ATATÜRK, İTTİHAT VE TERAKKÎ, CUMHURİYETİN İLK YILLARI (1)
1 sayfadaki 1 sayfası
ATATÜRK, İTTİHAT VE TERAKKÎ, CUMHURİYETİN İLK YILLARI (1)
ATSIZ ANLATIYOR:
Kendilerini dünya zevklerinden mahrum ederek kendisinden çok sonrakilerin bahtiyarlığı için didinen ve “deli” veya “kaçık” denilen insanlar gerçek insanlardır. Hayvanlar gibi yalnız “tegaddî” ve “tenasül”ü düşünen, bu ikisinin dışında ise ancak rahatına bakan insanlar, hayvanlaşmış kişileridir. İnsanla hayvanın farkı şuradadır ki: İnsan, bir düşünce veya ülkü için hayatını verebilen yaratıktır. Hayvan ise yalnız menfaati için boğuşabilen bir canlıdır.
Kurtuluş Savaşı bittiği zaman 17 – 18 yaşımda bir gençtim ve millî manada bahtiyardım. Çünkü Türk milletinde eşsiz bir üstünlük duygusu, yarına inanç, devlet başındakilere güven ve birlik vardı. İstanbul’un azınlıkları süt dökmüş kedi gibi değil de tam manasıyla köpek gibi idiler. O zaman dünyanın en kuvvetli devleti olan İngiltere’ye karşı bile maneviyat mükemmeldi. Lozan Barışından sonraki ilk yıllarda İngiltere’yle bir savaş çıksa, millet gözünü kırpmadan ve İngilizleri yeneceğine inanarak bu dövüşte, düğüne gider gibi giderdi.
Halk Partisinin yanlış idaresi yüzünden bu maneviyat yavaş yavaş çöktü, ondan sıfıra indi ve bugünkü aşağılık duygusunu doğurdu. Bunun sebebi neydi?
Tabiî, bütün büyük hadiselerde olduğu gibi bununda bir tek değil, bir çok sebepleri vardı. Bu sebeplerden bazılarını açıklamanın daha zamanı gelmemiştir. Diğer bazılarını ise artık tarafsız bir gözle incelemek kabildir. Şimdi ben de burada aynı şeyi yapacağım:
Birinci Sebep:
Mustafa Kemal Paşa iyi bir kumandan, ondan daha üstün olarak da dâhi bir siyaset adamıdır. Dağınık ve işgal altındaki Türkiye’yi birleşik olarak kurtarmak için başvurmadığı tertip, girmediği kalıp kalmamıştır. Usta bir satranççı yahut damacı nasıl on hamle, on beş hamle, hattâ yirmi hamle ilerisini görerek ve düşünerek ona göre taş sürerse, Mustafa Kemal Paşa da Yunanlıların ne kadar asker çıkarabileceğini, İngiltere’nin onları nereye kadar destekliyeceğini, Fransa ile İtalya’nın ne zaman İngiliz menfaati aleyhinde gizlice çalışacağını isabetle tahmin ediyor, Türkiye’nin depolarında kaç askeri silâhlandıracak kadar tüfek ve cephane bulunduğunu biliyor, yeni çıkan Komünizm’den de İngiltere aleyhinde ne şekilde faydalanacağını hesaplıyordu.
Komünizm, ilk çıktığı sıralarda insanlar için meçhul bir fikirdi. Bütün milletlere hürriyet vaad etmesi dolayısıyla çok taraftar toplayacağı belliydi. İlk bakıştan görünüşü çekici idi. Fakat Mustafa Kemal Paşa, hakkında bir şey bilmediği, belki adını bile ilk defa işittiği komünizme uluorta kapılacak bir insan değildi. Ankara’daki Rus elçiliği mensuplarının Komünizm propagandası yaparak taraftar kazanmaları da gözünden kaçmıyordu. Bu sebeple kendisi bir komünist partisi kurarak başına kendi adamlarını geçirmeğe ve bütün komünistleri bir araya toplayarak sıkı kontrol altında bulundurmağa karar verdi.
Karar başarı ile tatbik edildi ve Moskova’dan gelen şiddetli propaganda önlendikten sonra da parti lağvolundu. Mustafa Kemal Paşa maksadını herkesten o kadar gizliyordu ki başlangıçta en yakın arkadaşlarından birisi olan Refet Paşa’ya bile bunun bir danışıklı dövüş olduğunu söylememiş, hattâ Komünizm’e samimî taraftar olduğunu göstermek için bir gün Vekiller Heyetine “Yarın Komünizm ilân edeceğiz” diye sürpriz yapmıştı. Bu sürpriz, ilk şaşkınlıktan sonra Refet Paşa ile doktor Rıza Nur Bey’in şiddetli muhalefetleri yüzünden boşa çıkmıştı.
Hiç şüphesiz, Mustafa Kemal Paşa’nın niyeti gerçekten Komünizm ilânı değildi. Bu bir numara idi. Bolşevik casuslarının, kendisi tarafından böyle bir teklif yapıldığını, fakat vekillerin karşı koymaları yüzünden teklifin başarısızlığa uğradığını öğreneceklerini biliyordu. Bolşeviklerin güvenini kazanarak onlardan yardım koparmak, bir de Mustafa Kemal varken ayrıca Türkiye üzerinde uğraşmanın lüzumsuzluğunu telkin için böyle yapıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, siyasî dehası ile Rusları kündeden attı. Fakat komünist partisinin faaliyet gösterdiği kısa süre içinde komünistler de Türkiye’de bazı subaşlarına yerleşebildiler. Bunlar hâlâ bulundukları yerlerden atılabilmiş değillerdir. Demokratik usullerle atılmalarına da imkân yoktur. Bunlar ancak tam yetkili ve çok namuslu bir adamın bu işe memur edilmesiyle temizlenebilir. İşte, daha Kurtuluş Savaşı başlarken memlekette ağ kuran komünizm, zamanla ve Rusya’nın cömertçe harcadığı para ile gelişerek önce maarife, sonra basına, tiyatroya, orduya, donanmaya, Millet Meclisine ve kabineye kadar girdi. Fakat Halk Partisi kendisini “Sorumsuz ve yanlışsız” saydığından ima yolu ile yapılan tenkitlere dahi tahammül edemedi. Düşünen kafalar da yavaş yavaş “ekmeğinden olmamak” veya “hapse girmemek” için susmağa alıştılar. Böylelikle Komünizm yayılmağa ve memleketi topyekûn bolşevikleştirme plânı üzerinde sistemli bir şekilde yürümeğe başladı.
(Devamı yarın)
(Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, CHP’nin Türkçülere ve Komünistlere Karşı 1944’ten Evvel Tutumu)
Kendilerini dünya zevklerinden mahrum ederek kendisinden çok sonrakilerin bahtiyarlığı için didinen ve “deli” veya “kaçık” denilen insanlar gerçek insanlardır. Hayvanlar gibi yalnız “tegaddî” ve “tenasül”ü düşünen, bu ikisinin dışında ise ancak rahatına bakan insanlar, hayvanlaşmış kişileridir. İnsanla hayvanın farkı şuradadır ki: İnsan, bir düşünce veya ülkü için hayatını verebilen yaratıktır. Hayvan ise yalnız menfaati için boğuşabilen bir canlıdır.
Kurtuluş Savaşı bittiği zaman 17 – 18 yaşımda bir gençtim ve millî manada bahtiyardım. Çünkü Türk milletinde eşsiz bir üstünlük duygusu, yarına inanç, devlet başındakilere güven ve birlik vardı. İstanbul’un azınlıkları süt dökmüş kedi gibi değil de tam manasıyla köpek gibi idiler. O zaman dünyanın en kuvvetli devleti olan İngiltere’ye karşı bile maneviyat mükemmeldi. Lozan Barışından sonraki ilk yıllarda İngiltere’yle bir savaş çıksa, millet gözünü kırpmadan ve İngilizleri yeneceğine inanarak bu dövüşte, düğüne gider gibi giderdi.
Halk Partisinin yanlış idaresi yüzünden bu maneviyat yavaş yavaş çöktü, ondan sıfıra indi ve bugünkü aşağılık duygusunu doğurdu. Bunun sebebi neydi?
Tabiî, bütün büyük hadiselerde olduğu gibi bununda bir tek değil, bir çok sebepleri vardı. Bu sebeplerden bazılarını açıklamanın daha zamanı gelmemiştir. Diğer bazılarını ise artık tarafsız bir gözle incelemek kabildir. Şimdi ben de burada aynı şeyi yapacağım:
Birinci Sebep:
Mustafa Kemal Paşa iyi bir kumandan, ondan daha üstün olarak da dâhi bir siyaset adamıdır. Dağınık ve işgal altındaki Türkiye’yi birleşik olarak kurtarmak için başvurmadığı tertip, girmediği kalıp kalmamıştır. Usta bir satranççı yahut damacı nasıl on hamle, on beş hamle, hattâ yirmi hamle ilerisini görerek ve düşünerek ona göre taş sürerse, Mustafa Kemal Paşa da Yunanlıların ne kadar asker çıkarabileceğini, İngiltere’nin onları nereye kadar destekliyeceğini, Fransa ile İtalya’nın ne zaman İngiliz menfaati aleyhinde gizlice çalışacağını isabetle tahmin ediyor, Türkiye’nin depolarında kaç askeri silâhlandıracak kadar tüfek ve cephane bulunduğunu biliyor, yeni çıkan Komünizm’den de İngiltere aleyhinde ne şekilde faydalanacağını hesaplıyordu.
Komünizm, ilk çıktığı sıralarda insanlar için meçhul bir fikirdi. Bütün milletlere hürriyet vaad etmesi dolayısıyla çok taraftar toplayacağı belliydi. İlk bakıştan görünüşü çekici idi. Fakat Mustafa Kemal Paşa, hakkında bir şey bilmediği, belki adını bile ilk defa işittiği komünizme uluorta kapılacak bir insan değildi. Ankara’daki Rus elçiliği mensuplarının Komünizm propagandası yaparak taraftar kazanmaları da gözünden kaçmıyordu. Bu sebeple kendisi bir komünist partisi kurarak başına kendi adamlarını geçirmeğe ve bütün komünistleri bir araya toplayarak sıkı kontrol altında bulundurmağa karar verdi.
Karar başarı ile tatbik edildi ve Moskova’dan gelen şiddetli propaganda önlendikten sonra da parti lağvolundu. Mustafa Kemal Paşa maksadını herkesten o kadar gizliyordu ki başlangıçta en yakın arkadaşlarından birisi olan Refet Paşa’ya bile bunun bir danışıklı dövüş olduğunu söylememiş, hattâ Komünizm’e samimî taraftar olduğunu göstermek için bir gün Vekiller Heyetine “Yarın Komünizm ilân edeceğiz” diye sürpriz yapmıştı. Bu sürpriz, ilk şaşkınlıktan sonra Refet Paşa ile doktor Rıza Nur Bey’in şiddetli muhalefetleri yüzünden boşa çıkmıştı.
Hiç şüphesiz, Mustafa Kemal Paşa’nın niyeti gerçekten Komünizm ilânı değildi. Bu bir numara idi. Bolşevik casuslarının, kendisi tarafından böyle bir teklif yapıldığını, fakat vekillerin karşı koymaları yüzünden teklifin başarısızlığa uğradığını öğreneceklerini biliyordu. Bolşeviklerin güvenini kazanarak onlardan yardım koparmak, bir de Mustafa Kemal varken ayrıca Türkiye üzerinde uğraşmanın lüzumsuzluğunu telkin için böyle yapıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, siyasî dehası ile Rusları kündeden attı. Fakat komünist partisinin faaliyet gösterdiği kısa süre içinde komünistler de Türkiye’de bazı subaşlarına yerleşebildiler. Bunlar hâlâ bulundukları yerlerden atılabilmiş değillerdir. Demokratik usullerle atılmalarına da imkân yoktur. Bunlar ancak tam yetkili ve çok namuslu bir adamın bu işe memur edilmesiyle temizlenebilir. İşte, daha Kurtuluş Savaşı başlarken memlekette ağ kuran komünizm, zamanla ve Rusya’nın cömertçe harcadığı para ile gelişerek önce maarife, sonra basına, tiyatroya, orduya, donanmaya, Millet Meclisine ve kabineye kadar girdi. Fakat Halk Partisi kendisini “Sorumsuz ve yanlışsız” saydığından ima yolu ile yapılan tenkitlere dahi tahammül edemedi. Düşünen kafalar da yavaş yavaş “ekmeğinden olmamak” veya “hapse girmemek” için susmağa alıştılar. Böylelikle Komünizm yayılmağa ve memleketi topyekûn bolşevikleştirme plânı üzerinde sistemli bir şekilde yürümeğe başladı.
(Devamı yarın)
(Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, CHP’nin Türkçülere ve Komünistlere Karşı 1944’ten Evvel Tutumu)
ATATÜRK, İTTİHAT VE TERAKKÎ, CUMHURİYETİN İLK YILLARI (2)
ATSIZ ANLATIYOR:
Komünizme karşı ya milliyetçilikle, yahut dinle durulabilirdi. Bunların ikisini birden kullanmak şüphesiz daha akıllıca olurdu. Bizim milliyetçiliğimiz Türkçülüktü. Fakat Halk Partisi, altı oktan biri milliyetçilik olduğu halde nedense “Türkçülük”ten ürküyordu. Bu yüzden Türk Ocakları kapatılmıştı. Halk Partisinin kendisine göre acayip bir milliyetçiliği vardı. Din ise halkın ruhuna işlemiş bir kuvvet olmak bakımından büyük bir millî enerji ve savunma kaynağı olabilirdi. Fakat Halk Partisi lâiklik ilân etmiş olduğundan kendisini tamamıyla dinin dışında, hattâ dinsiz hissediyordu.
Halk Partisinin en büyük hatalarından biri budur. Medreseler kapatıldığı, tekkeler kaldırıldığı zaman yüksek bir ilâhiyat enstitüsü veya fakültesi açılarak memlekette kültürlü, doktora yapmış, Batı dillerini bilen, felsefe öğrenmiş din adamları yetiştirilseydi Türkiye’nin bugünkü manevî durumu bambaşka olur ve bugün din bilgini diye ortalığı kaplayan bilgisizler, gülünç hezeyanlarını savuramazdı.
Mustafa Kemal Paşa gençliğinde tekkelere devam etmiş, zikretmiş, fakat oradaki ahlâksızlığı görerek soğumuştu. Kendisi, zannederim, Allah’a inanıyordu. Fakat etrafında, kendisine Hristiyanlığa girmemizi telkin eden bir zümre vardı. Bunlar İsviçre ve Fransa’da yüksek öğrenimlerini yapmış, fakat ne Birinci Cihan Savaşına, ne de Kurtuluş Savaşına katılmamış olan hem yurtsever, hem de dalgacı aydınlardı. Bunlar korkunç bir aşağılık duygusu içindeydiler. Ya bu aşağılık duygusunun tesiri, yahut da vicdanî kanaatleri ile dinsizdiler. Medeniyet ve teknik bakımından bizi çok geçmiş olan Batı’nın, geçmişteki kuyruk acıları ve süregelen Hristiyanlık taassubu dolayısıyla Türklüğü yaşatmayacağına, aralıksız 12 yıllık 4 savaştan çıkmış olan yıkık, yoksul, bilgisiz, hastalıklı ve seyrek nüfuslu Türkiye’nin dışardan büyük yardım görmezse yok olacağına inanıyorlardı. Onlara göre, yok olmamak için Hristiyanlığı kabulden başka çare yoktu. Kendilerince nasıl olsa da Müslümanlık da, Hristiyanlık da birer uydurmadan başka bir şey değildi. O halde, yaşamak için, bir uydurmayı bırakarak öteki uydurmayı kabullenmekte hiç bir mahzur yoktu. Hristiyan olursak birdenbire dünyanın sevgilisi olacak, her yerden yardım görecek, el üstünde tutulacaktık. Kalkınmamız harikalı bir şekilde olacaktı.
Buna karşılık komünist bir zümre de dinsizlik telkini yapıyor, her türlü dinin ilerlemeği baltaladığını isbata uğraşıyordu. Bunlar Türkçülüğün de devleti batıracak bir macera düşkünlüğünden başka bir şey olmadığını sinsi sinsi yayıyorlardı; (onlara göre) İttihat ve Terakkî Fırkası, Turan’ı alacağım diye memleketi batırmıştı. Türkiye’nin böyle ikinci bir deneme geçirmeğe tahammülü yoktu.
Komünistler, Türkçülüğü İttihatçılığın bir şekli gibi göstermekle Mustafa Kemal Paşa’nın en hassas tarafına dokunmuş oluyorlardı. Çünkü o, genç subaylık çağından beri, aralarına karışmış olmakla beraber İttihatçıları sevmezdi. İttihatçılar ona lâyık olduğu değeri vermemiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Enver Paşa Türkiye’ye girerek başkanlığı ondan almak istemiş ve burada kendisine epey taraftar edinmişti. Meselâ Millet Meclisinde Rize mebusu Rauf tarafından öldürülen Deli Halit Paşa ile Topal Osman tarafından boğdurulan Trabzon mebusu Şükrü bunlardandı. Deli Halit Paşa, vurulduğu sırada Kel Ali ile boğuşmakta olduğu için Ali, canını kurtarmak için onu vurdu diye mesele kapatılmış, Topal Osman da Çankaya köşkünü basmak isterken muhafız taburu askerleri tarafından öldürülmüştü.
İttihatçılar daha sonra İzmir suikastı ile Mustafa Kemal Paşa’yı yok etmek istemişler, fakat kendileri yok olmuşlardı. İşte bu sebeplerle Mustafa Kemal Paşa İttihatçılardan nefret ediyordu. Kendisine suikast hazırlayan şebekenin başında olduğu gibi asılan Selânikli Yahudi dönmesi Cavit’in idamı dünya basınında büyük tepki uyandırmıştı. Çünkü Cavit hem Yahudi, hem de farmasondu. Fakat Mustafa Kemal Paşa kabadayı adamdı. Dünya gazetelerinin ulumasına aldıracak tiplerden değildi. Cavit’in astırdığı gibi mason localarını da kapatmaktan çekinmedi. Bu da Mustafa Kemal Paşa’nın en müsbet icraatında biridir. Çünkü bu localarda mason kardeşliği adına devletin en gizli işlerini Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler öğreniyor ve bunların hepsi yabancı casusu olduğundan düşmanlarımızca bilinmedik devlet sırrı kalmıyordu.
İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın İttihatçılardan tiksinmesi, çevresindeki komünistlerin de çok ustaca ve sinsice telkinleri ile Türkçülere karşı oldukça çekingen davranmasına sebep oluyordu. Fakat bu arada Türk Ocağı kapatılarak teşkilatlı tek milliyetçi grup ortadan kaldırılmıştı.
(Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, CHP’nin Türkçülere ve Komünistlere Karşı 1944’ten Evvel Tutumu)
Komünizme karşı ya milliyetçilikle, yahut dinle durulabilirdi. Bunların ikisini birden kullanmak şüphesiz daha akıllıca olurdu. Bizim milliyetçiliğimiz Türkçülüktü. Fakat Halk Partisi, altı oktan biri milliyetçilik olduğu halde nedense “Türkçülük”ten ürküyordu. Bu yüzden Türk Ocakları kapatılmıştı. Halk Partisinin kendisine göre acayip bir milliyetçiliği vardı. Din ise halkın ruhuna işlemiş bir kuvvet olmak bakımından büyük bir millî enerji ve savunma kaynağı olabilirdi. Fakat Halk Partisi lâiklik ilân etmiş olduğundan kendisini tamamıyla dinin dışında, hattâ dinsiz hissediyordu.
Halk Partisinin en büyük hatalarından biri budur. Medreseler kapatıldığı, tekkeler kaldırıldığı zaman yüksek bir ilâhiyat enstitüsü veya fakültesi açılarak memlekette kültürlü, doktora yapmış, Batı dillerini bilen, felsefe öğrenmiş din adamları yetiştirilseydi Türkiye’nin bugünkü manevî durumu bambaşka olur ve bugün din bilgini diye ortalığı kaplayan bilgisizler, gülünç hezeyanlarını savuramazdı.
Mustafa Kemal Paşa gençliğinde tekkelere devam etmiş, zikretmiş, fakat oradaki ahlâksızlığı görerek soğumuştu. Kendisi, zannederim, Allah’a inanıyordu. Fakat etrafında, kendisine Hristiyanlığa girmemizi telkin eden bir zümre vardı. Bunlar İsviçre ve Fransa’da yüksek öğrenimlerini yapmış, fakat ne Birinci Cihan Savaşına, ne de Kurtuluş Savaşına katılmamış olan hem yurtsever, hem de dalgacı aydınlardı. Bunlar korkunç bir aşağılık duygusu içindeydiler. Ya bu aşağılık duygusunun tesiri, yahut da vicdanî kanaatleri ile dinsizdiler. Medeniyet ve teknik bakımından bizi çok geçmiş olan Batı’nın, geçmişteki kuyruk acıları ve süregelen Hristiyanlık taassubu dolayısıyla Türklüğü yaşatmayacağına, aralıksız 12 yıllık 4 savaştan çıkmış olan yıkık, yoksul, bilgisiz, hastalıklı ve seyrek nüfuslu Türkiye’nin dışardan büyük yardım görmezse yok olacağına inanıyorlardı. Onlara göre, yok olmamak için Hristiyanlığı kabulden başka çare yoktu. Kendilerince nasıl olsa da Müslümanlık da, Hristiyanlık da birer uydurmadan başka bir şey değildi. O halde, yaşamak için, bir uydurmayı bırakarak öteki uydurmayı kabullenmekte hiç bir mahzur yoktu. Hristiyan olursak birdenbire dünyanın sevgilisi olacak, her yerden yardım görecek, el üstünde tutulacaktık. Kalkınmamız harikalı bir şekilde olacaktı.
Buna karşılık komünist bir zümre de dinsizlik telkini yapıyor, her türlü dinin ilerlemeği baltaladığını isbata uğraşıyordu. Bunlar Türkçülüğün de devleti batıracak bir macera düşkünlüğünden başka bir şey olmadığını sinsi sinsi yayıyorlardı; (onlara göre) İttihat ve Terakkî Fırkası, Turan’ı alacağım diye memleketi batırmıştı. Türkiye’nin böyle ikinci bir deneme geçirmeğe tahammülü yoktu.
Komünistler, Türkçülüğü İttihatçılığın bir şekli gibi göstermekle Mustafa Kemal Paşa’nın en hassas tarafına dokunmuş oluyorlardı. Çünkü o, genç subaylık çağından beri, aralarına karışmış olmakla beraber İttihatçıları sevmezdi. İttihatçılar ona lâyık olduğu değeri vermemiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Enver Paşa Türkiye’ye girerek başkanlığı ondan almak istemiş ve burada kendisine epey taraftar edinmişti. Meselâ Millet Meclisinde Rize mebusu Rauf tarafından öldürülen Deli Halit Paşa ile Topal Osman tarafından boğdurulan Trabzon mebusu Şükrü bunlardandı. Deli Halit Paşa, vurulduğu sırada Kel Ali ile boğuşmakta olduğu için Ali, canını kurtarmak için onu vurdu diye mesele kapatılmış, Topal Osman da Çankaya köşkünü basmak isterken muhafız taburu askerleri tarafından öldürülmüştü.
İttihatçılar daha sonra İzmir suikastı ile Mustafa Kemal Paşa’yı yok etmek istemişler, fakat kendileri yok olmuşlardı. İşte bu sebeplerle Mustafa Kemal Paşa İttihatçılardan nefret ediyordu. Kendisine suikast hazırlayan şebekenin başında olduğu gibi asılan Selânikli Yahudi dönmesi Cavit’in idamı dünya basınında büyük tepki uyandırmıştı. Çünkü Cavit hem Yahudi, hem de farmasondu. Fakat Mustafa Kemal Paşa kabadayı adamdı. Dünya gazetelerinin ulumasına aldıracak tiplerden değildi. Cavit’in astırdığı gibi mason localarını da kapatmaktan çekinmedi. Bu da Mustafa Kemal Paşa’nın en müsbet icraatında biridir. Çünkü bu localarda mason kardeşliği adına devletin en gizli işlerini Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler öğreniyor ve bunların hepsi yabancı casusu olduğundan düşmanlarımızca bilinmedik devlet sırrı kalmıyordu.
İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın İttihatçılardan tiksinmesi, çevresindeki komünistlerin de çok ustaca ve sinsice telkinleri ile Türkçülere karşı oldukça çekingen davranmasına sebep oluyordu. Fakat bu arada Türk Ocağı kapatılarak teşkilatlı tek milliyetçi grup ortadan kaldırılmıştı.
(Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, CHP’nin Türkçülere ve Komünistlere Karşı 1944’ten Evvel Tutumu)
Atatürk, ittihat ve terakkî, cumhuriyetin ilk yılları (3)
ATSIZ ANLATIYOR:
Din aleyhtarlığı ve Türkçülüğe karşı çekingenlik, yavaş yavaş bir Moskof dostluğu doğurmaya doğru gidiyordu. Bu hususta İsmet İnönü ve Tevfik Rüştü Aras herkesten ileri idiler. Onların düşüncesi her halde şu olmalıydı: “Kurtuluş Savaşında Rusya bize az da olsa yardım eden tek devlettir. Komşumuz olan bu devlet gayet kuvvetlendirilmiş. İngiltere’ye ve diğer Batı devletlerine karşı Rus dostluğu ile bir muvazene kurabiliriz. Memleketimize komünizmi toplamak için vakit kazanabiliriz”.
Fakat İsmet Paşa bu mümâşatın memlekette komünizmin yayılmasına sebep olacağını hiç düşünmüyordu. Hattâ daha ileri gidiyor; Şevket Süreyya, Vedat Nedim gibi Komünizm’den mahkûm olmuş kimseleri toplayan ve Yakup Kadri tarafından Kadro dergisine kendisi de yazıyordu.
Bunun, millet üzerinde ne kadar yıkıcı tesir yapacağını düşünemiyordu. Komünizmi Moskofçuluk diye bilen millet, Moskofçuların türlü türlü mühim işlerin başına getirildiğini görünce ister istemez kırılıyor, şüpheye düşüyordu. Bir kısmı ise başka türlü düşünüyor, komünizmin ve onun neticesinde Rusya’nın tehlikeli bir şey olmadığı düşüncesine varıyordu.
Bu Rus dostluğu bazen millî izzet-i nefisten fedakârlık derecesine bile vardırılıyordu. Meselâ 1935 Ekiminde Ankara’da Türk ve Rus millî takımları arasında yapılan karşılaşmayı proletaryanın burjuvaziye karşı zaferi diye göstermeğe başlamışlardı. O zaman güreş takımları yedi kişi olurdu ve berabere kalmak usulü yoktu. Bizim ağır sıkletimiz Çoban Mehmet’in ise Rus’u yeneceği muhakkaktı. Halk Partisi ekabirinden bazılarının da seyrettiği güreşler büyük bir iddia içinde başladı. İlk beş güreşten üçünü biz kazandık, ikisini Ruslar...
Onlar meğerse plânlarını hazırlamışlar, tabiî ve bermutad bizim bir şeyden haberimiz yok. Altıncı güreş bittiği zaman meşhur Rus mızıkçılığı başladı. Rus idarecileri işe karıştılar ve şirretliğe başladılar. Bizimkiler bunu kabul etmeyince tartışma büyüdü ve Türk – Rus dostluğunu (!) sarsacak bir şekil aldı. O sırada, Halk Partisi Genel Sekreteri olan Recep Peker işe karıştı. Malûm edası ile bizimkilere çıkışarak: “Mağlubiyeti kabul ediverin efendim, ne çıkar?” diye bağırdı. Bizimkiler mağlubiyeti kabul ettiler. Durum üçe üç oldu.
Bundan sonrası daha enteresan... Şimdi bir de ağır sıkletlerin güreşi kalıyordu. Onu nasıl olsa kazanacaktık. Fakat Ruslar, plânlarını hazırlamışlardı ya... Rus ağır sıkleti hastatlık bahane ederek mindere çıkmadı. Güreş nizamnamesi gereğince, sebep ne olursa olsun, sahaya çıkmayan güreşçinin yenilmiş sayılması gerekirken Ruslar bu müsabakanın iptalini istediler. Eh, Recep Peker orada oldukça Ruslara karada ölüm yoktu. Bu da kabul olundu ve hakikatte 2-5 kazanmış olduğumuz karşılaşma 3-3 beraberlikle bitirildi.
Rus dostluğunun diğer neticeleri de malûm:
Vatan haini Nâzım Hikmet’in Rusya’dan dönüşünde bir millî kahraman gibi karşılanması, büyük şair tanınması.
O kadar ki ciddî bir ilim adamı olması gereken Köprülü Zade Fuat bile 1929 – 1930 ders yılında bize yazdırdığı Türk Edebiyatı Tarihi notlarında ondan “genç ve kudretli şair” diye bahsetti ve bu umumî gaflet neticesinde de memleketin edebî zevki tamamıyla soysuzlaşarak bugün gördüğümüz maskara şiir meydana geldi.
En millî karakterli ve en ciddî kişiler bile bolşevik vezniyle millî destanlar yazmağa başladı.
Arkasından, İsmet Paşanın maaşlı dalkavukları olan Halk Partisi çağının Meclisinde komünist saylavlar...
Radyodan Namık Kemal’in eserlerinin kaldırılması ve Rum, Ermeni, Yahudi taklitleri yapılmasının yasak edilmesi...
Ve en sonunda da köy enstitüleri faciası...
Bu enstitülerin birer komünist yuvası hâline gelmesi için sistemli faaliyet...
Son kolej hadisesinin kahramanı olan kızları birer Muzahraf Ana hâline getirecek kadar çirkin ve iğrenç, fakat hepsi örtbas edilmiş olaylar...
Sicilli komünist Sadreddin Celâl’in mikroplarını daha geniş bir alanda saçması için Yüksek Öğretmen Okulu pedagoji öğretmenliğinden alınarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin pedagoji profesörlüğüne getirilmesi...
Komünist Sabahattin Ali’nin, tahsil durumu elverişli olmadığı halde Ankara Devlet Konservatuarında çifte görevle kayırılması ve Millî Şef’in, Konservatuara her şeref verişinde Sabahattin Ali’yi okşayarak iltifatlara boğması...
Ankara’daki Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinde Pertev Naili, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes ve Behice Boran adlı aşırı solcu dört doçentin alenî propagandası ve milliyetçi talebeyi haksız yere döndürmeğe kadar işi azıtmaları...
Bu arada, modaya uymak kabilinden, iki tanınmış profesörün komünizm krizi geçirmeleri ve sözle, yazıyla bilfiiil, geçici bir zaman için olsa da o cepheye katılmaları…
O halde arada bir yapılan komünist tevkifleri ne idi diyeceksiniz? Ne olacak? Hamamın namusu meselesi... Tevkif olunanlar işçi, şoför kabilinden, komünistlerin ayak takımı dedikleri idi. Asıl yüksek tabakası, yani kendi tabirlerince “ak amele” takımı su başında, rahatında ve propagandasında idi. İşte bütün bu saydıklarım, millette maneviyatı sarsan ve aşağılık duygusunu doğuran sebeplerin başında geliyordu.
(Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, CHP’nin Türkçülere ve Komünistlere Karşı 1944’ten Evvel Tutumu)
Din aleyhtarlığı ve Türkçülüğe karşı çekingenlik, yavaş yavaş bir Moskof dostluğu doğurmaya doğru gidiyordu. Bu hususta İsmet İnönü ve Tevfik Rüştü Aras herkesten ileri idiler. Onların düşüncesi her halde şu olmalıydı: “Kurtuluş Savaşında Rusya bize az da olsa yardım eden tek devlettir. Komşumuz olan bu devlet gayet kuvvetlendirilmiş. İngiltere’ye ve diğer Batı devletlerine karşı Rus dostluğu ile bir muvazene kurabiliriz. Memleketimize komünizmi toplamak için vakit kazanabiliriz”.
Fakat İsmet Paşa bu mümâşatın memlekette komünizmin yayılmasına sebep olacağını hiç düşünmüyordu. Hattâ daha ileri gidiyor; Şevket Süreyya, Vedat Nedim gibi Komünizm’den mahkûm olmuş kimseleri toplayan ve Yakup Kadri tarafından Kadro dergisine kendisi de yazıyordu.
Bunun, millet üzerinde ne kadar yıkıcı tesir yapacağını düşünemiyordu. Komünizmi Moskofçuluk diye bilen millet, Moskofçuların türlü türlü mühim işlerin başına getirildiğini görünce ister istemez kırılıyor, şüpheye düşüyordu. Bir kısmı ise başka türlü düşünüyor, komünizmin ve onun neticesinde Rusya’nın tehlikeli bir şey olmadığı düşüncesine varıyordu.
Bu Rus dostluğu bazen millî izzet-i nefisten fedakârlık derecesine bile vardırılıyordu. Meselâ 1935 Ekiminde Ankara’da Türk ve Rus millî takımları arasında yapılan karşılaşmayı proletaryanın burjuvaziye karşı zaferi diye göstermeğe başlamışlardı. O zaman güreş takımları yedi kişi olurdu ve berabere kalmak usulü yoktu. Bizim ağır sıkletimiz Çoban Mehmet’in ise Rus’u yeneceği muhakkaktı. Halk Partisi ekabirinden bazılarının da seyrettiği güreşler büyük bir iddia içinde başladı. İlk beş güreşten üçünü biz kazandık, ikisini Ruslar...
Onlar meğerse plânlarını hazırlamışlar, tabiî ve bermutad bizim bir şeyden haberimiz yok. Altıncı güreş bittiği zaman meşhur Rus mızıkçılığı başladı. Rus idarecileri işe karıştılar ve şirretliğe başladılar. Bizimkiler bunu kabul etmeyince tartışma büyüdü ve Türk – Rus dostluğunu (!) sarsacak bir şekil aldı. O sırada, Halk Partisi Genel Sekreteri olan Recep Peker işe karıştı. Malûm edası ile bizimkilere çıkışarak: “Mağlubiyeti kabul ediverin efendim, ne çıkar?” diye bağırdı. Bizimkiler mağlubiyeti kabul ettiler. Durum üçe üç oldu.
Bundan sonrası daha enteresan... Şimdi bir de ağır sıkletlerin güreşi kalıyordu. Onu nasıl olsa kazanacaktık. Fakat Ruslar, plânlarını hazırlamışlardı ya... Rus ağır sıkleti hastatlık bahane ederek mindere çıkmadı. Güreş nizamnamesi gereğince, sebep ne olursa olsun, sahaya çıkmayan güreşçinin yenilmiş sayılması gerekirken Ruslar bu müsabakanın iptalini istediler. Eh, Recep Peker orada oldukça Ruslara karada ölüm yoktu. Bu da kabul olundu ve hakikatte 2-5 kazanmış olduğumuz karşılaşma 3-3 beraberlikle bitirildi.
Rus dostluğunun diğer neticeleri de malûm:
Vatan haini Nâzım Hikmet’in Rusya’dan dönüşünde bir millî kahraman gibi karşılanması, büyük şair tanınması.
O kadar ki ciddî bir ilim adamı olması gereken Köprülü Zade Fuat bile 1929 – 1930 ders yılında bize yazdırdığı Türk Edebiyatı Tarihi notlarında ondan “genç ve kudretli şair” diye bahsetti ve bu umumî gaflet neticesinde de memleketin edebî zevki tamamıyla soysuzlaşarak bugün gördüğümüz maskara şiir meydana geldi.
En millî karakterli ve en ciddî kişiler bile bolşevik vezniyle millî destanlar yazmağa başladı.
Arkasından, İsmet Paşanın maaşlı dalkavukları olan Halk Partisi çağının Meclisinde komünist saylavlar...
Radyodan Namık Kemal’in eserlerinin kaldırılması ve Rum, Ermeni, Yahudi taklitleri yapılmasının yasak edilmesi...
Ve en sonunda da köy enstitüleri faciası...
Bu enstitülerin birer komünist yuvası hâline gelmesi için sistemli faaliyet...
Son kolej hadisesinin kahramanı olan kızları birer Muzahraf Ana hâline getirecek kadar çirkin ve iğrenç, fakat hepsi örtbas edilmiş olaylar...
Sicilli komünist Sadreddin Celâl’in mikroplarını daha geniş bir alanda saçması için Yüksek Öğretmen Okulu pedagoji öğretmenliğinden alınarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin pedagoji profesörlüğüne getirilmesi...
Komünist Sabahattin Ali’nin, tahsil durumu elverişli olmadığı halde Ankara Devlet Konservatuarında çifte görevle kayırılması ve Millî Şef’in, Konservatuara her şeref verişinde Sabahattin Ali’yi okşayarak iltifatlara boğması...
Ankara’daki Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinde Pertev Naili, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes ve Behice Boran adlı aşırı solcu dört doçentin alenî propagandası ve milliyetçi talebeyi haksız yere döndürmeğe kadar işi azıtmaları...
Bu arada, modaya uymak kabilinden, iki tanınmış profesörün komünizm krizi geçirmeleri ve sözle, yazıyla bilfiiil, geçici bir zaman için olsa da o cepheye katılmaları…
O halde arada bir yapılan komünist tevkifleri ne idi diyeceksiniz? Ne olacak? Hamamın namusu meselesi... Tevkif olunanlar işçi, şoför kabilinden, komünistlerin ayak takımı dedikleri idi. Asıl yüksek tabakası, yani kendi tabirlerince “ak amele” takımı su başında, rahatında ve propagandasında idi. İşte bütün bu saydıklarım, millette maneviyatı sarsan ve aşağılık duygusunu doğuran sebeplerin başında geliyordu.
(Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, CHP’nin Türkçülere ve Komünistlere Karşı 1944’ten Evvel Tutumu)
Similar topics
» Atsız, yazı faaliyetlerini 1959'da Büyük Doğu; 1962-1964 yılları arası
» Türkiye Cumhuriyeti Kuruluş Yılları
» Yunan İşgal Yılları - Afyonkarahisar
» Anılarla Atatürk / Atatürk'ün İslamiyete Bakışı
» Ülkemizde 1980-1990 yılları arasında erkek çocuklara en çok konan beş
» Türkiye Cumhuriyeti Kuruluş Yılları
» Yunan İşgal Yılları - Afyonkarahisar
» Anılarla Atatürk / Atatürk'ün İslamiyete Bakışı
» Ülkemizde 1980-1990 yılları arasında erkek çocuklara en çok konan beş
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz