedirler. Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski, Sandy Berger gibi iz bırakan ulusal güvenlik danışmanlarının yanısıra, Oliver North, Amiral John Poindexter, Bud McFarlane gibi teröristlerle işbirliği yapmaktan hüküm giyenlere de rastlanmaktadır. Bu Konseyin daha alt düzey danışmanlarının bile yurtdışı operasyonları yapacak yetki ve pervasızlığa sahip oldukları, ambargo kapsamındaki İran'a gizli silah satılması; elde edilen paralarla Nikaragua'da yasal yönetime karşı savaşan Kontra gerillalarına yasadışı destek sağlanması gibi örneklerden anlaşılabilir. Buna rağmen, ABD yönetimi, kabul edilemez bir çifte standartla Türkiye'de yetki sınırları Anayasa'da belirlenmiş MGK'nu demokrasiyle bağdaştıramamakta ve örtülü biçimde yetkilerinin törpülenmesini, asker sayısının azaltılıp, sivil sayısının arttırılmasını isteyebilmektedir.

7 1998'de oluşturulan bu Komisyonun (yaygın olarak eşbaşkanlarının adıyla anılan Hart-Rudman Komisyonu) asli görevi, ABD'nin yeni yüzyılda milli güvenlik stratejisini belirlemek; gerekli raporları hazırlamak ve Başkan'a sunmaktır. Milli Güvenlik Komisyonunu üyeleri arasında uzmanlık konularına göre, akademisyenler (CSIS uzmanı Anne Armstrong, Newton Gingrich), eski askerler (Harry D. Train, John Galvin), deneyimli istihbaratçılar (James Schlesinger), bürokratlar ve eski parlamenterler (Lionel H. Olmer, Andrew Young, Leslie Gelb), gazeteciler (John Dancy) ve de profesyonel yöneticiler (Norm R. Augustine, Donald B. Rice) gibi alanlarında sivrilmiş isimler dikkat çekmektedir. Komisyonun Mayıs 2000 tarihli son raporu, ABD yönetimi açısından "yol haritası" konumundadır. İşte bu ülkeyi daha da büyük yapmayı amaçlayan temel hedefler-talimatlar: "Amerika'yı savunun; bu ülkenin yeni çağdaki tehlikelere karşı güvenli olmasını temin edin; bu ülkenin sosyal dayanışmasını, ekonomik rekabet gücünü, teknolojik dehasını ve askeri gücünü sürdürün; değişme çağıyla gelen bölücü-parçalayıcı odakların uluslararası merkezler tarafından uysallaştırılmalarına yardımcı olun; özellikle Çin, Rusya Federasyonu ve Hindistan gibi büyük kilit güçlerin doğmakta olan yeni uluslararası sisteme entegrasyonuna yardımcı olun; diğer güçlerle birlikte yeni global ekonominin dinamizmini gözetin; uluslararası kurumların ve uluslararası hukukun etkinliğini artırın, geliştirin; ABD'nin ittifaklarını ve diğer bölgesel mekanizmaları, bu ülke ortaklarının daha çok otonomi ve sorumluluklar üstlenecekleri şekilde değiştirin!.." Görüldüğü gibi, Türkiye için böyle bir "yol haritası" çıkaracak, MGK altında yeralan benzeri bir Milli Güvenlik Komisyonu bulunmamaktadır. Türkiye, devlet yapılanmasında benzeri kurumlara mutlaka yer verirken; kendi yol haritasını çıkarırken, ABD için belirtilmiş hedef öngörülerinin tam tersine hedef öngörüleri belirlemek zorundadır. Zira, ulusçuluk, emperyalizmin her türlüsüne, özellikle ABD emperyalizmi gibi en tehlikelisine karşı olmayı, önlem almayı gerektirmektedir.

8 Türkiye'de ise, PKK terörünün onbinlerce can aldığı sırada bile Türk istihbarat örgütleri arasında anlamsız bir çekişme, engellemeye yönelik bir rekabet sözkonusuydu. Bugün bile MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma ve diğer birimler arasında uyumlu, planlı, koordineli bir çalışmadan söz etmek mümkün değildir. Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesini bir kanser gibi kuşatmış fethullahçı kadroların tasfiyesi, MİT içinde hala var olan fethullahçı kalıntıların da temizlenmesinden sonra "gizlilik" ve "güvenlik" kavramları ancak anlam kazanacaktır. Sözkonusu koordinasyonu sağlayacak bir "Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasasını Koruma Örgütü"nün kurulma zamanı çoktan gelmiştir. Tüm büyük ülkelerin, iç istihbarat ve güvenlik birimleri ile dış istihbarat birimleri arasında yönlendirici, politika belirleyici bir ara örgütü (BfV, MI6 gibi) mutlaka bulunmaktadır.

9 Almanya'da da memorandumlar, kamu güvenliğinden birinci derecede sorumlu "Federal Anayasa'yı Koruma Teşkilâtı"nın onayından sonra yayınlanmaktadır. Alman Federal İstihbarat Servisi (Bundesnachrichtendienst), dünyanın her tarafından gelen raporları, GÜNDE 2 KEZ, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, BfV, İçişleri ve diğer ilgili departmanlara iletmektedir. Bu bilgi akışı içinde ulusal güvenlik ve çıkarlar kapsamında kamu görevlilerinin bilmeleri gerekenler ayrı, üniversitelere verilmesi gerekenler ayrı, kamuoyuna duyurulması için Basına verilenler ayrı, yurtdışındaki Alman vatandaşlarına iletilecekler de ayrı memorandumlar halinde ilgili birimlerce yayınlanmakta ve servise konmaktadır. Almanya'da da bu memorandumların eleştiri konusu yapılması hiçbir dönemde ve hiçbir şekilde sözkonusu olmamıştır. Devlet bilincine sahip vatandaşların çokluğu, bir ülkenin güçlü olması ile doğru orantılıdır. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Yeni Dünya Düzeninde Şekil Değiştiren Bir Soğuk Savaş Örneği: Türkiye (MİT) ve Almanya (BND/BfV) Arasında Yüzyıllık Güç Kavgası", Yeni Hayat, 66, Nisan 2000, s. 24-30.

10 İslamcı Basından ABD'nin önem ve gerekliliğine ilişkin bazı makale ve haber başlıkları:

İsmet Özel, "ABD Adam Seçerken Nelere Dikkat Etmelidir", Yeni Şafak, 10.11.2000.
Yaşar Kaplan, "Fazilet'in de Bir Amerikası Olmalı", Akit, 1.11.1999.
Ali Halit Aslan, "Erbakan Olayı ve ABD'nin Destek Kıstasları", Zaman, 10.7.2000.
Nuh Gönültaş, "Clinton: Ya Bir Yol Bulunacak, Ya Bir Yol Açılacak", Zaman, 17.11.2000; "Clinton'un İnce Ayarı", Zaman, 16.11.1999.
"Akit'e Baskılar Clinton'un Gündeminde", Akit, 20.11.1999.
"Clinton Ders Verdi", Zaman, 16.11.1999.
"ABD'den Birdal Tepkisi", Zaman, 30.3.2000.
"Din Özgürlüğünüz Var mı?", Zaman, 16.12.2000.
"ABD'liler MHP'li Yahnici'nin Evinde", Akit, 31.3.2000.
"ABD'lilerden Doğu Turu", Zaman, 4.5.2000.

11 Lynne Emily Webb, İftiranın Değişmeyen Mantığı, (İstanbul: Feza Yayıncılık, 1999), s. 134.

12 Zaman gazetesinde, AB'ye destek kapsamında kekoçe TV dahil, KOB hükümlerine sınırsız ve de eleştirisiz destek veren yazılar yayınlanmaktadır. Daha düne kadar milliyetçi-muhafazakâr çizgide yayın yapan bu gazete, şimdilerde maskesini indirmiş, takiyyeyi geçici bir süre için bir kenara bırakmış görünmektedir. Sözde demokratlık uğruna, düne kadar "komünist", "Apo uşağı" olarak nitelendirdikleri isimlere artık "müttefik" anlayışı içinde sahip çıkılmaktadır. Yine Zaman gazetesinin yazarı Nuh Gönültaş, yoruma gerek bırakmayan şu satırları yazabilmektedir: "Meselâ, Osmanlı Sultanı Vahdettin gibi, Nazım Hikmet gibi ve Ahmet Kaya gibi... Aslında rejim muhalifi olan ve bu tavırları sebebiyle egemenler tarafından 'vatan haini' olarak vasıflandırılan o kadar çok değerli insanımız var ki bu topraklar dışında ölen..." Nuh Gönültaş, "Türkiye'de En Kolay Şeydir Vatan Haini Olmak!", Zaman, 21.11.2000. Aynı şekilde, 28 Şubat sürecinden sonra "teferruatla uğraşmak abestir" gerekçesiyle tüm tarikat ve diğer şeriatçı yapılanmaların kinini çekmek pahasına okullarında türbana izin vermeyen fethullahçılar, şimdilerde en katı türban savunucusu kesilmişlerdir.

13 Büyük Atatürk, 9 Ekim 1925'de, sanki bugünü görerek Cumhuriyet Savcılarına şöyle sesleniyordu: "Her uygar ve çağdaş devlette olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Adliyesi'nde de, Cumhuriyet Savcılarını yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım. Devrim savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve yükselme yeteneği veren en son ve en uygar ilkelerin bir ifadesi ve Türk Ulusu'nun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelenin eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibarıyla da Türk Ulusu'nun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Savcılarımızın, DEVRİM GEREKLERİ ETRAFINDA, EN KISKANÇ VE UZAKLARI GÖREN HASSAS NÖBETÇİLER OLMALARINI, ASIL GÖREVLERİNDEN SAYARIM.... YÜKSEK AMACA YÖNELİK HERHANGİ BİR SUİKAST FAİLİNİN DURMAKSIZIN KOVUŞTURULMASI VE KOVUŞTURMANIN, ULUSUN BÜTÜN HAKLARI TATMİN VE TAZMİN EDİLİNCEYE KADAR, HAKİM ÖNÜNDE DE KAYGI VE ISRARLA SÜRDÜRÜLMESİNİ VE SONUÇLANDIRILMASINI İSTERİM.... YAKIN TARİHİMİZDE VE ESKİ ZAMANLARDA, DİNLERİN; ZORBA HÜKÜMDARLARIN, RAHİPLER VE ÇIKAR SAĞLIYANLARIN ELİNDE BİR BASKI ARACI OLMASI GİBİ, ÇAĞIMIZDA KESİNLİKLE İZİN VERİLEMEZ VE HOŞ GÖRÜLEMEZ. DEVRİME KARŞI KOYAN MUHALEFETİN ÖZGÜRLÜKTEN VE YASADAN YARARLANMAYA HAKKI YOKTUR. BİREYİN DEĞİL, BİREYLERİN TAMAMINI İFADE EDEN TOPLUMUN VE DEVLETİN YARARI, HER DÜŞÜNCE VE KAYGIDAN ÖNCE GELMELİDİR. SINIRSIZ BİREYSEL ÖZGÜRLÜK VE KİŞİSEL ÇIKAR PEŞİNDE OLANLAR, KENDİ EMELLERİNİ, ÇIKARLARINI ULUSUN YÜKSEK ÇIKARLARI VE ÖZGÜRLÜĞÜNDEN ÜSTÜN TUTANLARDIR. SINIRSIZ KİŞİSEL ÖZGÜRLÜKLER, KİŞİSEL ÇIKARLAR, UYGAR VE DÜZENLİ TOPLUMLARI, DEVLETLERİ YIKARAK ANARŞİYİ VE ÇOĞUNLUKLA DA ZORBALIĞI YARATIR..." İnsanın aklına ister istemez gelir, Atatürk'ün Cumhuriyet Savcısı olma özelliğine, cesaretine, iradesine, kararlılığına, aydınlığına sahip kaç hukukçu var, ülkemizde?!. İşte bunun için Fethullah Gülen, müritlerine hedef gösteriyor: "Mülkiyede ve Adliyede kadrolaşın!.." Cumhuriyet Savcıları'nın büyüteç altına alınması; sadece müritlerin değil, görevini yapmayarak sessiz kalanların, Cumhuriyete ihanete sırtını dönenlerin de ayıklanmasını gerekli ve öncelikli kılmaktadır. Laik hukuk devletinin tüm kurumlarıyla işlemesi, "Temiz Türkiye" idealinin gerçekleşmesi, Atatürk'ün yukarıdaki direktifleri, böyle bir ayıklamayı kaçınılmaz hale getirmiştir. Tabii bu yasal ölçülerdeki ayıklamanın önce fethullahçılara kol-kanat geren, genel af tartışmalarını durup dururken gündeme getiren ve AB girişimleri, tahkim dahil, daha pekçok olumsuz işlemin sorumlusu Başbakan ve bu Adalet Bakanından başlaması şarttır.

14 Almanya'da Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı'nın en sadık işbirlikçilerinden biri ve de malûm Necmeddin Erbakan'ın yeğeni olan Mehmet Sabri Erbakan, Başkanı olduğu İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı'nda yaptığı şu konuşma ile "hit" olmuştur: "Yetmişbeş yıldır bize zorla Türk kimliğini dayattılar. Biz bunu reddediyoruz. Üç milyarlık müslüman dünyasının kimliğini istiyoruz". İhanet ve uşaklık, daha veciz (!) biçimde nasıl ifade edilebilir ki?!. Erbakan'a çok yönlü destek sağlayan BfV ve BND'nin yan kuruluşu olan Doğu Enstitüsü'nün araştırmacılarından Gunther Seufort, hiç olmazsa Alman olmanın rahatlığı ve dokunulmazlığı içinde işbirliği ve de birlikteliği ortaya koyan şu yorumu yapmıştır: "Bir Türk ulusu yoktur. Varolan, tepeden inmeci (jakoben) merkezi devlet terörü ile bir arada tutulmaya çalışılan değişik kültürel gruplardır: Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Aleviler, Hristiyanlar.... Adına Türk ulusu denilen uyduruk konsept, bizzat Mustafa Kemal tarafından Türk kökenli sünni müslümanların ulusu olarak tasarlanmıştır".

15 21 Kasım 2000 tarihli Akit gazetesinde yayınlanan habere göre, hakkında Türkiye'ye girme yasağı bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü Avrupa Koordinatörü Jonathan Sugden, -nasıl olduysa- Türkiye'ye girmiş ve toplantıya katılmıştır. Üstelik, toplantıda yaptığı çok anlamlı (!) konuşmada: "İnanç özgürlüğü ve kılık kıyafetle ilgili ihlâllerin bu belgede yeralmasını çok yadırgadım. Bu ihlâlleri ve kısıtlamaları Türkiye'ye yakıştıramadım" demiştir. Sugden'in Türkiye'ye girişinde rol oynayan kamu görevlileri hakkında bir soruşturma başlatıldığına ilişkin maalesef bir bilgi edinilememiştir. Aynı şekilde, Pakistanlı Bakkal Lord Ahmed'in yakın arkadaşı Lordlar Kamarası Üyesi Lord Patel of Blackburn ise, yaptığı konuşmada bu anlamlı (!) konuya şu katkıda bulunmuştur: "İnsanların düşüncelerini ifade özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasi de yoktur. Başörtüsü taktıkları için öğrencilerin okuldan atıldıklarını, eğitim haklarının ellerinden alındığını duyunca şok oldum". Toplantıdan sonra Heyet üyeleri, Çankırı Cezaevine ziyaret izni alamamışlarsa da en az Eşber Yağmurdereli ayarında ve değerinde bir başka "fikir ve düşünce adamı" olan ve de "AB'nin yolunun Diyarbakır'dan geçtiğini", "şeriatın tehdit oluşturmadığını" söyleyen Mesut Yılmaz'ı ziyaret etmişlerdir. Gerek Türkiye'de ve gerekse dönüşünde Almanya'da gerçekleştirdiği Basın Toplantısında Türk Devletini suçlayan, sorgulayan ve de yine Kürtlere azınlık statüsü talep eden Claudia Roth, sadece ve sadece Mesut Yılmaz'a iltifat ederek gerekli yerlere mesajını vermiştir. Heyet üyeleri, Ankara'da en az Mesut Yılmaz kadar "değerli" Necmeddin Erbakan ile Hasan Celal Güzel'i de ziyaret ederek anlamlı etkinliklerini -uzak olmayan bir tarihe kadar- sonlandırmışlardır.

16 İngiltere'den binlerce mil uzaktaki Falkland adaları için İngiltere'nin savaşı göze almasını ve de savaşmasını hala hatırlayan kaç kişi var, ülkemizde? İşte belleksizlerden birinin "Ulusal Andıç"ta yayınlanabilecek örnek bir makalesi: Yazarı Mehmet Ali Birant ve makale başlığı "Kıbrıs'ın Üzerine Oturamayız". Yoruma hiç gerek yok. Herkes Posta gazetesi alıp okuyamayacağına göre, bu makalenin "Ulusal Andıç"ta yeralması, Türkiye'deki etki ajanlığının boyutları hakkında kamu görevlilerinin bilgi edinme hakkını karşılayabilecektir. İşte sadece bir paragraf: "Kamuoyuna doğru bilgiler verelim. Hepimizin bilmesi gereken bazı gerçekler var. Başta ABD olmak üzere, batı dünyası Kıbrıs konusunda bir karara, bir uzlaşıya vardı. Bu da, Kıbrıs konusunda çözüm bulunmasıdır. Bulunacak çözümün tamamen Rumları tatmin etmesi sözkonusu değil. Ne Türkiye, ne Rumlar istediklerini elde edebileceklerdir. Konfederasyon ile federasyon arası bir orta yolda buluşulacak. Bir nokta var ki uluslar arası güçler kabul etmeyeceklerdir. Bu da Türkiye'nin Kıbrıs'ın üstüne oturması ve bugünkü statükoyu olduğu gibi sürdürmesine imkân vermeyeceklerdir.... Oysa değirmenin suyu bitmiştir. Direnilmesi imkânsız bir sürecin içine girilmiştir" (Posta, 17.11.2000).

Çok değil, 1 Ağustos 1919 tarihinde, benzer bir yazı, İstanbul Basınında yayınlanıyordu. Örnek farklı, yazarı farklı, zaman ve koşullar farklı ama teslimiyetçi, ver-kurtulcu, etki ajanı zihniyet aynı: "Amerikalıları çok iyi tanıyan ve önceki gün Amerikan Sefarethanesi'ndeki toplantıda hazır bulunan, yalnız adının verilmesini istemeyen bir Türk, dün Akşam gazetesinin bir muhabirine, Amerikan Tahkik Komisyonu'nun, daha ilk hamlede 'Ermeni meselesi'ni sormasının gayet tabii görülmesi gerektiğini söylemiş, sonra şunları eklemiştir: ... Ermenilere bir parça fedakârlık etmeli ve bu şekilde hüsnüniyetimizi göstermeliyiz. (..) Biz bunu yapmazsak, belki de zorla yaptırırlar. Ermenilere arazi ve istiklâl verilmesini esasen kabul etmişlerdir (Attila İlhan, "Hak Hukuk Bahane, Sorun Kıbrıs ve Petrol!", Cumhuriyet, 5.1.1999). Sadece bu kadar mı? Elbette ki hayır!.. İşte birkaç örnek daha: "Bizim için tutulacak tek kurtuluş yolu, İngiltere ile beraber yürümektir.... Mustafa Kemal'in muzaffer olduğunu görmektense, memleketin Yunanlılar tarafından alınmasını tercih ederim" (Refik Halit Karay). "Yunan Ordusunun muzafferiyeti için dua ediniz (Adliye Nazırı Ali Rüştü). "Kim milliyetçilerle birlikte Yunan'a karşı giderse şer'an kâfirdir.... Yunan ordusu Halife'nin ordusu sayılır" (İskilipli Atıf Hocanın başında bulunduğu Teali-i İslâm Cemiyeti'nin bildirisi). "Avrupa ile başa çıkmayı asırlardan beri Asya'nın hangi kavmi başardı ki biz başarabilelim" (Ali Kemal). "Limanda yetmiş tane yabancı gemi varken, Kuvayı Milliye ayaklanmasından korkulmaz" (Damat Ferit Paşa). "Tek çare galiplerle uyuşmak ve anlaşmaktır" (Refi Cevat Ulunay). "Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır" (Rıza Tevfik). "Umumun arzusu, İngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir" (Hariciye Nazırı Mustafa Şerif Paşa). Geniş bilgi için bkz. Mümtaz Soysal, "Ecnebi Kurtarıcılarımız", Hürriyet, 24.10.2000.

Kısaca, ABD'nin ve Batı'nın malûm anlaşması, Sevr Barış Antlaşması'nda ifadesini bulmuştur. Birant açıkça ifade etmese de, onun gibilere göre Atatürk bu süreci sadece geciktirmiştir. Gecikmeli de olsa, aynı taleplere koşulsuz uyum göstermekten başka hiçbir çaremiz kalmamıştır, değirmenin suyu bitmiştir. Bugün Kıbrıs, yarın kıta sahanlığı, öbür gün Kürdistan, Pontus, Ermenistan tazminat ve toprak talepleri, sözde Türk olmayan 47 ayrı etnik halka kendi dillerinde eğitim ve yayın hakkı vs. vs. Ali Kemal bile bu kadarını yazamamıştır, Birant, mütareke döneminin bu işbirlikçi gazetecisini fersah fersah geride bırakmıştır. Ama sorun Birant'ın kendisi değildir, şüphesiz. Ona gazetesinde köşe yazarlığı ve de medya yöneticiliği vererek soruna çanak tutan, CNN'in Güneydoğusu olmayan Türkiye haritasına tepki vermeyerek CNN-Türk'ü adeta etki ajanlarının sesi haline getiren, Radikal'in yazı kadrosu ile anti-ulusalcılığa lojistik destek sağlayan işverenin de deşifre edilmesi büyük önem taşımaktadır. Tabii ki bu da yetmez. Bu grubun kirli çamaşırlarının ortaya çıkarılarak tasfiyesi de -diğer medya kuruluşunda olduğu gibi- kaçınılmaz hale gelmiştir. Herkes ama özellikle de medya işverenleri ve politikacılar, bu ülke için yaptıklarının bedelini ödemek zorunda bırakılmalıdır ki Türkiye bir hukuk devleti olarak varlığını sürdürebilsin. Bu ükede, TSK ve kuvayı milliyeci siviller, kalıcı ve son sözü söyleyicidir; işbirlikçiler değil...

17 Andıç konusuyla ilgili olarak Cengiz Çandar'ın, Gülay Göktürk'ün, Etyen Mahçupyan'ın, Mehmet Barlas'ın, Nazlı Ilıcak'ın, Fehmi Koru'nun aleyhteki yazıları, "Ulusal Andıç"ta mutlaka yeralması gereken örnek makaleler arasında özel önem taşımaktadırlar. Dayanışmanın uluslararası boyutu da sözkonusudur, Türk Askerine ağız dolusu hakaret edip, PKK'lı teröristlere "kahraman gerillalar" sıfatını yakıştıran, ormanların ateşe verilmesi ve de turistik bölgelerde sabotaj emirlerini yayınlayan gazete ve dergilere hiç tepki vermeyen Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), andıç sözkonusu olduğunda Cengiz Çandar lehine tepki gösterebilmektedir. Keza, MAZLUM-DER Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu ise görülmemiş bir pişkinlik ve arsızlıkla, Genelkurmay Başkanlığı hakkında suçduyurusunda bulunmuştur. Çandar'a destek verenler arasında Ufuk Uras, Ahmet Taşgetiren, Mehmet Altan, Hüsnü Öndül, Nuh Gönültaş, Can Dündar, Hüseyin Gülerce, Deniz Türkali, Ercan Karakaş, Oral Çalışlar, Orhan Pamuk, Yılmaz Karakoyunlu gibi isimler de dikkat çekmiştir.

18 "Andıç Belgesi Dünya Basınının Gündeminde", Akit, 10.11.2000.

19 Devlet ve rejim düşmanlığını "demokratlık", "ilericilik" ve de "radikallik" olarak sunmaya çalışan malûm gazetelerden "Yeni Binyıl", nedenini açıklamaksızın, üç köşe yazarının (Kürşat Bumin, Alev Er ve Hrant Dink) görevine Ağustos 2000 içinde son vermiştir. Aynı zamanda Bilgi Üniversitesinde öğretim elemanı olarak da çalışan Kürşat Bumin, ikinci iş gelirini kaybedince, geldiği yere yani "Yeni Şafak" gazetesine geri dönerek yazarlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bu arada gerek Bilgi Üniversitesi ve gerekse Yeni Şafak gazetesi, çizgisi itibariyle kesişme noktaları bir hayli fazla iki kurum olarak kamuoyunca iyi bilinmektedir.

20 Vietnam Savaşı döneminde bir ABD teğmeni olan Willam Calley, Mai Lai köyünde 500 sivili yaş ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın kurşunlayarak öldürmüştür. En son Abu Cemal adında bir zenciyi, gözleri iyi seçmeyen tek tanık ifadesiyle idam eden ABD, 500 kişinin katiline sadece müebbet hapis cezası ile yetinmiştir. 2001 Yılında bu katliamın 31. Yıldönümü etkinlikleri düzenlenmeli, hatta geleneksel hale getirilmelidir.

21 Türkiye'de insan hakları doğrultusunda faaliyet gösterecek sivil toplum örgütlerinin, ABD ile ilgili programa dahil edecekleri etkinlikler arasına, Kızılderililere geçmişte uygulanan soykırım ile hala uygulanmakta olan baskılar da dahil edilmelidir. Bugün toplama kamplarında yaşamak zorunda bırakılan, önemli bir bölümü alkolik ve çalışamaz durumda bulunan Kızılderiler, her yılın 1-7 Kasım tarihlerini maruz kaldıkları baskıları protesto haftası olarak ilân etmişlerdir. ABD Anayasası'nda mevcut temel hak ve özgürlüklerle vatandaşların eşitliği prensibini kendileri için de talep eden Kızılderili liderlerden pekçoğu faili meçhule kurban gitmiştir. Efsanevi lider Leonard Peltier ise, hak talebi dışında hiçbir adi ya da siyasal suç işlememesine karşın, 1977'den bu yana hapiste bulunmaktadır. ABD Kamuoyu Abdullah Öcalan'ı ve Ermeni soykırım masallarını ne kadar biliyorsa, Türk kamuoyunun da Leonard Peltier'i ve halkını, bu ülkedeki ırk ayrımını o ölçüde bilme ve tanıma hakkı sözkonusudur.

22 Polis Akademisi'nin yirmi yılı aşkın bir süredir fethullah cemaatinin etki alanında olduğunu Türkiye'de bilmeyen kalmamıştır, sadece halihazırdaki Emniyet Genel Müdürü dışında. Oysa, uzun yıllardır akademide öğretim elemanı olarak çalışan şahsın, cemaatle herhangi bir gönül bağı yoksa, elindeki bilgi ve belgeler çerçevesinde bu inkâra gitmemesi gerekirdi. Gerek Ankara eski Emniyet Müdürü Cevdet Saral döneminde hazırlanan fethullahçılar raporu ile ilgili değerlendirmeler ve işlemler ve gerekse kurum içinde fethullahçı kadroya hiç dokunulmayışı, kamuoyunda birtakım kuşkuların doğmasına neden olmaktadır. Şahsın talebi halinde, kurum içindeki şeriatçı ve fethullahçı faaliyetlerle ilgili resmi belgeleri kendisine ibraz edebilirim. Türkiye'nin en önemli ve stratejik kurumlarından biri olan Emniyet Genel Müdürlüğü'nün sadece cinlikle yönetilemeyeceği anlaşılmalıdır.

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Hablemitoğlu'nun Nevzat Kösoğlu'na Cevabı

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:55

Hablemitoğlu'nun Nevzat Kösoğlu'na Cevabı

Milliyetçiler Listesi, resmen fethullahçıların yönetim ve güdümüne girmiş bulunmaktadır.

Değerli Arkadaşlar,

70'li yıllardan bu yana Türk sağını iğfal eden nurcu-nakşi-süleymancı-fethullahçı ve benzeri sapık, Türk, Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanı kesimle bitmek bilmeyen bir kavga vermekteyim. Ancak ilk defa bu kadar safiyane yazılmış bir mesajla muhatap oldum. İlkokul öğrencisi olduğunu düşündum, ama "muhkem" kelimesini biliyor, belli ki yaşı biraz daha büyük. IQ’su yasının bir hayli altında olsa gerek. Bugüne kadar kendini milliyetçi, hatta kimilerine göre Türkçü olarak yutturmuş olan Nevzat Kösoğlu, bu muhteşem (!) eseri (!) ile tıpkı Prof. Dr. Şerif Mardin gibi hidayete erdiğini ortaya koymuş oldu. Eseri (!) öylesine nurlar saçıyor ki, mesaj sahibi de bundan düzeyi ve kapasitesi itibariyle hayli istifade etmiş de bizlere de tavsiye ediyor. Sonra, iman sahibiyim ama muhkem bir Erzurumlu olmadığım için gözyaşı döküp üzüntümden adeta kahroluyorum: "Tanrım beni niye Erzurumlu yaratmadın" diye. Ancak mesaj sahibinin samimiyetine ve doğallığına binaen, söz konusu eseri (!) alıp, Sayın Nuh Mete Yüksel Beye götüreceğim ve tarizde bulunacağım: "Niye bu eseri (!) okumak dururken, iddianame için koskoca iki yılınızı harcadınız, her şeyin hatta tüm ilimlerin cevap anahtarı bu kitapta gizli!"

On 21.11.2000, at 13:48, ertansu wrote:

>> SAYIN HABLEMİTOĞLU, FETHULLAH GÜLEN HAKKINDAKİ İDDİALARIN TAMAMININ
>AFAKİ VE ÖNYARGIYA DAYALI OLDUĞUNU MHP MYK Ü?İ NEVZAT
>KÖSOĞLU'NUN "SAİDİ NURSİ" ADLI ESERİNİ OKUDUĞUNUZDA SİZ DE KABUL
>EDECEKSİNİZ!
>FETHULLAH GÜLEN HEM ŞUURLU BİR TÜRK HEM DE, MUHKEM İMAN SAHİBİ BİR
>ERZURUMLUDUR!
>SELAM İLE...



Değerli Arkadaşlar,

İşin sakası bir yana, akıllısı-aptalı ile tüm şeriatçılar, özellikle de fethullahçı bukalemunlar, "Türk", "Ötüken", "Ülkücü", "Bozkurt" gibi isimler taşıyan tüm listelere sızmaktalar. Ucuz mantıkla fabrikasyon iftiralarla, psikolojik üstünlük sağlama ve bundan sonra yönlendirme taktiklerini başarı ile sürdürüyorlar. Bunları temizlemek mümkün değil. En iyisini Dr. Buğra ATSIZ'ın moderatörlüğündeki ULUSALBİRLİK grubu yapıyor ve daha bastan şeriatçı sürüngenleri almıyor. Türk sağını iğfal etmeye alışmış bu şeriatçı sapıklara, internet dünyası içinde yerini alan entelektüel Türk milliyetçilerinin-ulusalcıların daha fazla hayat hakkı tanıması saçmalık. Lütfen, herkes bildiği şeriatçı propagandistlerin isimlerini ya da kod isimleri ve adreslerini bir kenara yazarak arada bir mesaj halinde bunları diğer üyelere hatırlatsın. Hiç olmazsa kimlerle kavga ettiğimizi bilelim. Milliyetçiler Listesi, resmen fethullahçıların yönetim ve güdümüne girmiş bulunmaktadır. Ve son olarak da son bir ayı da arşivden kapsayacak biçimde sürekli Zaman gazetesini izleyin. Takiyeci şarlatanların, kekoçülere ve AB yandaşlarına, hatta Ahmet Kaya’ya düzdükleri övgüleri ibretle takip edin. Vatan dayak yemediğin yerdir, diyerek ABD Yeşil Kartı kampanyası hakkında enformasyon hizmeti sunan milliyetçi görünüşlü fethullahçı böcekleri tanıyıp, listelerimizde demagoji ve de adice takiye yapmalarına lütfen izin vermeyin!.. Bunların hiç şüphesiz anneleri muhteremdir, ama şeyhleri?!. Sevgilerinizi Pittsburg'daki şeyhlerine ve New Jersey'deki vekiline (kıta ve ülke imamı) gönderebilirsiniz... Selam ve saygılarımla. Dr. Necip Hablemitoğlu.

HEM KAPKARANLIK VE HEM YEMYEŞİL LİSTE

1. Ali Kaya
2. Burak Burak
3. Alaaddin Şenel
4. İbrahim Öztürk
5. Hasan Mor
6. Mehmet Cirit
7. Taha Kıvanç
8. Erk Demirkaya
9. Ekrem Kasap
10. Kemal Özgür (Not: Daha yüzlercesini deşifre için katkılarınızı bu listeye yapmanız ricası ile).

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Raporlarla Polis Akademisi ve Diğer Eğitim Kurumlarındaki Fethullahçı

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:56

Raporlarla Polis Akademisi ve Diğer Eğitim Kurumlarındaki Fethullahçı Kadrolaşma / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Raporlarla Polis Akademisi ve Diğer Eğitim Kurumlarındaki Fethullahçı Kadrolaşma

Yukarıdaki birimlere sızmaya çalışan fethullahçı kadrolar, Cumhuriyet'in bugününü tehdit edecek mevziler elde etmişlerdir. Ya Cumhuriyetin yarınları?!. İşte, fethullahçılar, yarının şeriatçı-mürit emniyetçilerini yetiştirmek ve Cumhuriyet'in geleceğini şimdiden kontrolleri altına almak için, esas oyunlarını, Polis Akademisi başta olmak üzere, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne bağlı tüm eğitim kurumlarında sergilemektedirler. Son yirmi yıllık süreçte göreve gelen tüm İçişleri Bakanları'nın ve Bakanlık Müsteşarları'nın, Emniyet Genel Müdürleri'nin, tüm siyasilerin bildikleri halde seyrettikleri bu olumsuzluğa karşı, büyük bir cesaret ve onurla ilk resmi tepkiyi ortaya koyan, bir başka ifadeyle ilk defa "kral çıplak" diye bağıran, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral olmuştur. Saral, aşağıdaki raporunun çok kısa bir süre sonrasında, cezalandırılarak görevinden alınmış, ekibi ile birlikte çirkin iftiralara ve 20'ye yakın davaya muhatap bırakılmıştır. Fethullahçı istihbaratçıların deyimi ile, "hocaefendiye ve ışık ordusuna dil uzatanlar, sonradan geleceklere de emsal olacak biçimde pişman edilmişlerdir". İşte, Saral'ın Polis Akademisi ve Polis Koleji'ndeki fethullahçı örgütlenme ile ilgili değerlendirmelerini içeren, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne yaptığı suçduyurusu niteliğindeki 30.04.1999 tarih ve 2691-99 (B.05.1.EGM.4.06.00.06) sayılı yazısından bazı alıntılar:

"IŞIK TARİKATI adı altında örgütlenen Fethullah GÜLEN ve teşkilâtımız içerisindeki uzantılarının Polis Koleji, Polis Akademisi ve Emniyet Teşkilâtı içerisindeki örgütlenmesi ile ilgili yapılan çalışmalarda;

Polis Kolejine ve Polis Akademisi'ne daha önceden özel olarak eğitilmiş örgüt içerisinde yer alan şahısların rahatlıkla girebildikleri, bu şahısların okul içerisindeki öğrenciler tarafından İmam olarak adlandırdıkları ve mezkûr yapılanma içerisinde yer alan sınıf komiserleri aracılığı ile ayrı ayrı sınıflara dağıtıldıkları, bu sınıflarda sınıf imamı veya devre imamı olarak faaliyet yürüttükleri, iyi bir aile terbiyesi ve din eğitimi almış öğrencileri samimi yaklaşımlarla taraflarına çekmeye çalıştıkları, imam olarak adlandırılan şahıslar tespit etmiş oldukları öğrencileri, başlangıçta, dışarıda sivil vatandaşların evlerine götürerek sıradan bir aile ya da muhabbet ortamı sağlamak suretiyle video filmleri izlettikleri, sonraki aşamalarda özenle hazırlanmış ev yemekleri ikram edildiği, çay sohbetleri yapıldığı, birlikte namaz kılındığı, böylelikle samimi bir ortam yaratılarak öğrencilerin geçmişi ve aile yapıları hakkında bilgi edindikleri, öğrenci imam olarak faaliyet gösteren öğrencilerin aynı yapılanma içerisinde bulunan sivil vatandaşlar ile sürekli irtibat halinde bulundukları, bu şahısların genelde üniversite öğrencisi oldukları ve kendilerine abi diye hitap ettikleri, ayrıca bu şahısların kod isim kullandıkları,

Zaman içerisinde faaliyetlerin daha rahat yürütülebilmesi için, örgüt içerisinde yer alan sınıf komiserlerinin aracılığı ile boş ya da kol faaliyetlerinin yürütüldüğü odalarda çay ve bisküvi ikram edilmek suretiyle uygun bir sohbet ortamı vasıtasıyla güven sağlanarak yakın arkadaşlık ilişkilerinin geliştirildiği ve kendilerine yakın hissettikleri öğrencileri de bu ortamlara çağırıp, cazip teklif ve telkinlerle ikna etmeye çalıştıkları,

İkna edilen öğrencilerin hafta sonu çarşı iznine çıktıkları zamanlarda, örgüt içerisinde yer alan esnafların dükkânlarından faydalanmak suretiyle resmi elbiselerini değiştirerek sivil elbise giydikleri, birer ikişerli gruplar halinde örgüt içerisinde yer alan sivil vatandaşların evlerine gittikleri, gidilen yerlerde Fethullah GÜLEN'in video kasetlerinin seyredildiği, namaz vakitlerinde birlikte namaz kıldıktan sonra Said-i Nursi'nin Risalelerini okuyup birlikte ders çalıştıkları ve Fethullah GÜLEN'in kitapları hususunda derinlemesine eğitime tâbi tutuldukları, genelde bu evleri 7-8 kişilik gruplar halinde kullandıkları, bu öğrencilerin kullandıkları evin, ev sahibini görmedikleri ve kasıtlı olarak tanıştırılmadıkları, bu evlerden sadece dışarıdan abi diye hitap ettikleri üniversite öğrencilerinden 1 ya da 2 kişinin bulunduğu, planlı bir şekilde hareket ettikleri, gizliliğe önem verdikleri, hafta sonu programları, devre imamlarının talimatı doğrultusunda sınıf imamları vasıtası ile öğrencilere iletildiği, okula dönüş saati yaklaştığında tekrar birer ikişer kişilik gruplar halinde evden ayrıldıkları ve tekrar üzerlerini değiştirdikleri esnaflara giderek resmi üniformalarını giydikleri, bu evlerin Işık Evleri veya Işık Kışlaları olarak adlandırıldığı ve tamamen bu yapılanma içerisinde bulunan öğrencilerin ihtiyaçlarının karşılanması için sivil vatandaşlarca tahsis edildiği, bir evde bulunması gereken her şeyin bu ışık evlerinde mevcut olduğu, Polis Akademisi'nde sahte belgeler ile evci çıkan öğrencilerin bu evlerde ikamet ettiği,

Ancak, Fethullah GÜLEN ve örgütünün deşifresine yönelik başlatılan çalışmalardan sonra tedbir gereği bu evlerin bir çoğunun boşaltıldığı, bazılarının aile evlerine dönüştürüldüğü ya da aile evleri ile okul içerisinde örgütlenme faaliyetlerine hız verildiği, buna paralel olarak hasım cephe ya da muhalif cephe diye adlandırdıkları kesimlere karşı hile , iftira, yıpratma ve saldırı kampanyalarını hızlandırdıkları, hatta daha da ileri giderek abi ve imam adı verdikleri şahısları gerek teşkilâtımız içerisinde, gerekse diğer bazı kamu kurum ve kuruluşlarının üst düzey yöneticileri ile bazı siyasi parti yetkilileri ve temsilcilerine göndermek suretiyle yanlış ifade ve telkinlerle konular çarpıtılarak hasım cephe diye adlandırdıkları kişiler aleyhinde yoğun bir kampanya başlattıkları,

Okul içerisinde imamlar haricinde öğrencilerin birbirleri ile irtibat kurmadıkları, ast üst ilişkilerine çok dikkat ettikleri, öğrencilerin sorunlarını imamlar vasıtasıyla aynı yapılanma içerisinde bulunan sınıf komiserlerine ilettikleri, kendilerine yakın olan kimselerin disiplin cezalarını iptal ettikleri, sınıf ve devre imamlarına okul içerisinde bir sorumluluk verilmediği, (Sınıf Mümessilliği, Baş Mümessillik, Yemekhane, Yatakhane Sorumluluğu gibi) ancak bu imamların uygun gördüğü öğrencilere okul idaresi tarafından bu tip sorumlulukların verildiği, hatta bu sorumlu öğrencilere birer oda tahsis edip örgütlenme faaliyetlerine kolaylık sağlandığı,

Polis Kolejinde kendi yanlarına çekemedikleri öğrencilere genelde komünist dedikleri, diğer öğrencilerin de onlara karşı cephe almalarını sağladıkları ve o şahıslarla arkadaşlık yapılmaması için ellerinden gelen her türlü gayreti gösterdikleri, ayrıca bu öğrencilere öğretmenler ile sınıf komiserleri aracılığı ile baskı uygulattıkları, sınıfta bıraktırma, disiplin cezası verdirme hatta okuldan attırma cihetine kadar gittikleri, böylelikle psikolojik bir üstünlük sağlayarak okul içerisindeki faaliyetlerini daha rahat yürüttükleri,

Yaz tatillerinde örgüt mensupları aralarındaki bağın soğumaması ve öğrencilerin sosyal yaşantı içerisine girmesini engellemek için ailelerinden izin alabilen öğrencilerin, Ege ve Akdeniz Bölgesinde bulunan, örgüt tarafından kiralanan Işık Kışlalarında yoğun bir eğitime tabi tutuldukları, haftada bir veya iki kere deniz sahilinin tenha bölgelerinde denize girmelerine müsaade edildiği, yine haftada bir veya iki kere pikniğe gittikleri, yaz programlarda sivil vatandaşlardan abi diye hitap ettikleri ve kod isim kullanan şahısların bu evlere gelerek eğitim faaliyetlerini kontrol ettikleri,

Okul içerisindeki yapılanmanın grup, sınıf ve devre imamı olmak üzere hiyerarşik bir şekilde oluşturulduğu, Polis Akademisi'ni bitiren öğrencilerin başlamış olduğu görev yerlerine göre, yeni gruplar oluşturularak imam kadrolarını belirledikleri, imamların genelde üst rütbeli şahıslardan seçildiği, mezun olan öğrencilerden maaşa geçtikten sonra, bekar olanlardan maaşının 1/5'i, evli olanlardan ise 1/10'u nispetinde himmet adı altında para topladıkları,

Son günlerde takiyye kuralı gereğince tedbirler geliştirerek komünist diye adlandırdıkları kendilerinden olmayan öğrencilere yakınlık göstermeye başladıkları ve onlarla dost olmanın yolunu aradıkları,

Yapılan sohbetlerde Kur'an-ı Kerim'den ayetler ve hadislerden örnekler verilerek Fethullah GÜLEN'i, ahir zamanda gelecek MEHDİ olarak gördükleri, zaman zaman Atatürk ve devrimleri aleyhinde konuşma, açıklama ve eleştiri yapılmakla birlikte 28 Şubat kararlarından sonra takiyye ve tedbir gereğince Atatürk sevgisi verir gibi davrandıkları, okuldaki namazların şafi mezhebindeki gibi, cem şeklinde yani öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsı namazını birleştirmek suretiyle kıldıkları, değişik ortamlarda birbirleri ile şifreli konuştukları,

Bu faaliyetlerde bulunan öğrencilerin Ankara'da Demetevler, Keçiören, Yenimahalle, Cebeci, Etlik, İskitler ve Dikmen bölgelerindeki evlerden faydalandıkları yolunda bilgiler elde edilmiş olup, konunun daha da netleştirilmesi ve belirlenen ışık evleri ile ilgili çalışmalarımız sürdürülmekte olup, gelişmeler peyder pey bildirilecektir".
Yine Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün 18.3.1999 tarih ve 1820-99 sayılı bir başka yazısında, Fethullah Gülen'in polis adayı gençlere, Polis Akademisi ve Koleji'ne yönelik ilgisinin gerekçeleri, şu cümlelerle değerlendirilmiştir:

Fethullah GÜLEN, alışılmış "Din Adamı" profilinden uzak, din adına farklı söylemleri bulunan, kimi zaman "Sfenks" kadar sessiz, kimi zaman Atatürk'ü övmeye gerek duyan, kimi zaman 8 yıllık eğitime destek verecek kadar reformcu, rejim yandaşı ve aydın bir düşünür, kimi zaman farklı dinlerin temsilcilerine dünya barışı adına çağrılar yapacak, hatta papa ile fikir teatisinde bulunabilecek kadar da enternasyonal yanı güçlü biri olarak görüntüler vermektedir. Tarikat mensupları da, baş imam Fethullah GÜLEN'den aldıkları fetvalar doğrultusundaki davranışları ile, kendi düşüncelerinin zıttı olanlara karşı "hile mübahtır" yöntemi ile tedbirler geliştirmektedirler.

Fethullah GÜLEN'in yeterli bir din eğitimine ve bilgisine sahip olduğu kuşkuludur.Ama, dini bütünüyle bilmeyen fakat itikatlı olduklarına inanan insanları etkileyebilecek noktaları iyi keşfetmiş, üstün bir zeka sahibi olduğu söylemleri de gündemdedir. Alim olmayı gerektirmeyen dini hikâyeleri, ızdırap yüklü ses tonu eşliğinde, sohbetlerinde gözyaşı suyu ile kişilerin manevi alanlarına nüfuz edecek şekilde anlatan ve kişileri istediği yöne sevk etmeyi başarması bir çok entelektüel kesimin kendisinden etkilenmesini sağlamıştır.

Özellikle birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz ve 2000'li yıllara girmek üzere olduğumuz şu günlerde, Türkiye sathını mücadele alanı olarak değerlendiren ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yıkma, parçalama, en hafifinden Cumhuriyet'in temel niteliklerini değiştirme veya kendine göre yön verme ya da devlet içinde hâkim güç olma sevdasındaki bu gibi organize suç yapılanmalarını dünlerde olduğu gibi bugünlerde de etkileyip kullanmada ön planda tuttuğu hedef kitlenin başında, aktiviteleri, heyecanları ve coşkuları ile gençlerimizin gelmesi son derecede düşündürücüdür.

Gençlerimizin ülke menfaatleri ve değerleri açısından hangi noktalarda bulundukları, nihai hedeflerinin ne olduğu tam olarak belirlenmiş olanlarla, kamufle yeteneğine sahip bulunan çeşitli maskeler ve kamuoyu desteğiyle yollarına devam etmekte olan ve üzerindeki "Giz" perdesi tam olarak kaldırılmamış masumane görünümlü kimi organizasyonların çekim alanlarına girmelerine mani olabilecek ölçülerde uyarmadığımız ve yeterli bilgilerle teçhiz edemediğimiz de bir başka gerçektir. Böyle olduğu içindir ki gençlerimiz halen bir takım kişi veya örgütlerin hedefledikleri noktalara ulaşma ve bu yöndeki planlarını hayata geçirmeleri konusunda cazibe merkezi olmaya devam etmektedirler.

Gençlerimiz üzerinde oynanan bu oyunlardan da anlaşılacağı gibi, teşkilâtımız bünyesinde bulunan başta Polis Koleji ve Akademisi olmak üzere, bir çok eğitim kurumumuz adıgeçen tarikatın ilgi alanına girmiş ve teşkilâtlanmaları adeta bir sistematiğe bağlanmış gibi devam etmektedir. Teşkilât bazında stratejik önemi haiz Personel, Bilgi İşlem, Eğitim, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele, Terör ve İstihbarat birimleri ile taşra uzantılarında da yapılanmaların olduğu yönünde emareler mevcuttur".

Kendisi de Polis Koleji ve Polis Akademisi'nde yedi yıl süreyle eğitim gören gazeteci Zübeyir Kındıra, yaşadıklarını ve araştırmalarını anlattığı "Fethullah'ın Copları" adlı kitapta, bu eğitim kurumlarındaki fethullahçı kadrolaşmayı, 1979'dan bu yana günümüze kadar getirmektedir. Kındıra, en güncel bilgi ve belgelerle de desteklediği kitabının "Sunuş"unda, konunun önemini şöyle vurgulamaktadır:

"Polis Koleji'nin uygun ikliminde, bir çoğumuz, daha ilk hafta sonu izninde, bu Fethullahçı topluluğun içinde, nereye ve neden gittiğini bilmeden bir 'Işık Evinde', 'Said-i Nursi' risalesi dinlerken buldu kendini Bazılarımız okula döner dönmez, üst sınıflara ya da komiserlere durumu anlatıp 'korunmaya' alındı. Ama yalanlarla, gizlice götürüldüğümüz o evleri, orada yaşadıklarımızı ve o günleri hiç unutmadık.

Ben de o evlerden birine götürülenlerdenim. Aradan 21 yıl geçmesine karşın, o günü hiç unutmadım. Daha sonra yaşadıklarım da o günün unutulmasına engeldi. İlk denemelerinin ardından, bu kişilerin gerçek niyetini anladım ve hemen uzaklaşıp, kurtuldum. Benim gibi bir çok arkadaşım da bu topluluktan uzak durdu. Ama benimle birlikte o gün o eve gidenlerin bir çoğu iyi birer Fethullahçı oldular. O gün, o evde, benim ilk namazımda yanımda duranlar ve onların anlayışı tarafından Emniyet Teşkilatı'ndan uzaklaştırıldım.

Yıllar sonra, gazeteci olarak o gün, o evde benimle birlikte olanların, Emniyet Teşkilatı'nın en kritik üst yönetimlerinde bulunduklarına, hiç de şaşırmadan, tanık oluyorum. Polis içine 'Fethullahçı tohumu' atılmasının ilk günlerine tanıklık etmiş daha sonra, 'kendilerinden olmayanları saf dışı bırakma' yöntemlerini yaşamış biri olarak, laik ve demokratik düzene yönelik tehlikelerden biri olduğuna inandığım, 'bu arkadaşlarımın', 'eski mesletdaşlarımın' gün ışığına çıkmadan, hak etmedikleri makamlarda oturmalarına ve toplumu yanlış yönlendirmelerine izleyici kalmak, en azından yaşadıklarıma haksızlık olurdu. Bu çalışmayı yapmaya karar vermemdeki en büyük etkenlerden biri de budur...

Polis içindeki Fethullahçıların bir bölümünü ve Polis Koleji ve Akademisi'nde bulunduğum yıllarda 'Işık Evleri'ne giden ve öğrenci götürenleri anlatmaya çalıştığım bu kitap içerisinde, yaşadıklarım ve tanık olduklarım ve gazeteci olarak araştırdıklarım var. Bazı bilgiler doğrudan anılarımdan, büyük çoğunluğu ise polis içindeki dostlarımdan ve belgelerden...". (Zübeyir Kındıra, Fethullah'ın Copları, (İstanbul: Su Yayını, 2001), s. 15-16.)

Türk Basınının en saygın gazetecilerinden biri olan Zübeyir Kındıra, kitabında, fethullahçıların bu eğitim kurumlarındaki tüm usulsüzlüklerini, baskı yöntemlerini, ders veren öğretim elemanlarının Cumhuriyet karşıtı sapkınlıklarını, şeriatçı kadrolaşmanın tüm evrelerini ve destek veren siyasilerle, üst düzey bürokratları, isim isim, müfettiş raporları ve soruşturmalara esas belgeleriyle birlikte ayrıntılı olarak açıklamaktadır. Bu kitap, yöneticilerin devlete ve rejime bağlı olduğu bir ülkede yayınlanmış olsaydı, en azından İçişleri Bakanı başta olmak üzere, hedef isimlerin tamamını götürürdü, diye düşünüyorsanız, haklısınız. Ancak, Türkiye'de bunun tam tersini görüyorsunuz. Örneğin, 10 Kasım 1996'da, "... inancımıza saygı duyulmadığı bir dönemde, içim kan ağlayarak, bugünkü törenlere katıldım" sözleriyle ünlenen Kayseri eski Belediye Başkanı Refah Partili Şükrü Karatepe hakkında D.G.M.'nin bilirkişi olarak atadığı Prof.Dr. Ali Şafak'ı hatırlamamak olanaksızdır. Zira, Şafak, Karatepe'yi aklayan bir rapora imza atanlar arasındadır. Erzurum İlahiyat Fakültesi mezunu Şafak, halen Polis Akademisi'nde "görevinin başındadır"...

Başta Polis Akademisi olmak üzere, tüm eğitim kurumlarındaki fethullahçıların izini sürmeye başladığınızda, öncelikle Polis Akademisi, Koleji ve Okulları için öğretim üyesi yetiştirilmek üzere yüksek lisans ve doktora yapmak üzere yurtdışına gönderilenlerin de durumlarını ve pozisyonlarını netliğe kavuşturmanız gerekmektedir. Hatırlanacağı üzere, Y.Ö.K. ve Milli Eğitim Bakanlığı, 1982'den itibaren ağırlıklı A.B.D. olmak üzere, yurtdışına onbinin üzerinde burslu öğrenci göndermiştir. Ancak, bir süre sonra bunların yarıdan çoğunun fethullahçı, sonra nakşibendi, süleymancı ve de etnik bölücülerden oluştuğu saptanmıştır. Bu devlet aleyhine üniversitelerde geleceğin akademisyenlerini yetiştirme ve kadrolaştırma furyasından, Emniyet Teşkilâtı bu haliyle kendisini koruyabilmiş midir? Bu soruya ancak acı bir tebessümle karşılık verilebilir. Nasıl mı?!. İşte, fikir verebilecek bir iki küçük örnek:

Emniyet Teşkilâtı'na "iz" bırakan Bakanlardan biri olan Abdülkadir Aksu, 1988-89 Öğretim Yılında Polis Akademisi'nin kadrolu eğitim elemanı gereksinimini karşılamak üzere, 41 öğretim görevlisini yüksek lisans ya da doktora yapmak üzere -tüm masrafları devlet tarafından karşılanarak- İngiltere'ye göndermiştir. Bu grup 5 yıl sonra Bakanlık emriyle Türkiye'ye çağrıldığında, sadece bir bölümünün yüksek lisansı tamamladığı görülmüştür. 1997-98 Öğretim Yılında ise, Akademi Yönetim Kurulu kararıyla, "olumsuzluğu" değerlendirilen 20 araştırma görevlisinin Akademi ile ilişkisi kesilmiştir. Ne var ki, bu personel, daha sonra idari yargı kararı ile geri dönmüştür. Bunların önemli bir bölümü yardımcı doçent ve doçent kadrolarına atanmışlardır. Sadettin Tantan döneminde çıkarılan sözkonusu yasayla, öğretim üyelerine kendi istekleri dışında başka bir yere atanmama kolaylığı getirilmiştir. Ayrıca, emniyet kadroluların yanısıra, sivil öğretim elemanlarının da, eğitim ve öğretimin yanısıra idari görev almaları (başkan yardımcısı-dekan yardımcısı-enstitü müdürü vb.) sağlanmıştır. Böylece, Emniyet Teşkilâtı'na bağlı eğitim kurumlarındaki "tek tip" emniyetçi yetiştirmeye yönelik programa işlerlik; kadrolara da dokunulmazlık kazandırılmıştır. Konunun bir başka vahim tarafı, mevcut kadronun, bundan sonra gelecek öğretim elemanlarını seçme kurullarında ve de eğitim programlarında belirleyici rol oynayacak olmalarıdır. Yönetim erkini elinde bulunduran grup, kendi grup gereksinimleri doğrultusunda müfredat programı hazırlama ve kadrolar yetiştirme olanağına sahip olurken, farklı personel bu süreçte ya tasfiye ya da pasifize edilecektir. Acıdır ki, bütün bunlar yasaya uygun (!) olarak yürütülürken, Emniyet Teşkilâtı içindeki Cumhuriyet aydınları, tüm olumsuz gelişmeleri sessiz çığlıklar atarak izlemek zorunda kalacaklardır...

Bir başka tipik örnek olarak, Polis Akademisi'nde müfredata dahil "Devlet Güvenliği ve Haberalma" adlı ders kitabında, Cumhuriyet döneminin en yaygın irticai hareketi olan Nurculuktan tek kelime ile bahsedilmemektedir. Bir başka ifadeyle, geleceğin Emniyet yöneticileri, nurculuk hakkında tek bilgi bilmeden, tehdit olarak algılamadan Akademiyi bitirmektedirler. Nurculuktan bahsetmeyen, gerçek yönleriyle Fethullahçılıktan bahseder mi, diye düşünüyorsanız, yavaş yavaş Emniyet Teşkilâtı'nı tanımaya başlıyorsunuz demektir. Bu kitapta, örneğin, "Zararlı Dini Akımlar" bölümünde, Ahmet Yesevi, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi isimler, "İrticai Faaliyetler" ana başlığı altında açıklanmaktadır. "Türk Düşünce Tarihi" gibi bir ders ya da bağımsız bir bölüm başlığı altında okutulması gereken bu "aydınlık" isimleri, "İrticai Faaliyetler" başlığı altına dahil edeceksiniz; sonra da "kapkaranlık" Said-i Kürdi ve hempalarını-şakirtlerini bu başlık harici bırakacaksınız!.. Bunun adı bilim değil, Türklük değil, İslamiyet değil, insanlık ise hiç değil!.. Keza, aynı kitapta, Türkiye'de şeriatçıların kendilerini ve faaliyetlerini halk içinde gizlemek, kamufle etmek için kullandıkları "mütedeyyin kitle" kavramına yer verilirken, gerçek mahiyeti hakkında tek cümlelik bilgiden dahi kaçınılmıştır.

Aynı şekilde, yine müfredata dahil "İnsan Hakları ve Kamu Hürriyetleri" adlı ders kitabında, aşırı sağda ve solda yeralan ve Türk Devleti'ni yabancı ülkelere şikâyet gibi işlevleri yerine getiren örgütler, "yerli" ya da "işbirlikçi" başlığı altında değil de, "ulusal sivil toplum örgütleri" başlığı altında anlatılmaktadır. Ayrıca, bu kitapta İnsan Hakları Derneği ve Mazlum-Der hakkında geleceğin emniyet yöneticilerine verilen bilgiler, son derecede yetersiz, içi boş ve düşündürücüdür. Emniyet mensubu, rejimi yıkmak isteyenlerle devlet arasında "tarafsız" değildir, resmen taraftır, devletten taraftır. Bu itibarla, Polis Akademisi'nde ya da bağlı diğer eğitim kurumlarında verilen derslerin, "bilgi" kadar, öğrenciye devlet bilinci, devleti savunma donanımı ve refleksi kazandırması da amaçlanmalıdır. Ama nerede?!.

Konunun bir diğer vahim sonucu da şudur: 9 Mayıs 2001 tarih ve 24397 No.lu Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4652 sayılı Polis Yükseköğretim Kanunu ile, Polis Akademisi üniversite yapısına dönüştürülürken, Polis Okulları da, iki yıllık Polis Meslek Yüksek Okulu haline getirilerek Polis Akademisi'ne bağlanmıştır. Yeni yasayla, mevcut eğitim kadrosunun, tayin açısından neredeyse dokunulmazlığı sözkonusu olmuştur. Devletten yana, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, Cumhuriyetin tüm değerlerine inanmış, laik hukuk sistemini canı pahasına koruyacak Türk Polisi tipolojisinin oluşturulması için, Polis Akademisi'nin ve Polis Meslek Yüksek Okullarının ve Polis Koleji'nin tümüyle yeniden yapılandırılması ve sürekli büyüteç altında tutulması kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Tüm bu olumsuzluklardan rahatsız olan, tepki gösteren, teşkilât içindeki Said Kürdi'nin hempalarıyla mücadeleye hazır konumda başka emniyetçiler yok mudur? Elbette ki vardır. İşte, onlardan bir grup tarafından kaleme alınan bir rapor!.. Polis Akademisi ve Polis Koleji'ndeki fethullahçı kadrolaşma olgusu ile ilgili yeni bir resmi soruşturma için gerekli tüm verileri içermektedir. Veriler, gerçekten dehşet verici boyutlardadır. Örneğin, Polis Koleji'ndeki toplam 731 öğrencinin % 53'ünü oluşturan 388 öğrencinin, fethullahçı yapılanma içinde yeraldığı belirtilmektedir. 2001 Yılı mezunları arasında bu oran % 67 olarak kaydedilmektedir. Raporda, 1'den 4'e kadar tüm sınıflardaki normal öğrencilerle, yapılanma içinde yer alan öğrencilerin sayıları ve istatiksel oranlarına yer verilmektedir. Fethullahçılara karşı yurtsever öğrencilerin örgütlü tepkileri sonucunda, devrelerdeki fethullahçı oranlarında hissedilir bir düşme dikkat çekmektedir. Raporda, Polis Koleji'ndeki "imam"ların sayıları hakkında da bilgi verilmektedir: Tüm şubeleriyle 1. sınıflarda 86 fethullahçı öğrencinin 12, 2. sınıflarda 66 fethullahçı öğrencinin 10, 3. sınıflarda 107 fethullahçı öğrencinin 9, 4. sınıflarda ise 129 fethullahçı öğrencinin 34 imamı bulunmaktadır. 4 Sınıflarda "abi" diye nitelendirilen yönetici pozisyonundaki imamların sayıca çok olmasının nedeni, bunların mezuniyet aşamasında "son şekle" bu sınıfta sokulmalarıdır. Mezunlar arasında "il imamı" olarak atanacaklar, 4. sınıftaki imamlar arasından belirlenmektedir. Raporda, 1. sınıftaki A, B, C., F şubeleriyle, 2., 3. ve 4. sınıflardaki A, B, C., D. ve E şubelerinin ayrıntılı imam sayıları kaydedilmektedir. Raporda, fethullahçı kız öğrencilerin durumlarına da değinilmiştir. Örneğin, sadece 3. sınıflarda (toplam 5 şube), okuyan 18 kız öğrencinin içinde, 2'si yönetici konumunda 12 fethullahçı kız öğrenci bulunmaktadır. Farklı bir örnek teşkil etmek üzere, 4. sınıfların 6 ayrı şubesinde 69 yabancı uyruklu öğrenci arasında -ki bunların çoğu gayrimüslimdir- 1'i yönetici pozisyonunda 11'i fethullahçı yer almaktadır. Polis Akademisi'nin 186 kişilik 1. sınıflarının 148'i Polis Koleji kökenli olup, bunların 71'i fethullahçı olarak tanımlanmaktadır. Aynı şekilde, lise kökenli 38 öğrencinin ise ancak 14'ünün fethullahçılarla ilgisi bulunmaktadır. Bundan anlaşılmaktadır ki, Polis Akademisindeki fethullahçı örgütlenmenin alt yapısını, Polis Koleji'nden gelen öğrenciler oluşturmaktadır. Bu açıdan acilen ve öncelikle, Polis Koleji'ndeki yönetici ve eğitim kadrosunun bütünüyle büyüteç altına alınması ve gereğinin yapılması gerekmektedir. Zira, Fethullahçı kadrolaşmaya en sert tepkiyi gösteren (2001-2002 Ders Yılı) 3. sınıf öğrencilerinin, malûm kadro tarafından en sert tepkiyle cezalandırıldıklarından söz edilmektedir. Geçtiğimiz yıl Polis Akademisi'nden "Komiser Yardımcısı" rütbesiyle mezun olan 300 kişiden 202'si, bir başka ifadeyle % 67'si fethullahçı olarak tanımlanmaktadır. Sözkonusu raporun sonunda, Polis Koleji 3. sınıflarındaki ve Polis Akademisi, 1, 2, 3, ve 4. sınıflardaki fethullahçı öğrencilerin isim listelerine yer verilmektedir. Ayrıca, Akademi'nin 4. sınıf şubelerindeki yabancı uyruklu fethullahçıların yanısıra, Akademi'nin 2001 mezunları arasında yer alan fethullahçı komiser yardımcılarının isim listeleri ile, bunlarla bağlantılı Akademi Eğitim Şubesi personelinin (28 kişi) ve Polis Koleji Eğitim İşleri Şube Müdürlüğü'ne bağlı sınıflar şubesi personelinin (22 kişi) listeleri, olgunun vahametini göstermek açısından rapor ekinde sunulmaktadır.

Bu raporun teyidini hangi merci yapacaktır? Hiç şüphesiz, fethullahçılar her türlü olumsuz senaryolara karşı, ilgili birimlerde kendilerini aklayacak, aleyhlerine tanıklık yapacakları ise tümüyle "tasfiye" edecek mekanizmaların başındadırlar. Bu açıdan, kendi aleyhlerine açılacak soruşturmaları, soruşturanlar kendilerinden olduğunda, aklanmanın yasal biçimi olarak kendileri de kabul ve tasvip etmektedirler.

Diğer taraftan, fethullahçılar konusunda böylesine pasif tutum sergileyen, ancak fethullahçılar başta olmak üzere hiçbir zararlı yapılanma ile ilişkisi bulunmayan halihazırdaki Emniyet Genel Müdürü Kemal Önal, tüm bu olumsuzluklardan tek başına mı sorumludur?!. Elbette ki hayır!.. Bugüne kadar İçişleri Bakanlığı makamına oturmuş tüm siyasiler de, en az gelmiş geçmiş Emniyet Genel Müdürleri ve bürokratları kadar sorumludurlar. Fethullah Gülen'in deyimi ile Mülkiye'deki kadrolaşma aleyhine, bu yazının kaleme alındığı tarihe kadar, nedense bir türlü bitirilemeyen bir soruşturma duyumu dışında somut bir işlem tesis etmediğini bildiğimiz, buna karşılık fethullahçı olmadığından da emin olduğumuz Rüştü Kâzım Yücelen'in, "istihbarat" ve karşı-istihbarat" konularında çizdiği yetersiz- tecrübesiz görüntü de ortadadır. Yakın geçmişte, Avrupa'da katıldığı bir toplantıda, 30.000'den fazla vatandaşımızın ölümünden birinci derecede sorumlu eli kanlı terörist Abdullah Öcalan için, "terör dolayısıyla can veren o kadar insanın yaşama hakkı ne kadar birinci derecedeyse, Öcalan'ın yaşama hakkı da o kadar birinci derecededir" demiştir. Türkiye'de de medyadan yayınlanan bu sözler, normalde bir hükûmetin düşürülmesine yetecek sözlerdir. Bu sözlerin sahibi elbette ki PKK sempatizanı değildir ama bu sözlerle, milyonlarca Türk insanının rencide ederken, PKK'yı destekleyen Batılı işbirlikçilerinin -deyim yerindeyse- ekmeğine yağ sürmüştür. Tıpkı, kendi bakanlığındaki fethullahçı kadrolaşmanın üzerine gitmeyerek, gider gibi görünmek suretiyle devlet güvenliğine verdiği zarar gibi. Bakanın, başka zaaf görüntüleri de mevcuttur: Bilindiği üzere, Türkiye'de 1983'den bu yana yasadışı faaliyet gösteren Alman vakıflarından Konrad Adenauer Vakfı'nın en önemli işbirlikçisi, "Türk Demokrasi Vakfı"dır. Bülent Akarcalı'nın başkanlığını yaptığı bu vakıf, sözkonusu yasadışı Alman vakfı ile akçalı ilişkiler içindedir, ki bu yasalarımız açısından aleni suçtur. Ancak bu suçun üzerine kim gidecektir? Vakıflar Genel Müdürü Nurettin Yardımcı mı? Mümkün değil, yakın bir zamana kadar Türk Demokrasi Vakfı'nın yönetim kurulu üyesi olan Yardımcı'nın üyeliği halen devam etmektedir. Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı Nejat Arseven mi? Arseven'in de adıgeçen vakfın üyesi olup vakfın işbirliği çalışmalarına katkıda bulunduğunu bizzat Alman Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt basına açıklamıştır. Bu yasadışı işbirliğini TRT ya da Anadolu Ajansı mı kamuoyuna duyuracaktır? Mümkün değil, çünkü Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu, adıgeçen vakfın yönetim kurulu üyesidir. Mesut Yılmaz da -oluşumun doğasına uygun olarak- vakfın üyesidir. Geriye, yasaları uygulama gibi asli görevi olan sadece dönemin İçişleri Bakanı kalmaktadır, diye düşünüyorsanız, mutlak yanılıyorsunuz, zira, o da adıgeçen vakfın üyesidir, tıpkı ANAP'lı Işın Çelebi, Mustafa Kalemli, İmren Aykut, Güneş Taner, Emre Kocaoğlu, gazeteci Mehmet Altan, YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, Prof. Dr. Duygu Sezer, Alman liyakat haçı sahibi Prof. Dr. Ahmet Mumcu vd. gibi. Kısaca, Türkiye niçin bu olumsuzluklarla karşı karşıya, sorusunun binlerce yanıtından birini, yukarıdaki ilişkiler örgüsüne bakarak alıyorsunuz...

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Üniversitelerdeki Fethullahçı Operasyonları / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:58

Üniversitelerdeki Fethullahçı Operasyonları / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Üniversitelerdeki Fethullahçı Operasyonları

Fethullahçıların üniversitelerdeki kadrolaşma hareketi, Yüksek Öğretim Kurulu'nun kurulmasıyla birlikte ivme kazanmıştır. Geleceğin mürit akademisyenlerini yetiştirme programı doğrultusunda, onbinin üzerinde müridini Y.Ö.K. ve M.E.B. kontenjanlarından A.B.D., İngiltere, Fransa gibi ülkelere gönderen fethullahçılar, şimdilerde iki önemli avantaja sahip olmuşlardır: Eğitimlerini tamamlayarak Türkiye'ye dönenler, akademisyen olarak, mevcut fethullahçı kadroları daha da güçlendirirken; yurtdışında kalmak isteyenler de, iş bularak kaldıkları ülkelerde mevcut cemaati takviye etmişlerdir. Y.Ö.K. sistemi içinde başta Rektörlük olmak üzere, Dekanlık ve Müdürlük kadrolarını elegeçirme doğrultusunda, tüm siyasal bağlantılarını kullanan fethullahçılar, özellikle de üniversitelerin Yüksek Lisans ve Doktora eğitimlerini koordine eden Sosyal Bilimler Enstitüsü, Fen Bilimleri Enstitüsü, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü gibi birimlerinde söz sahibi olmaya çalışmışlardır. 12 Eylül döneminde, "hasım" olarak nitelendirdikleri öğretim elemanlarının 1402'likler kategorisine dahil edilmesinde, bir başka ifadeyle üniversiteden uzaklaştırılmasında hayli etkili olan fethullahçılar, daha sonra da Y.Ö.K. yasasının anti-demokratik hükümlerinden yararlanarak "sözleşmeyi uzatmama" yoluyla "hasım"larını tasfiyeye devam etmişlerdir.

Diğer taraftan, Y.Ö.K., -bilerek ya da bilmeyerek- fethullahçıların başta Anadolu üniversiteleri ve vakıf üniversiteleri olmak üzere, pekçok üniversitedeki egemenliğini pekiştirecek politikalar üretmeye devam etmektedir. Örneğin, üniversitelerdeki eğitim dilinin ingilizce olması yolundaki eğilim, doğrudan fethullahçılara yaramaktadır. Devlet parası ile ABD ve İngiltere gibi ülkelerde çok iyi derecede ingilizce öğrenen fethullahçı kadrolar, üniversitelerde, dil avantajıyla ön plana fırlamışlardır. Aynı şekilde, Y.Ö.K. ile başlayan ve akademik yükselmelerde yabancı dilde yayın koşulu, fethullahçı akademisyenlerin önünü tamamiyle açmıştır. Türkiye'deki üniversitelerde yürütülen bilimsel çalışmaların kendi toplumumuzun bilgisine ve hizmetine sunulması, ulusal bir öncelik ve gereklilik olması icap ederken; Y.Ö.K., akademik yükselmelerde, Türkçe yayınları dikkate almamaktadır. Y.Ö.K., bilimsel makalelerin, neredeyse tamamına yakını Batı ülkelerinde yayınlanan ve "Science Citation Index"in taradığı periyodiklerde çıkmasını, akademik yükselmeler için olmazsa olmaz koşul olarak kabul etmektedir. Bilimsel araştırmaların sonuçları hakkında önce kendi meslekdaşlarını ve de toplumunu bilgilendirmek; ülkeye çok yönlü katkı yollarını açmak dururken, ancak sömürge ülkelerde görülen ve "sömürge aydını" anlayışı içinde bu sonuçları öncelikle Batılıların hizmetine ve bilgisine sunma gayretkeşliği, Y.Ö.K.'nu yönetenlerin ulusallıktan ve ulusalcılıktan ne denli uzak olduklarını ortaya koymaktadır. İşte, fethullahçılar, sırf bu amaçla, Batıda "Fountain" örneğinde olduğu gibi, yabancı dilde yayın çıkarmakta; ayrıca, kendi müritlerinin bu kapsamdaki periyodiklerde makalelerinin yayınlanması için profesyonel bir organizasyonla servis hizmeti sağlamaktadırlar. Y.Ö.K. yöneticilerinin bu konuda sergiledikleri gafletin, bir de siyasal yönü bulunmaktadır. Örneğin, bir Cumhuriyet Tarihçisi'nin "Ermeni görüşleri aleyhinde" bir makaleyi, bu indekste yeralan periyodiklerde yayınlatması mümkün değildir. Aynı şekilde, PKK, Pontus, Süryani, Fener Patrikhanesi, Misyonerlik, Keldani, Batı destekli şeriat örgütlenmeleri vb. konularda, Türkiye'nin tezini savunan bir bilimsel makale, bugüne kadar sözkonusu indeksce taranan periyodiklerde yayınlanmış değildir. Fethullahçıların yanısıra, Ermeni tezine destek veren Prof.Dr. Halil Berktay örneğinde olduğu gibi, yerel tarihçilik adı altında Türkiye'nin etnik sorunlarını kaşıyan 2. Cumhuriyetçi kimlikli, çoğunluğu Vakıf Üniversitelerinde kadrolu akademisyenlerin bu periyodiklerde yayın sorunu bulunmamaktadır. Başta tarihçiler olmak üzere, diğer sosyal bilimlerde çalışma sürdüren akademisyenler, ortadaki olumsuz olgudan birinci derecede mağdurdurlar. Bilimsel çalışmalarını "ulusal" perspektiften sürdürmek, bir anlamda Y.Ö.K. eliyle cezalandırılmak anlamına gelmektedir. Sadece sosyal bilimciler mi? Elbette ki hayır!.. Örneğin, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi A.B.D. öğretim üyesi Prof.Dr. Tahir Hatipoğlu ve meslekdaşları tarafından yürütülen bir araştırmanın sonuçlarının yeraldığı makalenin yayın talebi, İngiltere'de yayınlanan, sözkonusu indeksçe taranan bir tıp dergisi tarafından reddedilmiştir. Reddin gerekçesi, "Türkiye'de sadece Türklerin yaşamadığı, Kürtlerin de yaşadığı ve örneklemlerde onlara da yer verilmemesi" olarak gösterilmiştir. Türk akademisyenleri böylesine aşağılayıcı, onur kırıcı, ulusal duyarlılığı rahatsız edici durumlara düşürmek, Y.Ö.K. yasasının 4. ve 5. maddeleri ile hiç mi hiç bağdaşmamaktadır. Y.Ö.K.'nun, fethullahçı kadrolaşmaya ve Türkiye yerine Batılı ülkelere öncelikli olarak hizmet veren bu şekilci, içeriği kof, sömürge uşaklığı görünümlü uygulamadan vazgeçmesi gerekmektedir.

ÖRNEKOLAY: A.Ü. TÜRK İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ

Kadrolaşmaya tipik bir örnek olmak üzere, sadece Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü'ne kayıtlı öğrenci sayısı, 1985-86 Öğretim Yılı itibariyle 462'ye ulaşmıştır. Bir bölümünün iki ya da üç yıllık yüksekokul, enstitü mezunu olup dört yıllık lisans eğitimini tamamlamadıkları; bir bölümünün ilgisiz alanlardan mezun oldukları; kimi öğrencilere ise -eğitim süresi dahil- üç ay gibi kısa sürelerde diploma verildiği sabit olan sözkonusu Enstitü'de, kimi eski yöneticiler, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmışlardır. Başta üniversiteler olmak üzere, T.S.K., Diyanet, TRT, MEB gibi stratejik kurum ve kuruluşlarda kadrolaşmayı amaçlayan ve bu doğrultuda akademik "ünvan dağıtan" öncüler, ülke çapındaki tüm üniversitelerde açılan Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüleri ve de Atatürk Araştırmaları Merkezleri'ni elegeçirme savaşımına girişmişlerdir. Nedenine gelince, bu birimler, üniversitelerde tek ideolojik propaganda-politika yapılabilen "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" dersinin yürütülmesinden sorumludurlar. Bu ders, dinamik yönüyle, sadece dünü değil, bugünü ve yarını da içine almaktadır. Bir başka ifadeyle, devletin resmi ideolojisinin aktarıldığı; karşı ideolojinin bir tehdit olarak sunulduğu; Atatürk ilke ve devrimlerinin benimsetilmesi olduğu kadar; bu ilke ve devrimlere düşman olan iç-dış odakların teşhir edildiği bir dersi, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı kimi kadrolara verdirmek gibi bir olguyla karşılaşılmıştır. Normalde, her türlü şeriatçı ve bölücü yapılanmalara karşı üniversite öğrencilerini bilinçlendirecek Atatürkçü akademisyenlerin tasfiyesi sonucunda, yerlerine gelen fethullahçıların, bu defa öğrencileri hangi yönde bilinçlendirecekleri (!) bir kara mizah olarak Y.Ö.K.'nun "başarı hanesine" yazılmıştır. Tabii olan, 1982'den bu yana zihinsel tasalluta uğrayan ve her biri birey yerine müride dönüşen yüzbinlerce Türk gencine, ailelerine ve devletimizin geleceğine olmuştur.

İşte, kadrolaşmada hedef akademik kurumlardan, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü'nde "Doktor" ünvanını almış bir mezunun yazdıkları!.. Hiç yorumsuz:

"... Son yıllarda yaptığı hayırlı işler dolayısıyla Türk ve dünya kamuoyunun yakından tanıdığı Fethullah Gülen; fikirleri, düşünceleri ve yapılmasına vesile teşkil ettiği hayırlı işler dolayısıyla toplumumuzda çok geniş bir kesimin sevgi ve saygısını kazanmış yukarıda izah ettiğimiz gelişmiş beyine sahip mümtaz bir kişidir.

... 45 yıldır ülkemizin aktif yönetimini üstlenen Sayın Süleyman DEMİREL ile Sayın Bülent ECEVİT'in Fethullah GÜLEN hakkındaki övgü dolu sözleri ciltlere sığmaz. Sadece bu iki kişinin medyada çıkan güzel sözleri biraraya getirilse 24 bölümlük dizi film olur. Kısacası bize göre Fethullah Gülen; kamuoyumuzun yakından tanıdığı kalbi vatan aşkı ile dolu, Türk Kültürüne aşık, örnek bir müslüman, gönlü insan sevgisi ile dolu, insanlar arasında barış, hoşgörü ve sevgiyi daima ön planda tutan bir gönül insanıdır. Bu özellikleri ile dünya insanlığının da yakından tanıyıp izlediği bir sevgi adamıdır. Toplumun dinamiklerini ayakta tutan ve insanlar arasındaki birlik, beraberlik ve kardeşliği pekiştirecek örnek insanları bulup çıkartmak ve onlardan yönetimin her alanında yararlanmak devletin temel görevidir.

... Nitekim, herkesin gözü önünde ceryan edecek yargı süreci sonunda, ülkemizde çete oluşturarak devleti yıkmayı düşünebilecek en son kişilerden biri olduğunu değerlendirdiğim Fethullah GÜLEN muhtemelen beraat ederek aklanacaktır. Sonunda kendisini sevenler ve sayanların sayısı artacaktır.

Sonuç olarak; Bu yazı Fethullah GÜLEN'i övmek için kaleme alınmamıştır. Sadece bu tutuklama kararı konuya ilişkin fikirlerimizi açıklamamıza vesile teşkil etmiştir. Ayrıca Fethullah GÜLEN'in bizim güzel sözlerimize ihtiyacı da yoktur. Gereği de yoktur. O görevini tamamlamış bir insanın huzur rahatlığı içinde toplumun gönlünde yer almıştır. Açılmasına vesile olduğu yüzlerce okuldan yetişen her milletten yüzbinlerce öğrenci insanlığa hizmet için, bilim ve teknoloji aşkıyla yola çıkmışlardır. Onların ve ailelerinin hayır duaları kendisine yeter de artar bile. Burada vurgulamak istediğim konu, Fethullah Gülen'in şahsına yapılan hareket değildir. Binlerce yıllık gelenek ve göreneklerimize karşı yapılan yanlışlığı ortaya koymaktır. Devlet ve millet için faydalı bir şey yapmaya çalışan ve fakat sayıları çok az olan memleket evlatlarının binbir vesile ile yollarının kesilmek istenmesine bir kere daha dikkat çekmek içindir.

Burada yine vurgulayacağım önemli nokta şudur;

Kalbi memleket ve millet aşkı ile dolu, onu yüceltmek ve yükseltmekten başka hiçbir idealleri olmayan gerçek vatanseverleri yıldırmak, korkutmak, kaçırmak ve hizmetten alıkoymak mümkün değildir. Onların verilmiş makam, mevki ve rütbeye ihtiyaçları yoktur. Onlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar milletlerini ve insanlığı aydınlatırlar. Bu bakımdan halkımıza itidal ve soğukkanlılık tavsiye ediyorum. Üzülmesinler. Tasalanmasınlar. Dün; Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan, Muhsin YAZICIOĞLU, Hasan Celal GÜZEL'ler hapsedildiler. Fakat her defasında eskisinden daha güçlü olarak halkının itibarını kazandılar. Daha iyi hizmet edebilecekleri yerlere geldiler. Yapılan yanlıştır; ama; yapılan yanlışların daima iyilik ve güzelliklerin bir başlangıcı olduğunu kabul etmek gerekiyor. İnanıyorum bu sefer de böyle olacaktır (T.T.K.)". 1

Yukarıdaki satırların yazarı olan Dr. Tamer Kumkale, sıradan biri değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en kritik yerlerinde (Kara Kuvvetleri İstihbarat, Milli Güvenlik Kurulu T.İ.B. gibi) görev yapmış, bu görevleri sürdürürken de, adıgeçen yerde doktorasını tamamlamış biridir. Albay rütbesindeyken emekliye sevkedilen yazarın, halen Fatih Üniversitesi'nde "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" bölüm sorumlusu olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır 2 . Bu örneği, aynı Enstitü'de Yüksek Lisans ve Doktora yapan Emniyet mensuplarına da teşmil ettiğinizde, olayın vahameti daha da iyi anlaşılacaktır.

PROF.DR. KEMAL ALEMDAROĞLU'NU TASFİYE OPERASYONLARI

Diğer taraftan, Türk sağındaki halen geçerli olan; "Allahını-Peygamberini biliyor, komünist değil, o halde bizden" yaklaşımını en çok fethullahçılar değerlendirmektedir. Mevcut tüm sağ çizgideki siyasal partilerde yaptırım gücüne sahip bulunan, dolayısıyla bir anlamda gelmiş-geçmiş siyasal iktidarlara görünmez biçimde "ortak" olan fethullahçılar, son yıllarda DSP, CHP gibi sol çizgideki partilere de büyük paralar harcayarak "adam yerleştirmektedirler". Bu açılım, üniversiteler için de sözkonusudur. Fethullahçıların üniversitelerdeki en önemli destekçileri ve de işbirlikçileri, 2. Cumhuriyetçi çizgide yer alanlarla, etnik bölücü kimliğini ön plana çıkaranlardır. Fethullahçılar, kimi vakıf üniversitelerinde görev yapan bu akademisyenleri, "danışmanlık" kılıfı altında resmen maaşa bağlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti'ne, Atatürk ilke ve devrimlerine, laik hukuk sistemine, Türklük bilincine, tam bağımsızlık olgusuna karşı tüm unsurlarla birlikte, ülke çapında olduğu gibi üniversitelerde de dayanışma gösteren fethullahçılar, kendilerine direnen, kadrolaşmalarını durduran ya da gerileten tüm akademisyenleri "hasım" olarak değerlendirmektedirler. Fethullahçıların en tehlikeli hasım olarak nitelendirdikleri akademisyenlerin başında, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu ile Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Nur Serter gelmektedir. Uzun bir süreden bu yana "türban" gerekçesiyle, tüm radikal şeriatçı örgütlerin yanısıra, A.B. organlarından desteklenen işbirlikçi kimi vakıf üniversitelerindeki etnik sorunlu ve 2. cumhuriyetçi ve de "yabancı dille eğitim-paralı eğitim yanlısı" öğretim üyelerini Alemdaroğlu ve Serter aleyhine provoke ve organize eden, bu uğurda kayda değer harcamalarda bulunan fethullahçılar, son dönemde de Rektör Alemdaroğlu aleyhine, salt iftiraya dayalı "intihal" kampanyası başlatmışlardır 3 . Bilindiği üzere, tüm şeriatçı, aşırı sol ve de bölücü örgütlerin doğrudan hedef ilan ettikleri Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, İstanbul'daki tüm asker-polis şehit cenazelerine katılan ve güvenlik kuvvetlerine koşulsuz destek veren tek Rektör'dür. Buna karşılık, Sadettin Tantan'ın İçişleri Bakanlığı döneminde gerçekleştirilen yasadışı polis eyleminde, kimi polis memurlarının İstanbul Üniversitesi ve dolayısıyla Rektörü aleyhine attıkları sloganlar, fethullahçıların söylemleriyle birebir örtüşmektedir. Keza Fethullahçılar, Ondokuzmayıs Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ferit Bernay hakkında da kesintisiz iftira kampanyası sürdürmektedirler.

BİREYSEL MÜCADELE VE DEZENFORMASYON ÖRNEKLERİ

Fethullahçıların üniversitelerdeki "hasım"larına yönelik taktik ve stratejilerini -yaşayarak, bedel ödeyerek öğrenen- bir akademisyen olarak, devam etmekte olan bir savaşımın mütevazi tarafıyım. 12 Eylül döneminden itibaren, intihal 4 dahil, her türlü iftiraya maruz bırakılıp, 3 kez üniversiteden uzaklaştırılan; toplam 76 ceza ve disiplin soruşturmasına ve de 100'e yakın idari ve adli davaya maruz ve muhatap bırakılan, ancak tümünden onanmış yargı kararlarıyla aklanan bir Cumhuriyet Tarihçisi olarak, diğer ülke ve devlet düşmanı yasadışı örgütlerin, tarikatların ve benzeri yapılanmalar yanısıra, fethullahçılara karşı mücadelemi de kesintisiz sürdürmekteyim. Yaklaşık 20 yıllık süreçte açılan dava dosyaları içinde yer alan binlerce belge, hiç şüphesiz, her fırsatta "din, ahlak, mukaddesat, fazilet, dürüstlük, namus" gibi kavramların ardına sığınan fethullahçıların, "hasım"larını tasfiye doğrultusunda sınırtanımaz etiksizliğinin göstergeleridir. İşte, sadece birkaç örnek:

Fethullahçı istihbaratçılar tarafından "hasım" kabul edilen kişi ve kuruluşlar aleyhine yürütülen dezenformasyon faaliyetlerinden biri de, çarpıtılmış bilgilere dayalı sahte belgeler üretmektir; teknik deyimle "fabrikatörlük" yapmaktır. Bu kapsamda, şahsımla ilgili üretilmiş onlarca sahte belge sözkonusudur ve bu sahte belgeler, daha çok internet ortamında dağıtılmaktadır. Bunlar arasında, kayda değer olarak "M.İ.T. mensubu olduğumu gösterir kimlik fotokopisi", "Gagauz-Hristiyan olduğuma dair nüfus kütüğü fotokopisi", "yüzkızartıcı suçlara ilişkin yargı kararları fotokopileri", "komünist örgüt militanı olduğuma ilişkin istihbarat raporu fotokopisi", "masonluğuma dair kimlik fotokopisi" vs. vs. sayılabilir. Sahte belge üretiminde sınırtanımazlığın ve utanmazlığın en tipik örneğinde şu bilgiler yer almaktadır:

"AA0012A7A-SİY/04-EYL-0511-2895
TERÖR ÖRGÜTÜ OPERASYONU
BÖLÜCÜ ÖRGÜTÜN SÖZDE SİYASİ KANADININ ANKARA SORUMLUSU ELE GEÇİRİLDİ
(FOTOĞRAFLI)

ANKARA (AA) - Güvenlik güçlerince Ankara'da yapılan operasyonda bölücü terör örgütü PKK'nın sözde siyasi kanat ERNK'nın Ankara sorumlusu Necip Hablemitoğlu ele geçirildi.
Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne bağlı ekiplerin bir ihbarını değerlendirerek Ankara Gençlik Caddesi'nde bir hücreevine düzenledikleri operasyonda Hablemitoğlu'nun yanısıra çok sayıda örgütsel doküman ve kırsal kesimdeki teröristlere gönderilmek üzere eğitim notları da ele geçirildi.
Sorgusu halen Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde sürdürülen Hablemitoğlu'nun bir üniversitede görevli olduğu ve örgütün kitleselleşmesi için çaba sarfettiğini itiraf ettiği kaydedildi.
TALİMATLAR BEKAA'DAN
Hablemitoğlu'nun ilk sorgusunda, talimatları bizzat terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'dan aldığı, PKK'nın geniş kitlelere ulaşması için bazı teklifler sunduğunu itiraf ettiği öğrenildi.
Doğu Perinçek ile Abdullah Öcalan ile ilişkileri de sağladığı öğrenilen Hablemitoğlu'nun önceki yıllarda da bazı sol gruplarla birlikte olduğu provakatif faaliyetlerde uzman olduğu ifade edildi.
(AB-TK-NHK)
04.09.1989 14:59:07 TSİ
NNNN"

Normal posta, faks ve elektronik posta aracılığı ile dağıtılan ve de halen http://www.gercekergenekon.com adresinde "servis"e sunulmaya devam eden bu sahte belgeye, uzun yıllardan sonra ilk kez, Bandırma'da yayınlanan "Genç BAYRAK" adlı bir gazetenin 25 Mayıs 2002 tarihli nüshasında "Necip Hablemitoğlu eşittir PKK" başlığı altında yer verilmiştir. Bandırma'daki MHP eski ilçe başkanı tarafından yayınlanan gazetedeki haberde, sahte belgeye ek olarak -imla bozuklukları dahil aynen- şu iddia, iftira, hakaret ve isnatlarda bulunulmuştur:

"Kısa bir süre önce, yerel bir gazete, Bandırma'da bir öğretim görevlisini konuk edip Belediye düğün salonunda konferans verdirdi. Şahsın adı Necip Hablemitoğlu. Elbette Bandırma'nın iyi niyetli ve onurlu insanları bu konferansı tüm samimiyetlikleri ile gidip dinlediler. Necip Hablemitoğlu anlattı. Bandırmalılar dinledi. Ancak meslekten mi bilinmez bizde bir araştırma hastalığı vardır. Biri Bandırma'ya geliyor ve onlarca kişiye gözlerinin içine baka baka birşeyler anlatıyor ve gidiyor, elbette sormak gerek kim bu Necip Hablemitoğlu diye. Sordukta.

Necip Hablemitoğlu hakkında araştırma yaptığımızda ne o yapılanın konferans olduğunu nede insanları bilgilendirmeyi hedeflediğine inanmadık, inanmayacağızda. Çünkü geçmiş dönemlere ait olan tüm dökümanlarda Necip Hablemitoğlu eşittir PKK. Evet gerçek bir söylem ve asla iddia değil, gerçek. Çünkü elimizde saatine kadar verebileceğimiz bilgilere göre Necip Hablemitoğlu'da geçmişte PKK'ya hizmet ettiğini ve Abdullah Öcalan ile birebir görüşerek talimat aldığını itiraf etmiş. Aynı Necip Hablemitoğlu yani PKK örgütü yardımcısı ve yatakçısı Necip Hablemitoğlu, 2002 yılında Bandırma'da Belediye'ye ait bir salonda konferans veriyor ve bir gazetenin işbirliği ile. Biz size 04.09.1989 tarihinde saat 14:59'da tüm haber ajanslarını alt üst eden ve tüm adli makamları harekete geçiren resmi yazıları eksiksiz, kesintisiz, cesurca ve Kamuoyuna hitaben yayınlıyoruz.
...
Yazıyı okuduktan sonra konu kamuoyuna kalıyor. Bandırma'ya gelerek onlarca onurlu Türk insanına konferans veren bir kişinin PKK Örgütüne yataklık etmesi ve bu konferansın alenen yapılması doğru mu? İşte bu soruya da kamuoyuna gerçekleri ile birlikte ekte sunuyoruz".

Gazete, 28 Mayıs 2002 tarihli nüshasında, manşetten verdiği "Hablemitoğlu Gazetemize Dava Açıyor(muş)!" başlıklı haberde, yukarıdaki haber metnini aynen bir kere daha yayınladıktan sonra, şöyle denilmiştir: "Haberimiz üzerine 18 Mayıs'ta Hablemitoğlu'nu şehrimize getirerek konferans organizesini üstlenen bir yerel gazete, Necip Hablemitoğlu'nun gazetemize dava açtığını açıklamış. Kendisinden yurtsever ve değerli bilim adamı olarak bahsedilen bu şahsın PKK ile ne ölçüde işbirliği içerisinde olduğunu umarız kamuoyuna açıklayacak ve nihai kararı halkımız verecektir. Bekliyoruz HABLEMİTOĞLU...1 Konunun takibindeyiz. Hablemitoğlu davası ile ilgili bilgileri önümüzdeki sayılarımızda size aktaracağız".
Konferansın Bandırma Ticaret Odası Konferans Salonunda yapıldığını saptayamayan, "Belediye Düğün Salonu" diyerek okuyucularına usulen adres gösteren bu titiz (!) gazetenin haberi sonrasında, sahte belgenin kaynağı olarak gösterilen ANADOLU AJANSI adına bir açıklama yazısı gönderilmiştir. Genel Müdür adına Genel Müdür Yardımcısı İsmail Bezgin imzası ile gönderilen 26.6.2002 tarih ve B.02.1.AA.12/102-2171 sayılı yazıda aynen şöyle denilmiştir:

"İlgi yazınıza konu haber bültenlerimizde yer almamıştır. Ayrıca, yazınız ekinde göndermiş olduğunuz haber metni fotokopisi bizim formatımıza uygun değildir. Bu metnin düzmece yazılmış olduğunu düşünmekteyiz. Bilgilerinizi rica ederiz. Saygılarımızla".

Elbette ki, bu sahte belge çerçevesinde gelişen haksız isnat ve iftiralara karşı sözkonusu gazete aleyhine açılabilecek tüm davalar açılacaktır. Ancak önemli olan gerçek şu: Yurdun farklı köşelerindeki benzer yayınlar nasıl saptanacak ve dava açılacak?!. Baba tarafından Kırım Türkü, anne tarafından Rumeli Türkü olan şahsımı, tüm mücadele ve eserlerime rağmen, etnik bölücü, elikanlı terör örgütü destekçisi-yatakçısı, dolayısıyla AB işbirlikçisi PKK'lı, ERNK yetkilisi gibi gösterme faaliyetlerinin "ülkücülük", "müslümanlık", "mukaddesatçılık" gibi kılıflar ardından yapılması, konunun takiyye yönünü ve mesajın hedefini ortaya çıkarmaktadır.

Kaldı ki, bu ve benzeri iftira ve kumpasların 1980'den bu yana sonu gelmemektedir. Hatta, şahsımla ilgili iftira ve isnatlara yer veren Zaman gazetesi aleyhine açtığım ve tümünü kazanarak haksız isnat sahiplerini mahkûm ettirdiğim davaların birinde, gazete avukatı, Ankara Asliye 25. Hukuk Mahkemesi'ne benzeri sahte belgelerden birini sunma cüretini göstermiştir. 2000 Yılında görülen bu davaya, Zaman gazetesi, Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü'ne ait 15 Ekim 1986 tarih ve C-2537 sayılı belgeyi (!) iddia ve isnatlarına dayanak olarak göstermiştir. 14 Yıl öncesinin tarihini taşıyan ve İstihbarat Şubesi'ne ait olması dolayısıyla "gizli" olması gereken bir belgenin, nasıl olup da Fethullah Gülen Cemaatine yakınlığı tüm istihbarat raporlarında belirtilen bir gazetenin eline geçtiği sorusu, henüz yanıt bulamamıştır. Bu belgenin sahteliği, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nce mahkemeye sunulan yazıda belirtilmiştir. Ortaya çıkan sonuç şu ki, fethullahçı istihbarat örgütünde, gerektiğinde kullanılmak üzere saklanılan, ileride kullanılmak üzere hazırlandığı anlaşılan "tedbire yönelik" resmi belgelerle, sahte belgeleri içeren bir arşiv bulunmaktadır. Anlaşılan, "Zaman" gazetesi de bu arşivden yararlanabilmektedir.

İşte, "Zaman" gazetesinin mahkemeye sunduğu istihbarat belgesinin son paragrafında şu hükme varılmaktadır:

"Sözkonusu Enstitü'de, çeşitli devlet dairelerinden, Emniyet teşkilâtından ve Türk Silahlı Kuvvetlerinden subayların da öğrenim gördüğü, bu nedenle laiklik ve Atatürk aleyhtarlığı yapıldığı iddialarının asılsız olduğu, istihbar edilmiş olup; ayrıca bahse konu olayın D.G.M. Savcılığına intikal ettiği ve soruşturma yapıldığı öğrenilmiştir"

Oysa, dönemin Emniyet Genel Müdürü'nün Özel Kalem Müdürü başta olmak üzere, çok sayıda üst düzey emniyet mensubunun yanısıra, 50'ye yakın emekli ya da muvazzaf Türk Silahlı Kuvvetleri mensubunun da Enstitü'de öğrenim sürdürdüğü, Hürriyet, Milliyet, Günaydın, Sabah, Cumhuriyet gibi gazetelerde yayınlanan çarşaf listeler çerçevesinde kamuoyuna malolmuş olup, sadece İstihbarat Şube Müdürlüğü'nün bilgisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bu sonuç, bizatihi İstihbarat Şubesi'ne yapılmış bir hakarettir. Nitekim, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Kemal İskender, anılan Mahkeme Başkanlığı'na gönderdiği 29.5.2000 tarih ve B.05.1.EGM.4.06.00.06-06.5.800.1200-(6068-2000)-072065 sayılı yazıda şu bilgileri vermektedir:

"... Kayıtlarımızın tetkikinde ve yapılan arşiv araştırmasında 15.10.1986 gün ve C-2537 sayılı evrak bulunamamıştır. Bahsekonu evrakın numarası itibariyle yazışma ve arşiv kodlama sistemimize uygun olmadığından muhtemelen böyle bir raporun mevcut olmadığı veya tarih itibariyle on yılı geçtiğinden imha edilmiş olabileceği değerlendirilmektedir.
Ayrıca İstihbarat Şube Müdürlüğü'nün görev alanına giren faaliyetlerle ilgili yapılan yazışmalarda yeralan bilgiler; dokümanter olmayıp istihbari niteliktedir. Herhangi bir adli veya idari tahkikatta delil olarak kullanılamayacağı gibi genel güvenlik ve İKK tedbirleri açısından evrakın aslı veya fotokopisi yazışmaya muhatap olan ilgili birim tarafından başka birimlere gönderilemez ve başka amaçlarla kullanılamaz ibareli bir uygulama bulunmaktadır. Bilgilerinize arzederim".

Zaman gazetesi, anılan mahkeme tarafından mahkûm edilmiştir.

İstihbaratçı fethullahçıların, tüm bu sahte belgelere dayalı dezenformasyon faaliyetlerine ve tasfiye yöntemlerine muhatap olan Atatürkçü bir akademisyen olarak, emin olduğum gerçek şu ki, Türkiye'nin en az PKK kadar, belki ondan da fazla tehlikeli ihanet odağı olan fethullahçıların devlet içindeki, öncelikli olarak da istihbarat birimlerindeki kökü kazınmadıkça; dış destekleri kesilip elebaşları İmralı'ya doldurulmadıkça, bu dış destekli, olağanüstü güce sahip organize suç örgütüyle bireysel kavgalar da -eşit olmayan koşullarda- sürüp gidecektir. 5

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

1 Yazının tam metni için bkz. http://mypage.koc.net/EGITIM/tkumkale/16agustos.html
2 A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü'nde doktora eğitimine alınan muvazzaf subayların neredeyse tamamına yakını -kendi isteği ile ayrılanlar dışında- emekliye sevkedilmiştir. "... Geçtiğimiz günlerde çok satan bir gazetenin ilan sayfalarında bir ilan. İri puntolarla, 'KİTAP DOSTLARI FATİH ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK KİTAPLIĞINDA' diye başlıyor. 'Ömür boyu toplayarak sakladığınız kitaplarım ve dokümanlarım benden sonra ne olacak diye düşünmeyin' diye sürüyor ve şöyle son buluyor: 'Kitaplarınız ve dokümanlarınız Atatürkçü Türk Gençleri'nin ve bilim dünyasının hizmetinde olacak ve adınız daima saygıyla anılacaktır'. Bu ilan, birçok kişi tarafından muhtemelen ilk bakışta sempati ile karşılanacaktır. Ancak Fatih Üniversitesi'nin Fethullah Gülen Cemaati ile anıldığını bilenler ister istemez, Atatürkçü söylemle makyajlanmış bu ilanı biraz daha dikkatli okuyacaktır. Bu gözle baktığınızda ilanın alt bölümünde iletişim kurulacak kişi olarak geçen şu isim dikkat çekiyor: Dr. Tamer Tahir Kumkale". Kumkale hakkında gazeteci Fatih Güllapoğlu'nun "Tanksız Topsuz Harekât" adlı kitabından yapılan alıntılar için bkz. Fatih Polat, "Susurluk ve Bir İlan", Evrensel, 2.11.2001.
3 İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu, bağlı olduğu anabilimdalı itibariyle en çok yayını olan öğretim üyeleri arasındadır. Üstelik, Y.Ö.K. Başkanlığı dışında, yükselebileceği en üst idari görevdedir. Dolayısıyla, akademik yükselme için öngörülen yayın yapma zorunluluğu da sözkonusu değildir. Editörleri arasında yeraldığı bir yayın gerekçe gösterilmek suretiyle, Prof.Dr. Alemdaroğlu'na çok yönlü bir kumpas kurulmuştur. Kumpasın bir köşesinde, AB'den aldığı trilyonluk proje bedeli karşılığında kurulan ve internette servis veren "Bianet" ile AB'ci İstanbul Tabip Odası ve yine AB'ci olarak bilinen kimi vakıf üniversitelerin paralı eğitim yanlısı kadroları yeralmaktadır. Bunlardan örneğin, Bianet'in yönetiminde Ertuğrul Kürkçü, Nadire Mater gibi isimlerin bulunduğunu açıklamak, hiç kimseye şaşırtıcı gelmeyeceği gibi bir fikir de verecektir. Bu köşenin kalemşörleri arasında, Murat Belge, Kadir Erdin gibi malum isimler yer almaktadır. Diğer köşesinde ise, TİSAG gibi fethullahçıların yoğun biçimde yer aldıkları bir sanal platform bulunmaktadır. Farklı köşelerde de, yine vaktiyle Y.Ö.K. ve M.E.B. tarafından gönderilen fethullahçıların etkin oldukları Virginia Üniversitesi'nde oluşturulan bir merkezle (The Plagiarism Resource Centre), şeriatçı basında yer alan pekçok yazar ve bir de "Yaşayan Osmanlı Hanedanının Tarihçisi " olarak lanse edilen bir diğer gazeteci boy göstermektedir. Böylece, iftira topu, bu köşeler arasında gidip gelirken, Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin gelmiş-geçmiş en net Atatürkçü Rektörü, kamuoyu nezdinde, en sağdan en sola karalanmaya, şaibe altında bırakılmaya çalışılmaktadır. Üniversitelerdeki akademisyen kıyımına ve Y.Ö.K. merkezli baskılara onurlu ve işlevsel bir tepki vermeyen; en son ulusalcı kimliği nedeniyle Ankara Üniversitesi S.B.F.'nde girdiği Doçentlik Sınavında, Prof.Dr. Doğu Ergil'in fiziksel ve sözlü saldırısına uğrayan Y. Doç.Dr. Emin Gürses'e sahip çıkmayan, menfur saldırı olayını aktif biçimde kınamayan ve gereğinin yapılmasını istemeyen İstanbul Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof.Dr. Kadir Ergin, Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu ile ilgili konuyu, Y.Ö.K., TÜBA gibi merkezlere intikalde akılalmaz ısrarcılık sergilemektedir.
4 Doktora tezimle ilgili olarak "intihal" iddiasında bulunan "Radio Liberty" bağlantılı Y. Doç.Dr. Nadir Devlet'in girişimleri ile hem Y.Ö.K. ve hem de Ankara Üniversitesi'nde iki ayrı inceleme komisyonu kurulmuştur. Komisyonlar, bu iddiaların geçersizliği doğrultusunda karar vermişlerdir. Adıgeçen "bağlantılı", halen Yeditepe Üniversitesi'nde görev yapmaktadır.
5 Fethullahçı yapılanmaya karşı ancak devlet erkiyle yürütülebilecek mücadele yapılmayıp, bu görev sadece bir avuç Cumhuriyet aydınına, gönüllüsüne bırakılacak olursa, ödenecek kişisel bedeller de giderek ağırlaşacaktır. Bu taktirde, kişisel olarak ödemekte olduğum bedeller geometrik düzeyde artacaktır. Örneğin:
Yine, aleyhime açılmış yüzmilyarlarca liralık tazminat davalarına yenileri eklenecek;
Yine, işyerimde düzmece soruşturmalar açılacak ve yargı kararlarına rağmen üniversitedeki görevime son verilecek;
Yine, fethullahçı yayın organlarında kişilik haklarıma saldırıda bulunulacak;
Yine, sırf tâciz ve "göz korkutma" amaçlı olarak polis ekibi bir ihbarı (!) değerlendirerek evime operasyon düzenleyerek gözaltına alma işlemi yapacak ve sonra özür dileyecek;
Yine, fethullahçı istihbaratçılar tarafından ilgili tüm istihbarat birimlerinde, "ileride kullanılmak üzere" şahsımı karalayan, zan altında bırakan raporlar kaleme alınacak ve saklanacak;
Yine, aynı ekip tarafından sahte belgeler tanzim edilmeye ve kamuoyuna maledilmeye devam edilecek;
Yine, otomobilim kimliği meçhul kişiler tarafından saldırıya uğrayacak, içindeki her türlü matbu evrak gaspedilirken, ekonomik değer ifade eden eşyalara hiç dokunulmayacak. Ayrıca, tehdit ve hakaret içeren telefonların, mektupların, faksların, posta kutusuna bırakılmış imzasız notların ve elektronik postaların ardı arkası kesilmeyecek;
Yine, başta T.S.K. olmak üzere, belirli kurum ve kişilerle ilgili sorular sorarak, sahte itiraflarda bulunarak, amiyane deyimle "zarf atarak", "gizli çekim" yapmaya çalışanlar, dolaylı rüşvet önerenler eksik olmayacak;
Yine, telefonlarım dinlenmeye devam edecek;
Yine, İçişleri Bakanlığı ya da benzeri bir kurumu tahkir ve tezyiften Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açılacak;
Yine, yine, yine...
Üniversitem, bunca yıldır şahsıma -zorunlu olmasına rağmen- bırakın bir odayı ya da masayı, sandalye bile vermemeye devam edecek.
Belki de bir yenilik teşkil etmek üzere, Çağdaş Eğitim Vakfı örneğinde olduğu gibi, evimde yasal arama yapılacak ve suç (!) delilleri (!) bulunacak...
Sonuç olarak geldiğimiz nokta şu ki, devleti yıkmaya, devleti ülkesi ve ulusuyla parçalamaya, Cumhuriyete kastetmeye, Atatürk ilke ve devrimlerini, laik hukuk sistemini yok etmeye çalışanlar ve tüm bu ihanetleri dış ülkeler adına gerçekleştirenler, devlet gücünü, devleti savunanlara karşı kullanma aşamasındalar...
Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. Çoğunluk seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, faraza Fethulllah Gülen'den, Müslüm Gündüz'den, Metin Kaplan'dan daha çok cesur ve namuslu olmadıkça, bilelim daha çok Asteğmen Kubilaylar, Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar, Bahriye Üçoklar, Muammer Aksoylar, aramızdan yitip gidecekler. Cumhuriyete bağlı olduğunu söyleyen bizler de, utanmadan ve sıkılmadan "devrim şehitlerimizi" sadece ölüm yıldönümlerinde hatırlamaya devam edeceğiz; neye can verdiklerinin nedenini sorgulamadan, hesabını sormadan...
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ - Sayfa 2 Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

2 sayfadaki 2 sayfası Önceki  1, 2

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz