“Türk yoktur” diyen Yasin Aktay’a Türk dersleri
1 sayfadaki 1 sayfası
“Türk yoktur” diyen Yasin Aktay’a Türk dersleri
Yasin Aktay, “önceki yazımızdaki Tayyip Bey’in etrafındaki danışmanlar kadrosunda ciddi bir sosyal bilimler kültürü zaafı var. Bu durum Türkiye için ciddi bir milli güvenlik sorunu yaratıyor! Ümmet, millet, ulus, boy, aşiret, klan, etnisite kavramlarını gelişigüzel bağlamından kopuk Batı düşünce kuruluşlarının jargonunu göre kullanıyorlar” saptamamı bir gün arayla örneklendirdi, bir kolektif algılamayı yansıtması açısından önemli. Türklük bilimi derslerine kaldığımız yerden devam edelim.
Türkiye coğrafyası, üzerindeki bin yılı aşan egemenliğinde ürettiği kültürel gelenek, tesis ettiği barış ve istikrarla Müslim ve akraba topluluklar, gayri Müslim komşuları üzerinde bir güvenlik ve adalet şemsiyesi olmuştur.
Batılı sosyolojik terimler Anadolu coğrafyasında üretilen sosyal ve kültürel yapıyı ifade etmekte her zaman kifayetsiz kalır. Irk ve etnisite kavramları buralarda literatürde bilinenden farklı bir anlama gelir. Bu coğrafyada akrabalık hukuku sebebiyle etnik dediğiniz toplulukların inanç, folklor ve kültür itibarıyla dünyanın başka coğrafyalarında rastlanamayacak giriftlikte ve derinlikte bir birikimi mevcuttur. Bu zenginlik Türk milletinin derin sağduyusu ve engin irfanında mündemiçtir. Soy ve din temelli bir ötekileştirme bu topraklara yabancıdır. Umberto Eco’nun Avrupa’da Kusursuz Dil Arayışları eserinde bunun lingusitik boyutunu Gobineau, Dan Arthur De Gobineau, Gustave Le Bon, Houston Stewart Chamberlain’e uzanan siyasal antropolojik literatürde diğer boyutlarını görürüz.[Bizde sürekli Güneş Dil Teorisinden espri üreten zevat buna milli çizgideki bilim insanlarının da pek çoğu dahildir, Max Müller’in linguistik temelli ırkçı tezlerini bilmezler veyahut Hint Avrupa teorisi örneğinde olduğu gibi bilimsel görürler.Eco’ya bakmamışlardır.Hint Avrupa teorisin en bağnaz müminleri Türkiye Türkolojisi içindedir.]
MÜSLÜMANLARI ÖTEKİLEŞTİRMENİN BİLİMSEL ALT YAPISI VAR
Batı açısından bakıldığında Doğu dünyası kendi kimliğini oluşturacağı bir öteki repertuarıdır. Antik dönemdeki Pers- Grek mücadelesinde başlayan Doğu Barbarlığı imgesi, Batının kolektif şuuraltında süreç içerisinde katmanlaşarak pekişmiştir. Türkleri bu anlamda Müslümanları ve doğu dünyasını ötekileştirmenin bilimsel! bir altyapısı vardır.
XIX. yüzyılın önde gelen ırk teorisyeni Gobineau ırkı insanları ve kültürleri biçimlendiren yegane faktör olarak ele aldı. Yarım asır süreyle Oxford Üniversitesinde ders veren çağdaşı Alman filolog Friedrich Max Müller ortaya attığı Sami, Ari ve Turanlı üç dili ele alan eseriyle lenguistik bir ırk mefhumu geliştirdi.Bunun ardından Ari ve Sami dil ve ırkları ,iki dini zihniyetin ifadesi olarak kutuplaştırıldı.Renan’a göre Ari ve Sami tarihte belli sosyal oluşumlara özgü karakterleri temsil ediyorlardı.Sami dilinin statik Ari dilinin dinamik yapısı,kullanıcılarının duyuş ve düşünüş ,zihniyet kalıplarını da etkilemişti. Sami ırkı monoteist, tevhidçi, bağnaz ve durağan Ari ırkı politeist ,teslisçi,hoşgörülü,hür iradeli,yaratıcı ve ilerlemecidir.Yahudilik,Hıristiyanlık ve İslam aynı monotesitik Sami gelenekten gelen dinler olsalar da Hıristiyanlık zamanla Ari ırkının etkilerinden kendini kurtararak Ari dininin mükemmel örneği olarak adlandırılmaya hak kazandı.Bu olumsuz Sami zihniyet devamla İslam’a teşmil edilir.Bu Ari Sami ayırımı İran/Turan ayırımı ile pekiştirildi.Max Müller çekimli bir dil olan Aryani dilleri , medeniyetin gelişimi için en uygun diller olarak tanımlar.Buna karşı bitişik Turan dili Türkçe göçebe hayatına uyan bir dildi.Dillerinin yapısı itibarıyla Türkler , tarih boyunca ne kalıcı bir devlet, ne de kendilerine özgü bir yaratıcı medeniyet kurabilirlerdi (Gencer 2012:303-304).
DİZLİYE DİZ ÇÖKTÜRMEK-BAŞLIYA BAŞ EĞDİRMEK
Türkler kendi tarihsel serüvenleri içerisinde birinci bin yılın siyasal entelektüel okumasını “Kün tuğ bolsın kök kurıkan” ütopyası çerçevesinde Tanrısal iradenin buyruğuna uygun olarak “adaleti hakim kılmak” üzere diye ilkeleştirdikleri bir siyasi stratejiye uygun olarak ortaya koymuşlardır. Bu siyasal, askeri, entelektüel strateji, “il ve töre” düzeninin tesisin ardından tatbikat sahasına konulmuştur. Başlangıçtan 10. yüzyıla kadar olan bu süreçte Türkler Farklı katılım düzeyleri ve amaçlar için tertipledikleri Kurultay ve toy gelenekleri sebebiyle askeri demokratik devlet [Bkz. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, 2. Cilt, , İstanbul, 1979, s. 774.] diye atlandırabileceğimiz bir rejimle, göçerevli iskan biçiminde senkretik bir pragmatik bağdaştırmacılık, genelde imtizaç ettiren bir kültürel anlayışla yaşadıkları bu tarihsel süreçte bazen bölgesel umumiyetle cihanşümul bir kültür ve başat siyasal aktörler olarak var olmuşlardır. Bu ilk medeni hamlenin teorik çerçevesi kamlık düzeninin, aksakallar ve bilgeler meclisinin teorik çerçevesini çizdiği tarih düşüncesini ve metafizik kabullerini oluşturduğu bir aşamadır. Kadim Türk mitik tefekkürü ilk planda ontolojik meseleyi kesin bir çözüme kavuşturur. Varlık ve eşyanın kaynağı, kainattaki en mutlak irade Tanrı iradesi olarak belirir.[ Bilge Kağan “öd Tengri yaşar, kişi oğlı kop ölgeli törümiş, “zamanı Tanrı yaşar (ebedî olan Tanrıdır); kişioğlu hep ölmek için yaratılmıştır” diyor]. Varlık bir ilk sebebe dayanır ve varoluş amaçlı bir eylemdir.
Türklerin batıya, kuzeye ve güneye yönelişleri ile beraber karşılaştıkları yeni medeniyet daireleri, inanç gelenekleri karşısında mevcut yapıları kendi pratiği ve geleneği zihniyet kalıpları ile harmanlayarak bir kültürel süreklilik zincirini imdidat ettirdiğini görürüz. İslam medeniyeti dairesine girmeleri ile beraber Maverüünehir[Çayardı] havzasında Maturidi kelam perspektifi, kadim Türk dinî hoşgörüsü , Bağdat ve İran üzerinden gelen antik Yunan mantık ve felsefe birikimini yeniden bir okumaya tabi tutarak aksiyoner vahdet-i vücud tasavvuf telakkisi ile harmanlayarak Kaşgarlı Mahmud’un cümleleriyle der beyan etmişlerdir.1040 yılında Dandanakan savaşı ile Kadim İran arazisini ve kültürüne hakim olduktan sonra Çin sınırından Akdeniz’ inen muazzam gelişimin anahtarı tefekkür iklimi layıkıyla incelenmemiştir. Maveraünnehir ,İran ve Turan dünyasının kesişim noktasıdır. Tarihi ticaret yolu üzerinde olması ve stratejik konumu hasebiyle kadim Fars,Soğd,Grek/Baktriya,Türk geleneklerinin ve kültürel birikimlerinin çok zengin bir tabakalaşmasına sahiptir.
İkinci bin yıldaki meydan okumayı Kaşgarlı Bağdat’ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah'a sunduğu “Divanü Lügat’it Türk” adlı eserinde eserinde Türklüğün yeni bin yıldaki üniversal idealini ortaya koyar/dikte eder. Bir hadisi zikrederek: Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm...” buyurmuştur.
“Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçe’nin uzun bir saltanatı vardır...” diye buyurur. Bu sözler, Türk tefekkürü perspektifinden İslami literatürün kendi çağındaki işlevsel bir okumasıdır. Yüz yılda Türklüğün Çin sınırından Akdeniz’ inebilmesinin ardındaki kararlılık , kültürel ve stratejik akıl bu ilkelerin ve kararlılığın açılımından ibarettir.
İkinci bindeki meydan okumanın ana omurgasını “nizam-ı âlem ilâyı kelimatullah” [yeni üniversal kamu düzeni anlayışı] ideali teşkil eder. Kadim Türklüğün adalet ütopyası bu yeni inançla tazelenerek aşılanarak, bambaşka yaratıcı bir senteze ulaşır.Bazılarının ebleh bir duyarsızlık ve sığlıkla dudak büktüğü “sentez” bu çerçevede oluşmuştur. Türk milletinin dünya görüşü [=Weltanschauung] ve Selbstbewusstsein [=kendilik bilinci/kendinin farkında olma] süreçleri bu yeni değerler dünyası ile yeni bir “ideolojik” referansa kavuşmuştur.K endilik bilincini oluşturan şey [wer oder was bin ich=ben kimim veya neyim] sorusudur.Bu sualin altı teorik olarak bilimsel,metafizik ve popüler düzeylerde doldurulduğu,aydınlığa kavuşturulduğu süreçlerde Türk milletinin muazzam bir enerji ile üretkenleştiği söylenebilir.Kendilik algısını ve benin bilgisi oluşturan şey Fichte’ye göre “Ben varım” (Ich bin) cümlesiyle başlar.VFichte bilincin bütün içeriğini oldukça radikal bir tarzda bu temel cümleden çıkartır. Ben hiçbir şekilde dışarıdan belirlenmemekte, o kendisini kendi edimleriyle belirlemektedir. Bu anlamda, benim dışımdaki nesnelerin kendi basına bir varlıkları söz konusu olmayıp; onlar Ben’in ürünleridir. Ben’in bizzat kendisi, kendi karsısına bir Ben-olmayan’ı koyar” (Das Ich setzt sich selbst ein Nicht-Ich entgegen). Bu karşıtını ortaya koyma olgusu, Fichte’ye göre kendisini bu karsı olmada ifade eden ben bilincinin edimidir. Bu edim ona göre gerekli bir edimdir, çünkü bu edim olmadan bilinç içerikten yoksun kalacaktır. Aslında bu karşıtı isteyen bizzat Ben’in kendisi olmayıp, bilincin kendisinin bir karşıta ihtiyaç duymasıdır”(Topakkaya 2007:49-59).Türk tefekkürünün hâlde karşı karşıya bulunduğu en büyük kriz bu sorgulamayı yapmamasından/yapamamasından kaynaklanmaktadır. İleri medeni bir hamle bu sualin zamanın ruhuna uygun bir biçimde cevaplanmasıyla başlayacaktır.
Benlik ve idrak konusunda, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun konuyu tartıştığı “Medeniyetlerin Ban İdraki” isimli makalesindeki görüşlerini kısa bir eleştirisini yapmakta fayda vardır. Davutoğlu metinlerinde Türk kültür ve medeniyetine ilişkin değerlendirme ve tespitlerinde , “ben idraki” meselesini ele alırken kullandığı referansların ağırlıklı olarak İngiliz ve Fransız oryantalizminin imbiğinden geçmiş metinler olduğunu görürsünüz. Türkçe ana referansları tetkik etmeden kullanmadan bu alanda vereceğiniz hükümler tutarsız kalır.[Bu konuyu Ahmet Hoca’nın “Stratejik Derinlik” kitabında Türkçe tek bir temel tarih kaynağını referans olarak kullanmadan onun stratejisini nasıl yazdığını incelerken anlatmaya çalışacağım]
Nitekim Davutoğlu yukarıda bahsi geçene makalesinde “Türk Kültüründeki [belki de yegane] olarak İslam dinini göstermektedir. Bu hükmün, aynı dini kabul etmiş onlarca devlet ve milletin niçin cihanşumul bir medeniyet ortaya koyamadıkları sorusu karşısında herhangi bir açıklayıcılığı yoktur.
Davutoğlu:“…Bir ben-idrakinin oluşmasını sağlayan nihaî etken de, kurumsal ve formel alan değil, bir bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan dünya görüşüdür. Bu nedenledir ki, başka medeniyetlerden gerçekleştirilen kurumsal ve formel aktarımlar zahiri değişimlere yol açsa da, yeni bir ben-idraki oluşturamadıkça ve bu ben-idraki örnek alınan medeniyetin merkezine nüfuz edebilme gücü ve imkanı kazanmadıkça, değişime uğratılmak istenen medeniyet havzasının ruhunu yok edebilmek mümkün değildir. Bir medeniyetin külli direnç gücü de, medeniyet prototipinin bu ben-idraki direncinde ortaya çıkar. Kurumsal transferin ben-idraki değişimine yol açacağı kanaatini taşıyan modernistlerin geliştirdikleri teorik çerçevelerin batı-dışı medeniyetlerdeki direnci, özellikle de İslâm dünyasındaki gelişmeleri, açıklayamamasının temel sebebi de budur. Öncelikle medeniyet ben-idrakini daha vazıh bir şekilde tanımlama zarureti vardır. Ben-idraki herhangi bir kimlik meselesi değildir. Kimlik ile ben-idraki arasında açık bir tanım farkı ortaya koymaksızın medeniyetlerin dış dünyaya yansıyan formlarının psikolojik ve sosyolojik arka planını tespit edebilmek güçtür. Bu iki kavram farklı iki bilinç düzeyini yansıtır. Kimlik, sosyal tanınma temelinde gerçekleşen ilişki-bağımlı bir bilinç olarak iki tarafı gerekli kılarken, ben-idraki bir karşı tarafa ya da sosyal bir tanınmaya ihtiyaç hissetmeyen bireysel bir şuur halini yansıtır. Kimlik sosyal, iktisadi ve siyasi otorite tarafından tanımlanabilen ve verilebilen bir nitelik taşırken, özneyi esas alan ben-idrakinin herhangi bir başka otorite tarafından tanımlanabilmesi de, tasfiye edilebilmesi de imkansızdır. Meseleyi bir misalle berraklaştırmak gerekirse, Yugoslavya devleti Sırp, Boşnak, Arnavut ve Sloven vatandaşlarına ortak bir kimlik tayin etmiştir. Ancak, zamanla, bu toplulukların içlerinde yaşatageldikleri medeniyet aidiyetlerine dayanan ben-idrakleri gerçek muharrik güç olarak devreye girmiş ve tanımlanan kimlikleri aşan bir siyasi olgu haline kısa zamanda dönüşebilmiştir. Ortak medeniyet geçmişleri dolayısıyla birbirine yakın ben-idraklerine sahip olan Hırvat ve Sloven ya da Boşnak ve Arnavut topluluklar arasında görülmeyen çatışmalar, Sırp-Boşnak, Hırvat-Boşnak, Sırp-Arnavut ve Sırp-Hırvat unsurlar arasında tahakkuk etmiştir (Davutoğlu 1997:1-53).
[Sırp ,Hırvat ve Slovenlerin ortak medeniyet geçmişi doğru lakin Arnavutlar bunun dilsel ve kültürel olarak dışında kalır.Etnisitelerin siyasallaşması ve çatışması dünyanın her yerinde rastlanılabilen bir durumdur.Kaldı ki Yugoslavya deneyiminin de herkese tek bir kimlik dayatıldığı pek doğru değildir?Bu kamplaşma sırf ben idrakine göre şekillenmiş olsaydı Sırplar ve Hırvatlar çatışmamaları lazım gelirdi.Ortak medeniyet havzalarının ben idraki etnisitilere göre değil kültürel havzalara göre daha geniş alanlardan beslenir. K.ÜÇÜNCÜ]
TÜRK KİMLİĞİNİ BU BEN İDRAKİ DÖNÜŞÜMÜNDEN BAĞIMSIZ ŞEKİLDE TANIMLAYABİLMEK MÜMKÜNDEĞİLDİR
Dolayısıyla her ben-idraki tabii bir kimlik haline dönüşebilirken, her kimlik bir ben-idraki bilincine ulaşamamaktadır. Bir kimliğin ben-idrakine dönüşmesi psikolojik ve zihni dönüşümün de tam bir bütünlük içinde gerçekleşmesini ve iç bilinçten kaynaklanan ve şahsiyetle bütünleşen bir süreci gerekli kılar. Göçebe Germen kabilelerin Hıristiyanlaşarak Roma medeniyet havzasına intibak etmeleri sonucunda ortaya çıkan ve bu üç unsuru birleştiren Şarlman'ın Kutsal Roma Germen imparatorluğu bu tür bir ben-idraki dönüşümünün eseri olduğu içindir ki, daha sonraki Alman kimlik referansları içinde merkezi bir konum kazanmıştır. Hitler'in III. Reich'ın daki üçüncünün ilki Şarlman'ın imparatorluğudur.Yine göçebe Rus kabilelerin Ortodoksluğu kabul ederek Doğu Roma birikimine intibak etmeleri de, III. Roma ideali ve Çar kavramı da dahil olmak üzere Rus kimliğini oluşturan temel referans ölçüsü olmuştur. Türklerin İslamlaştıktan sonra Selçuklu tecrübesinden geçerek ulaştıkları Osmanlı medeniyet birikimi de benzer bir ben-idraki dönüşümünün eseridir ve modern Türk kimliğini bu ben-idraki dönüşümünden bağımsız şekilde tanımlayabilmek mümkün değildir (Davutoğlu 1997:1-53)..
[Türk kimliğindeki ben idrakinde İslamlaşma ile dönüşen nedir?Kültürde formlar dururken içeriğin değişmesi siyasal ,sosyal ve ekonomik değişimlerin neticesi olduğunu söylemeye gerek var mı?Türkler Sadece Selçuklu tecrübesinden geçerek Osmanlıya mı ulaştılar. Selçuklu tecrübesinden geçmeden Babür,Altınorda, Çağatay geleneklerini bu hükümden vareste mi tutmalıyız.Veya hiç İslamla tanışmayan Türkler için durum nedir?Bu yargıda Türk entelektüelinin elan devlet aklının “Türk” algısını ortaya koyması, beslendiği referansları açısından dikkate değerdir.Bu bakış Türkiye’de son dönemde Tarih incelemelerinin Oğuz eksenli-Osmanlı çizgisine odaklanmansın yarattığı bir anomalidir.Oysa ki “Tengri teg Tenride Bolmuş veya Tengri Kut Verdiği İçin onu temsilen hakan Olmuş İslam Önsesi Türk Kağanı ile “Zıllullahı fi’i âlem olan halifemiz padişahımızın” unvanları aynı kolektif siyasal bilincin tevarüs ve tezahürüdür. K.ÜÇÜNCÜ]
Modern Türk kimliğini bu unsurlardan ayrıştırarak tanımlamaya çalışan ve İslâm-öncesi Anadolu kültürlerine dayandıran tarih tezlerinin başarısızlığı, ben-idrakine dönüşmesi mümkün olmayan merkezî ve soyut kimlik uyarlamalarının, tarihi ve zihnî temele oturan sağlam bir ben-idraki zemini karşısında yetersiz kalmış olmasındandır.Sovyet kimliğinin Rus kimliği karşısında tutunamaması da, tarihî zeminden koparılmış batı-eksenli seküler Türk kimliğinin, İslam medeniyetinin unsurları ile bezenmiş ben-idrakini, merkezi otoritenin gücüne ve iradesine rağmen, bir türlü tasfiye edememesi de, medeniyet ben-idrakinin siyasi irade ile tayin edilmesinin iınkansızlığındandır. Tarihî kırılma öngören devrimci retorikler, eski ben-idrakinden daha güçlü alternatif ben-idrakleri oluşturmadıkları sürece total bir medeniyet aktarımı gerçekleştiremez.. Bunlar uzun dönemli medeniyet tarihinde sadece konjonktürel etkide bulunan geçici dalgalanmalara yol açabilir.Yeni bir medeniyet ben-idraki, ancak ve ancak daha kapsamlı bir varlık bilinci, bilgi temeli ve davranış normları bütünü ile oluşabilir.
[Bilimsel bilgi temelli bir açıklama medeniyetin teorik referansını oluşturmaz. Bir medeniyetin kuramsal açıklaması metafizik, dinî, hikemi kurulabilir. Medeniyetimiz için elzem olan bu çağın teorik açıklamasını yapabilmektir. Ezcümle “kendilik bilinci”= “Davutoğlu’nun ben idraki” daha geniş ve uzun tarihsel dilimlerde oluşan ve katmanlaşan bir bilinçtir. Bilinç olduğu için tamamı söz ve davranış ile ifade edilemez “hissedilir ve yaşanır”.Kadim Yunan için Doğu Dünyasının tamamı “barbar”dır.Pontus Kralı VI.Mitridad’ın Roma’ya direnişini bütün Anadolu ve halkları adına verdiğini hatırlamak gerekir.Yani Doğu ve Batı dünyası arasındaki ben ve öteki yarılması daha geniş bir çerçeve içinde anlaşılabilir.İnsan, ahlak ve değer tanımlarında köklü farklılıklar vardır.Bunlar siyasal rejimlerle değişmemişlerdir.Öyle olsaydı,Marksist Maocu Çin Halk Cumhuriyeti köküne kadar Batılı bir ideoloji ile yönetildiğine göre kendisi de Batılı sayılması gerekirdi.]
Türk ben idrakinin cihanşumul bir içeriğe kavuştuğu Maveraünnehir Türk düşünce çevresi dediğimiz bu irfan ve hikmet ikliminin temeli aklın ve metafiziğin dengeli bir imtizacı ile atılmıştır. Aklı putlaştıran Mutezile düşüncesinin karşısında şahsiyeti ve onun irade ve seçimlerini , fikri ve düşünsel melekelerini hiçe sayan Eşari anlayışı bir aksülamel oluşturmuştur.Türk İslam düşünce dünyasındaki bu teorik açmazı ve çelişkiyi aklı ve gönlü/irfanı aklın dışındaki sezgi ve ilham kaynaklarını dengeli bir biçimde kaynaştıran Maturudi kelam düşünce ekolünün üretken ve işlevsel yapısı gidermiştir.Kamusal alanı, bilimin ve metafizik tecrübenin sınırlarını çağının en üst düzeyinde inşa eden bu teorik yaklaşım yepyeni bir medeniyetin ve siyasal hakimiyetin/hegemonyanın kapısını aralamıştır.Manevi bilimlerde Tirmizi, Buhari,Maturidi,Ebu’l Leys-es Semerkandî, akli bilimlerde Cabir,Harezmi;Farabi,İbni Sina, Biruni, Tasavufi cephede Ahmed Yesevi gibi zirvelerin yetiştiği bu tarihsel kesit yaklaşık 200 yıl gibi kısa bir süreyi kapsar.Orta Asya Türk medeniyetinin ve diğer büyük Türk devletlerinin ve imparatorluklarının yükselme dönemine kadar Osmanlı birikiminin temel mihveri bu doğrultudur. Türk tarihinde akıl ve metafizik tecrübe ilişkisinin bozulduğu süreçlerde sistemin aksayıp kademe kademe inkıraza sürüklendiği tarihi bilgiyle malumdur.
Türkiye’nin ve Türk milletinin tarihsel ve kültürel birikimi dinsel serüveni dikkate alındığında seçmen davranışının kapitalizm bağlamında yeniden üretilmiş ahlaktan soyutlanmış Eşari ve Emevi gelenekten beslenmiş kapitalist din anlayışından referans alarak üretildiği bir siyasal ve sosyal iklimde Maveraünnehir Türk tefekkür birikimine yaslanarak reyi, vahyin yanında aklı, bireyin özgürlüğünü ve istişareyi dikkate alan bu anlamda demokratik ufkun yeniden güncellenmesine imkan veren yaklaşımı eleştirel bir yaklaşımla gündemine almalıdır.
BİZDE EKSİK OLAN METİNLERDE ÇAĞIMIZIN OKUMASINI YAPAMAMIŞ OLMAMIZ
Türk düşüncesinin kaynakları veya geleneği derken bir repertuarı veya seti olduğu gibi alıp bugünün şartları içerisinde uygulamaya çalışmak gibi tarih dışı bir fanteziden ve foklorizmden söz etmiyoruz. Türk kültürü ve icracıları, yaratıcıları tarihsel süreçte kendi tarihsel sosyal şartları içerisinden kültürel referans ve sembollerimizin yaratıcı bir okumasını yaparak “ili ve töreyi” çekip çevirmişlerdir. Yani kendi çağlarının teorik açıklamasını yapmışlardır. Bizde eksik olan hâlde, günümüzde metinlerimiz ve sembollerimizden kendi çağımızın okumasını yapamamış olmamızdır. Bunu tin veya kelam veya logos tesadüfü olarak üretemez bilinçli ve eylemli bir irade gerektirir. Bunun anahtarı bıkıp usanmadan yorulmadan “yor-mak” ”yorumlamaya” çalışmaktır. Tenkidi düşünceyi içeriye buyur etmektir.”İstişare yorgunuyuz dostlar”
BÜTÜN ŞARTLAR ELE ALINMADAN YAPILACAK DEĞERLENDİRMELERİN HEP BİR TARAFI EKSİK KALACAK
Türkistan, Ahmed Yesevi, Maveraünnehir, Alp erenler manevi önderler Türk düşünce dünyasında Fuad Köprülü’nün çok başarılı bir tarihsel inşa ve açıklama ile inşa ettiği kavramlardır.Ama bu açıklama bir yönüyle eksiktir.Hilmi Ziya Ülken’in Türk Tefekkür Tarihi’nde vukufla ifade ettiği gibi Anadolu’da iki temel tasavvuf düşüncesi hakimdir.Biri Türkistan/Horasan ekolü bir diğeri en az onun kadar etkili olmuş olan Endülüs’den gelen İbni Arabi ekolüdür.Her iki sistemin kavrayış ve izahlarında farklılıklar vardır.
Türk kültür havzasını inşa eden siyasi, coğrafi koşullar, ekonomik koşullar aynı bağlam içerisinde yorumlanarak bir çıkış veya cevap aranmalıdır. Bu noktada Türk kültürü, İslam öncesi ve sonrası zımni ayrıştırmasına tabi tutulmadan bütüncül olarak anlaşılmalıdır.Bunun için Hilmi Ziya Bey’in Türk Tefekkür Tarihinde çizdiği çerçeve bir yol haritası olabilir.Kültürü oluşturan değiştiren dönüştüren bütün şartlar ele alınmadan yapılacak değerlendirmelerin hep bir tarafı eksik kalacaktır
Gerçek bir çağdaşlaşma için Türk hümanizmasını oluşturacak yaratıcı okuma ve düşünme süreci bu perspektif takip edilerek inşa edilmelidir. Bu çerçevede Türk milli düşüncesine kaynaklık eden temel metinler de eleştirel bir okumaya tabi tutulması zaruridir.
Önümüzdeki “yeni bin yılın meydan okuması, böylesi bir arka planı içselleştirmeyi” zorunlu kılar.
KAYNAKÇA
TOPAKKAYA, Arslan (2007) , J.G. Fichte’nin “Bilim Öğretisi” Adlı Eserinde Varlık Açılımının Yöntemi Olarak Diyalektik,Kaygı,Kaygı Dergisi,S 9,s 49-59
Avcıoğlu, Doğan (1979)Türklerin Tarihi, 2. Cilt, İstanbul:Tekin Yayınevi
Davutoğlu ,Ahmet (1997),Medeniyetlerin ben-idraki[Self-perception of the civilizations], Divan Dergisi ,S.3,s 1-53
Ergin, Muharrem (1996) Orhun Abideleri,İstanbul:Boğaziçi Yayınları
Gencer Bedri (2007), “Osmanlı Kozmopolitizmi için Tabiî Hukuk Teorisi:Sava Paşa
Gencer, Bedri (2012) İslamda Modernleşeme Ankara:Doğu Batı Yayınları
Hegel (2010), Tarih Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı,İstanbul: idea yayınevi
Prof. Dr. Kemal Üçüncü
Türkiye coğrafyası, üzerindeki bin yılı aşan egemenliğinde ürettiği kültürel gelenek, tesis ettiği barış ve istikrarla Müslim ve akraba topluluklar, gayri Müslim komşuları üzerinde bir güvenlik ve adalet şemsiyesi olmuştur.
Batılı sosyolojik terimler Anadolu coğrafyasında üretilen sosyal ve kültürel yapıyı ifade etmekte her zaman kifayetsiz kalır. Irk ve etnisite kavramları buralarda literatürde bilinenden farklı bir anlama gelir. Bu coğrafyada akrabalık hukuku sebebiyle etnik dediğiniz toplulukların inanç, folklor ve kültür itibarıyla dünyanın başka coğrafyalarında rastlanamayacak giriftlikte ve derinlikte bir birikimi mevcuttur. Bu zenginlik Türk milletinin derin sağduyusu ve engin irfanında mündemiçtir. Soy ve din temelli bir ötekileştirme bu topraklara yabancıdır. Umberto Eco’nun Avrupa’da Kusursuz Dil Arayışları eserinde bunun lingusitik boyutunu Gobineau, Dan Arthur De Gobineau, Gustave Le Bon, Houston Stewart Chamberlain’e uzanan siyasal antropolojik literatürde diğer boyutlarını görürüz.[Bizde sürekli Güneş Dil Teorisinden espri üreten zevat buna milli çizgideki bilim insanlarının da pek çoğu dahildir, Max Müller’in linguistik temelli ırkçı tezlerini bilmezler veyahut Hint Avrupa teorisi örneğinde olduğu gibi bilimsel görürler.Eco’ya bakmamışlardır.Hint Avrupa teorisin en bağnaz müminleri Türkiye Türkolojisi içindedir.]
MÜSLÜMANLARI ÖTEKİLEŞTİRMENİN BİLİMSEL ALT YAPISI VAR
Batı açısından bakıldığında Doğu dünyası kendi kimliğini oluşturacağı bir öteki repertuarıdır. Antik dönemdeki Pers- Grek mücadelesinde başlayan Doğu Barbarlığı imgesi, Batının kolektif şuuraltında süreç içerisinde katmanlaşarak pekişmiştir. Türkleri bu anlamda Müslümanları ve doğu dünyasını ötekileştirmenin bilimsel! bir altyapısı vardır.
XIX. yüzyılın önde gelen ırk teorisyeni Gobineau ırkı insanları ve kültürleri biçimlendiren yegane faktör olarak ele aldı. Yarım asır süreyle Oxford Üniversitesinde ders veren çağdaşı Alman filolog Friedrich Max Müller ortaya attığı Sami, Ari ve Turanlı üç dili ele alan eseriyle lenguistik bir ırk mefhumu geliştirdi.Bunun ardından Ari ve Sami dil ve ırkları ,iki dini zihniyetin ifadesi olarak kutuplaştırıldı.Renan’a göre Ari ve Sami tarihte belli sosyal oluşumlara özgü karakterleri temsil ediyorlardı.Sami dilinin statik Ari dilinin dinamik yapısı,kullanıcılarının duyuş ve düşünüş ,zihniyet kalıplarını da etkilemişti. Sami ırkı monoteist, tevhidçi, bağnaz ve durağan Ari ırkı politeist ,teslisçi,hoşgörülü,hür iradeli,yaratıcı ve ilerlemecidir.Yahudilik,Hıristiyanlık ve İslam aynı monotesitik Sami gelenekten gelen dinler olsalar da Hıristiyanlık zamanla Ari ırkının etkilerinden kendini kurtararak Ari dininin mükemmel örneği olarak adlandırılmaya hak kazandı.Bu olumsuz Sami zihniyet devamla İslam’a teşmil edilir.Bu Ari Sami ayırımı İran/Turan ayırımı ile pekiştirildi.Max Müller çekimli bir dil olan Aryani dilleri , medeniyetin gelişimi için en uygun diller olarak tanımlar.Buna karşı bitişik Turan dili Türkçe göçebe hayatına uyan bir dildi.Dillerinin yapısı itibarıyla Türkler , tarih boyunca ne kalıcı bir devlet, ne de kendilerine özgü bir yaratıcı medeniyet kurabilirlerdi (Gencer 2012:303-304).
DİZLİYE DİZ ÇÖKTÜRMEK-BAŞLIYA BAŞ EĞDİRMEK
Türkler kendi tarihsel serüvenleri içerisinde birinci bin yılın siyasal entelektüel okumasını “Kün tuğ bolsın kök kurıkan” ütopyası çerçevesinde Tanrısal iradenin buyruğuna uygun olarak “adaleti hakim kılmak” üzere diye ilkeleştirdikleri bir siyasi stratejiye uygun olarak ortaya koymuşlardır. Bu siyasal, askeri, entelektüel strateji, “il ve töre” düzeninin tesisin ardından tatbikat sahasına konulmuştur. Başlangıçtan 10. yüzyıla kadar olan bu süreçte Türkler Farklı katılım düzeyleri ve amaçlar için tertipledikleri Kurultay ve toy gelenekleri sebebiyle askeri demokratik devlet [Bkz. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, 2. Cilt, , İstanbul, 1979, s. 774.] diye atlandırabileceğimiz bir rejimle, göçerevli iskan biçiminde senkretik bir pragmatik bağdaştırmacılık, genelde imtizaç ettiren bir kültürel anlayışla yaşadıkları bu tarihsel süreçte bazen bölgesel umumiyetle cihanşümul bir kültür ve başat siyasal aktörler olarak var olmuşlardır. Bu ilk medeni hamlenin teorik çerçevesi kamlık düzeninin, aksakallar ve bilgeler meclisinin teorik çerçevesini çizdiği tarih düşüncesini ve metafizik kabullerini oluşturduğu bir aşamadır. Kadim Türk mitik tefekkürü ilk planda ontolojik meseleyi kesin bir çözüme kavuşturur. Varlık ve eşyanın kaynağı, kainattaki en mutlak irade Tanrı iradesi olarak belirir.[ Bilge Kağan “öd Tengri yaşar, kişi oğlı kop ölgeli törümiş, “zamanı Tanrı yaşar (ebedî olan Tanrıdır); kişioğlu hep ölmek için yaratılmıştır” diyor]. Varlık bir ilk sebebe dayanır ve varoluş amaçlı bir eylemdir.
Türklerin batıya, kuzeye ve güneye yönelişleri ile beraber karşılaştıkları yeni medeniyet daireleri, inanç gelenekleri karşısında mevcut yapıları kendi pratiği ve geleneği zihniyet kalıpları ile harmanlayarak bir kültürel süreklilik zincirini imdidat ettirdiğini görürüz. İslam medeniyeti dairesine girmeleri ile beraber Maverüünehir[Çayardı] havzasında Maturidi kelam perspektifi, kadim Türk dinî hoşgörüsü , Bağdat ve İran üzerinden gelen antik Yunan mantık ve felsefe birikimini yeniden bir okumaya tabi tutarak aksiyoner vahdet-i vücud tasavvuf telakkisi ile harmanlayarak Kaşgarlı Mahmud’un cümleleriyle der beyan etmişlerdir.1040 yılında Dandanakan savaşı ile Kadim İran arazisini ve kültürüne hakim olduktan sonra Çin sınırından Akdeniz’ inen muazzam gelişimin anahtarı tefekkür iklimi layıkıyla incelenmemiştir. Maveraünnehir ,İran ve Turan dünyasının kesişim noktasıdır. Tarihi ticaret yolu üzerinde olması ve stratejik konumu hasebiyle kadim Fars,Soğd,Grek/Baktriya,Türk geleneklerinin ve kültürel birikimlerinin çok zengin bir tabakalaşmasına sahiptir.
İkinci bin yıldaki meydan okumayı Kaşgarlı Bağdat’ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah'a sunduğu “Divanü Lügat’it Türk” adlı eserinde eserinde Türklüğün yeni bin yıldaki üniversal idealini ortaya koyar/dikte eder. Bir hadisi zikrederek: Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm...” buyurmuştur.
“Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçe’nin uzun bir saltanatı vardır...” diye buyurur. Bu sözler, Türk tefekkürü perspektifinden İslami literatürün kendi çağındaki işlevsel bir okumasıdır. Yüz yılda Türklüğün Çin sınırından Akdeniz’ inebilmesinin ardındaki kararlılık , kültürel ve stratejik akıl bu ilkelerin ve kararlılığın açılımından ibarettir.
İkinci bindeki meydan okumanın ana omurgasını “nizam-ı âlem ilâyı kelimatullah” [yeni üniversal kamu düzeni anlayışı] ideali teşkil eder. Kadim Türklüğün adalet ütopyası bu yeni inançla tazelenerek aşılanarak, bambaşka yaratıcı bir senteze ulaşır.Bazılarının ebleh bir duyarsızlık ve sığlıkla dudak büktüğü “sentez” bu çerçevede oluşmuştur. Türk milletinin dünya görüşü [=Weltanschauung] ve Selbstbewusstsein [=kendilik bilinci/kendinin farkında olma] süreçleri bu yeni değerler dünyası ile yeni bir “ideolojik” referansa kavuşmuştur.K endilik bilincini oluşturan şey [wer oder was bin ich=ben kimim veya neyim] sorusudur.Bu sualin altı teorik olarak bilimsel,metafizik ve popüler düzeylerde doldurulduğu,aydınlığa kavuşturulduğu süreçlerde Türk milletinin muazzam bir enerji ile üretkenleştiği söylenebilir.Kendilik algısını ve benin bilgisi oluşturan şey Fichte’ye göre “Ben varım” (Ich bin) cümlesiyle başlar.VFichte bilincin bütün içeriğini oldukça radikal bir tarzda bu temel cümleden çıkartır. Ben hiçbir şekilde dışarıdan belirlenmemekte, o kendisini kendi edimleriyle belirlemektedir. Bu anlamda, benim dışımdaki nesnelerin kendi basına bir varlıkları söz konusu olmayıp; onlar Ben’in ürünleridir. Ben’in bizzat kendisi, kendi karsısına bir Ben-olmayan’ı koyar” (Das Ich setzt sich selbst ein Nicht-Ich entgegen). Bu karşıtını ortaya koyma olgusu, Fichte’ye göre kendisini bu karsı olmada ifade eden ben bilincinin edimidir. Bu edim ona göre gerekli bir edimdir, çünkü bu edim olmadan bilinç içerikten yoksun kalacaktır. Aslında bu karşıtı isteyen bizzat Ben’in kendisi olmayıp, bilincin kendisinin bir karşıta ihtiyaç duymasıdır”(Topakkaya 2007:49-59).Türk tefekkürünün hâlde karşı karşıya bulunduğu en büyük kriz bu sorgulamayı yapmamasından/yapamamasından kaynaklanmaktadır. İleri medeni bir hamle bu sualin zamanın ruhuna uygun bir biçimde cevaplanmasıyla başlayacaktır.
Benlik ve idrak konusunda, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun konuyu tartıştığı “Medeniyetlerin Ban İdraki” isimli makalesindeki görüşlerini kısa bir eleştirisini yapmakta fayda vardır. Davutoğlu metinlerinde Türk kültür ve medeniyetine ilişkin değerlendirme ve tespitlerinde , “ben idraki” meselesini ele alırken kullandığı referansların ağırlıklı olarak İngiliz ve Fransız oryantalizminin imbiğinden geçmiş metinler olduğunu görürsünüz. Türkçe ana referansları tetkik etmeden kullanmadan bu alanda vereceğiniz hükümler tutarsız kalır.[Bu konuyu Ahmet Hoca’nın “Stratejik Derinlik” kitabında Türkçe tek bir temel tarih kaynağını referans olarak kullanmadan onun stratejisini nasıl yazdığını incelerken anlatmaya çalışacağım]
Nitekim Davutoğlu yukarıda bahsi geçene makalesinde “Türk Kültüründeki [belki de yegane] olarak İslam dinini göstermektedir. Bu hükmün, aynı dini kabul etmiş onlarca devlet ve milletin niçin cihanşumul bir medeniyet ortaya koyamadıkları sorusu karşısında herhangi bir açıklayıcılığı yoktur.
Davutoğlu:“…Bir ben-idrakinin oluşmasını sağlayan nihaî etken de, kurumsal ve formel alan değil, bir bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan dünya görüşüdür. Bu nedenledir ki, başka medeniyetlerden gerçekleştirilen kurumsal ve formel aktarımlar zahiri değişimlere yol açsa da, yeni bir ben-idraki oluşturamadıkça ve bu ben-idraki örnek alınan medeniyetin merkezine nüfuz edebilme gücü ve imkanı kazanmadıkça, değişime uğratılmak istenen medeniyet havzasının ruhunu yok edebilmek mümkün değildir. Bir medeniyetin külli direnç gücü de, medeniyet prototipinin bu ben-idraki direncinde ortaya çıkar. Kurumsal transferin ben-idraki değişimine yol açacağı kanaatini taşıyan modernistlerin geliştirdikleri teorik çerçevelerin batı-dışı medeniyetlerdeki direnci, özellikle de İslâm dünyasındaki gelişmeleri, açıklayamamasının temel sebebi de budur. Öncelikle medeniyet ben-idrakini daha vazıh bir şekilde tanımlama zarureti vardır. Ben-idraki herhangi bir kimlik meselesi değildir. Kimlik ile ben-idraki arasında açık bir tanım farkı ortaya koymaksızın medeniyetlerin dış dünyaya yansıyan formlarının psikolojik ve sosyolojik arka planını tespit edebilmek güçtür. Bu iki kavram farklı iki bilinç düzeyini yansıtır. Kimlik, sosyal tanınma temelinde gerçekleşen ilişki-bağımlı bir bilinç olarak iki tarafı gerekli kılarken, ben-idraki bir karşı tarafa ya da sosyal bir tanınmaya ihtiyaç hissetmeyen bireysel bir şuur halini yansıtır. Kimlik sosyal, iktisadi ve siyasi otorite tarafından tanımlanabilen ve verilebilen bir nitelik taşırken, özneyi esas alan ben-idrakinin herhangi bir başka otorite tarafından tanımlanabilmesi de, tasfiye edilebilmesi de imkansızdır. Meseleyi bir misalle berraklaştırmak gerekirse, Yugoslavya devleti Sırp, Boşnak, Arnavut ve Sloven vatandaşlarına ortak bir kimlik tayin etmiştir. Ancak, zamanla, bu toplulukların içlerinde yaşatageldikleri medeniyet aidiyetlerine dayanan ben-idrakleri gerçek muharrik güç olarak devreye girmiş ve tanımlanan kimlikleri aşan bir siyasi olgu haline kısa zamanda dönüşebilmiştir. Ortak medeniyet geçmişleri dolayısıyla birbirine yakın ben-idraklerine sahip olan Hırvat ve Sloven ya da Boşnak ve Arnavut topluluklar arasında görülmeyen çatışmalar, Sırp-Boşnak, Hırvat-Boşnak, Sırp-Arnavut ve Sırp-Hırvat unsurlar arasında tahakkuk etmiştir (Davutoğlu 1997:1-53).
[Sırp ,Hırvat ve Slovenlerin ortak medeniyet geçmişi doğru lakin Arnavutlar bunun dilsel ve kültürel olarak dışında kalır.Etnisitelerin siyasallaşması ve çatışması dünyanın her yerinde rastlanılabilen bir durumdur.Kaldı ki Yugoslavya deneyiminin de herkese tek bir kimlik dayatıldığı pek doğru değildir?Bu kamplaşma sırf ben idrakine göre şekillenmiş olsaydı Sırplar ve Hırvatlar çatışmamaları lazım gelirdi.Ortak medeniyet havzalarının ben idraki etnisitilere göre değil kültürel havzalara göre daha geniş alanlardan beslenir. K.ÜÇÜNCÜ]
TÜRK KİMLİĞİNİ BU BEN İDRAKİ DÖNÜŞÜMÜNDEN BAĞIMSIZ ŞEKİLDE TANIMLAYABİLMEK MÜMKÜNDEĞİLDİR
Dolayısıyla her ben-idraki tabii bir kimlik haline dönüşebilirken, her kimlik bir ben-idraki bilincine ulaşamamaktadır. Bir kimliğin ben-idrakine dönüşmesi psikolojik ve zihni dönüşümün de tam bir bütünlük içinde gerçekleşmesini ve iç bilinçten kaynaklanan ve şahsiyetle bütünleşen bir süreci gerekli kılar. Göçebe Germen kabilelerin Hıristiyanlaşarak Roma medeniyet havzasına intibak etmeleri sonucunda ortaya çıkan ve bu üç unsuru birleştiren Şarlman'ın Kutsal Roma Germen imparatorluğu bu tür bir ben-idraki dönüşümünün eseri olduğu içindir ki, daha sonraki Alman kimlik referansları içinde merkezi bir konum kazanmıştır. Hitler'in III. Reich'ın daki üçüncünün ilki Şarlman'ın imparatorluğudur.Yine göçebe Rus kabilelerin Ortodoksluğu kabul ederek Doğu Roma birikimine intibak etmeleri de, III. Roma ideali ve Çar kavramı da dahil olmak üzere Rus kimliğini oluşturan temel referans ölçüsü olmuştur. Türklerin İslamlaştıktan sonra Selçuklu tecrübesinden geçerek ulaştıkları Osmanlı medeniyet birikimi de benzer bir ben-idraki dönüşümünün eseridir ve modern Türk kimliğini bu ben-idraki dönüşümünden bağımsız şekilde tanımlayabilmek mümkün değildir (Davutoğlu 1997:1-53)..
[Türk kimliğindeki ben idrakinde İslamlaşma ile dönüşen nedir?Kültürde formlar dururken içeriğin değişmesi siyasal ,sosyal ve ekonomik değişimlerin neticesi olduğunu söylemeye gerek var mı?Türkler Sadece Selçuklu tecrübesinden geçerek Osmanlıya mı ulaştılar. Selçuklu tecrübesinden geçmeden Babür,Altınorda, Çağatay geleneklerini bu hükümden vareste mi tutmalıyız.Veya hiç İslamla tanışmayan Türkler için durum nedir?Bu yargıda Türk entelektüelinin elan devlet aklının “Türk” algısını ortaya koyması, beslendiği referansları açısından dikkate değerdir.Bu bakış Türkiye’de son dönemde Tarih incelemelerinin Oğuz eksenli-Osmanlı çizgisine odaklanmansın yarattığı bir anomalidir.Oysa ki “Tengri teg Tenride Bolmuş veya Tengri Kut Verdiği İçin onu temsilen hakan Olmuş İslam Önsesi Türk Kağanı ile “Zıllullahı fi’i âlem olan halifemiz padişahımızın” unvanları aynı kolektif siyasal bilincin tevarüs ve tezahürüdür. K.ÜÇÜNCÜ]
Modern Türk kimliğini bu unsurlardan ayrıştırarak tanımlamaya çalışan ve İslâm-öncesi Anadolu kültürlerine dayandıran tarih tezlerinin başarısızlığı, ben-idrakine dönüşmesi mümkün olmayan merkezî ve soyut kimlik uyarlamalarının, tarihi ve zihnî temele oturan sağlam bir ben-idraki zemini karşısında yetersiz kalmış olmasındandır.Sovyet kimliğinin Rus kimliği karşısında tutunamaması da, tarihî zeminden koparılmış batı-eksenli seküler Türk kimliğinin, İslam medeniyetinin unsurları ile bezenmiş ben-idrakini, merkezi otoritenin gücüne ve iradesine rağmen, bir türlü tasfiye edememesi de, medeniyet ben-idrakinin siyasi irade ile tayin edilmesinin iınkansızlığındandır. Tarihî kırılma öngören devrimci retorikler, eski ben-idrakinden daha güçlü alternatif ben-idrakleri oluşturmadıkları sürece total bir medeniyet aktarımı gerçekleştiremez.. Bunlar uzun dönemli medeniyet tarihinde sadece konjonktürel etkide bulunan geçici dalgalanmalara yol açabilir.Yeni bir medeniyet ben-idraki, ancak ve ancak daha kapsamlı bir varlık bilinci, bilgi temeli ve davranış normları bütünü ile oluşabilir.
[Bilimsel bilgi temelli bir açıklama medeniyetin teorik referansını oluşturmaz. Bir medeniyetin kuramsal açıklaması metafizik, dinî, hikemi kurulabilir. Medeniyetimiz için elzem olan bu çağın teorik açıklamasını yapabilmektir. Ezcümle “kendilik bilinci”= “Davutoğlu’nun ben idraki” daha geniş ve uzun tarihsel dilimlerde oluşan ve katmanlaşan bir bilinçtir. Bilinç olduğu için tamamı söz ve davranış ile ifade edilemez “hissedilir ve yaşanır”.Kadim Yunan için Doğu Dünyasının tamamı “barbar”dır.Pontus Kralı VI.Mitridad’ın Roma’ya direnişini bütün Anadolu ve halkları adına verdiğini hatırlamak gerekir.Yani Doğu ve Batı dünyası arasındaki ben ve öteki yarılması daha geniş bir çerçeve içinde anlaşılabilir.İnsan, ahlak ve değer tanımlarında köklü farklılıklar vardır.Bunlar siyasal rejimlerle değişmemişlerdir.Öyle olsaydı,Marksist Maocu Çin Halk Cumhuriyeti köküne kadar Batılı bir ideoloji ile yönetildiğine göre kendisi de Batılı sayılması gerekirdi.]
Türk ben idrakinin cihanşumul bir içeriğe kavuştuğu Maveraünnehir Türk düşünce çevresi dediğimiz bu irfan ve hikmet ikliminin temeli aklın ve metafiziğin dengeli bir imtizacı ile atılmıştır. Aklı putlaştıran Mutezile düşüncesinin karşısında şahsiyeti ve onun irade ve seçimlerini , fikri ve düşünsel melekelerini hiçe sayan Eşari anlayışı bir aksülamel oluşturmuştur.Türk İslam düşünce dünyasındaki bu teorik açmazı ve çelişkiyi aklı ve gönlü/irfanı aklın dışındaki sezgi ve ilham kaynaklarını dengeli bir biçimde kaynaştıran Maturudi kelam düşünce ekolünün üretken ve işlevsel yapısı gidermiştir.Kamusal alanı, bilimin ve metafizik tecrübenin sınırlarını çağının en üst düzeyinde inşa eden bu teorik yaklaşım yepyeni bir medeniyetin ve siyasal hakimiyetin/hegemonyanın kapısını aralamıştır.Manevi bilimlerde Tirmizi, Buhari,Maturidi,Ebu’l Leys-es Semerkandî, akli bilimlerde Cabir,Harezmi;Farabi,İbni Sina, Biruni, Tasavufi cephede Ahmed Yesevi gibi zirvelerin yetiştiği bu tarihsel kesit yaklaşık 200 yıl gibi kısa bir süreyi kapsar.Orta Asya Türk medeniyetinin ve diğer büyük Türk devletlerinin ve imparatorluklarının yükselme dönemine kadar Osmanlı birikiminin temel mihveri bu doğrultudur. Türk tarihinde akıl ve metafizik tecrübe ilişkisinin bozulduğu süreçlerde sistemin aksayıp kademe kademe inkıraza sürüklendiği tarihi bilgiyle malumdur.
Türkiye’nin ve Türk milletinin tarihsel ve kültürel birikimi dinsel serüveni dikkate alındığında seçmen davranışının kapitalizm bağlamında yeniden üretilmiş ahlaktan soyutlanmış Eşari ve Emevi gelenekten beslenmiş kapitalist din anlayışından referans alarak üretildiği bir siyasal ve sosyal iklimde Maveraünnehir Türk tefekkür birikimine yaslanarak reyi, vahyin yanında aklı, bireyin özgürlüğünü ve istişareyi dikkate alan bu anlamda demokratik ufkun yeniden güncellenmesine imkan veren yaklaşımı eleştirel bir yaklaşımla gündemine almalıdır.
BİZDE EKSİK OLAN METİNLERDE ÇAĞIMIZIN OKUMASINI YAPAMAMIŞ OLMAMIZ
Türk düşüncesinin kaynakları veya geleneği derken bir repertuarı veya seti olduğu gibi alıp bugünün şartları içerisinde uygulamaya çalışmak gibi tarih dışı bir fanteziden ve foklorizmden söz etmiyoruz. Türk kültürü ve icracıları, yaratıcıları tarihsel süreçte kendi tarihsel sosyal şartları içerisinden kültürel referans ve sembollerimizin yaratıcı bir okumasını yaparak “ili ve töreyi” çekip çevirmişlerdir. Yani kendi çağlarının teorik açıklamasını yapmışlardır. Bizde eksik olan hâlde, günümüzde metinlerimiz ve sembollerimizden kendi çağımızın okumasını yapamamış olmamızdır. Bunu tin veya kelam veya logos tesadüfü olarak üretemez bilinçli ve eylemli bir irade gerektirir. Bunun anahtarı bıkıp usanmadan yorulmadan “yor-mak” ”yorumlamaya” çalışmaktır. Tenkidi düşünceyi içeriye buyur etmektir.”İstişare yorgunuyuz dostlar”
BÜTÜN ŞARTLAR ELE ALINMADAN YAPILACAK DEĞERLENDİRMELERİN HEP BİR TARAFI EKSİK KALACAK
Türkistan, Ahmed Yesevi, Maveraünnehir, Alp erenler manevi önderler Türk düşünce dünyasında Fuad Köprülü’nün çok başarılı bir tarihsel inşa ve açıklama ile inşa ettiği kavramlardır.Ama bu açıklama bir yönüyle eksiktir.Hilmi Ziya Ülken’in Türk Tefekkür Tarihi’nde vukufla ifade ettiği gibi Anadolu’da iki temel tasavvuf düşüncesi hakimdir.Biri Türkistan/Horasan ekolü bir diğeri en az onun kadar etkili olmuş olan Endülüs’den gelen İbni Arabi ekolüdür.Her iki sistemin kavrayış ve izahlarında farklılıklar vardır.
Türk kültür havzasını inşa eden siyasi, coğrafi koşullar, ekonomik koşullar aynı bağlam içerisinde yorumlanarak bir çıkış veya cevap aranmalıdır. Bu noktada Türk kültürü, İslam öncesi ve sonrası zımni ayrıştırmasına tabi tutulmadan bütüncül olarak anlaşılmalıdır.Bunun için Hilmi Ziya Bey’in Türk Tefekkür Tarihinde çizdiği çerçeve bir yol haritası olabilir.Kültürü oluşturan değiştiren dönüştüren bütün şartlar ele alınmadan yapılacak değerlendirmelerin hep bir tarafı eksik kalacaktır
Gerçek bir çağdaşlaşma için Türk hümanizmasını oluşturacak yaratıcı okuma ve düşünme süreci bu perspektif takip edilerek inşa edilmelidir. Bu çerçevede Türk milli düşüncesine kaynaklık eden temel metinler de eleştirel bir okumaya tabi tutulması zaruridir.
Önümüzdeki “yeni bin yılın meydan okuması, böylesi bir arka planı içselleştirmeyi” zorunlu kılar.
KAYNAKÇA
TOPAKKAYA, Arslan (2007) , J.G. Fichte’nin “Bilim Öğretisi” Adlı Eserinde Varlık Açılımının Yöntemi Olarak Diyalektik,Kaygı,Kaygı Dergisi,S 9,s 49-59
Avcıoğlu, Doğan (1979)Türklerin Tarihi, 2. Cilt, İstanbul:Tekin Yayınevi
Davutoğlu ,Ahmet (1997),Medeniyetlerin ben-idraki[Self-perception of the civilizations], Divan Dergisi ,S.3,s 1-53
Ergin, Muharrem (1996) Orhun Abideleri,İstanbul:Boğaziçi Yayınları
Gencer Bedri (2007), “Osmanlı Kozmopolitizmi için Tabiî Hukuk Teorisi:Sava Paşa
Gencer, Bedri (2012) İslamda Modernleşeme Ankara:Doğu Batı Yayınları
Hegel (2010), Tarih Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı,İstanbul: idea yayınevi
Prof. Dr. Kemal Üçüncü
Geri: “Türk yoktur” diyen Yasin Aktay’a Türk dersleri
Anadolu’yu, Balkanları ve Batıya kutsal sayılan toprakları alan Türklerdir. Bizans’ı yıkan da Türklerdir. Haliyle Batı dünyası Türklere düşmandır. Bu düşmanlık “haçlı seferleri” ile başlamıştır. Haçlı seferlerinin bir başka adı “şark meselesi”dir. Şark meselesi, Türkleri Anadolu’dan çıkarma, çıkmayanları yok etme projesidir. Şark meselesinin bugünkü formülü “ Büyük Ortadoğu Projesiyle Türkiye’yi parçalamaktır.
Türk düşmanlığı dışarıdan olduğu kadar içeriden de var. İç düşmanlık, dönme psikolojisi ile siyasal İslamcılığa dayanır.Türk’ün haddinden fazla efendi ve duyarsız oluşu içerideki düşmanları şımartıyor. Dış düşman belli olduğu için onunla uğraşmak kolaydır. Zor olan, iç düşmanlıkla uğraşmaktır. Çünkü bu düşmanlık bazen yeşile bürünür, bazen demokrasi havarisi olur, bazen sosyalist postuna sarılmış Moskofçu veya Çinci olur. İçimizdeki Türk düşmanlığı.....Sonuç: Türk olmayanlar Türk’ü ve Türkiye’yi sevemezler.
Ömer Seyfettin’in “PİÇ” isimli bir hikâyesi var. Okumayanlara diyorum ki:“PİÇ”i mutlaka okuyun. Türkiye’de, Türk ve Türklüğe düşman olanlar için aklımıza gelen şudur:
Sizin ya ananız Bulgar, Sırp, Rum, Rus, Yahudi, Gürcü, Arap vs, ya babanız.
Türk düşmanlığı dışarıdan olduğu kadar içeriden de var. İç düşmanlık, dönme psikolojisi ile siyasal İslamcılığa dayanır.Türk’ün haddinden fazla efendi ve duyarsız oluşu içerideki düşmanları şımartıyor. Dış düşman belli olduğu için onunla uğraşmak kolaydır. Zor olan, iç düşmanlıkla uğraşmaktır. Çünkü bu düşmanlık bazen yeşile bürünür, bazen demokrasi havarisi olur, bazen sosyalist postuna sarılmış Moskofçu veya Çinci olur. İçimizdeki Türk düşmanlığı.....Sonuç: Türk olmayanlar Türk’ü ve Türkiye’yi sevemezler.
Ömer Seyfettin’in “PİÇ” isimli bir hikâyesi var. Okumayanlara diyorum ki:“PİÇ”i mutlaka okuyun. Türkiye’de, Türk ve Türklüğe düşman olanlar için aklımıza gelen şudur:
Sizin ya ananız Bulgar, Sırp, Rum, Rus, Yahudi, Gürcü, Arap vs, ya babanız.
Geri: “Türk yoktur” diyen Yasin Aktay’a Türk dersleri
Türkiye 1040’ta Dandanakan Savaşı’ndan sonra Horasan’da kurulmuş, İran, Irak, Azerbaycan ve Anadolu’yu daha sonra ele geçirmiştir. Türkiye tarihinin On Beşinci Yüzyıl sonlarına kadar olan bölümü “Türk-Rum Savaşı” olarak özetlenebilir. Çünkü, daha devlet kurulmadan, Çağrı Beğ’in birkaç bin atlı ile, aradaki Gazneliler İmparatorluğu topraklarından geçerek Bizans’a yaptığı akınla başlayan savaşlarda karşımızdaki düşman hemen hep Bizans veya ona bağlı Ermeni, Gürcü beğlikleri olmuş, Bizans toprakları adım adım fetholunarak imparatorlukları ortadan kaldırmıştır.
( Hüseyin Nihâl ATSIZ)
( Hüseyin Nihâl ATSIZ)
Similar topics
» Diyarbakır...dört Türk devletine başkentlik yapmış kadim Türk şehridir
» Türk “kavramını daha çok Bizans'lıların Türk'lere hakaret ettiği sahne
» Türk ülkesinde Türk fakir Türk kimsesiz
» Genç Atsızın mal mülk davası yoktur. Mal mülk için dua etmez. Tek yakarışı, “ Tanrı Türk’ü Korusun “ yakarışıdır.
» Türk’e Göre Türk Tarafından / AFŞAR ZEYBEKOĞLU
» Türk “kavramını daha çok Bizans'lıların Türk'lere hakaret ettiği sahne
» Türk ülkesinde Türk fakir Türk kimsesiz
» Genç Atsızın mal mülk davası yoktur. Mal mülk için dua etmez. Tek yakarışı, “ Tanrı Türk’ü Korusun “ yakarışıdır.
» Türk’e Göre Türk Tarafından / AFŞAR ZEYBEKOĞLU
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz