Türkçülüğün Temel ilkeleri : Türk Demokrasisi (I)
¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤ :: [Türkçülük] ve [Turancılık] :: Türkçülük ve Turancılık Hakkında Her Şey
1 sayfadaki 1 sayfası
Türkçülüğün Temel ilkeleri : Türk Demokrasisi (I)
Toplumların nasıl ve kimler tarafından yönetileceği meselesi, insanları tarih boyunca çok yakından ilgilendirmiş olan bir konudur. Çünkü, insanların refah içinde, rahat, güvenli ve huzurlu yaşayabilmeleri siyasî rejimle yakından ilgilidir. Bu yakın ilişki, egemenlik kavramını daima ön plâna çıkarmıştır.
Egemenliğin tecellî ettiği yüksek sosyal düzene devlet diyoruz. Devlet, emretme yetkisine sahiptir. Ancak, bu yeterli değildir. Emirlerini uygulama gücünün de bulunması gereklidir. Eğer yönetilenler, devletin emretme gücünü ve bu gücü kullanmasını meşru saymıyorlarsa, orada devletten değil, ancak zorba bir yönetimden söz edilebilir.
Her toplulukta değişik egemenlik anlayışları görülmüştür. Bu anlayışlar zamanla değişme gösterebilmiş, yeni şekiller almışlardır. Ama, ortak nitelikleri dikkate alırsak gelenekçi, karizmatik ve hukukî olmak üzere başlıca üç tip egemenlik anlayışı belirleyebiliriz. Gelenekçi egemenliğine göre, tarihî karakteri bulunan sosyal ve siyasî düzen kutsaldır. Eskiden beri süre gelmektedir ve değişmeyeceğine inanılmaktadır. Yönetim erkinin kimde bulunacağına gelenekler karar verir. Karizmatik egemenlikte ise, yönetme gücünün hükümdara doğrudan doğruya Tanrı tarafından verildiğine inanılır. Üçüncü tip egemenlik anlayışı hukukî temele dayanır. Egemenliğin nasıl kullanılacağı, kanunlar tarafından belirlenir. Hükümdar veya yönetici kadrosu bu kanunlara ve kanunlarla getirilmiş kurallara uymak zorundadır. Aksi hâlde, meşruluğunu kaybeder.
Demokrasi, sonuncu egemenlik anlayışının ürünüdür. Bu sistemde hukukun üstünlüğü ve önceliği, genel kabullerinin başında gelir. Demokrasi, bu yönüyle, tek kişi yönetiminden (mutlakıyet), az sayıdaki seçkin aydınların yönetiminden (aristokrasi) ve azınlık yönetiminden (oligarşi) kesin çizgilerle ayrılır.
Demokraside egemenliğin kaynağı halktır. Yönetim şeklini ve yönetici kadroyu halk belirler. Halkın iradesi her şeyin üstündedir. Siyasî rejimin iskeletini meydana getiren kanunları dahi bu irade yapar veya değiştirir. İnsanlık, geçirdiği uzun deneyimlerin sonunda, eksiklikleri ve zaafları en az olan siyasî rejimi demokrasi olarak belirlemiştir.
Demokrasinin değişmez, evrensel ilkeleri vardır: İnsanların doğuştan eşit ve hür olduklarının kabulü bu ilkelerin başında gelir. Ancak bu yetmez; yönetilenlerin, eşitliği ve hürriyeti koruyabilmeleri de gerekir. Bunun için de, demokratik ilkelere saygılı bir iktidar çevresinde azamî bağlılıkla birleşmeleri lâzımdır. Toplumu yönetecek otorite, o topluluğu oluşturan bütün fertlere dayanmalıdır. Böylece yönetenlerle yönetilenler özdeşleşeceklerdir. Bu noktada toplumla özel hayat arasındaki farklılıklar devreye girer ve bu da demokrasinin farklı özellikler kazanmasına yol açar.
BATI DEMOKRASİSİNİN
GELİŞİMİ
Demokrasi anlayışının doğduğu yer olarak kabul edilen eski Yunan sitelerinde halkın iradesi doğrudan belirlenebiliyordu. Meydanlarda toplanan yurttaşlar, site yönetimiyle ilgili görüş ve tercihlerini oylarıyla belirtiyorlar, kararlar da böylece alınıyordu. Buna doğrudan demokrasi denilmektedir. Ancak, bu sistemde gerçek bir demokrasiden söz etmek imkânsızdır. Çünkü, sitelerde yaşayan çok sayıda kölenin ve yabancı sayılanların oy hakkı yoktu.
Avrupa'da feodalitenin ve mutla kıyetçi rejimlerin egemen olduğu uzun yüzyıllar boyunca, demokrasi (bu şekliyle dahi) uygulanma şansı bulamadı. Ancak, İngiltere'de parlâmentonun sürekli açık bulunması ve özellikle 1215'te ilân edilen Magna Carta (Büyük Ferman), demokrasinin işaretleri olması bakımından bir istisna teşkil eder. Yine de Magna Carta'nın asi baronlara haklar tanıyan ve kralın zor altında imzaladığı bir ferman olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu ferman, aslında topluma hak ve hürriyet tanıyan siyasî bir belge değildi. Ancak, sonraları yapılan ilâvelerle temel hürriyetlerin simgesi ve anayasa niteliğinde ilk belge olarak görülmeye başlanmıştır.
Modern demokrasi anlayışının ilk belirtileri Rönesanstan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Gelişme, Aydınlanma Çağı'nda hızlandı ve Jean Jacques Rousseau'nun çalışmalarıyla berraklaştı. Halk egemenliği kavramı da bu sayede yaygınlaştı. Fakat, artık eski Yunan'daki gibi doğrudan demokrasi uygulamasına imkân yoktu. Şehir devletleri, yerlerini millî devletlere bırakmışlardı. Milletin bütün fertlerini bir meydana toplayarak oylarını almak imkânı kalmamıştı. Onun için temsilî demokrasiye dönüldü. Buna göre, iktidarı elinde tutan, fertler değil, millettir. Millet, soyut ve bölünmez bir bütündür. O hâlde, milletin seçilmiş temsilcileri millî iradeyi ellerinde tutarak somut hâle getirirler. Seçilmiş temsilciler, fertlerin hürriyetlerini gözeten bir otorite kurmak zorundadır. Bu da çok sayıda partinin kurulmasını, serbest seçimler yapılmasını, iktidarın değişebilir olmasını, kamu hürriyetlerini zarurî hâle getiriyordu.
Demokrasinin gelişmesi, yüzyıllar boyunca büyük zorluklarla karşılaştı. Egemenliği kullanmaktan vazgeçmek istemeyen mutlakıyetçi rejimler, demokrasinin önünü tıkamaya çalıştılar. Birçok yerde kanlı mücadeleler oldu. Bu arada, demokrasi kavramına yeni ve değişik anlam veren akımlar ortaya çıktı. Marksizm, insanlar arasında gerçek bir eşitlik olmadıkça hürriyetin sadece biçimden ibaret kalacağını, asıl meselenin ideal toplumu yaratmak olduğunu ileri sürdü. Marksizmden ilham alan siyasî rejimler kuruldu. Bunlar kendilerine halk demokrasisi adını verdiler. Marksistler, mülkiyeti elinde bulunduran burjuvazinin ortadan kalkmasını, sınıflar arasındaki karşıtlıkların ve iktidar için yarışmanın son bulması bakımından şart sayıyorlardı. Tek parti uygulamasının mantığı bu teoriye dayanıyordu. Fakat uygulamada, egemenlik tek siyasî parti üst yönetiminin eline geçti. Demokrasi yerine, yeni tip bir oligarşi ortaya çıktı.
Yine Avrupa'da boy gösteren Hristiyan demokrasi ise, egemenliğin halka ait olduğunu, ancak iktidarın İncil'den kaynaklanan ilkelere göre yürütülmesini savunuyordu. Hristiyan demokrasinin Avrupa'daki tarihi yüz yılı aşmaktadır ve günümüzde de İtalya, Almanya gibi ülkelerde bu ilkelere dayanan siyasî partiler bulunmaktadır.
Marksist ideolojiden esinlenen Komünist rejimler günümüzde ya tamamen yıkılmıştır veya kılıf değiştirmiştir. Yine Marksizmin etkilerini taşıyan sosyal demokrat eğilimler ise hâlâ güçlüdür. Unutulmaması gereken, bütün bu eğilimlerin ve uygulamaların, Avrupa'nın sosyal ve siyasî şartlarıyla tarihî geçmişinin ürünü olduğudur.
TÜRKLERDE DEMOKRATİK ANLAYIŞ
Eski Türklerde karizmatik egemenlik anlayışı hâkimdi. Yani, yürütme gücünün hükümdara Tanrı tarafından verildiğine inanılıyordu. Tanrı'nın kut ile donatmadığı hükümdarın meşruluğu bulunmuyordu. Büyük Hun Devleti'nde hükümdarın unvanı "Gök Tanrı'nın, güneşin, ayın tahta çıkardığı Tanrı kut'u Tanhu" ydu (kısaca Tanrıkut). Orhun Yazıtlarında "Tanrı irade ettiği için, kut'um olduğu için kagan oldum" denmektedir. Meşruluğunu Tanrı'dan almış olan hükümdarın yetkileri elbette çok genişti, fakat sınırsız değildi. Hükümdar, töreye uymak zorundaydı. Töre, Türk sosyal hayatını düzenleyen kuralların bütünüydü ve kanun niteliğindeydi. Değişmez ilkeleri adalet, faydalılık, eşitlik ve insanlıktı. Bu açıdan bakılınca, töre, halkın hak ve hürriyet isteklerini belirtmesine imkân veren, hükümdarın görevlerini belirleyen hukukî normlardı. Öyle olunca da, karizmatik ve hukukî egemenliğin birbiriyle kaynaşmış olduğu anlaşılmaktadır.
Demokraside danışmanın, tartışmanın önemini ve bunların siyasî zemini olarak meclislerin varlığını dikkate alırsak, eski Türk toplumunda da bu yolda uygulamaların bulunduğunu belirtmeliyiz. Büyük Hun Devleti'nde, her yıl üç genel toplantı yapılırdı. Buna toy denilirdi. Toyların biri dinî nitelikliydi. Diğerleri ilkbahar ve sonbaharda yapılırdı. En önemlisi ilkbaharda (haziran ayında) yapılanıydı. Bu toyda ülkenin bütün meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı. Hükümdarlıklar tasdik edilir veya gerekirse yeni hükümdar seçilirdi. Yönetime geniş yetkiler verilmesi de toy'un kararlarına bağlıydı.
Avrupa Hun Devleti'nde, Tabgaçlarda, Hazar Hakanlığı'nda, Peçeneklerde, Kumanlarda ve Oğuzlarda da meclisler bulunduğu ve bunların, değişik adlarla toy'un işlevini gördüğü anlaşılmıştır. Oğuzlarda millet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı meclislere Tirnek (dernek) deniliyordu. Göktürk ve Uygur hakanlıklarında da meclisler bulunuyordu. Bu meclislerin yetkileri çok genişti. Hükümdarın istekleri her zaman kabul edilmeyebiliyordu. Bilge Kağan, Göktürk şehirlerinin surlarla çevrilmesini, Budizm ve Taoizm propagandasının serbest bırakılmasını ileri sürdüğü zaman, toy, bu istekleri reddetmişti. Aynı şekilde, toy'un kağan adayını da, gerekçe göstererek kabul etmeme yetkisi vardı. Toy, Uygur Hakanlığı'nda, güçlü kumandanlardan veya devlet adamlarından birini kağan ilân edecek ölçüde yetkilerle donatılmıştı. Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan "Kurultay" sözü, zamanla toy'un yerini almıştır.
İslâm medeniyeti çerçevesine girdikten sonra toy geleneği zamanla terk edilmiştir. Yönetim mekanizmasında yer almaya başlayan divan, bir halk meclisi değil, üst görevlilerin meydana getirdiği yetkili bir kuruldu. Hükümdarın meşruiyeti ise, artık Tanrı'nın verdiği kut ile değil, halifenin tanıması ile gerçekleşiyordu. Karahanlılar iktidarı, bir geçiş dönemi sayılabilir. Karahanlılarda, eski Türk geleneklerinin devam ettiği, kut'un önemini taşıdığı görülmektedir. Ancak, Büyük Selçuklu Devleti, yerli Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu bölgelerde kurulduğu ve hüküm sürdüğü için, yönetim anlayışında değişmeler meydana gelmiştir. Devlet teşkilâtında ve yönetiminde Büyük Selçuklu Devleti'ni örnek almış olan Anadolu Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde de -değişiklikler olmakla beraber- aynı uygulama devam etmiştir. Ancak, Abbasî Halifeliğinin yıkılışından sonra, hükümdarın meşruiyetini Halifenin tanıması şartı kaybolmuştur. Yavuz Sultan Selim'den itibaren hükümdarlıkla halifelik tek şahısta birleştiği için, esasen böyle bir ihtiyaca yer de kalmamıştır.
19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa'daki gelişmelerin de etkisiyle, devlet yönetiminde değişiklikler görülmeye başlanmıştır. Bunun ilk örneği Sened-i İttifak'tır. Bu belge, demokrasiye geçişte ilk adım olarak kabul edilir. Padişahla âyân arasında yapılan bir anlaşma niteliğindedir. Padişahın bazı yetkilerini sınırlandırmaktadır. Bu özelliği ile Magna Carta'ya benzediği düşünülebilir. Ancak millî irade belirtisi taşıyan bir siyasî belge değildir.
Tanzimat ve Islahat fermanları, demokrasi yolunda atılan daha önemli adımlardır. Bunlarda halkı ilgilendiren, onun hak ve hürriyetlerini genişleten hükümler bulunmaktadır. Parlâmenter rejimin kurulduğu I. Meşrutiyet ise daha belirli çizgiler taşır. Tanzimat ve Islahat fermanlarının, çoğunluğu oluşturan Müslüman tebaa tarafından benimsenmediğini, yabancı dayatmaların sonucu olduğunu; I. Meşrutiyet parlâmentosunun ise, hakların kötüye kullanılması sonucunda fazla ömürlü olamadığını hatırlamamız lâzımdır. 1908 Meşrutiyetinden sonraki kısa dönem, hem parlâmentonun yeniden açılışı hem de kişi hak ve hürriyetlerinin genişlemesi açısından önem taşımaktadır. Ancak, bu dönem de uzun sürmemiş, yerini tek parti iktidarı ve oligarşik bir siyasî yapı almıştır.
Millî Mücadele, yeni bir anayasa yapılması ve "Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette" olduğunun kabul edilmesi bakımından demokratik bir anlayış içinde sürdürülmüştür. Cumhuriyetin ilânından sonraki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri başarısız kalınca tek parti yönetimi, II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etmiştir. Ancak ondan sonra siyasî partilerin kurulmasına, serbest seçimlerin yapılmasına, iktidarın değişmesine imkân bulunabilmiştir. Türkiye'de demokrasinin yerleşmesi gayretleri, 1945'ten bu yana sürdürülmektedir.
DEMOKRASİ TEMELLERİNDE FARKLILIKLAR
Türklerde köleliğin ve ayrıcalıklı sınıfların yer almaması sebebiyle, eski demokrasi tipiyle Türk egemenlik anlayışı arasında önemli ayrılıklar bulunmaktadır. Avrupa demokrasisi, bu ülkelerin sosyal yapılarına uygun bir gelişme göstermiştir. Kölelik rejimi, feodalite, kilise mensupları ve soylular gibi sınıflar, Türk sosyal yapısına ve dolayısıyla yönetim anlayışına yabancı idi. Batı demokrasisi, bu engelleri aşa aşa gelişmek zorunda kalmıştır. Sanayi Devrimi'nin getirdiği sorunlar, kadınların ve çocukların karın tokluğuna öldüresiye çalıştırılması, buna karşı tepkiler, sömürgeciliğin ve emperyalizmin ürünü olan çatışmalar Osmanlı Devleti'nde yaşanmamıştır. Sosyal sınıfların teşekkül etmemiş olması, sınıf çatışması teorisini geçersiz bırakmıştır, Bu yapı Cumhuriyet Türkiyesinde de devam ettiği için, sunî sınıf yaratma gayretleri başarılı olamamış, Marksizm bu sebeple yerleşebileceği bir toplum zemini bulamamıştır. Demek ki, Batıda yerleşmiş veya tortu bırakmış anlayışlar üzerinde yükselen demokrasi ile Türk demokrasisi arasında birtakım farklar bulunması olağan sayılmalıdır.
Bugün zihinlerde görülen kargaşanın temelinde, bu farkların yeterince kavranmaması yatmaktadır.
Türk demokrasisi üzerindeki görüşlerimizi önümüzdeki sayıda açıklamaya devam edeceğiz.
Altan Deliorman
Egemenliğin tecellî ettiği yüksek sosyal düzene devlet diyoruz. Devlet, emretme yetkisine sahiptir. Ancak, bu yeterli değildir. Emirlerini uygulama gücünün de bulunması gereklidir. Eğer yönetilenler, devletin emretme gücünü ve bu gücü kullanmasını meşru saymıyorlarsa, orada devletten değil, ancak zorba bir yönetimden söz edilebilir.
Her toplulukta değişik egemenlik anlayışları görülmüştür. Bu anlayışlar zamanla değişme gösterebilmiş, yeni şekiller almışlardır. Ama, ortak nitelikleri dikkate alırsak gelenekçi, karizmatik ve hukukî olmak üzere başlıca üç tip egemenlik anlayışı belirleyebiliriz. Gelenekçi egemenliğine göre, tarihî karakteri bulunan sosyal ve siyasî düzen kutsaldır. Eskiden beri süre gelmektedir ve değişmeyeceğine inanılmaktadır. Yönetim erkinin kimde bulunacağına gelenekler karar verir. Karizmatik egemenlikte ise, yönetme gücünün hükümdara doğrudan doğruya Tanrı tarafından verildiğine inanılır. Üçüncü tip egemenlik anlayışı hukukî temele dayanır. Egemenliğin nasıl kullanılacağı, kanunlar tarafından belirlenir. Hükümdar veya yönetici kadrosu bu kanunlara ve kanunlarla getirilmiş kurallara uymak zorundadır. Aksi hâlde, meşruluğunu kaybeder.
Demokrasi, sonuncu egemenlik anlayışının ürünüdür. Bu sistemde hukukun üstünlüğü ve önceliği, genel kabullerinin başında gelir. Demokrasi, bu yönüyle, tek kişi yönetiminden (mutlakıyet), az sayıdaki seçkin aydınların yönetiminden (aristokrasi) ve azınlık yönetiminden (oligarşi) kesin çizgilerle ayrılır.
Demokraside egemenliğin kaynağı halktır. Yönetim şeklini ve yönetici kadroyu halk belirler. Halkın iradesi her şeyin üstündedir. Siyasî rejimin iskeletini meydana getiren kanunları dahi bu irade yapar veya değiştirir. İnsanlık, geçirdiği uzun deneyimlerin sonunda, eksiklikleri ve zaafları en az olan siyasî rejimi demokrasi olarak belirlemiştir.
Demokrasinin değişmez, evrensel ilkeleri vardır: İnsanların doğuştan eşit ve hür olduklarının kabulü bu ilkelerin başında gelir. Ancak bu yetmez; yönetilenlerin, eşitliği ve hürriyeti koruyabilmeleri de gerekir. Bunun için de, demokratik ilkelere saygılı bir iktidar çevresinde azamî bağlılıkla birleşmeleri lâzımdır. Toplumu yönetecek otorite, o topluluğu oluşturan bütün fertlere dayanmalıdır. Böylece yönetenlerle yönetilenler özdeşleşeceklerdir. Bu noktada toplumla özel hayat arasındaki farklılıklar devreye girer ve bu da demokrasinin farklı özellikler kazanmasına yol açar.
BATI DEMOKRASİSİNİN
GELİŞİMİ
Demokrasi anlayışının doğduğu yer olarak kabul edilen eski Yunan sitelerinde halkın iradesi doğrudan belirlenebiliyordu. Meydanlarda toplanan yurttaşlar, site yönetimiyle ilgili görüş ve tercihlerini oylarıyla belirtiyorlar, kararlar da böylece alınıyordu. Buna doğrudan demokrasi denilmektedir. Ancak, bu sistemde gerçek bir demokrasiden söz etmek imkânsızdır. Çünkü, sitelerde yaşayan çok sayıda kölenin ve yabancı sayılanların oy hakkı yoktu.
Avrupa'da feodalitenin ve mutla kıyetçi rejimlerin egemen olduğu uzun yüzyıllar boyunca, demokrasi (bu şekliyle dahi) uygulanma şansı bulamadı. Ancak, İngiltere'de parlâmentonun sürekli açık bulunması ve özellikle 1215'te ilân edilen Magna Carta (Büyük Ferman), demokrasinin işaretleri olması bakımından bir istisna teşkil eder. Yine de Magna Carta'nın asi baronlara haklar tanıyan ve kralın zor altında imzaladığı bir ferman olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu ferman, aslında topluma hak ve hürriyet tanıyan siyasî bir belge değildi. Ancak, sonraları yapılan ilâvelerle temel hürriyetlerin simgesi ve anayasa niteliğinde ilk belge olarak görülmeye başlanmıştır.
Modern demokrasi anlayışının ilk belirtileri Rönesanstan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Gelişme, Aydınlanma Çağı'nda hızlandı ve Jean Jacques Rousseau'nun çalışmalarıyla berraklaştı. Halk egemenliği kavramı da bu sayede yaygınlaştı. Fakat, artık eski Yunan'daki gibi doğrudan demokrasi uygulamasına imkân yoktu. Şehir devletleri, yerlerini millî devletlere bırakmışlardı. Milletin bütün fertlerini bir meydana toplayarak oylarını almak imkânı kalmamıştı. Onun için temsilî demokrasiye dönüldü. Buna göre, iktidarı elinde tutan, fertler değil, millettir. Millet, soyut ve bölünmez bir bütündür. O hâlde, milletin seçilmiş temsilcileri millî iradeyi ellerinde tutarak somut hâle getirirler. Seçilmiş temsilciler, fertlerin hürriyetlerini gözeten bir otorite kurmak zorundadır. Bu da çok sayıda partinin kurulmasını, serbest seçimler yapılmasını, iktidarın değişebilir olmasını, kamu hürriyetlerini zarurî hâle getiriyordu.
Demokrasinin gelişmesi, yüzyıllar boyunca büyük zorluklarla karşılaştı. Egemenliği kullanmaktan vazgeçmek istemeyen mutlakıyetçi rejimler, demokrasinin önünü tıkamaya çalıştılar. Birçok yerde kanlı mücadeleler oldu. Bu arada, demokrasi kavramına yeni ve değişik anlam veren akımlar ortaya çıktı. Marksizm, insanlar arasında gerçek bir eşitlik olmadıkça hürriyetin sadece biçimden ibaret kalacağını, asıl meselenin ideal toplumu yaratmak olduğunu ileri sürdü. Marksizmden ilham alan siyasî rejimler kuruldu. Bunlar kendilerine halk demokrasisi adını verdiler. Marksistler, mülkiyeti elinde bulunduran burjuvazinin ortadan kalkmasını, sınıflar arasındaki karşıtlıkların ve iktidar için yarışmanın son bulması bakımından şart sayıyorlardı. Tek parti uygulamasının mantığı bu teoriye dayanıyordu. Fakat uygulamada, egemenlik tek siyasî parti üst yönetiminin eline geçti. Demokrasi yerine, yeni tip bir oligarşi ortaya çıktı.
Yine Avrupa'da boy gösteren Hristiyan demokrasi ise, egemenliğin halka ait olduğunu, ancak iktidarın İncil'den kaynaklanan ilkelere göre yürütülmesini savunuyordu. Hristiyan demokrasinin Avrupa'daki tarihi yüz yılı aşmaktadır ve günümüzde de İtalya, Almanya gibi ülkelerde bu ilkelere dayanan siyasî partiler bulunmaktadır.
Marksist ideolojiden esinlenen Komünist rejimler günümüzde ya tamamen yıkılmıştır veya kılıf değiştirmiştir. Yine Marksizmin etkilerini taşıyan sosyal demokrat eğilimler ise hâlâ güçlüdür. Unutulmaması gereken, bütün bu eğilimlerin ve uygulamaların, Avrupa'nın sosyal ve siyasî şartlarıyla tarihî geçmişinin ürünü olduğudur.
TÜRKLERDE DEMOKRATİK ANLAYIŞ
Eski Türklerde karizmatik egemenlik anlayışı hâkimdi. Yani, yürütme gücünün hükümdara Tanrı tarafından verildiğine inanılıyordu. Tanrı'nın kut ile donatmadığı hükümdarın meşruluğu bulunmuyordu. Büyük Hun Devleti'nde hükümdarın unvanı "Gök Tanrı'nın, güneşin, ayın tahta çıkardığı Tanrı kut'u Tanhu" ydu (kısaca Tanrıkut). Orhun Yazıtlarında "Tanrı irade ettiği için, kut'um olduğu için kagan oldum" denmektedir. Meşruluğunu Tanrı'dan almış olan hükümdarın yetkileri elbette çok genişti, fakat sınırsız değildi. Hükümdar, töreye uymak zorundaydı. Töre, Türk sosyal hayatını düzenleyen kuralların bütünüydü ve kanun niteliğindeydi. Değişmez ilkeleri adalet, faydalılık, eşitlik ve insanlıktı. Bu açıdan bakılınca, töre, halkın hak ve hürriyet isteklerini belirtmesine imkân veren, hükümdarın görevlerini belirleyen hukukî normlardı. Öyle olunca da, karizmatik ve hukukî egemenliğin birbiriyle kaynaşmış olduğu anlaşılmaktadır.
Demokraside danışmanın, tartışmanın önemini ve bunların siyasî zemini olarak meclislerin varlığını dikkate alırsak, eski Türk toplumunda da bu yolda uygulamaların bulunduğunu belirtmeliyiz. Büyük Hun Devleti'nde, her yıl üç genel toplantı yapılırdı. Buna toy denilirdi. Toyların biri dinî nitelikliydi. Diğerleri ilkbahar ve sonbaharda yapılırdı. En önemlisi ilkbaharda (haziran ayında) yapılanıydı. Bu toyda ülkenin bütün meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı. Hükümdarlıklar tasdik edilir veya gerekirse yeni hükümdar seçilirdi. Yönetime geniş yetkiler verilmesi de toy'un kararlarına bağlıydı.
Avrupa Hun Devleti'nde, Tabgaçlarda, Hazar Hakanlığı'nda, Peçeneklerde, Kumanlarda ve Oğuzlarda da meclisler bulunduğu ve bunların, değişik adlarla toy'un işlevini gördüğü anlaşılmıştır. Oğuzlarda millet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı meclislere Tirnek (dernek) deniliyordu. Göktürk ve Uygur hakanlıklarında da meclisler bulunuyordu. Bu meclislerin yetkileri çok genişti. Hükümdarın istekleri her zaman kabul edilmeyebiliyordu. Bilge Kağan, Göktürk şehirlerinin surlarla çevrilmesini, Budizm ve Taoizm propagandasının serbest bırakılmasını ileri sürdüğü zaman, toy, bu istekleri reddetmişti. Aynı şekilde, toy'un kağan adayını da, gerekçe göstererek kabul etmeme yetkisi vardı. Toy, Uygur Hakanlığı'nda, güçlü kumandanlardan veya devlet adamlarından birini kağan ilân edecek ölçüde yetkilerle donatılmıştı. Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan "Kurultay" sözü, zamanla toy'un yerini almıştır.
İslâm medeniyeti çerçevesine girdikten sonra toy geleneği zamanla terk edilmiştir. Yönetim mekanizmasında yer almaya başlayan divan, bir halk meclisi değil, üst görevlilerin meydana getirdiği yetkili bir kuruldu. Hükümdarın meşruiyeti ise, artık Tanrı'nın verdiği kut ile değil, halifenin tanıması ile gerçekleşiyordu. Karahanlılar iktidarı, bir geçiş dönemi sayılabilir. Karahanlılarda, eski Türk geleneklerinin devam ettiği, kut'un önemini taşıdığı görülmektedir. Ancak, Büyük Selçuklu Devleti, yerli Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu bölgelerde kurulduğu ve hüküm sürdüğü için, yönetim anlayışında değişmeler meydana gelmiştir. Devlet teşkilâtında ve yönetiminde Büyük Selçuklu Devleti'ni örnek almış olan Anadolu Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde de -değişiklikler olmakla beraber- aynı uygulama devam etmiştir. Ancak, Abbasî Halifeliğinin yıkılışından sonra, hükümdarın meşruiyetini Halifenin tanıması şartı kaybolmuştur. Yavuz Sultan Selim'den itibaren hükümdarlıkla halifelik tek şahısta birleştiği için, esasen böyle bir ihtiyaca yer de kalmamıştır.
19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa'daki gelişmelerin de etkisiyle, devlet yönetiminde değişiklikler görülmeye başlanmıştır. Bunun ilk örneği Sened-i İttifak'tır. Bu belge, demokrasiye geçişte ilk adım olarak kabul edilir. Padişahla âyân arasında yapılan bir anlaşma niteliğindedir. Padişahın bazı yetkilerini sınırlandırmaktadır. Bu özelliği ile Magna Carta'ya benzediği düşünülebilir. Ancak millî irade belirtisi taşıyan bir siyasî belge değildir.
Tanzimat ve Islahat fermanları, demokrasi yolunda atılan daha önemli adımlardır. Bunlarda halkı ilgilendiren, onun hak ve hürriyetlerini genişleten hükümler bulunmaktadır. Parlâmenter rejimin kurulduğu I. Meşrutiyet ise daha belirli çizgiler taşır. Tanzimat ve Islahat fermanlarının, çoğunluğu oluşturan Müslüman tebaa tarafından benimsenmediğini, yabancı dayatmaların sonucu olduğunu; I. Meşrutiyet parlâmentosunun ise, hakların kötüye kullanılması sonucunda fazla ömürlü olamadığını hatırlamamız lâzımdır. 1908 Meşrutiyetinden sonraki kısa dönem, hem parlâmentonun yeniden açılışı hem de kişi hak ve hürriyetlerinin genişlemesi açısından önem taşımaktadır. Ancak, bu dönem de uzun sürmemiş, yerini tek parti iktidarı ve oligarşik bir siyasî yapı almıştır.
Millî Mücadele, yeni bir anayasa yapılması ve "Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette" olduğunun kabul edilmesi bakımından demokratik bir anlayış içinde sürdürülmüştür. Cumhuriyetin ilânından sonraki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri başarısız kalınca tek parti yönetimi, II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etmiştir. Ancak ondan sonra siyasî partilerin kurulmasına, serbest seçimlerin yapılmasına, iktidarın değişmesine imkân bulunabilmiştir. Türkiye'de demokrasinin yerleşmesi gayretleri, 1945'ten bu yana sürdürülmektedir.
DEMOKRASİ TEMELLERİNDE FARKLILIKLAR
Türklerde köleliğin ve ayrıcalıklı sınıfların yer almaması sebebiyle, eski demokrasi tipiyle Türk egemenlik anlayışı arasında önemli ayrılıklar bulunmaktadır. Avrupa demokrasisi, bu ülkelerin sosyal yapılarına uygun bir gelişme göstermiştir. Kölelik rejimi, feodalite, kilise mensupları ve soylular gibi sınıflar, Türk sosyal yapısına ve dolayısıyla yönetim anlayışına yabancı idi. Batı demokrasisi, bu engelleri aşa aşa gelişmek zorunda kalmıştır. Sanayi Devrimi'nin getirdiği sorunlar, kadınların ve çocukların karın tokluğuna öldüresiye çalıştırılması, buna karşı tepkiler, sömürgeciliğin ve emperyalizmin ürünü olan çatışmalar Osmanlı Devleti'nde yaşanmamıştır. Sosyal sınıfların teşekkül etmemiş olması, sınıf çatışması teorisini geçersiz bırakmıştır, Bu yapı Cumhuriyet Türkiyesinde de devam ettiği için, sunî sınıf yaratma gayretleri başarılı olamamış, Marksizm bu sebeple yerleşebileceği bir toplum zemini bulamamıştır. Demek ki, Batıda yerleşmiş veya tortu bırakmış anlayışlar üzerinde yükselen demokrasi ile Türk demokrasisi arasında birtakım farklar bulunması olağan sayılmalıdır.
Bugün zihinlerde görülen kargaşanın temelinde, bu farkların yeterince kavranmaması yatmaktadır.
Türk demokrasisi üzerindeki görüşlerimizi önümüzdeki sayıda açıklamaya devam edeceğiz.
Altan Deliorman
Türkçülüğün Temel İlkeleri: Devlet Anlayışımız
Türkçülüğün Temel İlkeleri: Devlet Anlayışımız
Türklerdeki devlet geleneğinin esaslarından önceki yazılarımızda bahsetmiştik (Bkz. Orkun, Ocak 1999, 11. sayı ve Şubat 1999, 12. sayı). O yazılardaki bilgilerin ışığında, Türkçülerin günümüzdeki devlet anlayışının ana hatlarını da bu yazımızda ele alacağız.
Devletin Vatandaşa Karşı Görevleri
Türk devlet geleneğinde, devletin, yönettiği topluluklara karşı olan görevleri kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Bağımsızlığı ve güvenliği sağlamak; yani, halkın canını, malını, namusunu korumak, onların kendi bayrakları altında hür ve bağımsız yaşamalarını temin etmek,
2- Halkın karnını doyurmak, yani iktisadî refah ve istikrarı sağlamak,
3. Kanunların âdil olmasına dikkat etmek ve bunları adalete uygun şekilde uygulamak,
4. Türk soyundan olanları birleştirmek.
Aslında bu ilkeler evrenseldir ve bütün devletler için geçerlidir. Türkler de, bu evrensel değerlere, millî anlayışları çerçevesinde daima önem vermişlerdir. Günümüzde de değişen fazla bir şey yoktur. Tek farkla ki, devlet, artık, Türklerin tek bayrak altında birleşmelerini sağlayıcı uzun vâdeli politikalara sahip çıkmamaktadır. “Tek millet, tek devlet” ilkesi, şimdilik, sadece
Türkçülük ülküsünün temel dinamiklerinden biri olarak gözükmektedir. Fakat, bir gün mutlaka devletimizin görevlerinden ve ana hedeflerinden biri hâline gelecektir. Zira, aklın, tarihî gelişimin ve millî çıkarlarımızın gereği budur. Almanya, doğu-batı ayrılığını ilk fırsatta ortadan kaldırarak bu sun’î bölünmeye son vermişse, bunu Pan-Germanizm saymak ve bu yolla Alman devletini suçlamak kimsenin hatırından bile geçmemektedir. Çin, Tayvan üzerindeki emellerinden vaz geçiyor mu? Fransa, Alsas-Loren’i Almanya’ya kaptırmamak için az mı kan dökmüştür? İsrail, avuç içi kadar toprağına, dünyanın her yerindeki Yahudileri toplamak için uğraşmıyor mu? Türk devletinin aynı yolu takip etmesinde yadırganacak ne var?
Vatandaşın Devlete Karşı Görevleri
Vatandaşların devlete karşı görevleri de tarih boyunca fazla değişiklik göstermemiştir. Vatandaş, devlete itaat etmek; yani, kanunlara saygılı davranmak, devlet giderlerine katılmak; yani, vergisini vermek, bağımsızlığın korunması görevinde üstüne düşeni yapmak; yani, askerlik borcunu ödemek gibi vecibeleri yerine getirmek zorundadır.
Devletin vatandaşa, vatandaşın devlete karşı olan görevlerini belirten siyasî, sosyal ve kültürel bir sözleşme mevcuttur. Buna anayasa diyoruz. Anayasa düzeni güvenlik altında bulundukça ve aksamadan işledikçe, devletle vatandaş arasındaki âhenk ve dengeli iş birliği de sarsılmaz. Ancak, anayasa belli bir şahsın (diktatorya) veya bir grubun (oligarşi) lehine istismar edildiği zaman siyasî ve sosyal çatışma çıkar, karışıklık başgösterir.
Devlete Güven
Türk milleti, devleti daima büyük bir teminat saymış, ona saygı ve itaat göstermiş, devletin varlığını devam ettirmek için olmadık fedakârlıklara ka tlanmıştır. Millî Mücadele, bu fedakârlıkların olağanüstü destanıdır. O kadar ki, “devlet baba”, “devlet ana” deyimleri milletimiz arasında yüzyıllardan beri bütün canlılığıyla yaşamıştır.
Bu sevgi ve saygının temelinde, devlete beslenen güven duygusu bulunmaktadır. Haksızlığa uğrayanın hakkını devlet arar. Zora düşenin elinden devlet tutar. Vatandaşın sağlığını koruyan, çocuğunun eğitimini sağlayan, devlettir. Vatandaş -haklı olarak- devletten bunları bekler.
Açıkça söylemek gerekir ki, bu güven duygusu, günümüzde büyük ölçüde yıpranmış, zedelenmiştir. Neredeyse yok olmak üzeredir. Bunu, milletimiz için vahim bir tehlike olarak görmek gerekir.
Kanunlara saygılı olan vatandaş, aynı kanunların kendisini korumasını bir hak olarak görür. Bu görüş isabetlidir. Ancak, adalet mekanizması, haklı olana hakkını veremiyor veya geç veriyorsa, burada bir sakatlık var demektir. Unutulmamalı ki, geç gelen adalet, en büyük adaletsizliktir. Bugün, Türk mahkemeleri binlerce dosyanın altında ezilmekte, karar vermekte zorlanmaktadır. Toplum yapısına aykırı olarak yeniden düzenlenen usul kanunları, mağduru daha da mağdur edici hâle getirmektedir. Suçların cezasız kaldığı veya suç-ceza dengesinin âdil olmadığı kanaati halk arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu durumda, haksızlığa uğrayanlarda hakkını bizzat veya çeteler vasıtasıyla aramak yolu revaç bulmaktadır.
Kısacası, hukuk sisteminde çok önemli aksamalar vardır ve bunların giderilmesi yolunda ciddî niyetler görülmemektedir.
Vatandaş, sağlığından emin değildir. Devlet hastahanelerinde itilip kakılmakta, hor görülmekte, hakarete uğramakta, gereği gibi tedavi edilmemektedir. Böyle olunca, biraz imkânı olanlar özel sağlık kurumlarına yönelmekte, oralarda da çok kere istismar edilip ocağına incir dikilmektedir. Şimdiye kadar asla iyi yönetilmemiş olan sosyal güvenlik kurumları, ömür boyu prim ödemiş emeklilerin geçimini sağlamaktan çok uzaktır. Memur, işçi, esnaf yarınına güvenle bakamamaktadır. Bütün bunlar, neticede, vatandaşın devlete olan güvenini sarsmakta, ondan ümidini kesmesine yol açmaktadır.
Vatandaş, devlet dairelerindeki işlerini haraç veya rüşvet ödemeden halledemez hâle gelmiştir. Normal işleyen devlet daireleri âdeta parmakla gösterilmekte ve hayret uyandırmaktadır.
Devlet bankaları, birtakım kimselere veya kuruluşlara açtıkları kredileri geri alamamaktadır. Kredileri alıp ödemeyenler zenginleşirken, açıklar “görev zararı” etiketi ile süslenerek hazineden, yani vatandaşın parasından karşılanmaktadır. Bazı özel bankaların içi boşaltılıp, hortumcuların yurt dışındaki hesaplarına aktarılmaktadır. Bu durumdaki bankaları devlet kendi bünyesine almakta, zararını da karşılamaktadır. Yani, zarar halkın ödediği vergilerle karşılanmaktadır. Böylece, vergisini dürüst ve düzenli şekilde ödeyenler cezalandırılmış olmaktadır. Maliye, kazanılmış hakları hiçe saymakta, geriye dönük vergi kanunları çıkarmakta, vatandaşın üç-beş kuruşluk tasarrufuna, evine, tarlasına, arabasına göz dikmektedir.
Bu durumda vatandaşın devlete güveni kalır mı?
İçinde bulunduğumuz ve gittikçe ağırlaştığını gördüğümüz güven bunalımı işte bunlardan ve bunun gibi yüzlerce sebepten kaynaklanıyor.
Güven bunalımının sebebi, devletin bizatihî kendisi değildir, onun adına icraat yapan beceriksiz ve başarısız siyasî iktidarlar, yani hükûmetlerdir. Ancak, onların eksik ve yanlış tutumlarının faturası, vatandaş tarafından devlete çıkarılmaktadır. Siyasî iktidarlar, devletin kontrolündeki iktisadî işletmelere kendi partililerini veya yandaşlarını ölçüsüz şekilde yerleştirme alışkanlığını bir türlü terk edememişlerdir. Bunun sonucunda, o işletmelerde lüzumsuz kadro şişkinliği meydana gelmiş, bu da onların zarar eden kuruluşlar hâline gelmelerine yol açmıştır. Sonra da aynı hamurdan yoğrulmuş benzer hükûmetler, bu işletmeleri elden çıkararak zarardan kurtulma yollarını aramaya başlamışlardır.
Oylarını, birilerine çıkar sağlayarak koruma veya artırma düşüncesi, iktidarların müptelâ olduğu kötü alışkanlıklardan biridir. Yönetimde daha uzun süre kalabilmek için, bu çeşit çıkar ilişkilerine girmek, aynı zamanda demokrasiyi de zaafa uğratmaktadır. Bu türlü zihniyet hastalıklarından sür’atle kurtulunması gerekmektedir.
“Devletçilik”
Bizde devletçilik, daha çok iktisadî mânâsı ile öne çıkmıştır. Tek parti döneminde önce parti prensipleri arasına, sonra anayasaya girmiş olan devletçilik, özel teşebbüsün yapamayacağı ölçüdeki işlerin ve yatırımların devlet tarafından gerçekleştirilmesi esasına dayanıyordu. Cumhuriyetin ilk döneminde buna ihtiyaç da vardı. Art arda savaşlardan ve kurtuluş mücadelesinden yeni çıkmış olan Türkiye, yoksulluk ve perişanlık içindeydi. Sermaye birikimi yoktu, millî burjuvazi teşekkül etmemişti. İşletmelerin bir kısmı hâlâ Düyûn-u Umumiye döneminden miras kalmış ecnebi şirketlerin elindeydi. Bu durumda devletçilik tek çıkar yol olarak görünüyordu.
Ahlâk dünyamızdaki genel zafiyet, devletçilik politikasında kara delikler açılması gibi kötü bir gidişi de beraberinde getirmiştir. Devlet denetimindeki iktisadî kuruluşlar, kısa zamanda arpalıklar ve suistimal yuvaları hâline gelmiştir. Ayrıca, bunların ekonomik anlayışla değil, memur zihniyetiyle yönetilmeleri de verimli olmalarını engellemiştir. Zamanla devletçilik, dünya ekonomisinin genel gidişine ters düşmeye başlamış, sadece çok geri kalmış bazı ülkelerde ve Marksist rejimlerle yönetilen devletlerde işlerliğini devam ettirmiştir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile de, merkezî plânlamaya bağlı katı devletçi sistemler iflâs etmiştir.
Devletin et, süt, peynir, içki, sigara vb. üretmesi, pazarlaması ve bunları çok kere zararına yapması, onun aslî görevleri arasında bulunmamalıdır. Devletin çok daha önemli görevleri vardır. Faaliyetlerin bu şekilde dağılması, o aslî görevlerin yerine getirilmesinde de güçlüklere sebep olmaktadır.
Biz, devletçilik kavramına çok daha geniş mânâsında yaklaşıyoruz. Bizim nazarımızda devletçilik, kısaca “devlet taraftarlığı” demektir. Türkçüler, devleti kutsal sayan gelenekçi anlayışın savunucusudur. Çünkü, bilirler ki, devlet zayıfladığı ve zevale sürüklendiği zaman, millî varlığımız da heba olacaktır. Bu bakımdan, devlete yönelen hain saldırıların arkasındaki niyetlerin isabetle teşhis edilmesi ve bunlarla amansız şekilde mücadele edilmesi, millî bekamız için şarttır.
Devletin elindeki yer altı ve yer üstü servetlerinin, özellikle stratejik önem taşıyan madenlerin yabancılara peşkeş çekilmesi teşebbüslerine karşı da son derece dikkatli olunmalıdır. Yabancı büyük sermayenin, tröstlerin, kartellerin Türk tarımına ve madenciliğine iştahla el uzatmaları, bu yolda siyasî baskının uygulanması girişimleri uykumuzu kaçırmalıdır. Aynı hassasiyetin, devletin yürütme organı olan hükûmet tarafından da gösterilmesi beklenir.
Devletin küçülmesi, elini her şeyden çekmesi gibi yaklaşımları, millî çıkarlarımız açısından makbul saymak mümkün değildir. Devletin, lüzumsuz işlerden sıyrılması onun küçülmesi değil, yoğunlaşması ve böylece güçlenmesi anlamına gelmelidir.
Devlet Anlayışımız
Devlet konusundaki temel yaklaşımımızı şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Devlet, millî bağımsızlığın teminatıdır, ilelebet yaşatılması esastır.
2. Devlet, sağlam temeller üzerinde yükselmeli, bunun için yeniden yapılanmalıdır.
3. Yurt içinden ve yurt dışından devletin bölünmezliğine yönelen tehditlere karşı gayet dikkatli ve tedbirli olunmalıdır.
4. Devletin aslî görev alanları savunma, güvenlik, adalet, maliye, dış politika ve bayındırlıktır. Eğitim, kültür, ulaştırma ve ekonomi alanlarında ise paylaşımcı ve sınırlı bir faaliyet göstermelidir. Ancak, devletin bu alanlarda düzenleyici ve -son derece ciddî- denetleyici bir role sahip olması gerekir.
5. Devlet, kendi varlığını korumak ve sürdürmek için her türlü kanunî tedbiri almak zorundadır. Devlete karşı yöneltilen bütün faaliyetlerin ve saldırıların kesinlikle önlenmesi gerekmektedir.
6. Vatandaşın karşısında devlet temsilcisi olarak görünen bürokrasi sür’atle ıslah edilmeli, standardı ve seviyesi yükseltilmeli, millî serveti pervasızca israf eden konumdan kurtarılmalıdır.
7. Devlet, lekesiz, şaibesiz, ihtirassız, dürüst, faziletli, çalışkan ve becerikli kadrolara teslim edilmelidir. Türk kültürüne, anlayışına, millî çıkarlara ve hedeflere aykırı eğilimlerdeki kimseler, devlet görevlerinde istihdam edilmemelidir.
Yukarda saydıklarımız gerçekleştiği takdirde devlete güven duygusu yeniden sağlam hâle gelebilir. Bu, uzun bir süre alacaktır. Ama unutulmamalı ki, güven duygusunun kaybı da kısa zamanda ortaya çıkmamıştır. Sonuca ulaşmak için, ilk adımların mutlak kararlılıkla ve en kısa zamanda atılması gerekiyor.
Türklerdeki devlet geleneğinin esaslarından önceki yazılarımızda bahsetmiştik (Bkz. Orkun, Ocak 1999, 11. sayı ve Şubat 1999, 12. sayı). O yazılardaki bilgilerin ışığında, Türkçülerin günümüzdeki devlet anlayışının ana hatlarını da bu yazımızda ele alacağız.
Devletin Vatandaşa Karşı Görevleri
Türk devlet geleneğinde, devletin, yönettiği topluluklara karşı olan görevleri kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Bağımsızlığı ve güvenliği sağlamak; yani, halkın canını, malını, namusunu korumak, onların kendi bayrakları altında hür ve bağımsız yaşamalarını temin etmek,
2- Halkın karnını doyurmak, yani iktisadî refah ve istikrarı sağlamak,
3. Kanunların âdil olmasına dikkat etmek ve bunları adalete uygun şekilde uygulamak,
4. Türk soyundan olanları birleştirmek.
Aslında bu ilkeler evrenseldir ve bütün devletler için geçerlidir. Türkler de, bu evrensel değerlere, millî anlayışları çerçevesinde daima önem vermişlerdir. Günümüzde de değişen fazla bir şey yoktur. Tek farkla ki, devlet, artık, Türklerin tek bayrak altında birleşmelerini sağlayıcı uzun vâdeli politikalara sahip çıkmamaktadır. “Tek millet, tek devlet” ilkesi, şimdilik, sadece
Türkçülük ülküsünün temel dinamiklerinden biri olarak gözükmektedir. Fakat, bir gün mutlaka devletimizin görevlerinden ve ana hedeflerinden biri hâline gelecektir. Zira, aklın, tarihî gelişimin ve millî çıkarlarımızın gereği budur. Almanya, doğu-batı ayrılığını ilk fırsatta ortadan kaldırarak bu sun’î bölünmeye son vermişse, bunu Pan-Germanizm saymak ve bu yolla Alman devletini suçlamak kimsenin hatırından bile geçmemektedir. Çin, Tayvan üzerindeki emellerinden vaz geçiyor mu? Fransa, Alsas-Loren’i Almanya’ya kaptırmamak için az mı kan dökmüştür? İsrail, avuç içi kadar toprağına, dünyanın her yerindeki Yahudileri toplamak için uğraşmıyor mu? Türk devletinin aynı yolu takip etmesinde yadırganacak ne var?
Vatandaşın Devlete Karşı Görevleri
Vatandaşların devlete karşı görevleri de tarih boyunca fazla değişiklik göstermemiştir. Vatandaş, devlete itaat etmek; yani, kanunlara saygılı davranmak, devlet giderlerine katılmak; yani, vergisini vermek, bağımsızlığın korunması görevinde üstüne düşeni yapmak; yani, askerlik borcunu ödemek gibi vecibeleri yerine getirmek zorundadır.
Devletin vatandaşa, vatandaşın devlete karşı olan görevlerini belirten siyasî, sosyal ve kültürel bir sözleşme mevcuttur. Buna anayasa diyoruz. Anayasa düzeni güvenlik altında bulundukça ve aksamadan işledikçe, devletle vatandaş arasındaki âhenk ve dengeli iş birliği de sarsılmaz. Ancak, anayasa belli bir şahsın (diktatorya) veya bir grubun (oligarşi) lehine istismar edildiği zaman siyasî ve sosyal çatışma çıkar, karışıklık başgösterir.
Devlete Güven
Türk milleti, devleti daima büyük bir teminat saymış, ona saygı ve itaat göstermiş, devletin varlığını devam ettirmek için olmadık fedakârlıklara ka tlanmıştır. Millî Mücadele, bu fedakârlıkların olağanüstü destanıdır. O kadar ki, “devlet baba”, “devlet ana” deyimleri milletimiz arasında yüzyıllardan beri bütün canlılığıyla yaşamıştır.
Bu sevgi ve saygının temelinde, devlete beslenen güven duygusu bulunmaktadır. Haksızlığa uğrayanın hakkını devlet arar. Zora düşenin elinden devlet tutar. Vatandaşın sağlığını koruyan, çocuğunun eğitimini sağlayan, devlettir. Vatandaş -haklı olarak- devletten bunları bekler.
Açıkça söylemek gerekir ki, bu güven duygusu, günümüzde büyük ölçüde yıpranmış, zedelenmiştir. Neredeyse yok olmak üzeredir. Bunu, milletimiz için vahim bir tehlike olarak görmek gerekir.
Kanunlara saygılı olan vatandaş, aynı kanunların kendisini korumasını bir hak olarak görür. Bu görüş isabetlidir. Ancak, adalet mekanizması, haklı olana hakkını veremiyor veya geç veriyorsa, burada bir sakatlık var demektir. Unutulmamalı ki, geç gelen adalet, en büyük adaletsizliktir. Bugün, Türk mahkemeleri binlerce dosyanın altında ezilmekte, karar vermekte zorlanmaktadır. Toplum yapısına aykırı olarak yeniden düzenlenen usul kanunları, mağduru daha da mağdur edici hâle getirmektedir. Suçların cezasız kaldığı veya suç-ceza dengesinin âdil olmadığı kanaati halk arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu durumda, haksızlığa uğrayanlarda hakkını bizzat veya çeteler vasıtasıyla aramak yolu revaç bulmaktadır.
Kısacası, hukuk sisteminde çok önemli aksamalar vardır ve bunların giderilmesi yolunda ciddî niyetler görülmemektedir.
Vatandaş, sağlığından emin değildir. Devlet hastahanelerinde itilip kakılmakta, hor görülmekte, hakarete uğramakta, gereği gibi tedavi edilmemektedir. Böyle olunca, biraz imkânı olanlar özel sağlık kurumlarına yönelmekte, oralarda da çok kere istismar edilip ocağına incir dikilmektedir. Şimdiye kadar asla iyi yönetilmemiş olan sosyal güvenlik kurumları, ömür boyu prim ödemiş emeklilerin geçimini sağlamaktan çok uzaktır. Memur, işçi, esnaf yarınına güvenle bakamamaktadır. Bütün bunlar, neticede, vatandaşın devlete olan güvenini sarsmakta, ondan ümidini kesmesine yol açmaktadır.
Vatandaş, devlet dairelerindeki işlerini haraç veya rüşvet ödemeden halledemez hâle gelmiştir. Normal işleyen devlet daireleri âdeta parmakla gösterilmekte ve hayret uyandırmaktadır.
Devlet bankaları, birtakım kimselere veya kuruluşlara açtıkları kredileri geri alamamaktadır. Kredileri alıp ödemeyenler zenginleşirken, açıklar “görev zararı” etiketi ile süslenerek hazineden, yani vatandaşın parasından karşılanmaktadır. Bazı özel bankaların içi boşaltılıp, hortumcuların yurt dışındaki hesaplarına aktarılmaktadır. Bu durumdaki bankaları devlet kendi bünyesine almakta, zararını da karşılamaktadır. Yani, zarar halkın ödediği vergilerle karşılanmaktadır. Böylece, vergisini dürüst ve düzenli şekilde ödeyenler cezalandırılmış olmaktadır. Maliye, kazanılmış hakları hiçe saymakta, geriye dönük vergi kanunları çıkarmakta, vatandaşın üç-beş kuruşluk tasarrufuna, evine, tarlasına, arabasına göz dikmektedir.
Bu durumda vatandaşın devlete güveni kalır mı?
İçinde bulunduğumuz ve gittikçe ağırlaştığını gördüğümüz güven bunalımı işte bunlardan ve bunun gibi yüzlerce sebepten kaynaklanıyor.
Güven bunalımının sebebi, devletin bizatihî kendisi değildir, onun adına icraat yapan beceriksiz ve başarısız siyasî iktidarlar, yani hükûmetlerdir. Ancak, onların eksik ve yanlış tutumlarının faturası, vatandaş tarafından devlete çıkarılmaktadır. Siyasî iktidarlar, devletin kontrolündeki iktisadî işletmelere kendi partililerini veya yandaşlarını ölçüsüz şekilde yerleştirme alışkanlığını bir türlü terk edememişlerdir. Bunun sonucunda, o işletmelerde lüzumsuz kadro şişkinliği meydana gelmiş, bu da onların zarar eden kuruluşlar hâline gelmelerine yol açmıştır. Sonra da aynı hamurdan yoğrulmuş benzer hükûmetler, bu işletmeleri elden çıkararak zarardan kurtulma yollarını aramaya başlamışlardır.
Oylarını, birilerine çıkar sağlayarak koruma veya artırma düşüncesi, iktidarların müptelâ olduğu kötü alışkanlıklardan biridir. Yönetimde daha uzun süre kalabilmek için, bu çeşit çıkar ilişkilerine girmek, aynı zamanda demokrasiyi de zaafa uğratmaktadır. Bu türlü zihniyet hastalıklarından sür’atle kurtulunması gerekmektedir.
“Devletçilik”
Bizde devletçilik, daha çok iktisadî mânâsı ile öne çıkmıştır. Tek parti döneminde önce parti prensipleri arasına, sonra anayasaya girmiş olan devletçilik, özel teşebbüsün yapamayacağı ölçüdeki işlerin ve yatırımların devlet tarafından gerçekleştirilmesi esasına dayanıyordu. Cumhuriyetin ilk döneminde buna ihtiyaç da vardı. Art arda savaşlardan ve kurtuluş mücadelesinden yeni çıkmış olan Türkiye, yoksulluk ve perişanlık içindeydi. Sermaye birikimi yoktu, millî burjuvazi teşekkül etmemişti. İşletmelerin bir kısmı hâlâ Düyûn-u Umumiye döneminden miras kalmış ecnebi şirketlerin elindeydi. Bu durumda devletçilik tek çıkar yol olarak görünüyordu.
Ahlâk dünyamızdaki genel zafiyet, devletçilik politikasında kara delikler açılması gibi kötü bir gidişi de beraberinde getirmiştir. Devlet denetimindeki iktisadî kuruluşlar, kısa zamanda arpalıklar ve suistimal yuvaları hâline gelmiştir. Ayrıca, bunların ekonomik anlayışla değil, memur zihniyetiyle yönetilmeleri de verimli olmalarını engellemiştir. Zamanla devletçilik, dünya ekonomisinin genel gidişine ters düşmeye başlamış, sadece çok geri kalmış bazı ülkelerde ve Marksist rejimlerle yönetilen devletlerde işlerliğini devam ettirmiştir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile de, merkezî plânlamaya bağlı katı devletçi sistemler iflâs etmiştir.
Devletin et, süt, peynir, içki, sigara vb. üretmesi, pazarlaması ve bunları çok kere zararına yapması, onun aslî görevleri arasında bulunmamalıdır. Devletin çok daha önemli görevleri vardır. Faaliyetlerin bu şekilde dağılması, o aslî görevlerin yerine getirilmesinde de güçlüklere sebep olmaktadır.
Biz, devletçilik kavramına çok daha geniş mânâsında yaklaşıyoruz. Bizim nazarımızda devletçilik, kısaca “devlet taraftarlığı” demektir. Türkçüler, devleti kutsal sayan gelenekçi anlayışın savunucusudur. Çünkü, bilirler ki, devlet zayıfladığı ve zevale sürüklendiği zaman, millî varlığımız da heba olacaktır. Bu bakımdan, devlete yönelen hain saldırıların arkasındaki niyetlerin isabetle teşhis edilmesi ve bunlarla amansız şekilde mücadele edilmesi, millî bekamız için şarttır.
Devletin elindeki yer altı ve yer üstü servetlerinin, özellikle stratejik önem taşıyan madenlerin yabancılara peşkeş çekilmesi teşebbüslerine karşı da son derece dikkatli olunmalıdır. Yabancı büyük sermayenin, tröstlerin, kartellerin Türk tarımına ve madenciliğine iştahla el uzatmaları, bu yolda siyasî baskının uygulanması girişimleri uykumuzu kaçırmalıdır. Aynı hassasiyetin, devletin yürütme organı olan hükûmet tarafından da gösterilmesi beklenir.
Devletin küçülmesi, elini her şeyden çekmesi gibi yaklaşımları, millî çıkarlarımız açısından makbul saymak mümkün değildir. Devletin, lüzumsuz işlerden sıyrılması onun küçülmesi değil, yoğunlaşması ve böylece güçlenmesi anlamına gelmelidir.
Devlet Anlayışımız
Devlet konusundaki temel yaklaşımımızı şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Devlet, millî bağımsızlığın teminatıdır, ilelebet yaşatılması esastır.
2. Devlet, sağlam temeller üzerinde yükselmeli, bunun için yeniden yapılanmalıdır.
3. Yurt içinden ve yurt dışından devletin bölünmezliğine yönelen tehditlere karşı gayet dikkatli ve tedbirli olunmalıdır.
4. Devletin aslî görev alanları savunma, güvenlik, adalet, maliye, dış politika ve bayındırlıktır. Eğitim, kültür, ulaştırma ve ekonomi alanlarında ise paylaşımcı ve sınırlı bir faaliyet göstermelidir. Ancak, devletin bu alanlarda düzenleyici ve -son derece ciddî- denetleyici bir role sahip olması gerekir.
5. Devlet, kendi varlığını korumak ve sürdürmek için her türlü kanunî tedbiri almak zorundadır. Devlete karşı yöneltilen bütün faaliyetlerin ve saldırıların kesinlikle önlenmesi gerekmektedir.
6. Vatandaşın karşısında devlet temsilcisi olarak görünen bürokrasi sür’atle ıslah edilmeli, standardı ve seviyesi yükseltilmeli, millî serveti pervasızca israf eden konumdan kurtarılmalıdır.
7. Devlet, lekesiz, şaibesiz, ihtirassız, dürüst, faziletli, çalışkan ve becerikli kadrolara teslim edilmelidir. Türk kültürüne, anlayışına, millî çıkarlara ve hedeflere aykırı eğilimlerdeki kimseler, devlet görevlerinde istihdam edilmemelidir.
Yukarda saydıklarımız gerçekleştiği takdirde devlete güven duygusu yeniden sağlam hâle gelebilir. Bu, uzun bir süre alacaktır. Ama unutulmamalı ki, güven duygusunun kaybı da kısa zamanda ortaya çıkmamıştır. Sonuca ulaşmak için, ilk adımların mutlak kararlılıkla ve en kısa zamanda atılması gerekiyor.
Similar topics
» 3 Mayıs Neden Türkçülüğün Günü ?
» Türkçülüğün Önemli Meseleleri
» Türkiye'nin Temel Taşı 1944'te .çatladı
» İşletim Sistemleri Temel Kavramları
» SİYASÎ SÜREÇTE TÜRKÇÜLÜĞÜN YERİ
» Türkçülüğün Önemli Meseleleri
» Türkiye'nin Temel Taşı 1944'te .çatladı
» İşletim Sistemleri Temel Kavramları
» SİYASÎ SÜREÇTE TÜRKÇÜLÜĞÜN YERİ
¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤ :: [Türkçülük] ve [Turancılık] :: Türkçülük ve Turancılık Hakkında Her Şey
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz