¤ۣۜ..¤ İlteriş Türkçü Turancı Otağı ¤ۣۜ..¤
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Aşağa gitmek

! Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:27

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanıp yayınlanmış olan (Nurculuk Hakkında) adlı eserde: Nurculuğun milli ve dini birliği parçalayan zümrecilik olduğu...

Türkiye'nin ve de tüm Türk Dünyası'nın en önemli dış tehdit odaklarından biri olan Fethullahçılarla ilgili tartışmalara nurcular da -sadece Said Nursi'ye sahip çıkmak- noktasından katıldılar. Bir başka ifadeyle Fethullahçıları hiç savunmadılar. Bireysel anlatımlar, mektuplar, e-posta yoluyla mesajlar, nurcu propagandaya yönelik kitaplar ve nur risaleleri yoğun bir biçimde adeta «yağdı». Bu defa kişisel hakaret yoktu; ancak her zamanki gibi dinsel tehdit (dinden çıkma, din düşmanlarına alet olma, din düşmanları ile işbirliği vb.) bu yoğun bilgilendirmenin ana temasını oluşturmaktaydı. Bilgilendirme girişimcilerinin hepsinin ortak tezi şuydu: Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre nurculuk suç değildir. Nurcular aleyhine yüzlerce kez dava açılmıştır, ancak BİR TEK MAHKUMİYET KARARI ÇIKMAMIŞTIR...

Bu iddia, nurcuların tüm yayınlarında mevcuttur, keza nurcu kökenli Fethullahçıların yayınlarında da. Aleyhlerinde yargı kararı olmadığı iddiası niçin bu kadar önemlidir nurcular için?!. Bu sorunun cevabını, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, laikliğin kararlı bir devlet politikası olarak yürütüldüğü Atatürk ve İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı yıllarında aramak gerekir. 1923-1946 yılları arasında nurcular, nakşibendiler ve diğer şeriatçı tarikatların herbiri yakın takip altına alınırken, attıkları her adım özellikle savcılar tarafından izlenmiştir. Cumhuriyet aleyhine herhangi bir suç unsuru saptandığında ise hemen davalar açılmış; suçlular layık oldukları cezalara çarptırılmışlardır. İşte devletin yargı gücünün nefesini sürekli biçimde enselerinde hissetmeye alışmış olan nurcular, Demokrat Partisi döneminde -ilk kez- rahat bir nefes almışlardır. Geride kalan dönemi bir kez daha yaşamamak için de, D.P. ve sonrası dönemlerde gözlerini yargıya, meclise, mülkiyeye, emniyete ve eğitime çevirmişlerdir. Bir başka ifadeyle, bu nokta hedeflerde ama özellikle yargıda kadrolaşma, onlar için hayati, vazgeçilmez bir amaç olmuştur. Elbette bu kadrolaşmayı sadece bir korunma içgüdüsüyle açıklamak hatadır. Devleti ele geçirmek, hiç şüphesiz esas ve nihai amaçlarıdır. Bu itibarla, müritlerinden oluşan hakim-savcı ve bilirkişilerin marifetiyle aldıkları lehlerindeki kararları bir «övünme», bir «aklanma» nedeni olarak öne sürmektedirler. Haklarında hiç mahkumiyet kararı olmadığı iddiasına gelince, bu utanmazca söylenmiş koskoca bir yalandan ibarettir. Amaçlarına ulaşmak için yalan dahil her türlü sahtekarlığı ve ihaneti «takiyye» kılıfı altında sergileyen nurculara, arşivimdeki çok sayıda belgeden sadece biriyle cevap veriyorum (diğerleri daha sonra):

YARGITAY CEZA GENEL KURULU KARARI:

Mehmet (...) ve Tevfik (...) adında iki nurcu, (...) Ağır Ceza Mahkemesi tarafından «hükümetçe yasaklanan nurculuğa ait kitapları muhtelif şahıslara okumak veya vermek suretiyle laikliğe aykırı olarak nurculuğun propagandasını yapmaktan sanık olarak» yargılanır ve 17.4.1964 gün ve 963/116-964/39 sayılı kararla beraat ettirilir. Ancak, Cumhuriyet Savcılığının temyizi üzerine, Yar-gıtay Birinci Ceza Dairesi anılan kararı bozar. Mahkemenin kararında direnmesi üzerine dava Yargıtay Ceza Genel Kurulu'na gider. İşte Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun (20.9.1965 gün ve E. 234/D-1 K. 313, Tebliğname:1-1078) kararı, nurcuları tarih ve toplum önünde sağlam mantıki ve bilimsel delillerle mahkum eder. Kararın gerekçesine temel teşkil eden sorular şöyle saptanır:

1- Nurculuğun kurucusu Sait Nursi'nin kişiliği, hayatı boyunca gerçekleşmesi için uğraştığı sosyal ve siyasi düzenin mahiyeti,

2- Kur'anın tefsiri ve İslamlığın esaslarının izahı gibi sebepler altında yayınlanmış olan Nur risalelerinin gerçek amacı, bu risalelerde yer alan zararlı akımlar,

3- Nur talebeleri, görevleri, mükellefiyetleri,

4- Nurculuğun hakiki müslümanlığa uymayan yönleri,

5- Kanunlarımız karşısında nurculuk ve sanıkların hukuki durumları gibi hususların incelenmesine lüzum ve zaruret hasıl olmuştur.

İşte anılan kararın gerekçesinde bu soruların bilimsel cevapları mevcuttur. Nurcuların yayınlarının yanısıra, bizzat nur risalelerindeki aykırılıklarda kaynak gösterilerek verilir. Keza, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Em. Gen. Faruk Güventürk, Dr. Çetin Özek, İlahiyat Fakultesi'nden Dr. Neda Armaner gibi araştırmacıların eserlerine sık sık atıfta bulunulur. İşte laik Türk hukukunun göstergesi olarak kabul edilebilecek bu muhteşem gerekçeli karardan bazı alıntılar:

SAİT NURSİ'NİN CEHALETİ VE İDEOLOJİSİ

Evvelce Said'i Kürdi olarak tanınıp bu ünvanı kullanan ve soyadı kanunundan sonra doğduğu Bitlis'in Nurs köyüne izafetle Nursi soyadını alan Sait Nursi, yarı cahil, okuyup yazmasını bilmez bir adamdı. Nur risalelerinden Tiryak adlı risalenin 68'nci sahifesinde kendisi de bu hususu itiraf etmekte ve risalelerini yardımcılarına (Nur şakirtlerine) yazdırdığını bildirmektedir. Eski Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi tarafından yazıldığı bildirilen (Tuhfetürreddiye Ala Mezhebi Saidi Kürdiye) adlı risalede (okur, fakat yazamaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı Türk Milletinin lisanına bile hakkıyla vakıf olamamıştır) denilmektedir.

Meşrutiyetin ilanından sonra Bitlis ve havalisinde şeyhlik faaliyetinde bulunmuş, sonra İstanbul'a gelerek siyasete atılmış ve (İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti) kurucuları arasında faaliyet göstermiştir. «İttihad-ı Muhammedi» den ne kast ettiğini Hutbe-i Şamiye adlı risalenin 84'ncü sahifesinde şu şekilde açıklamaktadır:

«İttihadı İslam olan İttihadı Muhammedi dediğimiz vakit umum müminlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan İttihat murattır. Yoksa İstanbul ve Anadolu'daki cemaat murat değildir. Amma bir katre su da şudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz, tarifi hakikisi şöyledir: Esas temel şarktan garba, cenuptan şimale mümted ve merkezi haremeyni şerifeyn ve ciheti vahdet tevhidi ilahi peyman ve yemini iman, nizamnamesi sünneti ahmediye, kanunnamesi evamir ve nevahii şer'iyye-kulüp ve encümenleri umum medaris, mesacit ve zavaya o cemaatin ilelebet ve muhallet naşiri efkarı umum kulübü islamiye ve her vakit naşiri efkarı başta Kur'an ve tefsirleri (şimdi risale-i nur). Yine mektubat adlı risalede «azametli, bahtsız bir kıt'anın, şanlı talihsiz bir Devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittihadı islamdır» diye yazılı bulunmaktadır. (Mektubat, Doğuş ltd. Mat., Ankara 1958, s.436)

Said Nursi, 31 Mart vak'asından önce Derviş Vahdeti ile münasebet kurmuş o zaman yayınlanan Volkan Gazetesinde çıkan yazıları ile 31 Mart vak'asını körüklemiştir. Volkan Gazetesi, 5 Şubat 1908 tarihli 49'ncu sayısından itibaren (İttihad-ı Muhammedi) fırkasının yayın organı, mürevvici efkarı olduğunu başlığı altında ilan etmiştir (Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı, s.119, 121).

SAİD NURSİ VE KÜRTLÜK

Said Nursi, yine o tarihte (keko Teali Cemiyeti)ne girmiş, 1327 tarihinde (1911) yayınladığı bir kitabın gerekçesinde «Uyan ey Selahattini Eyyubi'nin torunları kürtler» diye kürtleri, Türkler aleyhine tahrike gayret etmiştir. (Güventürk, Nurculuğun İçyüzü, s.107). Mektubat adlı risalede, kendisinin Türk olmadığını, Türklük ile münasebetinin bulunmadığını, Türkiye'de keko milleti diye ayrı millet mevcut olduğunu ileri sürerek memleketin birliğini bölücü hareket ve faaliyette bulunmaktan çekinmemiş ve (Türkçe kamet et diye benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usuldendir. Evet hakiki Türkler pek hakiki dostane ve uhuvvetkarane münasebettar olduğum halde böyle sizin gibi frenk meşreblerin... Türkçülüğü ile hiç bir cihetle münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz, hangi kanun ile eğer milyonlarla efradı bulunan ve binlerce seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihat arkadaşı kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini unutturduktan sonra belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz bir nevi usulü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfidir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz) diye yazdığı görülmüştür «Mektubat...s.339». Yine Sait Nursi, o tarihte (Kürdistan Azmi Kavi) Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli keko kıyafeti ile boynunda dürbün, belinde kama ve tabanca İstanbul'a gelerek Cuma selamlığında Padişah'a cemiyetin Sait imzası altında yazdığı ve esası kekoçe tedrisat yapacak mektepler açmağa dayanan ariza takdim etmesinden dolayı bir müddet tımarhaneye konulup affedilmiştir.

ATATÜRK DÜŞMANLIĞI

Sait Nursi, İstiklal Savaşı sırasında Ankara'nın (halife)yi kurtaracağına inandığı için Ankara'ya gelmiş, laik bir devlet rejimi ve Cumhuriyetin kurulması üzerine Atatürk'e kızarak Van'a gitmiştir. Kendisi bu olayı şöyle özetlemektedir: (Garplılaşmak bahanesi altında Şeairi İslamiye aleyhinde bir cerayan hissettiğimden Ankara'dan ayrıldım) demektedir (Münazarat, s.4)...

Said Nursi, laik bir Devlet rejimi kurduğu için Atatürk'e düşman kesilmiş, onu Şualar adlı risalenin bir çok yerlerinde Ebusüfyan ve Deccale benzetmiştir.

Barla Mektupları adlı risalenin 53'ncü sahifesinde Atatürk'ü kastederek şöyle demektedir. (Tek gözlü Deccal, ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın) (Dr. Neda Armaner, İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar -Nurculuk adlı esere müracaat).

Sönmez adlı risalenin 21 ve 22'nci sahifelerinde yine Atatürk hakkında şu cümleler yer almaktadır: (Ayasofya camiini puthaneye ve meşihat dairesini kızlar lisesine çeviren bir adamı sevmemenin bir suç olması imkanı var mı?)... 1928 (1924) yılında vuku bulan Şeyh Sait isyanı ile ilgili görülmüş, İsparta'daki ikameti sırasında dini siyasete alet ve Devletin dahili emniyetini ihlal suçlarından Eskişehir'de yapılan duruşması sonunda bir seneye mahkum olup cezasını çektikten sonra Kastamonu'da ikamete memur edilmiştir (Güventürk, Nurculuğun İçyüzü, s. 106)

DENGESİZLİĞİ VE SAHTEKARLIĞI

Sait Nursi, keramet sahibi olduğunu iddia etmekte ve bunu her fırsat ve vesilede ileri sürmekten çekinmemektedir. Kapalı kapılardan kimseye görünmeden çıktığını, hapishanede iken camide namaz kıldığını, hiçbir şey yemeden yaşayabildiğini, kendisine gaipten sesler ve ihtarlar geldiğini, asırlarca önceden din büyüklerinin kendisi ve eserleri hakkında müjdeler verdiklerini, Kur'an-ı Kerim'deki Nur süresinin kendisi hakkında nazil olduğunu (Ya Eyyühel Müzemmil) ayeti kerimesinin Ey Saidi Kürdi demek olduğunu ileri sürmek suretiyle aklın ve bizzat İslamlığın kabul etmeyeceği iddialarda bulunmaktadır (Asayı Musa, 1949; Özek, s.246)

Bediüzzaman Cevap Veriyor adlı risalede şu satırlar yer almıştır: (Hiç bir geliri olmadığı ve kimsenin hediye ve ikramını kabul etmediği halde ne ile ve nasıl yaşadığı sualine karşı, bereket ve ikram-ı ilahiye ile yaşadığı, Kur'an hizmetinin kerameti olarak erzak hususunda ikram-ı ilahiye'ye mazhar olduğu kaydedildikten sonra bir gün Süleyman adlı bir misafir ile birlikte dağda yalnız kaldıkları ve yiyecek hiç bir şeyleri bulunmadığı sırada misafirlerine ne ikram edeceğini düşünürken altında oturduğu ağacın dalları arasında koca bir ekmek peyda olduğunu ileri sürmekte ve 20-30 gündür hiç bir insanın o tepeye çıkmamış olduğunu ilave etmekten de geri kalmamaktadır (Bediüzzaman Cevap Veriyor, Ankara, 1960, s. 113-114)

Sait Nursi'ye göre, araba ile dolaşırken bir yaşındaki küçük bebekler bile koşup elini öperlermiş. «Hanımlar Rehberi, s.105». Zülfikar adlı risalede hayvanların bile Nur risalelerine hayran kaldıklarını söyleyecek kadar ileri gitmiştir. (Dr. Armaner, Nurculuğun İçyüzü, İlahiyat Fakültesi yayınlarından, s.8 ).

Sait Nursi, bütün ömrünce Doğu'da Nur risalelerini tedris için bir medrese kurmak hevesiyle yaşamıştır. Bu medresenin adı Medresetüzzehra olacaktır. Bu medrese, Kahire'deki Camiülezher'in kızkardeşidir. Öğretim dili bakımından da (Lisanı Arap vacip, keko caiz, Türk lazım) demektedir. «Münazarat, s.131, Dr. Çetin Özek, Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun İçyüzü, s.249-250». Sait Nursi'ye göre bu şark üniversitesi geleneğe dayanacaktır. Garplılaşma ve medeniyete ait tez bu üniversitede yer almayacaktır. İstanbul Üniversitesi'nde de bir Nur Medresesi yani Medresetüzzehranın açılması lazımdır (Gençlik Rehberi, 1951, s.77; Özek, ...s. 250-251)

Yine Gençlik Rehberi adlı risalenin 50'nci sayfasında (Eski Medreselerde 5-10 seneye mukabil inşaallah Nur medreseleri 5-10 haftada aynı neticeyi temin edecek ve 20 senedir ediyor, hem Hükümet bu millet ve vatanın hayatı dünyeviyesine pek çok faydası bulunan bu Kur'an lam'alarına ve Kur'an dellalı olan risalei Nur'a değil ilişmek belki tamamı ile terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara kefaret ve gelecek şiddetli belalara ve anarşiliğe karşı bir set olabilsin) diye yazılıdır (Said Nursi, Gençlik Rehberi, İstanbul Sinan Mat. 1959, s.50)

Kisvenin imanla bir alakası olmadığı halde Sait Nursi, hayatında şapka giymemekle övünmektedir. (Asayı Musa) adlı risalenin 136'ncı sayfasında (28 sene gavurlara benzememek için inziva ihtiyar eden bir islam fedaisi ve hakikat-ı Kur'aniyenin fedakar hizmetkarına denilse ki, sen kafirlerin papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslam ulemasının icmaına muhalefet edeceksin, yoksa ceza vereceğiz denilse, elbette öyle her şeyi Hakikat-ı Kur'aniyeye feda eden bir adam değil dünya evi hapis veya işgence, belki parça parça bıçakla kesilse, cehenneme de atılsa, katiyyen yüz ruhu da olsa bütün bu tarihçei hayatının şahadeti ile feda edecektir) diye yazıldığı görülmüştür.

Sait Nursi'ye ve Nurculara göre, kadınların örtünmesi bir islami adettir. Kadınların örtünmesine karşı açılmış mücadele Türk kadınının haysiyetine karşıdır (Lem'alar, Ankara, 1957, s.25; Tesettür risalesi, s.84-192).

AKIL-MANTIK-BİLİM VE TEKNİK DÜŞMANLIĞI

Fennin ve medeniyetin bir icadı olan ve nasıl çalışıp işlediği artık herkesçe bilinen radyonun Saidi Nursi'ye göre mahiyeti de şöyledir: (Radyo bilbadehe kudret-i ilahiyenin bir cilvesidir ve o cilvenin kürre-i havaya umumca temsil eden bu gelen hadis-i şerifin meali gösteriyor, şöyle ki: Bir melaike var, kırkbin başı var, her başında kırkbin dili var, her dilde kırkbin tesbihat yapıyor. 64 Tirilyon tesbihat aynı anda söylüyor. Demek kürre-i hava bu melaike gibidir. Yani bu melaikenin tesbihatı adedince her kelimei tayyibe hava sayfasına yazıyor. Kürre-i hava diyor ki, bu hadis benden veya buna benzer memur meleklerden haber veriyor, külli bir şuurla yapılan bu iş yalnız tek bir zerrenin vazifesi ne bana yani kürre-i havaya ve ne de bütün eşyaya vermesi hiç bir ciheti imkanı yok, demek her yerde hazır nazır, ahadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezelliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerden birisi radyodur (ihlas Dergisi, 1964, Nu.9, s.3..)

Sait Nursi'ye göre elektrik kontağı ve meteor hadiselerinin fenni ve fizik ilmine uygun açıklaması dine aykı-rıdır, dinsizliğin ifadesidir. Bu ve buna benzer olaylar ilahi kudretin varlığının delilidir ve onun nişanesidir. Bunların hepsi Kur'anda vardır ve fizik kanunlarına göre açıklama yapmak Kur'anın kudretine, hikmetine aykırı düşmektedir (Sait Nursi, Ramazan Risalesi, s.1-15..)

Yine Sait Nursi'ye göre her şey, her zerre Allah'a ibadet eder, mesela pusulanın Kabe'deki Hacer'i Esvet'i işaret ederek titremesi, namaz kılmasıdır (Tiryak, s.116).

YARGITAY CEZA GENEL KURULU'NUN KARARA ESAS ALDIĞI BAZI FİKİR VE CÜMLELER

Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun Nur risalelerinde dikkate aldığı bazı cümleler ile bunlardan çıkan ana fikirler ise özetle şöyle belirtilir:

«Nur risaleleri 130 kadar olup dava konusu dosyada bulunanların yalnız (Asayı Musa), (Mesnevii Nur'iye), (Gençlik Rehberi), (Mektubat), (Tiryak), (Hubbei Şamiye), (Hanımlar Rehberi), (İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi veya Divan-ı Harbi Örfi), (Barla Hayatı), (Bediüzzaman Cevap Veriyor), (Lem'alar), (Bize Nurcu Diyenlere Diyoruz ki), (El-Hüccettüzzehra), (Ramazan Risalesi) ve (Sönmez) adlı risalelerden ibaret olduğu anlaşılmıştır.

Kur'an tefsiri ve islamlığı izanı maksadı altında yayınlanmış olduğu ileri sürülen bu risalelerin gerçek amaçlarına nüfuz edebilmek için bunların hepsinin teker teker ele alınıp dikkatle incelenmesi ve Nurculuk konusunda yazılmış eserlerin ve yazıların gözden geçirilmesi icabetmektedir. Nur risalelerinde yer almış olan aşağıdaki fikir ve cümlelerin üzerinde önemle durmak gerekmiştir.

1. Nurculuğun esasi fikirleri, maddiyatçı ve tabiatçı modern felsefeyi reddetmekte, dünyanın geçiciliği, ahiretin gerçekliği fikrini telkin etmekte, netice olarak da bütün dünya saadetlerini insanlara haram etmektedir.

2. Nurculara göre laik bir devlet düzeni şeriata aykı-rıdır: Türkiye kuruluşu itibariyle dinden uzak kalmış ve dine karşıdır. Laiklik ile dinsizlik arasında bir fark yoktur. Hristıyanlık dünyevi esaslara sahip olmadığı için din ile dünya işleri birbirinden ayrıdır. Reform hrıstiyanlıkta mümkündür. Türk devrimleri dahi hristiyan reformunun bir taklidinden ibarettir. Zira islamiyet hiç bir reforma ihtiyaç göstermeyecek derecede mükemmeldir. (Mektubat,... s:401)

3. Laik cumhuriyetçi düzen 20 senelik inkılaplar sonucu doğmuştur ve dini müthiş sadmeye maruz bırakmıştır. (Münazarat, s. 135-141)...

4. Atatürk İdaresi, hadislerde gösterilmiş bulunan dehşetli ahir zamandır. Dinsizlik, konünistlik, ifsat komitelerinin faaliyet yıllarıdır. (Said Nursi, Sözler, 1957, s. 143)...

5. Türkiye genel olarak Ezan-ı Muhammedi'nin yasak edildiği, bidatların zorla topluma kabul ettirildiği bir devre yaşamıştır. Devrim kanunları muvakkattır ve hrıstiyanlık kanunlarıdır.(Said Nursi, Tiryak,...s. 65)...

6. Türkiye'nin siyasi rejimi Nur Saadetini söndürmeye çalışmaktadır. Kemalistler seviyesiz, anarşist kimselerdir. (Said Nursi, Münazarat. s. 17)...

7. Devlet, İslamın siyasi prensiplerine göre teşekkül etmelidir. Bütün hayatı nizamı onda mevcuttur.( İhsan Emci, Aradığımız Şuur, Mart 1964. Nu:8 )...

8. Alem-i İslamda yapılacak devrimler islamiyetin desatirine uygun olmak mecburiyetindedir, aksi halde gayri meşrudur. Bu bakımdan Meclis, aynı zamanda hilafet görevini de görmelidir. (Said Nursi, Mesnevi-i Nur'iyye, s.80-82)...

9. Şahs-ı Manev-i Hükumetin müslüman olması gereklidir. (Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 80)

10. Türk Devleti'nin dini islamdır ve bunun vikayesi milletimizin maye-i hayatiyesidir. Hükumet, islamiyet ve din için hizmet edecektir. (Said Nursi, Münazarat, s. 18 )

11. Müslümanlara Kur'an dışında bir anayasa lazım değildir. 1347 (1931) Tarihinde felsefenin tahakkümü ile bu dindar millet ehemmiyetli tahavvüllere düçar kılınmış ve Anayasa'da devlet dininin islam olduğu konusundaki hükmü kaldırmıştır.Bu şekilde gerçek kanuni esasi tatbik edilmediği gibi Kur'anda belirtilen şeri inkılap da tahakkuk ettirilmiştir. Halbuki Kur'an cumhuriyet anayasası gibi bir kaç kişinin iradesinin değil ilahi bir iradenin sonucudur. İlahi bir kanuni esasidir. (Said Nursi, Zülfikar-ı Mucizatı İslamiye ve Kur'aniye, Kısım 1, Mücizatı Kuraniye, s. 191-193, Tiryak, s. 65 Dr. Önek, .... s. 264)

12. İslamiyete ve hakikatı Kur'aniyeye karşı, mürtedane mücadele eden, bir dessas zındıktır ki, bize hücum etmek için istibdadı mutlaka Cumhuriyet namı vermekle irtidadı mutlaka-i rejim altına almakla sefahat-ı mutlaka medeniyek takmakla cebri keyf-i küfriye kanun namı vermekle bir isdibdadı askeriye ve dalalet kurmuştur. (Sadi Nursi, Sönmez, s. 21-22-48 )...

13. Sait Nursi milliyete ve milliyetçilik fikrine düşmandır. Ona göre milliyetçilik islam birliğine manidir. Nurculara göre milliyetçilik bolşevizm ve sosyalizme karşı mücadele edecek kuvvette değildir. Milliyetçiliğin bu zayıflığına karşı islam milliyetçiliği bolşevizmi, sosyalizmi, anarşizmi önleyecek kuvvettedir. (Bediüzzaman cevap veriyor... s. 47-51)...

14. İslam devleti için tek milliyet islam milliyetidir. İslam devleti sonunda bütün dünyayı hakimiyetine alacak ve İslam yapacaktır. Bu dünya milleti hayat-ı maneviyeye dayanacak ve mecra-ımesai-i şer'iyye ile açılacaktır. Bu İslam devleti de hakimiyet-i İslamiye ve milliye altında ittihadı muhammadiye dairesinde olan şeyh-i risale-i nur sayesinde kurulacaktır. (Said Nursi, Münazarat, s. 90-100)...

15. İttihad-ı İslam umum askere ve umum ehli islama şamildir. Hariç kimse yoktur. (Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 91)

16. Hutbe-i Şamiye'de millet-i İslamiyenin sebebi saadeti yalnız ve yalnız hakiki İslamiye ile olabilir ve hayatı ictimaiyesi ve saadeti bünyevisi şeriatı islamiye ile olabilir, denildikten sonra mesela şeriat hükmüne göre hırsızların ellerinin kesilmesindeki hikmet ve faideden bahsedilmekte ve işte ( bu cüz'i sirkat meselesine dair külli ve şumullü ahkam-ı ilahiyye kıyas edilsin, anlaşılsın ki, saadet-i beşeriyede dünya adalet ile olabilir) diye yazılmaktadır. ( Hutbe-i Şamiye, s.66-67)...

17. Said Nursi'ye göre islamiyet devletinin Mekke-i Mükerremesi ceziret-ül Arap olacaktır. Bu arada Osmanlılık da bir Medine-i Münevvere şeklini alacaktır. İslamiyeti bir ittihadı fikir teşekkül ettirecektir. Bu fikri Türkiye'de gerçekleştirmek görevi medresetüzzehraya düşmektedir. Kurulacak nizam islami esaslara dayanacaktır. Araplar ikisi bir araya geldi mi kavga etmeden duramayan, yıllarca esir yaşamaya alışmış millet de bu islam devletinin en hakiki unsuru olacaktır. (Said Nursi, Münazarat, s. 109-131)

18. İslam dininde inkılap yapmak şeriat alehtarlığı olduğu için islamiyetin desatirine aykırı, devrimler de islamiyete aykırıdır. (Said Nursi, Mektubat. s. 403)

19. Çok kadınla evlenmek islami olduğu için caiz ve şarttır. Teaddüdü zevcat, tabiata, akla, hikmete muvaffıktır. (Said Nursi, Hanımlar Rehberi, s. 57

20. Benim tesettür, ırsiyet, zikrullah ve teaddüdü zevcat hakkındaki Kur'an'ın sarih ayetlerine, medeniyetin ettiği itirazlara karşı onları susturacak tefsirindir. (Sait Nursi, Tiryak, s. 60)

21. Nurculara göre bugünkü aile sistemi de medeniyet fantazisinden ibarettir. Aile saadeti ancak daire-i şeriattaki adab-ı islamiyet ile mümkün olacaktır. Kadının erkeğinden boşanabilmesi islami esaslara aykırıdır. Şer'i evlenme ise bu imkanı ortadan kaldıracaktır. (Said Nursi, Kadınlar Taifesi ile bir muhavere, s.7)...

22. Said Nursi faizin yasak edilmesini istemekte, sınıf kavgalarının ortadan kaldırılması için bankalar kapatıl-malı, riba yasak edilmeli, Kur'an kadına üçte bir hisse vermektedir. Medeniyetin kadına erkek kadar hisse vermesi adaletsizliktir. (Said Nursi, Zülfikar, 1945, s. 38-39)

23. Said Nursi, Hanımlar Rehberi adlı risalenin 37. sayfasında, her zaman çıktığı Ankara kalesinden etrafı seyrederken, hilafet ve saltanatın vefatını hatırlayarak duyduğu teessür ve hüznü ifade ettiği görülmüştür.

24. Yine Sadi Nursi, Tiryak adlı riselenin 27. sayfasında «garp uleması ve filozofları itiraf ve ikrar etmişlerdir ki, islamiyetin kanunları yüksek bir tarzda alem-i islamın ıslahına kafidir» diye iddia edilmiştir.

25. 13 asır evvel şeriat-ı garra teessüs etteğinden ahkamda Avrupa'ya dilencilik etmek din-i islama büyük bir hıyatettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. (Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 79)

26. Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i ilahiye namına ve hakaik-i islamiye dairesine mahkemeler açmazsa maddi ve manevi kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, yecüc ve mecüclere teslim-i silah edeceklerdir diye kalbe ihtar edildi. (Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 67)

27. Zahiren hariçten cereyan eden Maarif-i cedidenin bir mecrası da bir kısım ehlimedrese olmalı da gıllü gıştan tesaffi etsin. Zira bu laikliği ile başka mecradan taahfün edegelmiş ve atalet bataklığından neş'et ve istipdat sümumu ile teneffüs eden zulüm tazyiki ile ezilen efkara bu müteaffin su, bazı aksülamel yaptığından musaffat-ı şeriat ile söz vermek zaruridir. Bu da ehli medresenin duş-ı himmetine muhavveldir. (Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 82)

28. Said Nursi, 31 Mart Vak'ası üzerine sevkedildiği Divan-ı Harpte verdiği ifadede (en mukaddes maksadım şeriat ahkamını tamamen icra ve tatbiktir) demiştir.(Sait Nursi, Bediüzzaman Cevap Veriyor, Ankara, 1960. s. 84)

29. Eskiden ilay-ı hikmetullah ve bakayı istiklaliyeti ve islam için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan alem-i islama fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i islamiyenin felaketi alem-i islamın saadet ve hürriyet-i müstakbelesi ile telafi edilecektir. Zira bu musibet maye-i hayatımız olan uhuvvet-i islamiyenin inkişafını harikulade tacil etti. (Said Nursi, Mektubat,... s. 441)

30. İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi veya Divan-ı Harbi Örfi adlı risalede şu yazılar dikkati çekmektedir: A) (Yaşasın Şeriat-ı Ahmediyye), (Şeriat-ı garra kelamı ezeliden geldiğinden ebede gidecektir), (Ey evliyayı umur tevfik isterseniz Kavanini adetullaha tevfiki hareket ediniz) (s.43). B) (Rehberimiz şeriatı garra, kılıcınız berahini katı'adır) (s.45). C) (13 asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden ahkamda Avrupa'ya dilencilik etmek din-i islama büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmaktır) (s.45) Ç) Aynı risalenin 48, 49, 50. sayfalarında büyük harflerle (Yaşasın Kur'an'ı Kerim'in Kanun Esasları) başlıklı paragrafında ey mebusan diye vaki hitabı müteakip (300 milyon müslümanın hayat-ı maneviyesine suikasttan ve cinayetten sizi tahlis eden. Ol Kur'an-ı Mukaddesin düsturları ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize mehaz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz acaba bu kadar fevait ile beraber ne gibi bir şey kaybedeceksiniz vesselam. Yaşasın Kur'an'ı Kerim Esasları) cümleleri dikkat çekmektedir.

NUR TALABELERİ (ŞAKİRTLERİ) VE GÖREVLERİ

Nurcular, kendilerine nur talebeleri adını vermekte ve hizbül Kuran olduklarını ileri sürmektedirler. Nur şakirtlerinin nurculuğa girebilmeleri için o mahaldeki en büyük nurcuya karşı bazı taahhütlerde bulunmaları gerekmektedir. Bu taahhütler, nurculuğa ve nurcuların büyüklerine sadakat, nurcuların sırlarını açıklamamak, gayeleri için istişarelerde bulunmak, nur'un gerçekleşmesi için gayret sarfetmek gibi şeylerdir. Nurcular, bulundukları yerlerde nurculukla ilgili olayları nur büyüklerine bildirmeye de mecburdurlar. (Dr. Çetin Özek... s. 252)

Nur talebelerinin diğer bir vazifeleri de nur risalelerini çoğaltıp dağıtmaktır. Said Nursi Asayı Musa adlı risalesinde, nur risalelerini yazıp dağıtmayı ihmal edenlere sitem etmektedir. Nurculuğun bilhassa ordu mensupları arasında yayılmasına önem verilmektedir. ( Dr. Neda Armaner,...s. 6-24)

Said Nursi risalelerinin yayınlanması için dini duyguları da istismar etmektedir. Sönmez adlı risalenin 3. sayfasında şu satırlar yer almaktadır: (Ahiret kardeşlerine mühim bir ihtar! İki maddedir. Birincisi risale-i nur'a intisap eden zatın en ehemniyetli vazifesi onu yazmak yazdırmak ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran risale-i nur talebesi ünvanını alır ve o ünvan altında yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber benim gibi dua eden kıymettar binlerce kardeşlerim ve risale-i nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hessedar olurlar.

İkinci madde, risale-i nur'un imansız ve amansız cinni ve insi düşmanları onu çelik gibi metin kalalarını ve elmas kılınç gibi hüccetlerine mukabele edemediklerinden çok gizli dosyalar ve hafi vasıtalarıyla sınırlı olmadan yazanların şevklerini kırmak ve fütur ve yazıdan vazgeçirmek cihetinde şeytanca hücum edip darbe vururlar).

Sadi Nursi'ye göre nur talebeliğini bırakmak, günah olduğu, nur talebelerine ilişenlerin vatan ve millet haini olduklarının ilan edilmesi, ayrıca tehditler savurulma-sıyla gizli bir teşkilatın taktiğine başvurulmaktadır. (Said Nursi, Hanımlar Rehberi, s. 53)

Nur talebelerinin bekar kalmaları telkin edilmekte, muhakkak evlenmek lazımsa bir nurcu ile evlenilmesi emredilmektedir. (Said Nursi, Hanımlar Rehberi, s. 53... Bediüzzaman Cevap Veriyor adlı risalenin 118. sayfasın-da, Said Nursi Hanımlar Rehberi adlı risalenin 4. sayfasında şöyle demektedir: ( talebeler bir kaç tabakadır, bir tabakanın hakiki ihlasi gaybetmemek ve hakiki fedakar-lık ve azami bir sadakat taşımak için dünya ihtiyaçlarına mümkün olduğu ömrünün muvakkat bir kısmında bu zamanda lazım geliyor...)

Yine nur risalelerinden Tiryak adlı risalenin 33. sayfasında ( mevt idam değil, tebdili mekandır. Kabir zulmetli bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli alemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün şaşaası ile beraber ahirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elimde zindan dünyadan bostan-ı canana çıkmak ve müz'ici ve dağdaai hayati cismaniyede alim-i rahata ve meydani tayranı?

İSLAM DİNİ YÖNÜNDEN NURCULUK

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanıp yayın-lanmış olan (Nurculuk Hakkında) adlı eserde:

1. Ayet-i kerimelerin tefsirinde mananın tahammül edemeyeceği tarzda batını ve indi manalar verilmeğe çalışıldığı, ebcet hesabıyla ve tefavuklarla manalar verildiği, bunların müslümanlık esaslarına göre dini ve ilmi kıymeti olmadığı,

2. Nur risalelerini toplu olarak okumanın bir nevi hizipçilik olduğu

3. Bir kısım ayetlerin, islamlığın reddettiği hurufilik usulüyle tefsirine kalkışıldığı,

4. Risale-i Nurun mukaddesat arasına katılmak istendiği yalnız nurcular için dua yapılarak müslümanlar arasında bin zümre meydana getirildiği ve tefrikaya yol açıldığı

5. Said Nursi'nin ve eserlerinin harikuladeliği ve kerametleri hakkında indi teviller ve mübalağalı ifadeler kullanıldığı,

6. Kuran'ı Kerim'in harflerinden bir takım manalar istihracına kalkışmak gibi ulamanın ekserisince benimsenmeyen bir yol tutulduğu, Asayı Musa adlı eserinde bazı ayet ve kelamı indi olarak tevil ederek bunların riselei nuru tebşir ve teyit ettiği iddiası,

7. Bu gibi indi tevil ve iddiaların islami esaslara uymadığı ,

8. Nurculuğun milli ve dini birliği parçalayan zümrecilik olduğu

9. Nur risalelerinde kekoçülüğü körükleyen sözler bulunduğu belirtilmiş ve 22 ve 23. sayfalarında (Nurcuların inanış ve telakkileri, islam dininin, Kuran-ı Kerim'in ve sünnet-i seniyedeki kaide ve formüllerine uymayan bir akide tarzı olmuştur. Nurculuk dini meselelerde işi çığırından çıkaran bir istismara ilaveten milli ve ictimai konularda da birlik fikrini baltalayan bir zihniyeti temsil etmiştir. Risalelerde gösterilen sırf dini ifadeleri bile yapılan aşırı teviller ve keyfi görüşlerle yukarıda örnekleriyle gösterildiği gibi manevi, milli bütünlüğümüzü bozan gerçek ittikayı gölgeleyen bir hal almıştır. Bu risaleleri okuyanlar, kendilerini bütün müslümanlardan üstün görmüşler, yalnız ve yalnız nurcu olanları cennete ehil, nur risalelerini günahlara kefaret saymışlar ve netice olarak da nur risalelerini okumayı bir ibadet haline getirmişlerdir. Ey müslüman kardeş! Dine yararlı telif ve irşatta bulunanlar peygamberin hizmetkarları durumunda oldukları için, Kuran-ı Kerim'de peygamber efendimize hitap edilmiş ayetleri onların şahsına atfetmek yakışık almaz. Böyle bir telakkiyi benimsemek de müslüman tevuzuuna sığmaz... Nur risalelerini Kuran'ın en mükemmel tesfiri addetmek, Allah kelamının kıyamete kadar ondan sonra gelecek şeylere ve bütün ilimlere şumulünü bilmemek demektir) denilmek suretiyle nurculuğun ve nur risalelerinin gerçek islami esaslara uymadığının açık-ça ifade edildiği görülmüştür.

KANUNLARIMIZ KARŞISINDA NURCULUK VE SANIKLARIN HUKUKİ DURUMLARI

Yukarıda yapılan açıklamalara ve bizzat nur risalelerinden alının pasaj ve cümlelere nazaran;

1. Nurculuğun kurucusu Sait Nursi. hiç bir zaman Türklüğü ve Türk milletini kabul etmeyerek keko olduğunu övünerek beyan ve ilan etmekle beraber, 1327 (1911) tarihlerinde faaliyette bulunduğu anlaşılan (keko Teali) cemiyetinde çalışmak, memlekette Türklerden ayrı dili ve milliyeti olan bir keko cemaati mevcut olduğunu ileri sürmek, yine o terihlerde kurulduğu bildirilen (Kürdistan Azmi Kavi) cemiyetinin mümessili olarak İstanbul'a gelip kekoçe tedrisat yapan mektepler açılması için gayret göstermek ve « Uyan ey Selahattini Eyyubi'nin torunları Kürtler» diye tahrik ve teşviklerde bulunmak suretiyle memleketin bütünlüğünü bozmaya matuf amaç ve gaye takip ettiği anlaşıldığı,

2. Türk milliyetçiliğini red ve hatta zararlı ve tehlikeli olduğunu ileri süren Said Nursi'nin Türkiye'nin de dahil olacağı, tamamen şeriat hükümlerine ve islami esaslara göre düzenlenmiş ve merkezi Mekke olmak üzere bir islam devleti kurulmasını ve bu devlette Arapların hakim bir unsur haline getirilmesi lüzumunu nur risalelerinde teklif, telkin ve teşvik etmek suretiyle Türk Devleti'nin bağımsızlığını tenkis ve birliğini bozma yolunda hareketlerde bulunduğu,

3. Said Nursi nur risalelerinde: Türkiye Cumhuriyeti» nin tamamen şeriat esaslarına ve islamın siyasi prensiplerine göre teşekkül etmesi gerektiğini, hilafet ve saltanatın geri getirilmesi lazım geldiğini, devrim kanunlarının geçici olduğunu, Kuran dışında bir anayasaya ihtiyaç bulunmadığını, islamlığın düsturlarına uymayan devrimlerin meşru olmadığını mükerreren ve ısrarla yazıp telkin ve propaganda yapmakla beraber laik bir cumhuriyet rejimi kurduğu için Atatürk'e düşman kesilerek onu Ebusufyan ve Deccale benzetmek (tek gözlü deccal ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın) diye ağır tecavüzlerde bulunmak suretiyle Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesini ihlal eden suç işlediği,

4. Yine nur risalelerinde, çok kadınla evlenmenin propagandasını yapmak, boşanma ve miras meselelerinin tamamen şeriat hükümlerine tabi olması lüzumunu açık-ça yazıp telkin etmek, faizin yasak olduğunu ve bu itibarla bankaların kapatılması gerektiğini ileri sürmek, bu günkü modern mahkemeleri kaldırıp yerlerine hakaiki islamiye dairesinde yani şer'i mahkemeler açılmasını teklif etmek, parlamento üyelerini Kuran düsturlarına göre harekete davet etmek suretiyle yine 163. madde hükmünün ihlal edildiği,

5. Her ne kadar Hutbe-i Şamiye ile (İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi veya Divanı Harbi Örfi) adlı risalelerin cumhuriyetten önce hazırlanıp yazılmış oldukları ileri sürülmüş ise de bunların pek yakın tarihlerde yeniden bastırılıp dağıtılmış olması ve (İki mektebi musibetin şahadetnamesi ve Divanı harbi örfi) adlı risalenin ilk sayfasında ise « bu müdafayı şimdi bu asra daha muvaffık gördük güya o zamandan elli sene sonra bir hissi kablelvuku ile bir nevi ihbarı gaybi olarak hayatı ictimayiyeyi alakadar eden çok hakikatlara temas ettiğimden neşredildi» diye açıkça kaydedilmesinin dikkate şayan bulunduğu,

6. Said Nursi'ye bağlı nur talebelerinin ise, III sayılı parafrafta açıklanıp izah edildiği üzere, memleket ve devlet için bu kadar tehlikeli ve zararlı olan fikirleri ihtiva eden nur risalelerini yazıp çoğaltmak ve halka dağıtmak vazifeleriyle mükellef bulundukları, bu talebelerin, dikkatli okuyup incelediklerinde şüphe olmayan nur risalelerindeki bu zararlı ve tehlikeli akımları bilmedikleri ileri sürülemeyeceği, nur risalelerinde yer alan ve yukarıda temas edilen fikir ve kanaatleri kabul edip benimsemeyen bir kimsenin nur talebisi olmasının tasavvur edilemeyeceği ve sanık Mehmet... ile Tevfik... kendilerinin nurcu olduklarını ve dosyada mevcut olup yedlerinden zaptedilen ve dosyadaki bilirkişiler raporunda da suç olduğu izah olunan nur risalelerini okumak üzere halka verdiklerini kabul ve ikrar ettikleri ve bu hareketlerinin Türk Ceza Kanununun 163. maddesini açıkça ihlal eden suç teşkil ettiği ve Birinci Ceza Dairesi'nin bozma kararı varit ve yerinde bulunduğu halde nazara alınmadan ve mahkemece işin esası layıkı ile incelenip nüfuz edilmeden ve en yüksek dini müessese olan diyanet işlerince dahi, nurculuğun islam dinine aykırı olduğu tesbit edilmişken kanuna, işin esasına ve gerçeklere uymayan mesnetsiz mütalaalarıyla yazılı şekilde ısrara karar verilmesi yolsuz bulunmuştur.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan sebeplere göre ısrar hükmünün tebliğnamedeki düşünce gibi BOZULMASINA, 20.9.1965 gününde oy çokluğu ile karar verildi» .

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN DUYARLILIĞI

Nurcu ve Fethullahçı propagandalarını çürüten bu en üst düzeydeki yargı kararı, Cumhuriyet Dönemi Türk Hukuk Tarihi'nin yüzakı belgelerinden biridir. Bu kararı kaleme alan ve kabul eden yargıçlara şükran borçluyuz. Ancak, bu karar, resmi makamların ve de sivil toplum örgütlerinin konuya duyarsızlığı nedeniyle maalesef tozlu dosyalar içinde unutulma riski ile karşı karşıya iken, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural, bir «Ön Emir» yazısı ile sözkonusu yargı kararını matbu hale getirmek suretiyle «Bölük ve muadili birliklere kadar» tüm silahlı kuvvetlere dağıtımını gerçekleştirmiştir. 15 Nisan 1966 tarih ve Ad.Müş. 599-10-66 sayılı bu ön emirde yazılanlar da en az sözkonusu yargı kararı kadar önemlidir. Aynı zamanda bu «Ön emir», Türkiye Cumhuriyeti'ni iç ve dış tehlikelere karşı koruma ve kollama görevini başarıyla sürdüren Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, bölücü ve de şeriatçı vb. her türlü tehdide karşı Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren günümüze kadar süregelen duyarlılığın da tipik bir göstergesidir.

1. Anayasamızın prensiplerinden biri olan laikliği kaldırmak ve din kurallarına göre devleti yönetmek ve bu suretle bir çeşit dini diktatorya kurmak amacını güden nurculuğu etraflıca açıklayan ve nurculuk propagandasının suç teşkil ettiğini belirten Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 29 Eylül 1965 gün, E.234-D-1, K.313 sayılı kararı yayınlanmıştır.

2. Bunun gibi devlet müesses iktisadi, sosyal, siyasi veya hukuki temel nizamlarını, bozmayı daima hedef tutmuş olan komünizm ve emsali cereyanlarda aramayı temelden atmaya matuf hareketlerdir.

Aşırı sağ ve aşırı sol denen bu gibi davranışlar ancak Türkiye'yi ve Türk milletini ilkel çağa götürür. Sonuç olarak egemenlik ve özgürlüğü yok eder.

Türk milletinin amacı; şanlı tarihi ile oranlı olarak ve Atatürk'ün gösterdiği yollardan ilerlemedir. Bu amaca ulaşmak için aydınların çabası şarttır. Aydın; bilgili anlamında değil, bilgiyle çevresini aydınlatmak ve topluma yararlı olmak anlamına gelir. Milletimizi bu gibi aşırı sağ ve sol cereyanlara kaptırmamak için devamlı çalışmak gerçek aydınların başlıca görevlerinden biridir.

Bütün Türk aydınları gibi Silahlı Kuvvetler personelinin de bu görevi titizlikle yapmaya devam edeceklerine inanıyorum.

3. Bu itibarla; memleket davalarından önemli bir konuyu ele alıp hukuki yollarla çözen ve hükme bağlayan mezkur Yargıtay kararının daima bir rehber olarak esas alınmasını ve bu emrin ve Yargıtay kararının bütün Silahlı Kuvvetler personeli tarafından okunmasını, erbaş ve erlere anlayabilecekleri şekilde açıklanmasını rica ederim. Cemal Tural-Orgeneral-Genelkurmay Başkanı» .

TÜRKİYE CUMHURİYETİ SAVCILARINA DAVET

Türkiye Cumhuriyeti'ni iç ve dış tehdit odaklarına karşı koruyup kollama görevi, sadece Silahlı Kuvvetlerin değil, anayasal açıdan en az yasama ve yürütme kadar yargınındır da. Nurcu bataklığında yetişen ve Türkiye'nin en tehlikeli şeriatçı yapılanmasını gerçekleştiren; takıyye yolu ile başta Türk Silahlı Kuvvetleri, Adalet, Milli Eğitim, Kültür, İçişleri Bakanlıkları ve de devletin tüm stratejik kurum ve kuruluşlarında kodrolaşmaya giden Fethullahçı suç organizasyonu, giderek güçlenmekte ve önü alınmaz bir imaja bürünmektedir. İmajın en az güç kadar önemli olduğu günümüzde, Cumhuriyet Savcılarının yeterince duyarlı olmayışından kaynaklanan yargının suskunluğu, sözkonusu imajın pekişmesine yaramaktadır. Cumhuriyet Savcıları'nın yasal sorumluluk alanı içinde, bu suç organizasyonu başta olmak üzere, nurculuk, süleymancılık, hizbullahçılık ve diğer tarikat ve radikal şeriatçı gruplara karşı yapabilecekleri onca görev varken, bu konulara duyarlılıkla sadece Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Vural Savaş'ın ön planda hedef konumunda yalnız bırakılması, kamuoyunda haklı endişe ve kuşkulara yolaçmaktadır. Normalde, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 1965 tarihli kararı gibi nice kararın var olması gerekirdi. Zira, şeriatçı yapılanma 21. yüzyıla girerken, azalacağı yerde aksine çığ gibi büyümektedir. Türkiye Cumhuriyeti Sav-cılarının yasal ve de tarihsel sorumluluklarını hatırlayarak, duyarlılık göstererek önce en tehlikeli gelişim gösteren Fethullahçı suç organizasyonunu büyüteç altına almaları gerekmektedir. İşte suç duyurusu olarak kabul edilebilecek bazı doneler

1. Fethullahçılara ait, öğrencilerin kaldıkları ve dinsel eğitim adı altında resmen devlet ve rejim düşmanı olarak beyinlerin yıkandığı çok sayıda yurdun yanısıra, resmi izin alınmaksızın faaliyet gösteren Türkiye çapında binlerce «ev» ve «ışıkevi» bulunmaktadır. Onbinlerce öğrencinin barındırıldığı bu evlerin gelir kaynakları da, harcamaları da yasal çerçeve dışındadır.

2. İzmir'de 12-13 yaşlarında birkaç kız çocuğunun sokak çocuklarına yardım toplamak için dans etmelerine «gözaltı» ile cevap veren resmi sorumlu makamlar, Fethullahçıların valilikten izin almaksızın damgalı makbuz sözkonusu olmaksızın her ay tüm Türkiye'de trilyonlarca liralık bağış toplamasına « kör ve sağırları» oynamaktadır. Bu ihmalde, görevi savsaklamada savcıların rolü de olsa gerektir.

3. Fethullahçı suç organizasyonuna ait-farklı şirketler adına- yurtdışında 300'ü aşkın okul ile çok sayıda ticari şirket faaliyet sürdürmektedir. Bunlara ait tüm harcamaların transferi, her ay ve de gerektiğinde çantalı kurye-öğretmenler aracılığı ile tamamen yasadışı yollarla gerçekleştirilmektedir. Bu transferlerle Türkiye'nin zaten kıt olan ekonomik kaynakları, halk deyimi ile «kaçırılarak» heba edilmektedir.

4. Fethullahçı organizasyona dahil medyada, finans piyasasında, sigortacılıkta ve ekonominin hemen her alanında faaliyet gösteren şirketlerin tüm kayıtlarının ve yurtdışı bağlantılarının araştırılması gerekmektedir.

5. Fethullahçı organizasyonun, yakın gelecekteki kadrolarını yetiştirmek için Milli Eğitim bünyesinde gerçekleştirdiği üstün zekalı öğrencileri saptama ve dersane yurtlarında yetiştirme, sonra da laiklik karşıtı militanlaştırma faaliyetleri yakından izlenmelidir.

6. Mülki yöneticiler arasında ciddi ölçülere varan kadrolaşmanın yanısıra, Emniyette-özellikle Polis Akademisi öğrenci ve mezunları arasında- yoğunlaşan kadrolaşmanın yakın takibe alınması şarttır. Örneğin, Emniyet Genel Müdürlüğünce hazırlanan özel istihbarat bülteninin Temmuz 1998 tarihli 70. sayısında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin başlattığı 28 Şubat kararları sürecinden olumsuz etkilenen ve moralleri bozulan müritler için yeni bir heyecan verilmesi amaçlanmakta, Fethullahçı suç organizasyonunu adeta göklere çıkarmaktadır.Hizmete özel gizlilik kaydı nedeniyle alıntı yapamadığımız bu raporu yazanların ve tüm onay makamında bulunan sorumluların acilen sorgulanması bir başlangıç olarak gerekmektedir. Bu ve bunlar gibi «suç duyurusu» olarak kabul edilebilecek bir başka ifadeyle yasal yargı sürecini başlatmaya yetecek nice örnekler bulunmaktadır. Yeter ki Türk Savcıları istesin!..

Ancak, gerçekçi olmak gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı'na bizzat hocaefendilerinin elinden ödül verdirecek, Başbakanı, Meclis Başkanı, Parti Genel Başkanları'nı kendilerini ziyaret ettirecek bağlan-tılara sahip bir suç organizasyonunu sadece Cumhuriyet Savcıları'nın çökertebileceğini ummak ve beklemek biraz safdillik ve hayalperestlik olur. Mutlaka, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kararlılık ve ısrarlı takibinin olması da zorunludur. Keza, Abdullah Öcalan örneğinde olduğu gibi M.İ.T.'in işbirliğinin de sağlanması gerekir. Sonra, demokrasiye ve laik hukuk devletine bağlı sivil toplum kuruluşlarının ve tüm aydınların da desteği şarttır. Bu bağlamda kamuoyunun sürekli biçimde bilgilendirilmesi kaçınılmazdır. Zira, yasama ve yürütme erki bu konularda kesinlikle güven vermemektedir.

SONUÇ:

Türk törelerine göre ölmüş birinin arkasından konuşmak doğru değildir. Ancak, konu Saidi Kürdi olunca iş değişiyor. Bu makalenin özünü teşkil eden yargı hükmünde de ifade edildiği gibi, Saidi Kürdi, azılı bir Türk düşmanı!.. kekoçülükte Abdullah Öcalan'dan hiçbir farkı yok!.. Öclan, Türk askerini, polisini ve masum bebekleri öldürüyor; Saidi Kürdi ise, ölümünden sonra bile onbinlerce Türk insanının beynini yıkamaya, milli kültürüne, devletine, rejimine ve Türklüğe düşman yapmaya devam ediyor...

Saidi Kürdi bir meczup!.. Türkçemizin kaatili. Türk tarihinde, Türk topraklarında yaşadığı halde Türkçeyi gramer ve imlasıyla böylesine bilmeyen, arapça, farsça ve biraz kekoçe ile bulamacı andıran iğrenç bir yapay dili konuşan, yazdığını sanan başka bir örneğe rastlayamaz-sınız. Müslümanlığını değerlendirmek, hiç şüphesiz inançla bağlı olduğumuz Ulu Tanrı'ya ait, bize düşmez. Saidi Kürdi, cehaletini bilmeyen bir ebleh!.. Yargıtay hükmündeki radyo değerlendirmesi bile bu cehaletin, aczin, aşağılık bir çaresizliğin örneği. Saidi Kürdi bir bölücü!.. Müslümanları böldüğü, kendi müritlerine «üstünlük» ve «gerçek müslümanlık» ve de «tercihli cennet» vaadleri ile iğfal ettiği için!..

Nurcu bataklığında yetişen ve devletimizi, dinsel, siyasal, kültürel, toplumsal ve de ekonomik hayatımızı içten içe kemiren soysuz nurcu sürüngenlerin ve yine bu bataklıkta yetişen Fethullahçı böceklerin daha fazla güçlenmesine ve palazlanmasına izin vermek, vatana ihanetle eşanlamlı, Türk Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği için, Türkiye'nin ve Türk Dünyası'nın çağdaş dünyada layık olduğu yerini alması için, ulus-devlet ilkesinin tam anlamıyla yaşama geçirilmesi için, Türklüğün barışı ve huzuru için mutlaka yapılması gereken bir başka önlem daha var:

İMRALI, Abdullah Öcalan'a çok büyük geliyor. İmralı'daki konukevi tesislerinden rantabl biçimde faydalanmak, marjinal yararı sağlamak için, başta Fethullahçı suç organizasyonunun önde gelen yöneticileri olmak üzere tüm şeriatçı yapılanmaların türedi-sahte şeyhlerinin de bu tesislerde ağırlanması gerekiyor... Türk Devleti'nin bilgilerine...


Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Cumhuriyet Tarihçisi... Necip Hablemitoğlu...

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:28

1954 yılında Ankara'da doğan Hablemitoğlu, 1977 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1977-1978 yıllarında "Dilde Fikirde İşde Birlik" adlı aylık bir dergi yayınladı. Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştıktan sonra Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde master ve doktora yaptı.

Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalışmalar yapan Hablemitoğlu, Orta Avrupa ve Balkanlar'da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konusunda alan çalışmaları yürüttü. Bu çalışmalar çeşitli gazetelerde yazı dizisi olarak yayınlandı. 1995-1996 yılları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü'nün bir projesinde (UNDP) görev alarak Moldova'da Gagauz Türkleri'nin Latin alfabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında, Cumhuriyet döneminin başında bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirleyerek, bu öğretmenlerin bugün yaşayan öğrencilerinin anılarını derledi ve bir kısmını Kemal'in Öğretmenleri başlığı ile yayınladı.

Çalışma alanına ilişkin çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Hablemitoğlu, şehit edildiği 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesi'nde Doktor Öğretim Görevlisi olarak binlerce öğrenciye yirmi yıl boyunca Atatürk İlkeleri ve Devrim tarihi derslerini verdi.

İlk kitabı, II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırım Türkleri'nin kendi topraklarından zorunlu göç ettirilişini anlatan ve 1974 yılında yayınlanan "Yüzbinlerin Sürgünü" dür.

Diğer kitapları, "Çarlık Rusyası'nda Türk Kongreleri (1905-1917)", "Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893-1920), "Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası" ve "Kırım'da Türk Soykırımı" isimli çalışmalardır. Hablemitoğlu'nun özellikle Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve Kırım Türkleri konusunda yayınlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Bir Kırım Türkü olan Dr. Necip HABLEMİTOĞLU, Kırım Türkleri"nin Türkçü lideri İsmail Gaspıralı"ya ait tarihi belgelerden oluşan bir arşive de sahipdi.

Ayrıca, Türkiye'de ve yurt dışında faaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ve Alman Vakıfları ile Avrupa Birliği Uyum Yasaları içinde yer alan vakıflar yasası konularında çeşitli araştırmaları bulunan Hablemitoğlu, çalışma alanına ilişkin Türkiye'de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi toplantılarda sayısız konferanslar verdi, çeşitli televizyon ve radyo programlarına katıldı.

Din sömürücülerine karşı devamlı mücadele içerisinde oldu; Köstebek adlı eserinde Emniyet ve İstihbarat birimlerindeki Fetullahçı yapılanmayı derinlemesine inceledi.

Kendisi gibi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU ile evli, Kanije ve Uyvar adında iki kız çocuk babası idi.

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Türkiye - Çin İlişkileri - Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:29

TÜRKİYE - ÇİN İLİŞKİLERİNDE GÖZARDI EDİLEN BİR BOYUT:
HÜKÜMET - ÇİN - DOĞU TÜRKİSTAN

Dr. Necip Hablemitoğlu

T.B.M.M.'nden güvenoyu alan Milliyetçi Ana-Sol Hükûmeti'nin "Koalisyon Protokolu"nda Çin Halk Cumhuriyeti'ne özel olarak yer verilmesi, Türk Basınında sadece haber olarak yer aldı, tartışılmadan da unutulup gitti. Türkiye'nin son dönemlerde izlemeye çalıştığı güçlü ve kişilikli bir dışpolitika imajını yerlebir eden bu "Koalisyon Protokolu" maddesi, yeni hükûmetin önemli bir zaafını da gözler önüne serdi. Öncelikle açıklık kazandırılması gereken konu, koalisyon ortakları arasında ihtilâfa neden olan ve sonuçta Çin Halk Cumhuriyeti'ne adeta "dokunulmazlık" ve "tek kayırılan ülke" statüsü kazandıran bu aşamaya nasıl gelindiğiydi. Sorun, aslında çok geçmişe uzanmakla birlikte, Sayın Mesut Yılmaz'ın Başbakanlık yaptığı 56. Hükûmetin son günlerinde yayınlanan bir genelge ile ortaya çıktı. Türk Tarihi'nde eşi ve benzerine rastlanılamayacak ölçüde "yüzkızartıcı" sonuçları olan bu genelgeyle, Türkiye'de yaşayan Doğu Türkistan kökenli Türklere ait vakıf ya da derneklerin Çin Halk Cumhuriyeti'ni hedef alan her türlü protesto gösterilerine izin verilmemesi öngörüldü, bir başka ifadeyle yasak getirildi...

Çin Halk Cumhuriyeti'nin resmi talebi üzerine bu genelgeyi yayınlayan eski Başbakan Mesut Yılmaz nerede yanılmıştı? Ve sonra da niçin bu hususun "Koalisyon Protokolu"nda yer almasında diretmişti? Sayın Ecevit ve Bahçeli neden bu dayatmaya boyun eğmişti? İşte bu sorulara kısmen açıklık getirebilecek bilgiler:

1. Türkiye, tüm Avrupa ülkelerinde, Rusya'da, İran'da ve daha pek çok yerde en çok protestolara muhatap olan ülkedir. Büyükelçiliklerimiz, konsolosluklarımız, Turizm ve T.H.Y. bürolarımız, her fırsatta Türkiye ve Türklük karşıtlarınca saldırıya uğramaktadır. DHKP-C, TİKKO, PKK gibi aşırı sol ve bölücü nitelikli terörist örgütlerin yanısıra, Kaplancılar, İBDA-C'ciler, Hizbullahçılar, Milli Görüşçüler ve daha pek çok şeriatçı örgüt ve cemaatlar, sırf bu eylemlere katılsınlar diye sözkonusu ülkelerin gizli servisleri tarafından beslenmekte, güdümlenmekte ve yönetilmektedir. Verilebilecek binlerce örnek arasında en güncel olanı Abdullah Öcalan'ın İmralı'daki duruşması sırasında verdiği ifadeler arasında yer almıştır. Öcalan, militanlarına dokunulmaması karşılığında Almanya'nın İç İstihbarat Servisi olan "Alman Anyasası'nı Koruma Örgütü" (Bundesamt für Verfassungsschutz - BfV) yöneticileri ile birkaç kez bir araya geldiğini ve pazarlık yaptığını, aynı olgunun Hollanda'nın servisi BVD için de geçerli olduğunu itiraf etmiştir. Azılı bir Alman faşisti olarak bilinen BfV Örgütünün Başkanı Dr. Peter Frisch ya da diğer servis yetkililerinden ve de hükûmet yetkililerinden hiçbir tekzip gelmemiştir. Hal böyleyken, diplomatik dokunulmazlığa sahip temsilciliklerimize her fırsatta saldırılar vaki olurken, bunlara yaptırım uygulayamayan, önleyemeyen Türkiye, nasıl olur da Çin'in bu yoldaki taleplerini "komutanından emir alan bir ast edasıyla" hemen yerine getirir?!. Bu ülkenin duyarlı insanlarını bir genelge ile "zaptürapt" altına alabileceğini sanan Mesut Yılmaz ve Anavatan Partisi yönetimi, bu ödünün karşılığında Çin'den ne almıştır, sorusunun cevabı ise çok daha yüzkızartıcıdır, koskoca bir hiçtir...

2. Çin'de binlerce yıldır Doğu Türkistan olarak bilinen ve sonra Mao döneminde "Şin Jiang" olarak adı değiştirilen Uygur Özerk Bölgesinde (ki 1.828.418 kilometrekare büyüklüğü ile tüm Çin Halk Cumhuriyeti'nin 1/6'sını oluşturmaktadır) yaklaşık 30.000.000 Türk (çoğunluğu Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar vb.) yaşamaktadır. Petrol, doğalgaz, uranyum gibi stratejik değere sahip çok zengin maden rezervlerine sahip olan Doğu Türkistan Türkleri, Mao dönemiyle birlikte inanılmaz baskılara muhatap edilmişlerdir. Asimilasyonu hedefleyen Çin'in azınlık politikası sonucu, binlerce aydını idam edilen, cahil ve geri bırakılan, temel hak ve özgürlüklerden yoksun tutulan Doğu Türkistan Türkleri, bunca baskının üstüne, Çin Hükûmeti'nin nükleer silah denemelerine -hiçbir bilimsel koruma önlemi alınmaksızın- maruz kalmışlardır. Mao sonrasında bütün bu baskılar, hem de uygar dünyanın gözleri önünde el'an devam etmektedir. Abdullah Öcalan'ın yakalanması ve yargılanması sürecinde tüm dünyadan gelen ve hepsi de "insan hakları" patentli müdahalelere karşı hiçbir şey yapamayan Türkiye, eli kanlı bir terörist için bile her türlü müdahalenin yapılabildiği bir dönemde, 30.000.000'luk soydaş kitlesine bırakın -insan hakları açısından- sahip çıkmayı, onlara baskı yapan faşist Çin Hükûmeti'nin taleplerine boyun eğmeyi yeğlemiştir. Bu kişiliksiz politikanın sorumlularının bu ülkede "milliyetçilikten" bahsetmeye hakları olmasa gerektir...

3. Çin'deki Türklerin insan hakları ile ilgili girişimlerde bulunmaktan kaçınan ve Türkiye'deki Türk vatandaşlarının da bu soydaşlarının haklarına sahip çıkmasını yasaklayan bu sapkın zihniyetin sahipleri, kendilerini savunabilecek iki gerekçeyi önesürmektedirler: Birincisi, Çin ile ikili ekonomik gelişmelerde tıkanıklık yaratmamaktır. Oysa, toplam ihracaat ve ithalatda Çin'in yeri, Almanya, Fransa, A.B.D., Rusya Federasyonu ve hatta İtalya'dan geridir. Çin sadece mal satılacak büyük bir Pazar değildir, aynı zamanda tüm ürettiklerini dünya pazarlarına sokabilen büyük bir ekonomik devdir. Üstelik, almadan asla vermeyen milliyetçi bir ekonomik anlayışa sahiptir. Bir başka ifadeyle, Türkiye Çin için -tıpkı Japonya örneğinde olduğu gibi- Avrupa Topluluğu ülkelerine sıçrama tahtasıdır, olanakları geniş bir pazardır. Dolayısıyla "Çin her sattığımızı almaya hazır, aç bir açık pazardır, Çin'i kaybetmeyelim" gerekçesi cahilce yapılan kısır bir varsayımdan öteye gidemez. İkincisi, bir dost ülkenin içişlerine müdahale sakıncasıdır ki, bu gerekçelerin en mantıksızıdır. Şöyle ki:

4. Çin Halk Cumhuriyeti, 1960'lı yılların sonlarından itibaren Türkiye'nin içişlerine iki ayrı yönden müdahale etmektedir: Birincisi, Türkiye'de "Maocu" olarak ortaya çıkan yapılanmalara tam bir lojistik destek vermek; ikincisi ise, daha önce Türkiye'ye göç etmiş Doğu Türkistan cemaatini kontrol altında tutmak!.. Çin bu amaçla Türkiye'deki servis elemanları vasıtasıyla çok büyük meblağlar akıtmıştır, akıtmaya da devam etmektedir. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi'ne bağlı MSS (Devlet Güvenlik Bakanlığı), Guoanbu (Guojia Anquan Bu), MPS (Kamu Güvenlik Bakanlığı), Halk Kurtuluş Ordusu bünyesi içindeki 8341 Unit-Central Security Regiment örgütünün İkinci Departmanı ve Uluslar arası İrtibat Departmanı ve Yeni Çin Haber Ajansı (Xinhua), Türkiye ile ilgili tüm istihbarat ve ajitasyon faaliyetlerinden müteselsilen sorumludur. Çin İstihbaratının faaliyet gösterdiği 50'nin üzerindeki ülke arasında Türkiye ön sıralarda gelmektedir. 1949'da Çin Komünist Partisi'ne bağlı olarak kurulan ve başlangıçta KGB tarafından yapılandırılan Çin İstihbarat Servisi, Mao'nun ölümünden sonra, yakın zaman öncesine kadar (ilişkiler bozuluncaya kadar) C.I.A. tarafından modern yapılanmaya kavuşturulmuştur. Dolayısıyla asla küçümsenmeyecek deneyimli kadro ve tekniklere sahiptir. Servisin Birinci ve Dördüncü Bürosu Doğu Türkistan Türkleri ve Çin'e gelen Türk vatandaşları ile ilgilenirken, İkinci, Altıncı, Sekizinci ve Dokuzuncu Büroları ile Dış İlişkiler Bürosu Türkiye'ye ve diğer hedef dış ülkelere yönelik faaliyet göstermektedir. Servisin, Yeni Çin Haber Ajansı'nın yanısıra, yönetim ve uluslar arası ilişkiler alanlarında elemanlarına akademik düzeyde eğitim veren iki enstitüsü de bulunmaktadır. Çin Servisi'nin Batı'daki en önemli desteği, Almanya Dış İstihbarat Servisi olan BND (Bundesnachrichtendienst), Ortadoğu'daki ise İran'ın malûm servisidir. Almanya, İran ve Çin ekseninde en önemli hedef ülke ise jeopolitik konumundan dolayı Türkiye'dir. Çin, Almanya ve İran ile aleni işbirliği yaparken, Irak, Libya ve Yugoslavya'ya da aleni destek vermektedir. Dikkat edilecek olursa, bu ülkelerin hepsi, A.B.D.'ne ve Türkiye'ye karşıdır. A.B.D., Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar Çin'deki tüm insan hakları ihlâllerine ve Doğu Türkistan Türklerine yapılan baskılara gözlerini kapatarak destek verirken, son yıllarda yolları ayrılmıştır. Şimdi, C.I.A., Tibetlilerin yanısıra Doğu Türkistan Türklerinin haklarını arama çabasına girişmiştir. Elbette ki samimi değildir, çifte standart uygulamaktadır, ama ülkesinin bölgedeki çıkarlarının gereğini yerine getirmektedir. Ya Türkiye?!. 30 Milyonluk bir soydaş kitlesine arkasını dönmeyi ve demokratik tepkileri boğmayı yeğleyen sünepe bir devlet imajı çizmiştir. A.B.D. Hükûmeti'nin birinci derecede kayırılan ülke statüsünden çıkardığı Çin Halk Cumhuriyeti'nin talebini "emir" kabul ederek yerine getirmek, Türkiye'nin uluslar arası gelişmeleri ve değişimleri iyi algılayamadığı gibi değerlendirmelere yol açmıştır.

SONUÇ: Bir halk özdeyişiyle "almadan vermek Allah'a mahsustur". Çin Türkiye'ye ne vermiştir ki karşılığında bu ayrıcalığı hak etmiştir? Türkiye bir "muz cumhuriyeti" değildir; gösteri hakkı Anayasa ile güvence altına alınmıştır. Bir genelge ile anayasal bir hakkın yasaklanması, sınırlandırılması mümkün değildir. Bu aczi sergileyen yöneticiler, "Abdullah Öcalan idam edilmesin" yolundaki dış baskılara nasıl direnebileceklerdir? Sayın ANAP yöneticileri bu ödün kapısını Çin'e sorumsuzca açarken, diğer hasım ülkeler için de kötü bir örnek sergilemişlerdir. Hiç şüphesiz bunun arkası gelecektir. Ama daha da önemlisi akıllara vahim bir soru gelmektedir: Kendilerini Alman ekoluna mensup kabul eden kimi politikacılar, Çin'e Almanya istediği için mi koşulsuz ödün vermişlerdir? Alman ekolu, A.B.D. ekolu, Arap ekolu... Yazıklar olsun!.. Ama bugünkü Türkiye gerçeği maalesef bu!.. Milliyetçilik de, müslümanlık da, demokratlık da bunların tekelinde!..


Yeni Hayat dergisi, sayı 57
KAYNAK
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Gaspıralı İsmail Bey: Dilde Birlik ve Türklük Şuuru

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:30

GASPIRALI İSMAİL BEY:
DİLDE BİRLİK VE TÜRKLÜK ŞUURU

Dr. Necip Hablemitoğlu

19. Yüzyılın sonlarına doğru Türk Dünyası, medeni Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında, hemen her alanda oldukça geri durumdaydı. Bu geriliğin nedenleri ve çözümü üzerine kafa yoran Türk aydınları, “ceditçi” yani yenilikçi, aydınlanmacı bir platformda yeralmışlardı. Karşılarında ise, mevcut durumu muhafazadan, yani statükonun devamından yana çıkarı olan “kadimci”ler bulunmaktaydı. Türk Dünyası’nın tek hür ve göreceli müstakil devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, sözkonusu geriliğin giderilmesi ve gelişmiş medeni ülkelerle aradaki farkın kapatılması için fikir üreten Namık Kemal, Ziya Paşa, Mithat Paşa, Ziya Gökalp, Mehmet Emin (Yurdakul), Ömer Seyfettin, Halide Edip (Adıvar) gibi aydınlar, teşkilatlı olmayan bir hareketin önde gelen isimleri arasındaydı. Yaklaşık 30 milyonluk bir Türk azınlığa sahip olan Çarlık Rusyası’nda ise, Gaspıralı İsmail Bey, Abdül-Kayyum Nasırî, Şihâbeddin Mercâni, Musa Carullah Bigi, Fatih Kerimi, Hasan Bey Zerdabî, Mirza Feth-Ali Ahundzâde, Dr. Hüseyinzâde Ali Bey, Ahmet Aga(yev), Ali Merdan Topçubaşı, Mirza Elekber Sâbir gibi aydınlar, mevcut geriliğin tahlili, sebep ve neticeleri üzerine çalışmalar yaparak, mücadele vermişlerdi.



Gaspıralı İsmail Beyi, dönemin diğer Türk reformcularından ayıran özelliği, görüşlerini ve meselenin çözümüne ilişkin tekliflerini sistematik bir programa dayandırmasıydı: Gaspıralı, özetle, milli okulların geliştirilmesini ve eğitimde reform yapılmasını; milli eğitim kurumlarının ve fakir öğrencilerin, açların, felâketzedelerin maddeten desteklenmesi ve bu istikamette içtimai tesanüdü sağlamak için ‘cemiyet-i hayriye’ler kurulmasını; bütün Türklere ortak dilde hitâb edecek milli basının faaliyete geçmesini; din tesiri altındaki hayat tarzının modernleştirilmesini; Türk kadınının hususi ve kamusal sahada tam bir hürriyete ve erkeklerle tam bir müsavata kavuşturulmasını; cinsiyet ayrımı yapılmaksızın milli nitelikli bir aydınlar zümresinin yetiştirilmesini talep ediyordu. Bu programın asıl maksadı, önce Çarlık Rusyası’nda yaşayan Türk topluluklarına, sonra da tüm Türk Dünyası’ndaki Türk topluluklarına milli hüviyet kazandırırken, Türklük şuurunu da aşılamaktı. Bir başka ifadeyle, milli hüviyetinden habersiz, kendini dini hüviyetle “ümmet” olarak niteleyen ve ayrıca Rusya’da “inorodetsi” statüsünde yeralan Türklerin, millet olma merhalesine ulaşmalarını sağlamaktı. Zira, medeni ülkelerin içinde millet merhalesine ulaşamamış bir tek ülke mevcut değilken, geri ve sömürge konumundaki ülkelerin bir tekinde bile millet merhalesine ulaşılamadığı apaçık bir hakikattı. Millet merhalesine ulaşılmadan, milliyet şuuruna sahip olunmadan, mevcut gerilikten ve çok taraflı esaretten kurtulmak mümkün değildi. Gaspıralı İsmail Bey, bu amacı şu veciz ifadeyle sloganlaştırmıştı: “Dilde, Fikirde, İşde Birlik!..”

1. DİLDE BİRLİK VE TÜRKLÜK ŞUURUNA KARŞI GELENLER

Osmanlı İmparatorluğu’nda suni Osmanlı milliyetçiliği ya da ümmetçilik geçerliliğini korurken, Çarlık Rusyası’nda da mahalli şivelerden ve hatta ağızlardan ayrı bir edebi dil, Türk boylarının her birinden de ayrı bir millet yaratma çabaları, Rus devletinin asli politikalarının icabı idi. Bu dönemde, Bulgar kökenli İdil-Ural Türkleri, Kıpçak kökenli Kırım Türkleri, Oğuz kökenli Kafkasya Türkleri için ortak “Tatar” sıfatı kullanılmaktaydı. Bu kavram karmaşası içinde Türkistan Türkleri, İdil-Ural Türkleri için “Nogay” tesmiyesinde bulunurlarken, Türkistanlılar için de yaygın biçimde “Sart” tâbiri kullanılmaktaydı. Ki bunların hiçbiri bilimsel gerçeği yansıtmamaktaydı. Başta İlminski olmak üzere bazı Rus devlet adamları, akademisyenler ve misyonerler, panslavizmin karşısında tehdit oluşturan Türk soylu toplulukların birliğine yolaçabilecek ortak paydaları silme, yok gösterme gayretindeydiler (1). Bunun için de önce “Türk” adının unutturulması; yerine “Tatar”, “Kazak”, “Kırgız” gibi boy-kabile isimlerinin ikâme edilmesi; her lehçe ve şivenin apayrı bir dile dönüştürülmesi; boy milliyetçiliğine göz yumularak Türk toplulukları arasında suni düşmanlıkların ve ayrılıkların yaratılması gibi ince taktiklere başvurmuşlardı. Boy milliyetçiliği, Rus devletini korkutmuyordu, aksine, Türk toplulukları arasında ayrılıklara, düşmanlıklara yol açacağından işlerine geliyordu. Kaldı ki, boy milliyetçiliğinin Rus düşmanlığına yol açması da önemli değildi; zira, birliğini, tesanütünü kaybetmiş büyük bir kitle içinde küçük bir parçanın ne kadar zararı olabilirdi ki?.. Önemli olan asıl tehdit kaynağını, büyük Türk kitlesini -henüz milliyet şuuru oluşmadan- parçalayarak tesirsiz hale getirmek idi. Böylece, “Tatarcılık”, “Kazakçılık”, “Kırgızcılık” gibi boy milliyetçiliklerinin yolu açılmış oldu...

Bilerek ya da bilmeyerek “boy milliyetçiliği” yapan, dolayısıyla “Türk hüviyeti”ni reddedenler, başlıca üç farklı grupta kümelenmişti: Rus propagandasının etkisi altında kalan cahil ve yarı-cahil kesim, samimi olarak, meselâ “Tatar” olmakla, “Tatar milletine mensup olmakla” gurur duyuyorlardı. Dinî bağnazlığın farklı bir türevi, bu suni milliyetçilik için de söz konusuydu. Okumaya, araştırmaya ve gelişmeye nispeten kapalı olduklarından, bu kesime doğruyu anlatmak hayli zordu. Genelde milliyet hüviyeti yerine “dinsel hüviyet” kullanan eskilik yanlısı kadimciler de bu grubun içinde sayılırlardı.

Türklük bilincine sahip olup da, sosyalist örgütlere sırf azınlığın sorunlarının radikal biçimde savunuculuğunu yaptıkları için destek veren aydınlarla (A. Hadi Maksudi, Hasan Sabri Ayvaz v.d.), gerçekten sosyalist fikirlere inanan, Sosyal Demokratlar, Sosyal İhtilâlciler (Es-Er’ler) gibi sol örgütlere mensup olan radikal görüşe sahip Türk gençleri ikinci grupta yer almaktaydı. Özellikle bu gençler sosyalist terminolojiden etkilendiklerinden “halklara özgürlük” gibi temel slogan ve söylemlerde, genel nitelikte milliyetçilik, -burjuva milliyetçiliği- anlamında kabul edilerek reddedilmekte; ancak ezilen halkların milliyetçiliği teşvik edilmekteydi. Hiç şüphesiz bu gruptakilerin neredeyse tümü, halkının en temel hak ve özgürlüklerini tanımayan ve sadece sömüren Çarlık rejimine karşı aktif mücadele için hayatlarını tehlikeye atan vatanseverlerdi. Nitekim, Sovyet rejimi döneminde bunların büyük bir bölümü öldürülerek tasfiye edilmişlerdi (Sultan Galiyev, Veli İbrahim v.d.). Bir bölümü ise daha önce Türklük bilincine sahip olarak eski ideolojilerinden vazgeçmişlerdi (Ayaz İshaki, Nasip Yusufbeyli v.d.). Halkına ihanet ederek yeni rejimle sonuna kadar işbirliği yapanların oranı ise son derece düşüktü...

Bazı entelektüellerin oluşturduğu bir diğer grubun içinde Rus okullarından mezun olup, tamamiyle Rus kültürünü benimseyen Türk gençleri olduğu gibi; bu okullardan birer müfrit Rus düşmanı olarak yetişen gençler de vardı. Rus kültürünü benimseyenler, “boy”ların ayrı birer millet olduğunu tartışmasız kabul ederken; diğerleri, bu ivme kazanmış bölünme sürecinin durdurulamayacağını, “Türk hüviyeti”nin geçerli olması için önce “ortak bir edebiyat dili” olması gerektiğini ve bunun da olmadığını öne sürerek “boy hüviyeti”ni ön plana çıkarıyorlardı. Bunların görüşüne göre, “ortak bir edebiyat dili” yoksa, herkes başının çaresine bakmalı ve kendi “edebiyat dili”ni yaratmalıydı. Bu yol, hem daha zahmetsiz, hem daha kestirmeydi; hem halkçı ve hem de milliyetçi özellikleri taşımaktaydı. “Türk hüviyeti”ni savunmanın, “ortak bir edebiyat dili” oluşturmanın halktan ve de Rus yöneticilerinden göreceği tepkiler dikkate alındığında, büyük riskleri söz konusuydu. Oysa, kendi lehçesinde (dilinde) eser verildiğinde, öncü olarak tarihe geçmek son derece cazip ve kesinlikle de risksizdi. Bunların dışında, sırf yerel edebiyatı geliştirmek, halkını uyandırmak uğruna kendi lehçelerinde anıt eserler meydana getirmiş yazar ve şairlerin sayısı ise hiç de az değildi (Tukay, Abay, Çolpan, Çobanzâde v.d.).

1.1. EDEBİ DİLDE BİRLİK

Gaspıralı İsmail Bey, “Tercüman”da yazdığı belki yüzlerce yazıda, farklı gerekçelerle de olsa “Türk hüviyeti”ni kabul etmeyenleri, her halükârda Rus menfaatlerine hizmet ettikleri gerekçesiyle uyarmaktaydı. “Rusya Müslümanları III. Kongresi”nde, Rusya’nın hemen her yerinden gelen delegelere hitaben, “Bizler umumen Türkler, aslımız birdir, neslimiz birdir. Zamanlar, mekânlar ihtilâfıyle şivemizde, âdâtımızda (adetlerimizde) ihtilâf peyda oldu; gittikçe tefavüt (farklılık) artdı. Birimiz diğerimizin lisanını anlamamak derecesine geldik.... Mekteb-Medrese Komisyonu hazır etmiş dukladda (rapor) ibtidai mekteb derslerine dört sene tayin olunmuşdur. Üç senesi sade mahalli lisan ile olsa, dördüncü sene de umumi bir lisanla yazılmış kitab tedris olunsa, tedricen lisan birleşür idi” (2) diyen Gaspıralı, azınlığın kurtuluşunun önce “ortak bir edebi dil” etrafında birleşmekten geçtiğini vurguluyordu. Kongreden bu doğrultuda karar çıkaran Gaspıralı İsmail Bey, öngördüğü dilde birliğin, sade İstanbul Türkçesinde sağlanacağını da gizlemiyordu. Ancak, bunun için Türkçeye Arapça, Farsça ve diğer yabancı dillerden girmiş kelime, deyim ve kuralların çıkarılmasını; buna ek olarak da farklı lehçelerdeki uygun yerel kelimelerin kullanılmasını şart koşmaktaydı (3). Gaspıralı, Osmanlı Türkçesinin aynen kullanılmasına da şiddetle karşıydı (4); Osmanlı Türkçesi denilen suni dilde, ağırlıklı olarak yer alan Arapça ve Farsça kökenli gramer kaidelerinin yanısıra, kelimelerin de Türkçe karşılıklarının bulunup kullanılmasını istiyordu ki, bunun adı tek kelime ile Türkçülüktü. O’nun bu rüyasını -Türkiye sınırları içinde- daha sonra gerçekleştirecek kişi ise Atatürk’tü.

Gazetesindeki “Tercüman” başlık yazısının altında kullandığı “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” sloganına uygun olarak Gaspıralı, ancak bu üç alanda birliğin sağlanmasından sonradır ki Türk Dünyasının özgürlük ve çağdaşlığa kavuşacağına inanıyordu. İstanbul’un en büyük gazetelerinden “İkdam”da (27 Haziran 1914, No. 6245) yayınlanan söyleşisinde, Rusya Türklerinde Türklük bilincinin oluşmasının siyasal sınır tanımazlığını şu cümlelerle ifade ediyordu: “Eğer Türkler (Osmanlı Türkleri) lisanlarını biraz daha sadeleştirmiş, kıraet ve imlâyı (okuma ve yazmayı) teshil edecek (kolaylaştıracak) surette huruf-u savtiyeyi (sesli harfleri) istimal etmeğe (kullanmaya) başlamış olsalardı, beş altı seneye kadar Rusya müslümanlarile lisanları suret-i kat’iyede birleşmiş olurdu. Bundan husule gelecek faydaları izaha hacet yoktur sanırım”.

Gaspıralı, “Tercüman”ın 1906 yılına ait nüshalarında, ortak edebi dil konusundaki yazılarına sıklıkla yer veriyordu. İşte, 108 No.lu nüshada, bu konudaki hassasiyetini, okuyuculara hitap başlığı altında şu gerekçelere dayandırıyordu:

“İnsanları rapteden (bağlayan) en ibtida (evvela) ‘LİSÂN’dır. Maarif ve edebiyat, din ve millet umurlarının (işlerinin) terakkisi için ibtida ve en zaruri olan vasıta ve sebep, lisân-ı millî, lisân-ı umumi ve edebidir. Umumi lisâna mâlik olmayan tayfalar (kavimler) perakende yak yak kalıp ‘MİLLET’ pâyesiyle pâyidar (devamlı) olamazlar. Kılıç ve zaman ve mesafe ile ayrılmış tayfaları birleştiren ‘KALEM İLE LİSÂNDIR’. Zamanlara ve mesafelere galebe çalan yine kalem ile lisândır. Her kavmin iki büyük sermayesi olur: Biri dindir, diğeri lisân-ı edebisidir. Kardeşler, lisân birliğine çalışacak zaman geldi. Vakit fevti (kaybı) ve gaflet caiz değildir. Geliniz bu işe çalışalım. Nişleyelim deseniz, meclislerde ve her türlü mükâleme (konuşma) ve münazara (ilmi tartışma) mahallerinde ve gazetelerde bu meseleden bahisler etmeliyiz. Bu fikri kuvvetleyip beyn-en-nâs (halk arasında) münteşir kılmalıyız (yaymalıyız). Edebiyatta ve mekteplerde umumi lisâna yol açmaya çalışmalıyız ki, bundan yirmibeş otuz sene sonra efrâd-ı milletin dili birleşsin. Bu ise FİKİR VE İŞ BİRLİĞİNİ mucip olur”.

Gaspıralı İsmail Bey, 16.10.1907 tarihli “Tercüman”da (No.67), ortak edebi dil yolunda alınan mesafeye katkısını şöyle ifade etmekteydi:

“Bugün Kazan şivesinde yazılan bir cümleyi Kafkaz anlamadığı ve Kafkaz’da kullanılan Azerbaycan lisânını Kazan anlamadığı malûm olduğu halde, ‘TERCÜMAN’ Kafkasya’da da, Kazan’da da, Türkistan’da da, Mısır’da da, Türkiye’de de anlaşılmaktadır. Efkâr (fikirler) ve iş birliği, lisân birliği sayesinde olduğunu takdir eden ‘Tercüman’, yirmibeş seneden beri buna, yani lisân-ı umumi tesisine çalıştı”.



1907’de Hükûmetin azınlık okullarında “ana dili” yeniden yorumlayarak “mahalli şive”nin esas alınmasını öngören ünlü kararnamesine, Gaspıralı İsmail Beyin tepkisi şöyle olmuştu:

“Maarif Nezareti’nin tefsiri yanlış tefsirdir. Doğma dil (radnoy yazık) demek, kavmin, milletin lisân-ı edebiyyesidir. Rusların doğma dili Vologodskiy, Yaroslavskiy, Kurskiy, Saratovskiy şiveleri değildir, Rusların lisân-ı edebiyyesidir. Bizim de doğma dilimiz TÜRK dilidir, lisân-ı edebiyyemizdir” (5).



“Tercüman”ın 25. Yıl Jübilesi’nin hazırlıklarının yapıldığı günlerde ise şu önemli mesajı vermekteydi:

“Elli milyonluk Türk kavminin vilâyet vilâyet şiveleri (nareçiya) telaffuzda (pronons) tefavütleri (ayrılıkları) car ise de hâsıl lisanları birdir, binaenaleyh bu kavm-i necibenin umumi lisân-ı edebiyyeye hakkı olduğundan maada, dünyada yaşamak istiyor ise herşeyden ziyade ve herşeyden evvel ittihad-ı lisâna (dil birliğine) çalışmalıdır.... Arslan gibi milletimizin başına gelen felâketler ... her su boyunda bir Han ya Emire tâbi bulunduğu değildir. Her su boyunda bir şive kullanıp, şimdiye kadar umumi lisân-ı hitâbet, lisân-ı edeb vücuda getirmekte ettiği gaflettir. Bundan 25 sene mukaddem ‘Tercüman’ın gayet sade ve mutavassıt şive ile yazıyla başladığı yukarıda söylediğimiz şeylerin neticesidir” (6).



Gaspıralı İsmail Beye göre, Dostoyevski, Turgenyev, Puşkin gibi yazarlar, kendi mahalli lehçelerinde değil de Rus edebi dilinde yazdıkları için büyüktüler. Rus edebi dili de bu yazarlarla giderek zenginleşiyor; Rus halkında da Rusluk şuuru gelişiyor, kökleşiyordu. Şayet Türkler ortak bir edebi dilde birleşebilirlerse, millet merhalesine geçebileceklerdi. Yoksa, paramparça olmaya devam ederken, gerilik ve esaret halleri de sürüp gidecekti.

1.2. TÜRKÇE-TATARCA ÇEKİŞMESİ ÜZERİNE

Rusya Türklerinde “Türk hüviyeti”nin ön plana çıkması, dolayısıyla Türklük şuurunun teşekkülü doğrultusunda yazdığı yazıların birinde (“Yine Lisan Bahsi”, Tercüman, 21 Kasım 1905, No. 95), Gaspıralı, boy milliyetçiliği güdenlere -günümüz için de aynen geçerli- şu bilgileri vermekteydi:

“Hürmetli ‘NUR’ gazetesinin 11. Nüshasında (A.A.) imzası ile neşrolunmuş ‘TATAR TİLİ’ makalesini okuduk. Cenab-ı muharrir (sayın yazar) diyor:

‘Biz Tatarmız, Arab ya ki Türk tügülmüz (değiliz). Şulayuk (şöyle oldukta) tilimiz özümüzge ayrım (başka) bir tildir (dildir)”.

Makalenin bu beş satırlarını gördükten sonra ilerisini okumaya hacet yoktur. Demek oluyor ki, Hankirmanlı bir Türk olan Ataullah Efendi özünü bir Tatar zannediyor. Öyle mi? Bu çok büyük bir hatadır. Eğer olmuş geçmiş zaman olsaydı, bu itikad-ı batılayı (batıl inanış) yazan, ya ki yazdıran ‘cebir efendi’dir zannederdik. Herşeyin doğrusunu, tamamını yazmaya müsaade edilmiş bir zamanda efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) böyle karıştırmak ve edebiyat-ı milliye meydanına böyle tefrika (ayrılıkçılık) düşürmek yalnız ‘Nur’ refikimizin (arkadaşımızın) malûmatsızlığına yüklemek lâzım geliyor.

Rica ediyoruz ki ayıp buyurmasınlar. Cemaat ve millet işlerinde hatır, gönül, dostluk bakılmaz. İşin doğrusu söylenir.

Mukaddemce (evvelce) Tiflis’de çıkmış refikimiz ‘Şark-i Rus’, elifba tebdili (alfabe değişikliği) meselesini ortaya atmış idi. Hazırda ‘Nur’ til meselesi çıkardı. Fikir ve til ve amel (iş) birliğine yumruk uruldu. Lâkin ziyansızdır. Her halde ‘tevhid’ (birleştirme) gibi vücud-u aziz mükerremin (aziz ve muhterem varlığın) müdafaasına çalışmak borcumuzdur. Çalışırız.

BİZ ARAB DEĞİLİZ, AMMA TATAR DA DEĞİLİZ EFENDİM. ÇÜNKİ ‘TATAR MİLLETİ’ BİZLERDEN BAMBAŞKA BİR MİLLETDİR. Tatarlar Kıtay’a (Çin) tâbi ve Moğolistan’ın bir köşesinde dolanan bedevi (göçebe) ve mecusi, putperest bir kavimdir. Tilleri bizim tile hiç oşamaz (benzemez). Rusya’da bunlardan bir nefer bulunmaz. Elinizde tarih kitapları olsa gerektir. ‘Babürname’, ‘Şibân-ı Name’, ‘Şecere-i Türki’ hatta merhum Mercani’nin ‘Tarih-i Bulgar’ı gibi, atalar eserlerine müracaat buyrun. Eğer bunlar elde yoksa, Rus tilinde yazılmış ‘İstorya’ ve ‘Etnoğrafya’ kitapları Petersburg’da yüzlep (yüzlerce) bulunurlar. Bunlara müracaat buyrun. Her ilim ve fenden icmalen (özetleyerek) haber veren seksen cilt Brockhaus lûgat-ı umumisine müracaat edelim. Bu lûgat-ı ilmiyenin 47. cildinin, 189. ve 344. betlerine (sayfalarına) bakın ne demiş:

Türk tilini şiveleri ile tekellüm eden (konuşan) halklar, taifeler (boylar) Asya’nın bir çok yerlerinde, Avrupa’nın şimal (kuzey) ve cenub-i şarkisinde (güneydoğu) ve kısmen Afrika’nın şimal-i şarkında ikâmet ederler. Bahr-i Muhit-i Müncemitten (Buz Denizi) ta İran ortalarına kadar, ta Rusya ortalarından Kıtay’ın Göbenlon dağlarına cayramış (yayılmış) bir millettir ki Rusya’da Hankirmanlılar, Makedonya’da Osmanlılar bu millete mensupturlar.

Til lisan itibariyle Sibirya’nın Yakutları, Sibirya Türkleri, Baraba, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Başkırt, Nogay, Kazanlı, Kırımlı, Kumuk, Uygur, Özbek, Tarançe, Sart, Azerbaycan ve Osmanlı namları ile maruf taifeler, orumlar hep TÜRK TİLİ İLE SÖYLEŞİRLER. HEP TÜRKLERDİR.

BİZ TATARMIZ DEGEN KİŞİLER RÜCU KILMALI (sözünü geri almalı), BU FİKİRDEN KAYTMALI (geri dönmeli).

Gelelim ‘TATAR TİLİNE’, yazdığınız Tatarca ise, gazetenizin yine şu 11’nci nüshasında, Perm vilâyeti Osa üyezdi (şehri), Biçom Karyesinin (köyü) imamı Abdurrahman Efendinin, Uralsk beldesinden Zarif Elhari Efendinin, Orenburg vilâyeti Bozuluk şehri imamı Ali Asgar Efendi cenapları tarafından gelmiş ve derc edilmiş (yayınlanmış) mektupların tili nasıl tildir? Ata, ana tili yani Türkçe değil midir? Sizin kullandığınız til hiç ‘tatarca’ değil, lâkin uram ve izvoşcik arabacı şivesidir.

Şehabettin-i Mercani’den Kayyum Nasıri’den başlap, 25, 30 seneden beri elenmiş ve bir derece hallolunmuş milli ve umumi lisan-ı edebiden niçün oluyor da haberiniz yoktur? Bu gaflet hiç caiz görülemez. Hiç olmazsa aldığınız özünüzden menkul. Dokuzyüz mektuptan yediyüzellisi lisan-ı edep ile yazılmış olduklarından ibret ve meslek almak gerek”.



“Mühim Zaman Bu Zaman” başlıklı makalesinde (“Tercüman”, 15 Mart 1905, No. 20) ise Gaspıralı, “Rusya Müslümanları” tâbirinden ne anlaşılması gerektiğini şöyle açıklıyordu: “Rusya Müslümanları... diyoruz. Bunlar kimlerdir? Nereden ‘kaydan’ gelmişler? Hâzırda çokluk ve köplük (fazlalık) itibariyle Rusya Devleti’nin birinci ahalisi Rus preslevni halk olduğu halde, ikinci halk ehl-i İslâmdır. Rusya’nın Avrupa ve Asya vilayetlerinde onsekiz milyon müslüman mevcuttur. Bunların onaltı milyonu cins, süyek (kemik), dil, tekellüm (konuşma), âdet ve tarih itibariyle EVLAD-I TÜRKTÜR. Ve onaltı milyon halk, Kırgız, Tatar, Türkmen, Azerbaycan, Kırımlı, Şirvanlı, Kazanlı vesair namlar ile maruf (tanınmış) ise de, cümlesinin aslı Deşt-i Kıpçaklıdır (Kıpçak Bozkırındandır)”.

Gaspıralı İsmail Bey, Devlet Duması’ndaki Maarif Komisyonu’nun Müslüman okullarındaki eğitim dilini “Tatar dili” olarak belirten bir kararını net bir biçimde eleştiriyordu:

“Demek oluyor ki millî lisânımız ‘Tatarca’ ve tahsil-i ibtidaiyemiz de bu Tatarca ile edilmek lâzım gelecek. Vay politika, politika, mekteblere girmez isen ne güzel olurdu. Tatar kavmi mevcut değil, Tatar dili malûm değil. Lisânımıza her ne isim verilirse verilsin, hakikat-i hâlde TÜRK DİLİNDEN başka bir şey olmayacaktır.... Rus ve Osmanlı tarihleri Rusya Müslümanlarına garaibden olarak ‘Tatar’ ismi vermişler, fakat bizi Tatar edemezler. Hattâ kendimiz bile Tatarız diye ikrar etsek yine hakikati çürütmek mümkün olmaz” (7).

Bu gerçekleri hiç şüphesiz Rus makamları da çok iyi bilmekteydi. Nitekim, Başbakan Stolıpin tarafından Yüksek Din Şûrası Başkanı Lukyanov’a gönderilen 1910 tarihli bir genelgede, şu uyarıda bulunuluyordu:

“Hristiyan milletinin Müslüman Dünyası ile olan çatışması dini olmayıp siyasi, kültürel ve devlet niteliğinde bir savaştır. Panislâmizmin son zamanlarda sağladığı başarı bu yüzdendir. Bu başarı bizim Rusya’da büyük önemi haizdir. Bir takım milletleri kapsayan Rusya müslümanlığının, önemsiz bazı istisnalarla, çeşitli lehçelerle olsa da, genellikle bir dilde konuşan TÜRK IRKINA mensup olduğu hususu göz önünden uzak tutulmamalıdır” (8).



Görüldüğü üzere, resmi istatistiklerinde ve ilişkilerinde “Türk” tâbirini kullanmaktan ısrarla kaçınan Rus yöneticileri, gerçeği bu denli açık ve net ifade edebiliyorlardı. Bir kere daha anlaşılmıştı ki, “Türk hüviyeti”ni reddedip “boy hüviyeti”ni kabullenenler, Rus hükûmetinin “böl-yönet” taktiğine bilerek ya da bilmeyerek alet olmaktaydılar.

Gaspıralı İsmail Bey, cahilinden mürtecisine, sosyalistinden Rus hükûmetine uzanan garip bir işbirliğine rağmen, Rusya Türklerine Türklük şuuru vermekte ne kadar başarılı oldu? Bu soruya net bir cevap vermek mümkün değilse de, bildiğimiz, Gaspıralı İsmail Beyin son nefesini verdiği ana kadar Türklüğün propagandasını yapmaktan bir an bile geri durmadığıdır. İşte birkaç örnek daha:

“Milletimiz büyük millettir. Zaman ve mekân ve mesafe tesirleri ile fırka fırka ayrılıp birbirini bilmez ve anlamaz dereceye geldiği ve ‘Türk’ yüksek ismini unutup kimi Tatar, kimi Karapapak, kimi Kazak, kimi Tarançı namları ile dağılıp ufaldıkları malûmdur (9).

“Milletin ne fikirde olduğu ve olacağı ileride görülür. Bana gelince, nazar ve itikad-ı siyasiyemin nigzi (temeli) TÜRK OĞLU TÜRK OLDUĞUMDUR. İbtida, Türk olmayınca ne aristokrat olurum, ne avamiyun olurum, ne iştirakiyyundan. ‘Eğer bana halin berbattır, Türklük, yani kavmiyet, milliyet fikrini taşla da (bırak da) saadete nail ol’ deseler, bu yüzden gelecek saadete, bedbahtlığı tercih ederim. Ben, ben olmamak ne aklıma gelişir, ne vicdanıma yatar. Yüz Türkten zannederim doksandokuzu bu fikirdedir. MİLLİYET HER ŞEYDEN MUKADDEM VE HER ŞEYDEN MUKADDES TUTULUYOR. Bunu belki eskiliktir ‘perejitok’ zanneden gençlerimiz bulunur. Hayır, itikadım eskilik değildir” (10).

1.3. DİLDE BİRLİK VE TÜRKLÜK ŞUURUNA DESTEK VERENLER

Gaspıralı İsmail Beyin başını çektiği umumi edebi dil hareketine, Rusya’nın hemen her yerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde, Mısır’da, Balkanlar’da bulunan Türk aydınlarından büyük alâka ve destek gelmişti. Fatih Kerimi, Musa Carullah Bigi, Ahmet Aga(yev), Ali Merdan Topçubaşı, Dr. Hüseyinzâde Ali, Münevver Kari gibi yüzlerce aydın, Gaspıralı ile kader birliği yapmışlardı. Rusya’nın hemen her tarafından umumi edebi dil ile yayınlanan gazete ve dergilerin sayısında ciddi artışlar kaydedilmişti. Rusya Türklerinin Türklük şuuruna sahip olmaları, bir başka ifadeyle millet merhalesine geçmeleri yolunda gayret sarfedenlerden biri olan Rızaeddin Fahreddin(of), 17 Kasım 1905’de “Bizler Tatar mı Değil mi?” başlıklı mükemmel ve mükemmel olduğu kadar da devrin şartlarında radikal sayılabilecek bir makale kaleme almıştı. Tarihi gerçekleri halkın da anlayabileceği sadelikte ifade eden Fahreddin(of), makalesinde kısmında şu tespitlerde bulunmaktaydı:

“İlk asırlarda Türkler: Hun, Avar, Uygur, Hazar ve Bulgar, Peçenek ve son zamanlarda da Selçuk, Kırgız, Başkırt, Türkmen, Osmanlı, Azerbaycan, Bulgar gibi birkaç fırkalara ayrılmış ise de, böyle ayrılık bazen siyasi ve bazen de yalnız oturdukları orun (yer) cihetince olmuştu. Bir ata ve bir ana balaları olan Türkler, Astırahan etrafında olduklarında, Hazer Denizi münasebetiyle ‘HAZER’, İdil ve Ural boylarında oturdukları vakit ‘BULGAR’ diye atalnup (adlandırılarak) yürürler idi. Yoksa bunların örf ve âdetleri maişet ve tilleri (dilleri) cihetinden bir farkları da yok idi. Şöyle ki, Ufa Vilâyeti’nde olan bir Başkırt, Anadolu’nun istediği yerine varsın, kendi tilini ve kendi örf ve âdetini görür ve söyleşir, Azerbaycanlı bir Türk, Kaşgar’a vardığında yine işbu hale tesadüf eyler....

Türkî olan bir kavmin, Türkî olan ikinci kavim üzerine ihtilat etmesinden üçüncü bir kavim zuhur etmesi lazım gelmez. Öyle ise Finler üstüne gelen Hunlar, Avarlar, Hazer ve Bulgarlar, Tükyular ve gayriler ne kadar köp (çok) olsalar olsunlar, hemişe (daima) TÜRK OLARAK KALIRLAR....

Tatarlar bu yerlere geldiklerinde, bizim babalarımız olan Türklerin, kürşileri (komşuları) olan kavimlerin arzu edecek revişde (tarzda) medeniyetleri var idi.... Deşt-i Kıpçak’ta, Moğol ve Tatar Hükûmeti munkariz (tükenmiş) olduğu günde, babalarımız olan BULGAR VE HAZER TÜRKLERİ, milyonlar ile hesab edildikleri halde vatanımızda yaşarlar idi. Öyle ise bizler TATAR DEĞİL, HALİS TÜRKLERİZ” (11).

Kazan’da yayınlanan “Yulduz” (Yıldız) gazetesinde yer alan aşağıdaki değerlendirme yazısı, “Tercüman”ın 27 Eylül 1907 tarih ve 50 No.lu nüshasında da iktibas edilmişti:

“Bu gazete yirmibeş seneden beri devam etti. Halkın okuvdan hiç lezzet almadığı bir zamanda, türlü zahmetler çektiği halde sebat gösterdi. İmdi halkın gözü açıldı, matbuattan lezzet alabaşladıkları zamanda ‘Tercüman’ elbette devam edecektir. Yirmibeş sene içinde sevip, okuyup istifade eden kişilerin hiç birisi ‘Tercüman’ı taşlamazlar (bırakmazlar), hem taşlamamaya gerektir. Çünkü ‘Tercüman’ onların her birinin manevi üstadıdır.

Eğer yeni gazeteciler eskiden beri ‘Tercüman’ okuyup, istifade kılıp gelen bolmasa (olmasa) idiler, hiç birinin muratları anlaşılacak derecede yazamazlardı. Tanları atsa da kuyaşları çıkmazdı (şafakları sözse de güneşleri doğmazdı). Davuşları (sadaları) çıksa da kulaklara işitilmezdi. Kazan şivesinde yazılan gazeteler ile kanaatlenip ‘Tercüman’ okumayı taşlamak hiç makul değildir. Lisân-ı edebiden haberdar olup, matbuat-ı osmaniyeyi mütalaaya iktidar kesbetmek arzusunda olan adamların cümlesi ‘Tercüman’ okumalıdırlar. Yaş (genç) mollalar da, muallimler de, başkalar da ‘Tercüman’ okuyup, fikir ve lisan cihetinden istifade etmeli. Yoksa lisân-ı umumiden ırakta kalırlar”.

Yukarıdaki iktibasın sonunda, “Tercüman” idaresinin bir notuna yer verilmiştir: “Tercüman hiçbir tarafa meyletmeyip, kangarmayıp (eğrilmeyip) LİSAN birliğinden FİKİR birliği, fikir birliğinden İŞ VE İSTİKBAL birliği doğacağını gözleyip çalıştığı cümle okuyanlara malûm olduğu gibi, bazı sebeplere binaen okumayanlara hem malûmdur. Biz için bu kâfidir, bakisine gelince: Cemaate rahmet”.

“Tercüman”daki bir başka iktibas da “Füyuzât”a aittir. Gaspıralı İsmail Bey, 13 Şubat tarih ve 16 No.lu “Tercüman”da yeralan bu iktibas yazısının girişine, duygu ve düşüncelerini de katmıştır: “Yirmibeş sene oluyor ki, Tercüman’ı baştan sonuna kadar veya üçte ikisini aciz kalemimden çıkarmakta idim. Bir nüsha Tercüman yoktur ki, yarısı kalemimden geçmiş olmasın. Bugün aldığım milli gazete ve dergilerimizde o kadar güzel yazılar ve fikirler gördüm ki, ciddi sevincimi göstermek için bunların kısmen naklini acele ederek, gazetemi arkadaşlarımın eserleri ile süslemeğe karar verdim. Tabii bu nüshamıza beş on satır havadis ve telgraf girdi ise de bunlara bakılmayıp yoldaşlarımın şerefine, yoldaşlarımın eserleriyle dolu kabul edilsin. Yazılmış ve nakledilmiş yazıların altında benim de aciz imzam vardır ki, yalnızlık ile canı yanmış eski bir yazıcının sevinç imzalarıdır”.



Turanî imzası ve “Türk Dilinin Vazife-i Medeniyesi” başlığı ile iktibas edilen makalenin girişinde şu bilgilere yer verilmektedir:

“Bir Türk edibi diyor ki, Arab’ın dili din ve mezheb dili oldu. Türk dili ise medeniyet-i cedide (yeni uygarlık) dili oluyor... Bu sözü biraz ıslah edelim: Arab dili din ve mezheb dili oldu. Fars dili şiir ve edep dili oldu. Türk dili ise devr-i cedid için terakki ve medeniyet dili oluyor. Bu hem zamanın hem mekânın ihtiyacındandır. Zamanca İslâm medeniyetinin üçüncü devri, yani son devri başlıca Türk tarihinden ibaret olduğu gibi, mekânca dahi dünya yuvarlağı üzerinde Türk dilinden daha yayılmış bir dil yoktur. Uzunlamasına, Mançurya’dan ve Sibirya’nın Uzak Doğu kuzeyinde akan LENA nehri sahilinden başlayıp, Altay, Karakurum, Pamir, Hindikuş, Kafkas, Kırım dağlarından geçerek Balkan dağlarının batısının sonuna kadar; genişlemesine, Ural dağlarının kuzey son noktasından, Afrika’nın Büyük Sahrası’na kadar olan yerlerde oturan ahalinin büyük kısmı Türk Dili ile konuşurlar.

Türk’ün eyler dili Çinseddine dek hükmünü icra,

Bir ucudur Altay, bu yerin bir ucu sahra.

İşte böyle geniş bir ülkede dağınık bulunan kabile ve aşiretlerin çoğu henüz bir yarı vahşette bulunuyorlar. Bunları medeniyet yoluna çıkaracak vasıta ne Arab, ne Fars, ne Rus ve ne de Frenk dilidir. Bu vasıta, ancak ve ancak TÜRK DİLİDİR. Bize Avrupalıların umumi dil diye icat ettikleri ve ne ‘volapak’ ve ne de ‘esperanto’ lâzımdır. Bir öz, muhtelif şive ve lehçelerimizi ıslah ve birleştirme ile, kendimize mahsus medeni ve edebi bir umumi Türk dili vücuda getirebiliriz”.



Tüm bu bilgi örneklerinin çerçevesinde şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Yüzlerce yıllık Rus tahakkümü, bu ülkedeki Türklerin, Türklük şuurunu tümüyle yok etmeye yeterli olmamıştı. Gaspıralı İsmail Beyin öngördüğü Türklük şuuru, kısa vadede politik bir temele ve söyleme dayanmıyordu. Meselâ, bütün Dünya Türklerini bir bayrak altında toplanmaya çağıran bir Turancılık ülküsü ile hiçbir alâkası yoktu. Her şeyden önce, Rusya Türkleri ile Osmanlı Türkleri arasında tarihten gelen bazı köklü ayrılıklar vardı. Bir başka ifadeyle tarihî geçmişleri, mahalli kültürleri ve de siyasî pozisyonları farklıydı. Osmanlı Türkleri hür, kendileri ise esirdi. Önemli olan, sonu meçhul büyük hayallere girişmeden, Rus kanunları çerçevesinde temel hak ve hürriyetleri kazanım mücadelesi vermekti. Bunun için de azınlığın milli-medeni uyanışını, kadın-erkek eşitliğini sağlamak gerekiyordu. Ancak bunlar sağlandıktan sonra, sıra bu defa Rusya vatandaşları arasında anayasal eşitliğin sağlanmasına gelecekti. İstiklâl ve hürriyet daha sonraki bir merhaleydi ve bu merhaleye geçilmeden “boşboğazlık” yapmanın alemi de yoktu. Gaspıralı İsmail Bey, sürekli düşündüğü ama açıkça söylemediği bu ilerki merhalelere ilişkin idealini sadece Türk Ocaklarının Reisi Hamdullah Suphi Beye (Tanrıöver) açıklamıştı: “Bazı düşünceler vardır ki, o bize yasaktır. Onları bizden sonra gelecek nesillere bırakalım, biz manevi birliği yapalım, dilleri birleştirelim. Siyasi birliği başkaları düşünsün” (11). O’na göre, Türklük şuuru demek, Rus hükûmeti tarafından teşvik edilen kısır ve dar boy milliyetçiliğini aşmak; kültürel ve insani amaçlı olarak Türk Dünyası’nda dayanışmayı ve yardımlaşmayı sağlamaktı... Türk Tarihinin en büyük Türkçüsü Gaspıralı, 11 Eylül 1914’de sadece fâni bedeniyle aramızdan ayrılırken, geriye fikirlerini, ideallerini ve programını bırakmıştı. Ve bizzat kendi ifadesiyle O, artık “bahtiyar İsmail”di...





2. DOĞUMUNUN 150. YILDÖNÜMÜNDE TÜRK DÜNYASI



Gaspıralı İsmail Beyin aramızdan ayrılmasından sonra geçen 87 yıl içinde Rusya Türkleri büyük acılar yaşadı ve yaşamakta. I. Dünya Savaşı’nın tahribatı üstüne Rusya’da Çarlık rejimi devrildi. Yeni rejimde sömürenler dahil herşey değişti; değişmeyen sadece sömürülen Türk toplulukları ile, bunlara yönelik asimilasyon politikalarıydı. Beyaz Çarların yerine gelen kızıl Komünist Partisi yöneticileri, Türk hüviyetinin telaffuzunu bile yasakladı. Rusya Türkleri, “burjuva milliyetçiliğini tasfiye” kampanyalarında milyonlarca aydınını yitirdi. Tatarcılığın da modası geçti; İdil-Ural’da Mişerler, Tipterler, Başkırtlar ve daha pekçok alt kültür bölünmeleri birbirini izledi. Gaspıralı İsmail Beyin yurdu Kırım’daki Türkler, suni açlıklarda ve siyasi tasfiyelerde verdikleri kayıplar yetmiyormuş gibi, II. Dünya Savaşı sonrası 18 Mayıs 1944’de vatanlarından Orta Asya, Urallar ve Sibirya’ya sürüldüler; toplam nüfusun % 46’sını iki ay süren insanlık dışı sürgün yolculuğunda kaybettiler. Ve hâlâ anavatanları Kırım’a tamamen dönebilmiş değiller. Dönenler de sefalet sınırının altında yaşamaktalar. Gaspıralı’nın tahrip edilen kabri dönenler tarafından yeniden yaptırıldı ancak Gaspıralı’nın ev ve gazete idarehanesinin yer aldığı binada Rus aileler halen ikâmet etmekte. Kırım’da da artık Tatarcılığın modası geçti; bir avuç Kırım Türkü, Tatlar, Nogaylar, Gotlar olarak bölünmekte, birbirlerine düşman edilmekte. Kırım Türkleri gibi Orta Asya’ya sürülen Ahıska (Mesket) Türklerine en büyük zulüm ve baskıyı, Türklük şuurundan yoksun Özbek, Kazak, Kırgız milliyetçileri gerçekleştirmekte. Sovyetler Birliği ve Komünist Partisi tarihe karıştı; ancak Türk toplulukları arasında birlik ve beraberlik ruhu, Türklük şuuru yok. Karabağ kaçkınlarına, Uygurlara, Kerkük, Batı Trakya ve Kosova Türklerine hiçbir Türk Devleti yardım etmiyor, haklı davalarına sahip çıkmıyor, keza Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımıyor. Merhum Ebülfeyz Elçibey dışında hiçbir Türk Cumhuriyeti’nin lideri, sahip oldukları istiklâl ve hürriyet kavramlarının farkında ve mesuliyetinde değil. Birleşik Devletler Topluluğu’na girmek ve topraklarında Rus birliklerine üs vermekte sakınca görmüyorlar.



Özetle, Sovyet despotizmi, Türklük şuuru ile Gaspıralı İsmail Beyin fikir ve ideallerini unutturduğu için yaşanıyor tüm bu sıkıntılar. Ancak, O’nu unutmayan, fikir ve ideallerine sahip çıkan Türk entellektüelleri, şimdilerde O’nun 150. Doğum Yıldönümünü anmaktalar; ABD’de, Almanya’da, Türkiye’de, Kırım’da ve Tataristan’da. Ama hâlâ Gaspıralı İsmail Beyi tüm yönleri ile (eğitimci, gazeteci, politikacı, halkçı, milliyetçi vb.) ortaya koyan bir biyografik eser henüz hazırlanmış değil. Biz Türkler, Gaspıralı’yı tanımadan, tanıtmadan, anlamadan, fikir ve ideallerini tüm insanlarımıza maletmeden, Türklük şuurundan mahrum vaziyette yaşadığımız problemleri tekrar tekrar yaşamak zorunda kalacağız. Keşke, Türkiye’nin Türkçü şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul’un Gaspıralı’nın vefatının hemen sonrasında yazdığı şiirde dediği gibi olabilsek:



Sen kabrinde rahat uyu! Yakında

Bu sonuncu felâket de bitecek;

Yarın senin hür bakışlı ırkın da

Altın devri terennümler edecek.

Zira senin bıraktığın izlerde

Kadın, erkek bir genç neslin yürüyor.

İman ile aşk sunduğun her yerde

İnkılâbın fikri hüküm sürüyor.

Bizden senin pak ruhuna fatihalar, rahmetler

Unutulmaz hâtırana, kalp dolusu hürmetler!..



DİPNOTLAR :



1. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, Çarlık Rusyası’nda Türk Kongreleri (1905-1917). (Ankara: Kırım Dergisi Yayını, 1997), s. 6 vd.; “İlk Defa Yayınlanan Belgeler Işığında: Gaspıralı İsmail Bey ve Çarlık Rusyası Hükûmetleri”, Kırım Dergisi, 5: 19, Nisan-Haziran 1997, s. 3-27.
2. 1906 Sene 16-21 Avgust’da İçtima İtmiş Rusya Müslümanları’nın Nedvesi. (Kazan: Kerimiye Matbaası, 1906), s. 77.
3. “Bekir Çobanzade, Türk-Tatar Lisâniyatına Methal. s.191”den Kırımlı Cafer Seydahmet, Gaspıralı İsmail Bey. (İstanbul: 1934), s. 74.
4. Gaspıralı’ya göre, gereksiz Arap ve Fars kelimelerini aynen kullananların yazdıkları, ortak edebi dili halk tabakaları için anlaşılmaz kılmaktaydı. Bkz. Ahmet Caferoğlu, İsmail Gaspıralı. Ölümünün 50. Yıldönümü Münasebetiyle Bir Etüd. (İstanbul: 1964), s.13.
5. “Can Ya ki Dil Meselesi”, Tercüman, 25 Ocak 1908.
6. “Can Ya ki Dil Meselesi”, Tercüman, 22 Ocak 1908.
7. “Can ve Hayat Meselesi”, Tercüman, 11 Aralık 1909.
8. Süleyman Tekiner, “Azerbaycan Türkleri”, Dergi, 60: 1970, s. 8-9.
9. “Lisan Meselesi”, Tercüman, 4 Kasım 1905.
10. “Tercüman, 17 May 1906”dan Sabri Arıkan, “İsmail Bey Gaspıralı ve Ceditçilere Yapılan Suçlamalara Cevap”, Kırım Dergisi, 7: 26, Ocak-Mart 1999, s. 30.
11. Kırımlı Cafer Seydahmet, a.g.e., s. 54-55.

NOT: Bu tebliğ, 29-30 Mayıs 2001’de Tataristan’ın Başkenti Kazan’da, Tataristan Bilimler Akademisi’nce gerçekleştirilen “Doğumunun 150. Yıldönümünde Gaspıralı İsmail Bey” konulu Uluslararası Sempozyumda sunulmuştur.

Kaynak: Necip Hablemitoglu (Internet Sitesi) / Yazilari
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Kemal'in Askerleri / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:31

Kemal'in Askerleri

CUMHURİYETİN 77. YILDÖNÜMÜNDE

O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu'nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlıbaşına bir Türkiye'dir. Ve O'nun yazgısı, gerçekte Türkiye'nin yazgısıdır... Ama kaç kişi bilir O'nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsız kahramanlardan biri olarak kendisini yâdeder?!. Cumhurbaşkanı mı, Başbakan mı, TBMM Başkanı mı, Anayasa Mahkemesi Başkanı mı, Yargıtay Başkanı mı ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?!.

Eğer bir gün yolunuz Sandıklı-Afyon arasına düşerse, lütfen O'nu ziyaret ediniz. Marmaris, Bodrum, Kuşadası, Antalya, Fethiye gibi hemen çoğunluğumuzun yılda en az bir kez tatil için geçtiği yol üzerindedir O. Her gün onbinlerce aracın geçtiği yolda, herkes bakar da O'nu görmez. Daha doğrusu görmezlikten geliriz o küçücük tabelayı!.. Belli belirsiz şu ibareyi okursunuz: "Albay Reşat Bey-Çiğiltepe Şehitliği 10 km."!..

10 Kilometrelik yolu ancak yarım saatte alırsınız. Aslında yol bile denemez; taşlar, çukurlar ve tozlar arasında tepeleri tırmanırsınız. Yol ayrımında bir tabela daha görürsünüz; en az Türkiye'yi yönetenler kadar kararmış kalpli avcıların nişangahı haline geldiği için bir tek kelimeyi bile okuyamazsınız. Yolu rastgele sağdan takip etmişseniz, bir süre daha güç bela ilerledikten sonra O'na ve O'nunla birlikte bu vatan için, bugünlerimiz ve yarınlarımız için canını veren kahramanlarımızın yattığı şehitliğe ulaşırsınız... Tek duyduğunuz, bölgenin en yüksek ve stratejik tepesindeki şiddetli rüzgârın uğultusudur. Başka ne bir ses ve ne bir nefes. Eğer bu ülkeyi seviyorsanız, Cumhuriyetin erdemlerine inanıyorsanız, Türklük bilincine sahipseniz, Albay Reşat Bey ve diğer şehitlerimizi elbetteki duyamaz ama tüm benliğinizde iliklerinize kadar hissedersiniz!.. Onların sizin ziyaretinize de, dualarınıza da ihtiyaçları yoktur; çünkü erişebilecekleri en üst mertebeye zaten ulaşmışlardır. Belki birkaç damla gözyaşı ve kalpten gelen minnet ve teşekkür!.. İsteseniz de başka bir şey veremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, Onları hissetmektir. Bir de çevrede duyarsız insanlarımızın bıraktıkları çöpleri toplayabilir; tozlanmış mezar taşlarını, Reşat Beyin büstünü ve kitabeleri sevgiyle silebilirsiniz. Hepsi o kadar!..

ALBAY REŞAT BEY KIMDIR?

1879'da İstanbul'da doğan Reşat Bey, 1896'da Harp Okulu'nu bitirdikten sonra, Türk Ordusu'nun farklı komuta kademelerinde görev yapmış; Trablusgarp ve Balkan Savaşları'na katılmıştır. Askeri Mahkeme üyeliği de yapan ve Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazanmıştır. Ünlü Ziya Paşa'nın oğlu olan Reşat Bey, daha sonra 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde görevlendirilmiştir. 1918'de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919'da Milli Mücadele'ye katılmak üzere İnebolu'dan "İstiklal Yolu" üzerinden Ankara'ya geçmiştir. Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı'na getirilmiştir. Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya muharebelerine de iştirak eden ve olağanüstü performans gösteren Reşat Beye, son olarak 57. Alay Komutanlığı görevi verilmiş; bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taaruzun ikinci gününde, muharebenin ve de ülkenin-ulusun kaderini etkileyecek en kritik mevkide yeralan -Sincanlı Ovasından Dumlupınar'a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan- Çiğiltepe'yi düşmandan temizlemesi emredilmiştir (1). Ne var ki, bu tepenin onemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı Trikopis ise, en zinde kuvvetlerini, üstün ateş gücüyle bu tepeye yığmış; tahkimatı tamamlamıştır.

İşte, gerisini resmi kayıtlardan izleyelim:

"... 27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30'da Mustafa Kemal telefonda komutana;

*Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksiniz?
*Komutanım, yarım saat sonra alacağız.
*Başarilar diliyorum.

10.45 Mustafa Kemal: - Düşmanin halen direndigini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.
*Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız.

11.00 Mustafa Kemal: - Reşat Beyi istiyorum.
*Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım.
*Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.

Mustafa Kemal'in gözlerinden yaşlar boşanir: -Allah rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatanseverdir.

11.45 Başkomutanin telefonu çalar: - Çigiltepe alinmiştir komutanim. Yüzlerce ölüsünü birakan düşman Sincanli Ovasina dogru kaçmaktadir, arzederim".



İlgili resmi kayıt burada biter. Sonrasını Başkomutan Mustafa Kemal Paşa şöyle ifade eder:

"Türk Askerine,

Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun. Başkomutan Mustafa Kemal".


Şimdi, yukaridaki en büyük Türkün Atatürk'ün yüreginden kopan bu sözler, Albay Reşat Bey Şehitligi'ndeki mermer bir kitabeye nakşedilmiştir. Başinizi biraz çevirirsiniz, sira sira şehitlerimizin kabir taşlarini okursunuz: "Sivas-Hasan oğlu Hüsnü-23 yaşında", "Tunceli-Ahmet oğlu Mevlût- 20 yaşında", "Konya-Ruşen oğlu Haşim 21 yaşında", Mersin-Hasan oğlu Ömer 24 yaşında", "Afyon-Mehmetoğlu Musa 18 yaşında" ve diğerleri (2)... Acısını duyarsınız, hayatlarının baharında, komutanları Reşat Beyin onurlu intiharından sonra gözlerini kırpmadan ölüme doğru koşan gencecik yiğitler!.. Bizler ve bizden sonra gelecekler için en değerli varlıklarından, canlarından vazgeçmiş Türk oğlu Türkler!.. Sonra ana kitabede şu satırları okursunuz ve duyduğunuz acı, sonsuz bir Türk olma onuruna ve gururuna bırakır yerini:

"Bu vatan toprağın kara bağrında

Sıradağlar gibi duranlarındır.

Bir tarih boyunca onun uğrunda,

Kendini tarihe verenlerindir.



İleri atılıp sellercesine,

Göğsünden vurulup tam ercesine,

Bir gül bahçesine girercesine,

Şu kara topraga girenlerindir."


YA ZEUGMA, HASANKEYF VE DİĞERLERİ...

Albay Reşat Bey Çigiltepe Şehitligi'nin bir tek görevlisi bile yok!.. Yolu yok ki, görevlisi olsun!.. Ya Zeugma, Hasankeyf ve diğer antik kentler!.. Efes, Didim, Perge, Side, Bergama, Kapadokya, Antakya, Milas, Afrodisias, Troya, Alacahöyük ve daha pekçokları... Elbette uygarlıkların kesiştiği ülkemizde mevcut tüm tarihsel miras, bizim olduğu kadar insanlığın da malı. Korumak, sahip çıkmak hepimizin ulusal görevi!.. Halen binlerce yerli-yabancı arkeolog bu eski uygarlıkların kalıntıları üzerinde çalışmakta. Hatta Türkiye, kıt kaynaklarını bu kalıntıların ortaya çıkarılması, korunması ve sergilenmesi için tahsis ederken bile "yetersiz"likle suçlanmakta; uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırılmakta. Örnek mi?!. İşte Zeugma ve de Hasankeyf!..

Bir bölümü Birecek Barajı gölü altında kalacak olan Belkıs (Zeugma) Antik Kenti'nde Türk, İngiliz, İtalyan, Fransız, İspanyol, Yeni Zellandalı, Avustralyalı, Almanyalı ve Amerikalı 102 arkeolog çalışmakta. İşçilerin sayısı ise 210. Kentin su altında kalması sözkonusu olmayan bölümündeki çalışmaları ise 8 Türk ile İngiliz, Fransız ve Avustralyalılardan oluşan toplam 30 yabancı arkeolog ve de 90 işçi sürdürmekte. Kazı çalışmaları ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı'nın tüm olanaklarının yanısıra, dış yardımlar da kullanılmakta. Örneğin, bu iş için 5 milyar dolar yardım yapan ve bir o kadarını daha verebileceğini taahhüt eden Hewlett Packard'ın patronu, şimdiden "Zeugmanın Babası" ilân edildi bile (2). Esas fedakârlığı yapan, kıt ekonomik kaynaklarını binlerce tarihi eser bakımsızlıktan harap haldeyken Zeugma ve Hasankeyf'e tahsis eden Türkiye, acaba dış ülkelerde takdir ediliyor mu?!.

Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ne (GAP) öteden beri karşı olan AB ülkeleri, GAP çerçevesinde yapılacak barajların altında Zeugma ve Hasankeyf gibi 1135 antik kentin kalacağını iddia ederek, Türkiye'yi kültürel vandalizm ile suçlamaktalar. Ancak son yıllarda -özellikle de Türkiye'nin AB aday üyeliğinin sözkonusu olmasıyla- bu söylemde daha ileri giden AB üyeleri, Türkiye'nin bu barajlarla, açıkça "Kürdistan"ın ya da en hafifinden "Mezopotamya"nın tarihini yok etmeye çalıştığını iddia etmeye başladılar. Hatta o kadar ki, 50 keko (!) köyünün yanısıra, efsanevi (!) keko lideri Abdullah Öcalan'ın doğup yetiştiği köyün bile sular altında bırakılarak bir ulusun tarihinin yokedilmeye çalışıldığını; bunu da Türk Hükûmetlerine Türk Silahlı Kuvvetleri'nin empoze ettirdiğini öne sürdüler. Avrupa Basınında, "insan hakları" ile özdeşleştirilen ayrılıkçı keko terörizmine himaye kapsamında, sözkonusu antik kentlerin malzeme olarak kullanılmasından vazgeçme gibi bir emare görünmemektedir. Örneğin, Kültür Bakanlığı'nın ve Türk arkeologların iyi niyetli çabaları hiçbir şekilde haber konusu olmazken, "uygar Avrupalı arkeologların" çalışmaları ve de buna koşut olarak bölgedeki HADEP'li belediye ve baro başkanlarının Türkiye karşıtı konuşmaları, Zeugma ve Hasankeyf haberleri içinde ağırlıklı olarak yeralmaktadır (3). Kısaca, Türkiye'nin bu iki antik kentin kurtarılması doğrultusunda attığı her adım ise, aleyhimize bir propaganda kurşunu olarak geri dönmektedir.

İNGİLTERE VE ALMANYA'NIN BÖLGEYE ÖZEL AJİTASYON POLİTİKALARI

Bilindiği gibi, Dicle üzerindeki en kapsamlı hidoelektrik barajı olarak yapımı öngörülen Ilısu Barajı, İsviçre'den Sulzer Hydro, İngiltere'den Balfour Beatty, Türkiye'den Nurol firmalarının başını çektiği uluslararası bir konsorsiyuma "yap-işlet-devret" yöntemi ile Refah Partisi iktidarı tarafından verilmiştir. 2008 Yılında bitirilmesi öngörülen 1200 megavat gücündeki barajın yaklaşık 1.5 milyar dolara maledilmesi sözkonusudur. İnşaatin finansmanını ise ağırlıklı olarak İngiltere ve İsviçre'nin yanısıra, Almanya, ABD, İtalya, İsveç gibi ülkelerin finans kurumlarınca karşılanacaktır. Türkiye'nin enerji politikası içinde son derecede önemli yere sahip olan bu barajın yapımını engellemeyi stratejik çıkarları açısından doğru bulan İngiltere, ilk iş olarak konsorsiyumun ikinci büyük firması olan Balfour Beatty'e ihracat kredi güvencesi vermeyerek konsorsiyumdan çekilmesini sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen İngiltere, "keko uygarlığının yokedilmesine karşı duyarlılık" maskesi altında, sözkonusu baraj yapımının Türkiye üzerinde demoklesin kılıcı gibi kullanılması doğrultusunda her fırsatı değerlendirmekten de geri durmamıştır. Örneğin, MI5 ile bağlantısı deşifre olmuş milletvekillerinden eski içişleri bakanı Peter Loyd ile İşçi Partisi milletvekili ve İngiliz İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ann Clwyd, Temmuzun 2000'in ortalarında Türkiye'ye ani bir ziyarette bulunmuşlardır. İki kişilik heyetin gezisinin ilk durağı ise -artık adet olduğu veçhile- Diyarbakır'dır. Gerek bu şehirde ve gerekse Batman'da, Hasankeyf'de izinsiz olarak İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere bölücülüklerini gizlemeye gerek duymayan kuruluşların yöneticileri ile görüşen heyet başkanı Ann Clwyd, amaçlarının baraja kredi verip vermeme konusunda İngiliz Hükûmeti'ni bilgilendirmek olduğunu, Suriye ve Irak gibi barajın yapımından etkilenecek ülkelerin durumlarını da inceleyeceklerini açıklamıştır. Oysa, bu tarihte İngiliz şirketinin konsorsiyumdan çekildiği, kredinin verilmeyeceği çoktan belli olmuştur. İşin en acı ve en üzücü tarafı da, heyete refakat eden kişinin yani Şule Bucak'ın, Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Sekreter Yardımcısı olmasıdır. Bölge halkını açıkça provoke eden bu izinsiz ziyaretçilerin pasaportları, prosedüre uygun olarak Batman'da kaldıkları otelden alınarak Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldüğünde, İngiliz kışkırtıcıların haklarını savunmak da maalesef bu refakatçıya kalmıştır. Acaba diye düşünürsünüz, Kuzey İrlanda'ya bir Türk parlamenter heyeti gitse de - tabii nerede o misilleme cesareti ve nerede o vatanseverlik?- IRA'nın üst düzey yöneticileri, legal kuruluşları ve düz militanları, hatta MI5 kurbanlarının aileleri ile görüşmeler yapması mümkün olabilir miydi?!. Elbette ki, uçakta üzerlerine aeresol sıkılmasına tepki gösteremeyenlerin, örneğin Dublin'de başlarına ne geleceklerini tahmin bile edilemez. Diğer taraftan en az onun kadar acısı da, Batman Valisi İsa Parlak'ın, büyük bir sorumsuzlukla, olmayan suçu polislere "işgüzarlık" ithamıyla atarak İngilizlerden özür dilemesidir.. Bu olay, İngiltere'nin bölgeye yönelik yüzlerce, binlerce provokasyon girişiminden sadece biri, Zeugma'ya ilişkin olanıdır.

Almanya'ya gelince, bu ülkenin Anadoluya yönelik ağırlıklı istihbarat ve jeofizik araştırmaları yapan iki-üç meslekli (!) arkeologlarının sicilleri, tıpkı İngiliz, Fransız, ABD'li meslekdaşları gibi olumsuz. Aralarında tek-tük bilim adamları var, o da görüntüyü kurtarmak için (4). Alman arkeologların diğer Batılı arkeolog görünümlü istihbarat servisi ajanlarından en önemli farkı, etnik kışkırtıcılığın yapılmasının ve de GAP'ın sekteye uğratılmasının yanısıra, bu topraklarda dedelerinin izlerini aramakta olmalarıdır. Alman kafatasçı-ırkçı sözde bilim adamlarının teorilerine göre, Truva'dan başlıyarak Güneydoğu Anadolu'ya kadar inen hatta, mezar kazılarında elde edilen kafataslarından, Alman ırkının vaktiyle buralarda yaşadığı iddia edilmektedir (5).

Dünyada belki de en çok casus ve etki ajanının tabiri caizse -at koşturduğu- ülke olan Türkiye'ye gelince, Türk devleti tek kelime ile uyumaktadır. Gündemi istedikleri gibi değiştirme gücüne sahip etki ajanı gazetecilerin, politikacıların, akademisyenlerin ve işadamlarının güdümündeki Türkiye'nin ulusal çıkarlara dayalı politikalar üretmesi ve uygulaması olanaksız hale getirilmiştir. Örneğin, arkeoloji alanında acilen alınması gerekli önlemleri içeren bir devlet politikası bulunmamaktadır. Oysa, hükûmetler değişse de değişmesi sözkonusu olmayacak bir arkeoloji politikasının hayata geçirilmesinin zamanı çoktan gelmiştir, hatta geçmektedir (6). Yarın, Birecik Barajının yanısıra diyelim ki Ilısu Barajı da tüm engellemelere karşın bitirildi. Bu taktirde bu yerli-yabancı ajan arkeologlar, ekip halinde örneğin Fırtına Vadisi'ne gideceklerdir. Burada pontus sömürüsü ve kışkırtıcılığı yapılırken, arkası kesilmeyecek ve akabinde Yortanlı, Kargamış, Çine, Munzur, Çoruh ve diğer baraj projelerinde boy göstermeye devam edeceklerdir. Kısaca, tarihsel miras adına, İkinci Dünya Savaşı'nda Hiroşima, Nagazaki, Varşova, Volvograd gibi yüzlerce şehirdeki tüm tarihsel eserleri, hem de üzerinde yaşayanlarla birlikte yokeden bu ülkeler, bir taraftan Türkiye'ye arkeoloji ve uygarlık dersi verirken; diğer taraftan da ülkemizin enerji gereksinimi için hayati önem taşıyan bu projeleri engellemenin de ötesinde, baraj havzalarında etnik ve dinsel bölücülüğü kışkırtmaktan, Türkiye'yi bu bahanelerle köşeye sıkıştırmaktan geri durmayacaklardır. Buna karşılık, özellikle Türk basınındaki etki ajanları, bu provokasyonlara alkış ve de çanak tutarken, sözkonusu ülkelerin -ki hepsi de topyekûn imha silahlarının üreticisi konumundadırlar- şirketlerinin Türkiye'de nükleer enerji santrallerinin yapılmasına ilişkin baskı girişimlerine sessiz kalmaya devam edeceklerdir. Keza, hiç kimse ve hiçbir akademik kuruluş, 20. Yüzyılda cereyan eden tüm savaşlarda, silah üreticisi ülkelerin ürünleri ile dünyada yokedilen -canlılardan vazgeçtik- tüm tarihsel mirasın envanterini çıkarma gibi bir duyarlılık ve de sorumluluk gösterememektedir. Bu duyarlılık (!) ve sorumluluk (!) sadece Türkiye için mi sözkonusu edilmektedir?!. Tipik bir örnek olmak üzere, topyekûn imha silahlarının yanında en masumu sayılan ve Alman Krauss-Maffei Wegman firmasınca üretilen Leopard 2A5 tanklarının menzil mesafesinde canlı cansız tüm varlıkları yokettiği gerçeği, Türkiye'deki etki ajanlarını hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. İnsanlık ve uygarlik havarisi bu ülkelerin ürettikleri silahlar, acaba tarihsel mirasın çevresine çiçek dikmeye mi yaramaktadır?!.

DÖNÜŞ YOLUNDA...

Evet, dönüş yolunda, Zeugma'ya ve diger antik merkezlere harcadigimiz para, zaman ve de gösterdigimiz ilgi ile aldigimiz sonuçların ister istemez muhasebesini yaparsiniz. Toz bulutu içinde bir yandan önünüzü görmeye çalışırken, Albay Reşat Beyin bu ülkenin kurtuluşu ugrunda canıyla gösterdigi duyarlılığı takdirle hatırlarsınız; Çigiltepe'de çadirinda telsizin yanibaşindaki masada şakagindan kanlar sizan hayali gelir gözlerinizin önüne. Sonra, O'na ve O'nunla birlikte bizler için, gelecek nesiller için can veren gencecik şehitlerimizi düşünürsünüz geride toz bulutu içinde göremediginiz şehitlikte kalan. Lanet edersiniz, birakin hatirlamayi, Onlara bir yolu bile çok gören gelmiş geçmiş ilgili yöneticilere!..

Otomobilinizin amortisörü kırıldığında ya da lastiğiniz patladığında anlarsınız ki, Büyük Atatürk'ten sonra Türk Ulusu kendini yönetme iradesini kaybetmiş; tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi kaybettirilmiş!.. Türkiye'yi Türk olmayan ya da Türklük bilincinden yoksun, etnik ve dinsel özürlü, son dönem Osmanlı mantığına sahip politikacılar yönetmekte!.. Irkçılığın insanlık suçu olması gereken yeni bir binyılda, en az kendilerini yöneten Batılı devletlerin ırkçıları ölçüsünde Türkiye'ye ve Türk Ulusuna düşman, Türk vatandaşı etnik ırkçıların varlığını hissedersiniz, bunca ihmal edilmişliğin arkasında. Türkiye'yi yönetmeye talip FP'de, MHP'de, DSP'de, CHP'de, DYP'de, ANAP'da ve hiç ayırımsız diğerlerinde ve de en önemli makamlarda, basının köşebaşlarında Vahdettinlerin, Ali Kemallerin, Damat Feritlerin, Dürrizade Abdullahların, Kambur İzzetlerin, Mustafa Paşaların, Suphi Paşaların yaşamakta olan ruhlarını hissedersiniz. Anlarsınız ki etnik bellek kaybolmamıştır. Onlar, bu ülkede sadece Türkler yok diye, neredeyse Türküm demeyi yasaklayarak "Türkiye halkları", "Türkiye müslümanları" gibi yapay etnik kimlik yapıştırmaya kalkışırlar bizlere. Ve hiç kimse de çıkıp söylemez ki, Türk Ulusuna karşı bu yapılanlar, manevi bir soykırımdır, etnik ırkçılık suçudur diye.

Yarım saatlik bu zorlu yolculukta, hızla düşünecek çok zamanınız vardır. Sorarsınız kendi kendinize, Atatürk'ün, Reşat Bey gibi şehitlerimizin manevi mirasçıları, gerçek Türkler nerede? Osmanlı'dan hiç ders ve ibret almadan, neden bunca hakarete, aşağılanmaya, sömürülmeye ve zillete karşı ses çıkarmamaktadırlar? Oysa biliriz ki, Türkler ağırlıklı olarak Asker Ocağı'nda, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yaşamakta. Türkleri, vergisini kuruşuna kadar ödeyen mükellefler arasında, PKK kurşunlarına aldırış etmeksizin Güneydoğu'da ve de yurdun ücra köşelerinde mahrumiyet içinde ders veren öğretmenler arasında; kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş gaziler arasında; Türk Bayrağına sarılı tabutlar içinde baba ocağına dönenler arasında; fabrikalarda, tarlalarda, devlet dairelerinde sefalete mahkûm bir gelir düzeyinde yaşamak zorunda bırakılan emekçiler arasında; Türkiye'yi yurt içinde ve yurtdışında yücelten bilim adamları, sporcular arasında; Türkiye Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine inanan Cumhuriyet aydınları arasında; kısaca yönetenler, sömürenler değil de, yönetilenler, sömürülenler arasında görebilirsiniz...

Yolun sonunda, geride kalan, belki de kimbilir ne zaman bir kere daha ziyaret edeceğiniz bu Şehitliği hatırlamaya çalışırken, ister istemez birileri gözlerinizin önünden adeta resmi geçit yapar: Şevki Yılmaz, Cüneyt Ülsever, Hasan Mezarcı, Gülay Göktürk, Necmeddin Erbakan, Süleyman Demirel ve de aile fotoğrafındakiler, Fethullah Gülen ve hâmisi Bülent Ecevit, Abdullah Öcalan, Etyen Mahçupyan, Taner Akçam, Halil Berktay, Mehmet Ali Birand, Altan kardeşler, Mesut Yılmaz, Halil Bezmen, Nazlı Ilıcak, Haşim Kılıç, Mehmet Eymür ve Yeşil, Abdullah Çatlı, Doğu Ergil, Fehmi Koru, Yılmaz Karakoyunlu, Oya Akgönenç, Merve Kavakçı, Abdurrahman Dilipak, Taha Akyol, Mehmet Ali Ağca, İhsan Doğramacı, Akın Birdal, Mehmet Barlas, Erkan Mumcu, Ali Kalkancı, Sami Selçuk, Müslüm Gündüz, Hüsamettin Özkan, Saidi Nursi, Tansu Çiller, Hüseyin Velioğlu ve daha onbinlerce Türk vatandaşı... Kendinizi tutarsınız, çünkü o toprakların her karışı şehitlerimizin kanları ile sulanmıştır... Asfalta, Ankara'ya doğru çıktığınızda anlarsınız ki, yol daha yeni başlamaktadır... Her türlü etnik ırkçılığa, sahte demokratlığa, sömürüye ve gericiliğe karşı Türk olmanın, Cumhuriyet aydını olmanın inanç ve gururu ile... Türk Ulusu'nun layık olanlarca yönetilmesi, yönetimi ele alması kararlılığı ile...
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Ermeniler ve Soykırım İddiaları / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:32

Ermeniler ve Soykırım İddiaları

Ermenilerin ve Batılıların "soykırım" iddialarının tarihsel gerçeklere dayanıp dayanmadığı konusunda görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

Bu iddiaların asılsızlığını önce en iyi bilenler, iddia sahipleridir. Ekonomik açıdan sefalet sınırının altında yaşayan Ermenistan, dünyanın dört bir köşesinde yaşayan ırkdaşlarının ekonomik desteğini sürekli kılabilmek, dolayısıyla Türkiye ile düşman ülkeleri yanına çekebilmek ve de kredibilitesini artırabilmek için "soykırım" iddialarını sürekli gündemde tutmak zorundadır. Ermeni milliyetçiliği, kabul edilebilir sınırlar içinde değil, resmen faşist, şoven, saldırgan (irredandist) bir milliyetçilik kimliği ile ifade edilmektedir. Hem Ermenistan'da ve hem de yaşadıkları ülkelerde asimile olmama mücadelesi veren diasporadaki Ermeniler arasında. Bir başka ifadeyle, Ermeni milliyetçiliği, Türk düşmanlığı ile resmen özdeştir.

Batılı ülkeler bu paranoyanın farkında değiller mi?

Elbette ki farkındalar. Bugün Birleşmiş Milletler Örgütü'nün bağlayıcı kararlarına rağmen, Ermenistan, Dağlık Karabağ'ı, dolayısıyla Azerbaycan'ın dörtte birinden fazlasını işgali altında tutmaya devam etmektedir. Ermenistan, sırf Türk oldukları için bebeklerden ihtiyarlara, kadınlara hiçbir ayırım yapmaksızın önlerine gelen Azeri Türklerini öldürdükleri, yani resmen soykırıma tabi tuttukları içindir ki, 1 milyonu aşkın mülteci Azeri Türk, Azerbaycan'a sığınmışlardır. Tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu soykırımın sonrasında bu mülteciler, Azeri deyimi ile kaçkınlar, çadırlarda, derme-çatma barakalarda açlığa ve soğuğa, salgın hastalıklara karşı yaşam mücadelesi vermeye devam etmektedirler. Siz Batılı ülkeler olarak devam etmekte olan bu dramı görmeyeceksiniz, yok sayacaksınız, Ermenistan'a hiçbir yaptırım uygulamayacaksınız, sonra da kalkıp 85 yıl önce gerçekleştirilen bir toplu nakil işlemini soykırım olarak nitelendirerek bir de bunu parlamentolarınızdan geçireceksiniz, Türkiye'yi mahkûm edeceksiniz. Bunun adı resmen çifte standarttır, hem de en aşağılık ve adi olanından.

Kökü tarihin derinliğinde bir Türk-Ermeni düşmanlığından sözedilebilir mi?

Hayır. Gregoryen Ermeniler, özellikle Roma İmparatorluğu döneminde inançlarından dolayı büyük acılar çekmişler. Ancak, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, koşulsuz bir dinsel özgürlüğe sahip olmuşlar. Kendi kilise yönetimine kavuşmuşlar. Askerlik yapmadıkları için de giderek kuyumculuk, doktorluk, yapı ustalığı gibi belli mesleklerde adeta tekel konumuna gelmişler. Yüzyıllar boyunca bir Ermeni ihaneti ya da düşmanlığına hiç rastlanılmadığından, Osmanlı Devleti kendilerine "teb'a-i sadıka" yani sadık vatandaş ünvanını yakıştırmış. Kaldı ki, Ermeni sözcüğü yerine yüzyıllar boyu bizzat bu halk tarafından "Hayk" sözcüğü kullanılmış. Batılı ülkelerle Çarlık Rusyası'nın Osmanlı Devletini etnik parçalara ayırma politikasını ifade eden "Doğu Sorunu" kapsamında, Rumlardan, Sırplardan, Bulgarlardan sonra Ermenilere de kanca atılmış. İsviçre'de kurulan sosyalist Hınçaksityun örgütüne Batılı ülkeler desteklerken, Rusya da Kafkasya'da kurulan aşırı sağcı Taşnaksityun örgütüne omuz vermiş. İşte bu iki toplum arasında düşmanlık, dış baskı ve yönlendirmelerle yapay olarak bu dönemde ortaya çıkarılmış. İlk Ermeni ayaklanmasının çıkış tarihi 1888. Ardından pek çok şehrimizde Ermeni ayaklanmaları yaşanmış. Hatta İstanbul'da Hükûmet Binasına (Babıali) ve Osmanlı Bankası'na silahlı baskın düzenlenmiş; Padişah II. Abdülhamit'in saltanat arabasına bomba ile suikast düzenlenecek kadar da ileri gidilmiş. Osmanlı Devleti, bu ayaklanmaları bastırmak için sırf Batılıların müdahalesi yüzünden asker kullanamamış ve bir süre Hamidiye Alayları gibi geçici çözümlerle idare etmiş. Bu ayaklanmalarda yüzbinlerce Türk, sırf Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devletinin kurulması uğruna canından edilmiş. Batılılar ve Ermeni tarihçiler, işin bu yönünü yok saymaktalar.

Ermenilerin I. Dünya Savaşı'nda Halep ve civarına sürgün edilmeleri nasıl gerçekleştirilmiştir?

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı'na girdiğinde, Çarlık Rusyası'nın ordularında yaklaşık 250 bin Ermeninin bulunduğu bilinmektedir. Bu yetmezmiş gibi, Şubat 1915'de, Ermeni militanları, Zeytun Kasabasını elegeçirerek tüm Türkleri katlettiler ve ardından 20 Nisan 1915'de Van'ı işgal ederek, şehri içindeki halkı ile yaktılar. Özellikle Doğu Cephesi'nde savaşmakta olan Türk Birliklerine yiyecek ve mühimmat taşıyan konvoylar, bu militanların saldırısına uğradı ve kayıplarımız ciddi boyutlara ulaştı. Stratejik köprüler, demiryolları bu militanlar tarafından sabote edildi. Sadece Sivas'ta Rus Ordusuna katılan Ermeni militan sayısının 15.000, keza çevrede eylem yapan militan sayısının da bir o kadar olduğu resmi yazışmalardan anlaşılmaktaydı. Aynı anda beş ayrı cephede savaşan Osmanlı Devleti'nin bu bedeli ağır ihanete sessiz kalması beklenemezdi. Nitekim, 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen "Muvakkat Kanun"la, Osmanlı Devleti'ne karşı silahlı ayaklanmaya katılan Osmanlı vatandaşlarının güvenli bölgelere nakledilmeleri sağlandı. Göç, sadece ayaklanma çıkan bölgelerle sınırlı tutuldu. Askerin tayını azaltıldı, askeri doktorlar cephe gerisine çekildi, aynı şekilde, askerlerin bir bölümü jandarma olarak göç kafilelerinin güvenliklerinden sorumlu tutuldu. Ayrıca, Uluslararası Kızılhaç Örgütü ile İstanbul'daki Ermeni Başpatriği Zaven Efendi'den göç işlemine nezaret edecek gözlemciler istendi. Tüm bu önlem ve fedakârlıklarla, Ermenilerin Halep ve çevresine göç işleminin tamamlanması, yaklaşık iki yıl sürdü. İşte, soykırım iddiası bu zorunlu göç işleminden ibarettir.

Ermenilerin toplam kayıpları hakkında bir bilgi mevcut mu?

Genel bir rakam vermek mümkünse de, net rakam vermek, dönemin olağanüstü koşulları çerçevesinde mümkün değil. Ancak Türklerin kaybı aşağı yukarı bilinmekte. Örneğin, savaş döneminde Erzurum'da öldürülen sivil Türk sayısı 10.000 civarında. Doğu Anadolu'da ise yaklaşık 600.000 kişilik sivil insanımız Ermeni militanları tarafından katledilmiş. İki milyondan fazla Türk, bu katliamdan canlarını kurtarabilmek için Batı vilayetlerine kaçmak zorunda kalmış. Tüm I. Dünya Savaşı dikkate alındığında Türk Ordusunun toplam kaybı 2.300.000 civarında. Çok ağır bir bedel ödemişiz. Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan toplam Ermeni sayısı 1.300.000 civarında. İtilaf kaynakları ise bu rakamı ortalama 1.500.000 olarak kabul etmekte. Sürgüne kadar ayaklanmalar sırasında hayatını kaybeden Ermeni militan sayısı, Osmanlı kaynaklarına göre 13.432, İngiliz kaynaklarına göre ise 42.000. Ermeni kaynakları ise 100.000-300.000 arasında bir kayıptan sözediyorlar. Sürgün dönemindeki Ermeni kaybı ise 300.000 olarak iddia edilmekte. Kaldı ki, eceliyle ölenler, salgın hastalıklardan ölenler de bu rakama dahildir. Soygun ya da intikam amacıyla Ermeni kafilelerine saldıran Türklerden 1397 kişi, Divanı Harpte yargılanarak idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmıştır. İşte bu tür saldırılarda hayatını kaybeden Ermeniler de bu rakam içinde ifade edilmektedir. Propaganda amacıyla şişirilen rakamlara bakıldığında sadece sürgün işlemi esnasında öldürülen Ermeni sayısı 3 milyon. Toplam Ermeni nüfusunu bilen ciddi bilim adamlarının hiçbiri böyle rakamlara itibar etmiyor. Kaldı ki, İstanbul'u resmen işgal eden İngilizler, Mütareke dönemi içinde soykırım iddialarını doğrulayacak hiçbir bilgi ve belgeye rastlayamamışlardır.

Ermeni soykırım iddialarını tarihçiler çürütebilir mi?

Ermenilerin tezi, artık iddia olmaktan çıktı, resmen ve alenen iftiraya dönüştü. Sadece İngilizlerin değil, bu dönemde Anadolu'ya gönderilen General Harbord başkanlığındaki 40 kişilik ABD Heyeti'nin de bu iftiraları çürüten raporları mevcut. Arşivlerimiz açık. Siz istediğiniz kadar doğruları belgeleriyle yazın, yayınlayın, önemli değil. Çünkü, önyargılı bir Türk Düşmanlığı, sadece Ermenilerde değil, pekçok Batı ülkesinde de mevcut. Kendilerinin yaptıkları onca soykırım örneklerine rağmen, hiç utanmadan Türkiye'yi sanık sandalyesinde teşhir etmek, sıkıştırmak, hesap sormak, işlerine geliyor, egolarını tatmin ediyorlar. Bir başka ifadeyle, kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejisi gereği, PKK, Pontus, Süryani, siyasal islamcılar dahil, tüm Türkiye karşıtı unsurları bir baskı aracı olarak kullanıyorlar. Kısaca ortaya gerçekleri koymak yeterli değil, bu hasım ülkelerin yöntemlerini kullanarak en aktif biçimde karşılık vermek gerekir. Nasıl mı? ABD için her yıl, hapisteki Kızılderili lideri Leonard Peltier'in şahsında hâlâ toplama kamplarında yaşamak zorunda bırakılan Kızılderililerin hakları, bir haftalık etkinlik içinde dile getirilebilir, sırf lider konumunda olduğu için 28 yıldır suçsuz yere hapiste tutulan Peltier'e özgürlük istenebilir. Keza, Vietnam'da Mai Lai katliamı başta olmak üzere, bu ülkenin dış operasyonlardaki insanlıkdışı eylemleri, Hiroşima ve Nagazaki, belirli dönemlerde periyodik olarak gündeme getirilerek sorgulanabilir. Milli Mücadele döneminde İngilizlerin Fransızların ve de Yunanlıların Türklere yönelik katliamları anıtlar dikilerek çeşitli etkinliklerle anılabilir. Fransa'nın Cezayir ve diğer sömürgelerinde gerçekleştirdikleri soykırım örnekleri, lejyoner cinayetleri; İngilizlerin İrlanda, Kuzey İrlanda, Hindistan ve diğer sömürgelerindeki katliam ve insan hakları ihlalleri; Rusların II. Dünya Savaşında tüm Kırım Türklerini, sırf Türk oldukları için Sibirya'ya ve Orta Asya'ya sürmelerini; İtalya'nın Trablusgarp ve Habeşistan'daki vahşet örneklerini her yıl gündeme getirecek insan hakları kuruluşları (NGO) oluşturulabilir. Tabii, kendi ülkesi ve devletini yabancı ülkelere şikâyet etmekten ve de terörist haklarını savunmadan öte insan hakları kavramına sahip çıkmayan İHD ve Mazlum-Der gibi kuruluşlardan böyle bir duyarlılık ve de yurtseverlik beklemek olanaksız olacaktır.

Türkiye nasıl bir aktif politika izlemelidir ki, Ermeni iddiaları anlamını ve etkinliğini yitirsin?

Önce, Ermeni ayaklanmaları çıkan bölgelerimizde soykırım müzeleri açmak ve uluslararası düzeyde sempozyumlar, paneller düzenlemek, yayın yapmak gerekmektedir. Bu da yeterli değildir. Başta diplomatlarımız olmak üzere yurtdışına gönderilecek kamu görevlileri ve öğrenciler, bu konuda hizmetiçi kurslardan geçirilmelidir. Sadece, Ermeni konusu değil, Pontus, Süryani vb. konularda da bilgilendirilmelidirler. TBMM, misilleme politikası çerçevesinde, soykırım iddialarını tanıyan ülkelerin işlemiş oldukları insan hakları ihlalleri ve de benzeri soykırım örnekleri ile ilgili benzer konularda, misliyle karşılık içerecek kararları hem de anında almalıdır. Bu da yetmez. Yurtdışına gidecek milletvekilleri heyetleri, hedef ülkelerdeki rejim karşıtları ve mağdurları ile görüşmeler yapmalı; hapisanelerini teftiş etmeli; Türk mahkûmların sıkıntılarının hesabını sormalıdır. Örneğin, ETA, IRA, Korsika Yurtsever Hareketi gibi örgütlerin legal uzantıları ile temas kurulmalı; PKK ve benzeri örgütlerin temsilciliklerine ve faaliyetlerine izin veren gözyuman ülkelerdeki karşıt unsurların Ankara'da temsilcilik açmalarına müsaade edilmelidir. Eğer milletvekillerimize herhangi bir engel çıkaran ülke olursa, en aktif biçimde protesto edilmeli ve onların da parlamenterlerine benzeri engeller çıkarılmalıdır. Böylece, "sömürge valisi" edasıyla Türkiye'yi sorgulayan, aşağılayan, ulusal onurumuzla ve ülke bütünlüğü ile oynayan denetçilerin gerekçeli olarak önleri kesilmiş olacaktır. Bu arada Türkiye, Karabağ sorununu ısıtıp ısıtıp Ermenilerin ve Batılı ülkelerin önüne çıkarmalı; uluslararası gündemden düşmemesi için çaba sarfetmelidir. Ülkemizin onurlu bir dışpolitikaya gereksinimi her geçen gün artmaktadır. Ama bu hükûmetle mi? Asla!.. Türkiye'nin egemenlik haklarını, halka gitmeksizin Brüksel'e devretmeye kalkışanların, Atatürk ilke ve devrimlerine ihanet ederek, Anayasa'nın değiştirilemez maddelerini yok sayarak, sırf AB'nin istemleri doğrultusunda ulus-devlet yapılanmasını yıkmayı gözönüne alarak bu ihaneti sürdürenlerin, onurlu bir dışpolitika izlemeleri, uluslararası arenadaki Ermeni provokasyonları ile başa çıkmaları kesinlikle olanaksız görünmektedir. Türkiye'nin önceliği, bu safraları atmaktır; böylece sorunlar çok daha kolay çözümlenebilecektir..

Dr. Necip Hablemitoğlu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Dış Türkler Stratejisi

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:33


Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Dış Türkler Stratejisi / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Dış Türkler Stratejisi

“MİLLİ MERKEZ”LER OLMADAN ASLA!..

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren devletle özdeşleşen, T.B.M.M., Yüksek Yargı Organları, Silahlı Kuvvetler ve M.İ.T. gibi vazgeçilmez temel kurum ve kuruluşları mevcut. Türkiye’nin kendine özgü koşulları, Anayasasında laikliğe yer vermesine karşın dünyada ilk ve tek ülke olarak, toplumumuzun “yumuşak karın bölgesi”ni oluşturan ve yüzyıllardır iç ve dış tehdit odaklarının kullanımına açık olan din konusunda devlet kontrolünü sağlayan -dolayısıyla gerçek İslâmiyetin varlığına hizmet eden- Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ikincil nitelikli bir kurumu da devletle özdeşleştirmiş. Türkiye’nin sorunlu komşuları ve de tüm Türk Dünyası ile olan ilişkileri de, böylesine devletin kontrolünde yeni ve çok özel bir yapılanmayı gerekli kılmış: “Milli Merkez”ler!..

Gerçekte “Milli Merkez”lerin oluşumu, Türkiye Cumhuriyeti’nden de eski bir tarihe ulaşıyor: 1908’den itibaren İttihat ve Terakki Partisi’nin üst düzey yöneticilerinin, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki Türklerle ilgilenmeye başladığını ve de ilk olarak Gaspıralı İsmail Bey ile mektuplaştıklarını biliyoruz. İlk defa 1883’de Kırım’ın Bahçesaray şehrinde “Tercüman” gazetesini çıkararak 33 yıl boyunca “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” sloganı ile Türk Dünyasında çağdaşlaşmanın ve de Türklük bilincinin öncülüğünü yapan Gaspıralı İsmail Bey, bu ilişkide köprü rolünü üstlenmiş. Hiç şüphesiz, İttihatçıların Rusya’daki Türklerle ilgilenmesinin temelinde iki önemli neden yatıyor: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun “ulus-devlet” yapılanmasını tamamlayabilmesi için insanlarının sür’atle kul anlayışından bireyliğe, Türklük bilincinin gelişimi ile de ümmet anlayışından ulusçuluk anlayışına geçmesi gerekiyor. İşte bu neden, son derece akılcı, gerçekçi ve vazgeçilmez gerekçelere dayanıyor. İkinci neden ise, bu sürecin duygusal, hatta ham hayal yanını oluşturuyor: Turancılık ya da bir başka ifadeyle “Türk Dünyası’nın bir bayrak altında toplanması!”... Sınırları belirsiz, rizikosunun hesaplanmasının bile mümkün olmadığı bu ikinci neden, biraz da dönemin diğer ulusların milliyetçilik anlayışlarından esinleniyor. Örneğin, İngiltere’nin “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”, Rusya’nın “pan-slavizm”, Almanya’nın “pan-germenizm”, Yunanistan’ın “megalo-idea”sı gibi... İşte, tüm Rusya Türklerini içine alan ilk “Milli Merkez”, bu koşullarda kuruluyor. Bu Merkez, İttihatçılar tarafından oluşturulan ilk Türk İstihbarat Örgütü olarak kabul edilen “Teşkilât-ı Mahsusa”ya sımsıkı bağlı olarak ortaya çıkıyor. Rusya’dan gelen bilgi akışını (askeri, siyasal, sosyal ve toplumsal) değerlendirmenin yanısıra, Rusya’dan gelen Türklerin -özellikle de öğrencilerin- denetim altında tutulması ve bunlara Türklük bilinci aşılanması gibi önemli işlevleri yerine getiriyor. Bir nevi Danışma Kurulu olarak çalışan bu merkez, Osmanlı yasalarına göre “kesinlikle mevcut değil” görünüyor, çünkü legal olarak kurulmamış. Ama resmen var olmasa da Merkezin bilinen adresleri: “Türk Derneği” ve “Türk Ocağı”...

Bilinen isimlere gelince, Gaspıralı İsmail Beyin yanısıra, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi, Musa Akyiğitzâde, Nasip Yusufbeyli, başı çekiyor. Kaldı ki, Rusya Türklerinin geleceğinin ancak güçlü bir Osmanlı Devleti’nden geçtiğini algılayan Gaspıralı İsmail Bey, İttihatçılardan da önce, Türklük bilincine sahip olmadığı gerekçesiyle sevmediği II. Abdülhamit’e -örneğin Kahire’de toplanacak İslâm Konferansı girişimleri için- rapor verme sorumluluğu gösteriyor (bu hususa ilişkin ilişkin dokümanın yanısıra, I. Dünya Savaşı için hazırlanan ve Rusya’dan son derece önemli askeri bilgileri içeren matbu bazı raporlar da kişisel arşivimde bulunmaktadır). Hiç şüphesiz bu duyarlılık, Rusya’daki Türklerin geleceğinin güçlü ve istikrarlı bir Osmanlı Devletine bağlı olduğunun sorumlu ifadesi olarak ortaya çıkıyor.


ATATÜRK VE “MİLLİ MERKEZ”LER

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Türk toplumuna çağdaşlaşmanın yolunu kapatan tüm eskimiş, köhne Osmanlı yasaları terkediliyor. Hukuk alanında gerçekleştirilen yeni yasal düzenlemelerle birlikte, devrim yasaları getiriliyor. Türk Devleti çağdaş-modern bir yapılanma sürecine sokulmuşken, “Milli Merkez” oluşumu aynen muhafaza ediliyor; bir başka ifadeyle bizzat Atatürk tarafından gelenekselleştiriliyor. Atatürk’ün bu oluşuma katkıları, hiç şüphesiz modern devlette olması zorunlu düzenlemeleri içeriyor:

* Önce “Milli Merkez”lerin sayısı arttırılıyor ve doğrudan M.A.H. bünyesi içine alınıyor. “Kırım Milli Merkezi”, “Azerbaycan Milli Merkezi”, “Türkistan Milli Merkezi” gibi. Ayrıca, Balkanlardaki Türk azınlıkları ile ilgili merkezler de faaliyete geçiriliyor.

* Sovyet işgalinden sonra Rusya’dan kaçmak zorunda kalan Türk liderlerine ve entellektüellerine bu merkezlerde hizmet şansı ve fırsatı sunuluyor (örneğin, Prof. Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak hizmet verirken, Prof. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Zeki Velidi Togan, Prof.Dr. İsmail H. Ertaylan, Prof.Dr. İzzet Kantemir, Prof. Ahmet Caferoğlu, Prof. Reşit Rahmeti Arat, Prof.Dr. Ahmet Temir, Prof.Dr. Akdes Nimet Kurat, Dr. Hamit Zübeyr Koşay gibi çok sayıda bilim adamı Türk Üniversitelerinin kuruluşunda görev almışlar ve uluslararası alanda başarı ile Türkiye’yi temsil etmişlerdi. Aynı şekilde, Rusya’da iken subay olan Türk aydınları, bu defa Türk Ordusu’nda müktesep rütbelerinde görev alırken, önemli bir bölümü de M.A.H. bünyesinde istihdam edilmişlerdi).

* Milli Merkezler, Osmanlı döneminde olduğu gibi yine “ Danışma Kurulu” niteliğinde, yani bir tüzel kişiliğe sahip değil. Milli Merkezlere, en güvenilir, idealine samimi, Türkiye’ye ise sadakati test edilmiş aydınlar aktif üye olarak girebiliyor. Kesinlikle üyelere hizmetlerinden dolayı maaş ya da “huzur hakkı” ya da benzeri ad altında hiçbir şekilde para ödenmiyor. Devlet adına M.A.H. yönetiminin öngördüğü sınırlar içinde faaliyet yürütüyorlar. Üyelerin, Türkiye’nin zaten sorunlu olan komşuları ile ilişkilerini bozabilecek duygusal-politik nitelikte faaliyet içine girmeleri asla sözkonusu değil. Üyelerin tamamı, kendi meslekleri içinde en başarılı, dürüst olarak tanınan gönüllü ve seçkin vatanseverlerden oluşuyor. Hata yapanın, derhal merkezle ilişkisi kesiliyor. Örneğin, Atatürk’ün de bulunduğu bir toplantıda, Sovyet tarihçilerine yönelik olarak aleni ve de duygusal bir biçimde Rus düşmanlığı yapan sözler sarfeden Prof. Ahmet Caferoğlu’nun Azerbaycan Milli Merkezi dahil pekçok resmi makamla ilişkisi hemen sona erdiriliyor.

* Milli Merkezlerin asıl işlevine kavuşması, ancak Türk Ocakları’nın kapatılmasından sonra mümkün oluyor. Türkiye dışındaki Türklerin sorunlarına “Turancılık” perspektifinden yaklaşan Türk Ocakları’nın, bu konudaki söylemlerini “boşboğazlık” raddesine vardırması ve dolayısıyla da Dışişlerimizi zor durumlara düşürmesi üzerine, Atatürk, Türk Ocakları’nın kapatılmasını emrediyor. Bu emri alan Türk Ocakları, 10 Nisan 1931’de toplanan “Fevkalâde Kurultay”ında kendi kendini feshediyor (ne yazıktır ki, Türk Ocakları’nın bugünkü yönetimi, “minik savaşman”lar tiplemesinde, Hocaefendi’ye (!) üst üste iki yıl üstün hizmet ödülü vererek kurucularının kemiklerini sızlatıyor; Türk Ocakları’nın kuruluş amacına da, Türkiye’nin laik-hukuk sistemine de, Türklük bilincini yaygınlaştırma işlevine de ters düşüyor, ihanet ediyor). İşte, Türk Ocakları’nın kapanmasından 5 gün sonra, Atatürk yeni bir yapılanma içinde ve “bilgisiz fikir olmaz” mantığı çerçevesinde, Türkiye, Rusya, Balkanlar, kısaca tüm Türk Dünyası’nın tarihini bilimsel nitelikte ele alacak “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni kurduruyor. 5. Kol kapsamındaki bazı faaliyetler ise M.A.H. denetimine bırakılan Milli Merkezlere havale ediliyor. Bu arada Atatürk, kapatılan Türk Ocakları’nın Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’i Bükreş Büyükelçiliği görevine tayin ederek, “boşboğazlık” yerine sessizce ve de akıllıca aynı amaç doğrultusunda nasıl yürünebileceğini gösteriyor (Tanrıöver’in Romanya Türkleri ve de Ortodoks Gagauz Türkleri ile ilgili olağanüstü başarılı çalışmaları için bkz. “Kemal’in Öğretmenleri”, Kırım, No.21, Ekim-Aralık 1997, s. 3-13).

* Milli Merkezler, Atatürk döneminde, temel işlev olarak, Türk Devleti ile hedef bölgede yaşayan Türkler arasında çok yönlü bir köprü oluşturuyor: Çok yönlü bilgi temin etmek; bilgi akışını güvenilirlik testinden geçirmek; yabancı servislerle ilişkisi olan ajan-provakatörleri saptamak ve kontrol altında tutmak; ilgili elçilik mensuplarının kendilerine (diasporaya) yönelik faaliyetlerini izlemek; akademik nitelikte kitaplar, makaleler ve bildiriler yazmak ve periyodikler çıkarmak; ilgili dernekleri kurmak ve faaliyetlerini sürekli denetlemek; istenildiğinde aktif biçimde kamuoyu oluşturmaya yönelik her türlü çalışmayı yapmak; uluslararası platformda faaliyet gösteren, batılı servislerin desteğindeki anti-komünist organizasyonlarla kontrollü ilişki kurmak ve diğerleri. Kısaca, Atatürk dönemi Türk Dış Politikasında belirgin bir hata yaşanmıyor. Türk Devleti, içte ve dışta “tam bağımsız” ve de egemen olmanın onurunu yaşarken; Milli Merkezlerde görev yapan Türk aydınları da anavatana hizmet etmenin ve anavatanın güvenliğine ve çıkarlarına ters düşmeksizin kendi davalarına çalışmanın şerefini paylaşıyor.



MİLLİ MERKEZLERİN BUGÜNÜ

Atatürk’ün vefatının ardından, Türkiye’nin Dış Türklere yönelik stratejisinin -tabiri caizse- adeta çivisi çıkıyor. İsmet Paşa’nın laiklik konusundaki duyarlılığı, maalesef, Cumhurbaşkanlığı’nın ilk dönemindeki kimlik bunalımı (Atatürk’ün resimlerinin para ve pullardan çıkarılması vb.) sırasında, sözkonusu strateji de terkediliyor. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında “yükselen değerlere” uygun olarak (Almanya ve İtalya’dan esinlenen) aşırı milliyetçi ve sorumsuz turancı söylemlere ve hareketlere gözyumulurken, savaşın bu ülkeler aleyhine sonuçlanmaya yüztutmasıyla bunların üzerine bu defa yüzdeyüz bir politika değişikliği ile sertçe gidiliyor. Bu kesime duyulan rahatsızlık ve gösterilen tepkilerden dolayı, Atatürk’ün iç ve dış politikada belirleyici simgesi olan Türklük bilinci, iyice ihmal ediliyor, geri plana itiliyor. Ancak, İsmet Paşa’nın bu politika değişikliği, Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası Türkiye’den toprak talebini etkilemiyor. Atatürk döneminde böylesine bir mütecavizliğe cesaret edemeyen Rusya’nın, daha sonra bu cesareti kendinde bulması, hiç şüphe yok ki, Türkiye’nin “caydırıcı” kozları elinde tutamaması ile doğrudan ilgili. Bu olumsuz gelişmelerden, iyi ki, M.A.H. (sonraları M.İ.T.) içindeki geleneksel yapı, öylesine olumsuz etkilenmiyor. Ve Milli Merkezler sessiz-sedasız varlığını sürdürüyor. Demokrat Parti ile başlayan siyasal süreçte, A.B.D.’nin “Yeşil Kuşak Teorisi”nin yaşama geçirilmesi uğruna Türkiye pek çok temel ilkesinden vazgeçiyor. Örneğin, laiklik ilkesi rafa kaldırılıyor. Gerçekte İslâmiyetle bağdaşmayan tarikat sapkınlıkları bu defa devlet eliyle yeşertiliyor. Siyasal İslâmcılığın hortlatılması ile devlete egemen olması gereken Türklük bilinci, bir kez daha geri plana atılıyor. Türk Devletinin gücünü, bağımsızlığını ve egemenliğini temsil eden Silahlı Kuvvetler ve M.İ.T. gibi temel kuruluşlar, A.B.D.’nin müdahalesine açık bırakılıyor. Hatta bir ara, Türkiye’ye ihanet anlamına gelecek biçimde, M.İ.T. mensuplarının maaşını dahi A.B.D. ödüyor. Dünyadaki “soğuk savaş”ın tarafı olan A.B.D.’nin anti-komünist blok lideri olması dolayısıyla Milli Merkezlerin varlığını sürdürmesine izin veriliyor ama görev ve yetkileri alabildiğine kısıtlanıyor. Bu arada Milli Merkezleri yönlendirecek ve denetleyecek elemanların eğitim kalitesi ve bilinç düzeyi giderek düşüyor ve böylece günümüze kadar geliniyor...

Büyük Atatürk’ün ölümünden sonra, iç ve dış politikasında Türklük bilincini bir kenara bırakarak ilkesiz ve kararsız bir imaja bürünen Türkiye, bu ruhsuz ve kişiliksiz görüntünün bedelini en ağır biçimde ödüyor. Yakın bir geçmişe kadar, Milli Merkezleri ihmal ile Dış Türkler kozunu kullanmayı beceremeyen Türkiye’de örneğin, Kızıl Çin bile binlerce kilometre uzaklıktan ve rahatlıkla Maocu örgütlenmeyi gerçekleştirerek devletimizi tehdit edebiliyor. Aynı şekilde, T.K.P. ve benzeri illegal örgütlenme, Sovyet çıkarlarını ve ideolojisini herşeyin üstünde tutacak kadroları yetiştiriyor ve Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyecek kaos ortamını yaratıyor. Küçük Bulgaristan ve hatta Enver Hoca’nın zavallı Arnavutluğu bile Türkiye’de kendi çıkarlarına hizmet eden terörist örgütlerini yetiştirebiliyor. Bulgaristan Türk azınlığın isimlerini fütursuzca değiştirecek ve yüzbinleri Türk sınırına iterek ülkemizde ekonomik ve siyasal kriz yaratmayı sağlayabiliyor. P.K.K. kartını aleyhimize küçük Suriye ve Irak dahil, A.B.D., İsveç, Rusya, İsviçre, İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya gibi dost-düşman hemen her ülke pervasızca oynayabiliyor. İran, Suudi Arabistan, Libya gibi ülkeler, İslâm adına kendi devletini yıkabilecek, kendi diline ve kültürüne düşman şeriatçı kadrolara ve terörist militanlara sınırsız destek olabiliyor. Ermeni terörüne, bölücü P.K.K. terörüne, Dev-Yol, Dev-Sol, Tikko gibi marksist örgütlerin terörüne, Cemalettin Kaplan’ın, Hizbullah’ın, Milli Gençlik Vakfı’nın ve diğer şeriatçı örgüt ve tarikatların her türlü yıkıcı eylem ve terörüne, başta Yunanistan olmak üzere Avrupalı müttefiklerimiz, A.B.D., Rusya ve diğer bilinen ülkeler rahatça kucak açıp lojistik destek sağlayabiliyor. Komünisti, faşisti, şeriatçısı, kapitalisti ile pekçok devlet, Türkiye düşmanlığı paydasında rahatlıkla buluşabiliyor ve işbirliği yapabiliyor...

Buna karşılık Türkiye, Rusya’daki, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki, Balkanlardaki, Irak’daki, İran’daki, Suriye’deki Türk azınlıkları ile Avrupa ve A.B.D.’deki toplam milyonlarca Türk nüfusunu “caydırıcı” unsur olarak masaya süremiyor. Yeterli enformasyon alamadığı için gerçekte sahip olduğu gücünü bilemiyor, kullanamıyor...

Tipik Bir Örnek Olarak “Kırım Milli Merkezi”

Uzun yıllar önce, 1970’lerin başında, Kırım ile ilgili yazı ve kitap çalışmalarımdan dolayı Kırım Milli Merkezi’nin toplantılarına davet edilmiş; ancak gerek toplantıların İstanbul’da yapılması ve gerekse de işlerimin yoğunluğu nedeniyle sadece bir kez bu davete uyabilmiştim. Olağanüstü etkilenmiştim. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Kırım Milli Merkezi’ni başarıyla yöneten Cafer Seydahmet Kırımer’in koymuş olduğu ilke ve kurallar -aradan bunca yıl geçmesine karşın- aynen işletiliyordu. Bu kurallara sadık kalarak, sadece Hak’kın rahmetine kavuşanların isimlerini vermekle yetiniyorum: Av. Müstecib Ülküsal, Av. İbrahim Otar, Dr. Edige M. Kırımal, Dr. Abdullah Zihni Soysal, Yusuf Uralgiray ve diğerleri. Toplantı gündeminde yer alan konuların yanısıra, bunların tartışılma düzeyi de olağanüstüydü. Hiç şüphesiz, toplantıda yer alan katılmacıların farklı siyasal görüş ve inançları bulunmaktaydı. Ancak, konu “Türkiye” ve “Kırım”ın çıkarları sözkonusu olduğunda, herkesten tek bir ses ve tek bir karar çıkmaktaydı. Tanıdığım kadarıyla, Rusya’nın Çarlık ve Sovyet dönemlerinde en çok ezilen, hatta varlığına kastedilen bir halkın, Milli Merkez’e katılabilen seçkin aydınları arasında elbette ki komünist ideolojiye inanmış birinin olması sözkonusu bile değildi. Ancak, şeriatçı da yoktu, ırkçı ve turancı da. Tüm katılımcılar için Türk Devletinin, Kırım’ın ve de tüm Türk Dünyası’nın bekası ve çıkarları herşeyin üstündeydi. Etkilendiğim bir başka konu, aralarında bir tek “TATARCI”nın bulunmamasıydı. Katılımcılar, “Tatar” sözcüğünün nasıl Ruslar tarafından Kırımlılara isnat edildiğini tüm tarihsel boyutları içinde bilmekte ve Kırım kökenlileri sadece “KIRIM TÜRKLERİ” olarak tanımlamaktaydı. Temel ilkeleri ile kabul edilen iki liderin fotoğrafları salonu süslemekteydi: Atatürk ve Gaspıralı İsmail Bey. Dr. Edige Kırımal, “Tatar” tesmiyesinin, Rusların ve de A.B.D. başta olmak üzere Türklükten önyargılı olarak tedirgin olan, ürken, hatta nefret eden Batılı ülkelerin çıkarlarına hizmet etmekten; büyük Türk Dünyasını bölmekten başka bir işe yaramayacağını -gerekçeleri ile- uzun uzun anlatmıştı. Dr. Edige Kırımal, o tarihlerde C.I.A. tarafından Almanya’da kurulmuş olan “Sovyetler Birliği’ni Öğrenme Enstitüsü”ndeki görevini sürdürmekteydi. Kendisi gibi A.B.D.’den maaş alan Dr. Baymirza Hayit, Süleyman Tekiner, Mehmet Emircan gibi mesai arkadaşlarıyla Türklük bilincinin gereğini yerine getirmeye çalıştıklarını, ancak, özellikle “Hürriyet Radyosu” ve “Hür Avrupa Radyosu” gibi yine C.I.A. tarafından finanse edilen kuruluşlarda çalışan bazı Türk gençlerinin “ajanlık” statüsünü kabul etmelerinden yakınmıştı.

Yıl 1998... 2000’e 2 kala, Kırım Milli Merkezi, ulusal bir “ Danışma Kurulu” niteliğinde, Atatürk’ün öngörülerinin değerli bir mirası olarak varlığını sürdürüyor... Ama danışan devlet ortada yok!.. M.İ.T. içindeki -yeteneksiz ve kapasitesiz personelin kişisel hataları ile- ihmal edilmişliğin sıkıntısını çekiyor. Ama olan Türkiye’ye oluyor... En gerekli olduğu dönemde, yakın tarihimize damgasını vuran Milli Merkezler oluşumu, yokolmaya terkediliyor. Örnek mi? Öylesine çok ki!..

Örneğin, aydın ve vatansever Kırımlı Türkler arasında “minik savaşmanlar” olarak nitelendirilen Fethullahçı kadro, Türk Devleti ile Milli Merkez arasındaki tüm ilişkiyi koparmış durumda. Bir kısmı, Kırım’daki Kırım Türklerinin vatandaşlık haklarına hukukdışı biçimde ambargo koyan Ukrayna Hükûmeti’nin legal “agent”lığını üstlenmiş durumda. M.İ.T. ile ilişkide “tek yetkili” makam olduklarını iddia ile kendilerini anlaşılmaz biçimde “Kırım Diasporasının Lideri” ilân ediyorlar. Bazıları, TRT çalışanı yani devlet memuru oldukları halde, akılalmaz bir pervasızlıkla Prag’dan yayın yapan ve C.I.A. tarafından finanse edilen “Radio Liberty”de haftalık program yapıyorlar. Bir kısmı Fethullahçıların “Kafkasya Danışmanlığı”nı sürdürürken, veterinerlik gibi ilgisiz mesleklere mensup oldukları halde kendilerini “psikolojik istihbarat uzmanı(!)” olarak takdimle, ilgili kuruluşlarla ilişkilerini rahatça ve fütursuzca deşifre edebiliyorlar. C.I.A.’nın N.G.O.’lara (Sivil Toplum Örgütleri) verdiği özel önem bağlamında -Fethullahçı kadroyu kullanarak- Türkiyee’deki Kırım Derneklerine el atmaya çaba sarfediyorlar. Kısaca, Türk Devletinin kıt kaynakları bunlar tarafından heba ediliyor, insani yardımlar bile bunların üzerinden gönderiliyor. Türk Devleti, bunlar tarafından yanlış ve maksatlı bilgilendiriliyor ve yönlendiriliyor...

Tüm bu olumsuzluklar sadece Kırım kökenli vatandaşlarımızı mı ilgilendiriyor? Elbetteki hayır!.. Dedelerine yüzlerce yıl önce kucak açmış bu ülkenin bir kısım vatandaşları, bu ülkede yaşamalarına rağmen, “Çerkezcilik”, “Tatarcılık”, “Çeçencilik”, “Gürcücülük”, “Kazakçılık” yapabiliyor. Bir parça Türklük bilincine sahip olanlar da maalesef Fethullahçıların, Faziletçilerin, B.B.P.’lilerin ve diğer marjinal örgüt ve tarikatların kucağına düşebiliyor... Türk Devleti ise sadece seyrediyor...

Tek Çözüm: Milli Merkezlerin Yeniden Yapılanması...

Oysa, Türkiye’nin dışpolitikasında Dış Türklere özel olarak önem vermesi, Türkiye’nin sadece komşuları ve müttefikleri ile ilişkilerinde bir denge unsuru olacağı kadar aynı zamanda etkili bir silâh da olacaktır. Atatürk, bu dengeyi çok akılcı, duygu ve heyecandan arındırılmış bir strateji izleyerek koruduğu gibi, Türk azınlıklarını bir silâh olarak kullanmayı da bilmiştir. Örneğin, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Barış Antlaşması’nda bu silâhı kullanarak T.K.P., Yeşilordu, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası gibi örgütlerin kapatılmasına bizzat Sovyetlerin desteğini almıştır. Lozan’da ve “etabli” sorununda Batı Trakya Türklerini, Hatay sorununda ise bu vilayetteki Türkleri ön plana çıkarırken, Balkanlardaki Türklerin insan hakları ve temel kültürel sorunları ile ilgilenmeyi devlet politikası haline getirmiştir. Atatürk döneminde tüm olumsuz siyasal ve ekonomik koşullara ve yetersizliklere rağmen çözümlenen iç ve dış sorunlar, 10 Kasım 1938’den sonra çözümlenemiyorsa, önce bunun nedenlerini ortaya koymak gerekir. İşte unutulan, unutturulan Milli Merkezler, bu nedenlerden birisidir. Atatürk döneminin siyasal, ekonomik, toplumsal ve de kültürel koşullarının ve de kurumlarının günümüzde değiştiğini kabul etmek kaçınılmaz. Elbetteki sürekli değişim gerçeğinde geriye dönmek mümkün değildir. Ancak, değişmeyen olguların da varlığını kabul etmek gerekir. Örneğin, Atatürk’den bu yana Türkiye’ye düşman olan devletler hiç değişmemiştir. Aynı şekilde, Atatürk’ün ilkeleri de. Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kuruluşları olarak T.B.M.M.’nin, Yüksek Yargı Organlarının, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, M.İ.T.’in, ikincil kuruluş olarak da özel konumu bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önem ve ağırlığı değişmemiştir. İşte, Milli Merkezlerin Atatürk’ten bizlere kalıcı bir miras olarak, yeniden itibar ve sorumluluk iadesinin yapılması, eski işlevinin kazandırılması gerekmektedir. Bu bir tarihsel borçtur, zorunluluktur.

ÖNERİLER:

* Kırım Milli Merkezi dışında diğer Milli Merkezler tümüyle yokolmuştur. Gerek, Milli Merkezlerin kuruluşundan itibaren görev alan üyelerin ölümleri, gerek yerlerine yenilerinin yetiştirilemeyişi ve gerekse bu konularla ilgilenenlere yabancı servislerin çengel atmaları ya da parti-tarikat-örgüt üçgeni içinde politize olmaları, bugünkü sonucu doğurmuştur. Bu sonuçta, geçmişteki politikacılarımızın suçu olduğu kadar, Milli Merkezlerin önemlerini algılayamayan ve değersiz elemanlarla bu işi sürdürmeye kalkan M.İ.T. Müsteşarlarının da suçu ve vebali büyüktür. Türkiye, uzun yıllardır nihayet tüm kamuoyunun desteğini arkasına alan; bu kurumun fosilleşmiş yapısını çağdaşlaştırmaya; çetelerden, tarikatlardan ve diğer illegal bağlantılardan arındırmaya kararlı bir Müsteşara sahip olmuştur. Alt birimlere devredilmesi sözkonusu bile olmayan Milli Merkezler’in yeniden eski görev ve işlevine kavuşturularak yapılandırılması, bizzat bu makama düşmektedir.

* Milli Merkezler için halihazırda yeterli insan kaynağı bulunmamaktadır. Nitelikleri uyan gönüllü adayların saptanması ve yetiştirilmesi, M.İ.T.’in asli görevi olmalıdır.

* Bugüne kadar bu kurum içinde kadrolu eleman ya da bağlantı olarak yabancı servislerle ilişkide bulunanlar ya da Fethullahçılar benzeri şeriatçı yapılanmada yer alanlar ve de bunlarla çıkar birlikteliği bulunanların kurumla her türlü ilişkisi, Milli Merkezlerde görev üstleneceklerin güvenliği açısından kesilmelidir.

* Aynı duyarlılık, Milli Güvenlik Kurulu’na bağlı birimlerde sözleşmeli danışmanlık hizmeti veren ya da Askeri kurumlarda ders veren akademisyenler için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, Fethullahçılar başta olmak üzere tüm şeriatçı tarikatların değiştirilemez biçimde kadrolaştığı önesürülen Milli Eğitim Bakanlığı (özellikle Yurtdışı Eğitimi-Öğretimi Genel Müdürlüğü ile Talim ve Terbiye Kurulu-Türk Cumhuriyetleri ve Türk Kültür Toplulukları Dairesinin yöneticilerinin yanısıra, yurtdışına görevlendirilen eğitim ataşeleri ve müsteşarları için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, Polis Akademisi ve Polis Kolejinin akademisyen ve öğretmen kadrosu ile yurtdışına görevlendirilen Diyanet İşleri personeli için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, TİKA’da, Başbakanlığın Türk Cumhuriyetleri ile ilgilenen birimlerinde, Başbakanlık Tanıtma Fonunda görev yapan personel için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, Y.Ö.K. tarafından Türk Cumhuriyetlerine gönderilecek akademisyenler için de geçerli olmalıdır. Bu bağlamda, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu da üye ve yönetici kadrosuyla acilen büyüteç altına alınmalıdır.

* Yurtdışına uzun süreyle görevlendirilecek her türlü devlet memurunun yanısıra, yüksek lisans ve doktora yapmak üzere M.E.B., Y.Ö.K. ya da diğer kamu kurumlarınca burslu olarak yurtdışına gidecek öğrencilere, ilgili Milli Merkezin yetkin elemanlarınca ön bilgilendirme yapılmalıdır.

* Milli Merkezin onayı olmaksızın Maliye Bakanlığı’nın rastgele derneklere para yardımı yapmasının ve de Başbakanlık Tanıtma Fonunun onaysız projelere ödenek ayırmasının, ayrıca Kızılay’ın yardım için ilkesiz yönlendirilmesinin önüne geçilmesi gerekmektedir. Ankara’da faaliyet gösteren ve ortalama altında üyeye sahip bir Kırım Derneği’ne geçtiğimiz yıl 100.000.000.000 (yüzmilyar) TL. yardım yapılması, mevcut kritersizliğe ve kontrolsuzluğa tipik bir örnek oluşturmaktadır. Kısaca, devletimizin zaten çok sınırlı olan parasal olanakları, ancak yerine tahsis olunmalıdır. Aynı şekilde, Türkiye’de yükseköğretim kurumlarında öğrenim gören misafir Türk öğrencilerinin, ilgili Milli Merkezler tarafından hizmetiçi eğitime tabi tutulması ve mutlak surette Türklük bilincinin verilmesinin yanısıra, şeriatçı örgüt ve tarikatların tehlikesi ile ilgili olarak da bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Bu öğrencilerin Türkiye’de başıboş bırakılması, özellikle Orta Asya kökenlilerin yasadışı işlere karışmalarına ve de eğitimlerini yarım bırakarak ülkelerine dönmelerine neden olmaktadır. Bu da devletimizin kıt kaynaklarının heba edilmesi anlamına gelmektedir.


SONSÖZ

Öncelikle belirtmeliyim ki, bu yazı, tıpkı Kırım dergisinin geçen sayısında yayınlanan “Türk Dünyasını Tehdit Eden Dış Güçler: FETHULLAHÇI İHANETİ (1)” yazısı gibi kesinlikle sıradışı bir yazıdır. Bu yazıda, Türk Devleti ile Dış Türkler arasındaki ilişki sürecine ait pek bilinmeyen ya da az bilinen parçaları birleştirmeyi ve var olan gerçeği, farklı, ulusal bir yaklaşım ve duyarlılıkla ortaya koymayı amaçlamış bulunuyorum. Kırım Milli Merkezi’nin ya da herhangi bir Kırım Derneği’nin üyesi değilim. Aynı şekilde, M.İ.T. ya da bir başka istihbarat kurumuyla hiçbir organik ya da dolaylı ilişkim bulunmamakta. 20 Yılı aşkın bir süredir, Ankara Üniversitesinde öğretim görevlisi statüsünde bir tarihçi olarak görev yapmaktayım. Mütevaziliği bir kenara bırakarak, başta Kırım olmak üzere Dış Türkler konusunda dünyadaki tarihçiler arasında en zengin kişisel arşive sahip olan akademisyenim. Dış Türklerin her alanda kalkınmasının ve kurtuluşunun, ancak güçlü bir Türkiye ile olanaklı olabileceğini kabul etmekteyim. Ayrıca, Kırım kökenli olmak kadar, Türk vatandaşı olmakla da sınırsız ve koşulsuz gurur duymaktayım. Hayatımın hiçbir döneminde Türk Devletinin çıkarlarına ters düşen hiçbir marjinal örgüt ya da tarikatla ilişkim olmadı. Sadece olayları ve gelişmeleri uzun yıllar boyu dışarıdan mümkün olduğunca objektif gözle izlemeye ve değerlendirmeye çalıştım. Ve bu yıllar boyunca da Milli Merkezlerle ilgili bilgilerimi, -belki de anlamsız bir sır olarak- kendime sakladım. Bir de M.İ.T.’e aitmiş gibi gelen bu yapılanmayı klasik gizliliğe saygı önyargısı içinde değerlendirdim. Şimdi geç de olsa bu makale ile bu hatalı değerlendirmeyi geride bırakıyorum.

1995-96 Yılları arasında Birleşmiş Milletler görevlisi olarak bulunduğum Moldova’da, yaklaşık 300.000 kişilik nüfusa sahip Hristiyan Gagauz Türkleri ile ilgili olarak C.I.A., K.G.B., K.İ.P., Alman, Bulgar ve hatta Norveç istihbaratçılarının kapışmalarını ibretle izledim. Hiç Türk istihbaratçısı yoktu. Türkiye’den ayrılırken, bölge hakkında bilgi alabileceğim, servis hizmeti verecek bir resmi makam -maalesef- bulamadım. Sahipsiz bıraktığımız Gagauzlarla ilgilenirken, Atatürk’ün sözkonusu emperyalist kökenli girişimlerden tam 60 küsur yıl önce, bu bölgeye -o fakir halimizde- rusça ve romence bilen tam 80 “ilkokul öğretmeni” gönderdiğini öğrendim ve Atamızla, O’nun büyüklüğü ve ilerigörüşlülüğü ile gurur duydum. Sonra o topraklarda kalan idealist devlet görevlilerimizden birinin haç dikili mezar taşı başında unutkanlığımıza ve vurdumduymazlığımıza kahroldum. Rusya’nın yanısıra uzun bir süre kaldığım ve sürekli izlediğim A.B.D. ve İngiltere’de demokrasiye rağmen varlığını hissettiren “derin devlet” olgusunu saptadım. Tüm bu ülkeler, kendilerinden binlerce mil uzaktaki Türk topraklarında, ekonomik ve siyasal çıkarları dışında hiçbir müşterek bağı bulunmayan Türk topluluklarına yönelik her türlü istihbarat ve ajitasyon faaliyetinde bulunurken, kendi devletimin, pekçok müşterek bağı ve karşılıklı çıkarı bulunan Türk topluluklarına olması gerekli benzeri ilgiyi gösterememesinden hayal kırıklığına uğradım.

Bunca yılın deneyimi, gözlemi ve bilgisiyle inanıyorum ki, ülkemizin geleceği ile ilgili olarak, tıpkı Atatürk ilke ve devrimleri gibi, Milli Merkezlere de gereksinim giderek artmakta. Bilgi çağında ve demokrasinin açıklığında -olumsuz tabuların- yıkılması gerektiğine inanıyorum. Bu inançla, M.İ.T. içindeki çağdaş yapılanmayı umut ediyorum. Amacım M.İ.T.’i eleştirmek ve de yıpratmak asla değil. İşte, bu makale, birtakım anlamsız, zarar veren gizlilik anlayışı içinde, vatan adına çirkin ilişkilerin yaşandığı, Milli Merkezlerin yokolmaya terkedildiği fosilleşmiş bir yapılanmayı sergileyecekse, belki de bir hatadan dönülmeyi sağlayacaksa, neden yazmayayım, diye düşündüm. Ve kısa vadede olmasını gerekli bulduğum önerilerimi de aynı medeni cesaret ve akademisyen duyarlılığıyla ekledim. Temenni ediyorum ki, yazdıklarım okuyanları bilgilendirme yanında bir parça düşündürür. Yine temenni ediyorum ki, yazdıklarım doğru adresi bulur...

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Organize Suçlar ve Fetullahçılar / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:34

Organize Suçlar ve Fetullahçılar

Türkiye’yi ortaçağın karanlıklarına, siyasal ümmetçilik batağına çekmeye çalışan din tâcirlerine, yabancı servis ajanlarına, kısaca Türklük düşmanlarına lânet ve nefretle...
“Fethullahçı İhaneti”(1) başlıklı yazının hemen ardından başlayan gelişmeler, Türkiye’deki ve A.B.D.’ndeki şeriatçı dayanışmanın boyutlarını da gözler önüne serdi. Fethullahçısı, ışıkçısı, yeni asyacısı ile şeriatçıların önemli bir bölümü, “ataları Said-i Kürdi ile Hocaefendilerine (!) hakaret edildiği, dil uzatıldığı” gerekçesiyle ilk kez açık olarak maskelerini indirdiler ve gerçek yüzlerini ortaya koydular. Görünen yüz, asla ve asla “Türk”ün yüzü değildi!.. Türk’e ve Türklüğe de alenen saldıran bu iğrenç yüzü sahiplenenlerin sayısı -gerek Basında ve gerekse internette- hiç de az değildi. Böylece, meşru müdafaa haklarını (!) kullandıklarını sanan bu müritler güruhu, şahsımın yanısıra Atatürk ve Gaspıralı İsmail Beye de kin kustular. Bu hakaret ve karalama kampanyasına ilk tepki gösterenler arasında “Kırım”ın yanısıra “Yeni Hayat”ın da bulunması, şeriatçı kesimde gerçek bir paniğe yol açtı. Nedenine gelince, düne kadar takiyye yaparak “daha çok dindar”, “birazcık da milliyetçi” görünen mevcut tarikatlar, özellikle de nurcular ve fethullahçılar, kendilerinin Türkçü kesimde yargılandığını ve bu sürecin genel olarak Türk sağında da devam edeceğini farkettiler. İşte bu panik içinde kendi gazetelerinde yayınladıkları yazı serilerinde, gönderdikleri mektuplarda ve aracılar vasıtasıyla ilettikleri mesajlarda az bilinen ya da üzerinde pek durulmayan birtakım çelişkilerini de (2) ortaya koydular:

A. FETHULLAHÇI ORGANİZASYON VE YASAL STATÜSÜ

Gelen tepkilerin çoğunluğunda, fethullahçılığın bir tarikat olmadığı; hatta nurculukla bile ilişkisinin bulunmadığı; cemaat tanımının da yetersiz kalacağı vurgulandı. Fethullahçılık adına bir tüzel kişilik bulunmadığı; zaten fethulllahçıyım diyen bir kesimin hiç var olmadığı; fethullahçılık tesmiyesini din düşmanı laik çevrelerin yakıştırdığı iddia edildi. Aynı şekilde, demokrasinin kurallarına göre oynadıkları için her zaman ve her yerde var olduklarını; yasalar önünde ve müslümanların vicdanında sınırsız bir dokunulmazlığa sahip bulunduklarını önesürenlerin sayısı da az değildi. Bu iddialar, Türkiye’de fethullahçılığın yeniden tanımlanmasının ve somut bir statüye yerleştirilmesinin gerekliliğini ortaya koydu. Fethullahçılık, bir tarikatın ismi değildir, doğrudur. Cemaat kelimesi de tanımlamada yetersiz kalmaktadır, bu da doğrudur. O halde fethullahçılığın siyasal hayatımızdaki konumu, literatürdeki karşılığı ile hukuk sistemimizdeki statüsü nedir? Türkiye’nın Türk Silâhlı Kuvvetleri dışındaki anayasal kurum ve kuruluşlarının fethullahçılara karşı gösterdiği sorumsuzluğun gerisinde neler yatmaktadır? Türk Devletini iç ve dış tehdit odaklarına karşı koruyup kollama gibi anayasal ve de tarihsel bir misyonu üstlenen Türk Silâhlı Kuvvetleri, 28 Şubat Kararlarında fethullahçılarla ilgili olarak neleri gözardı etmiştir? İşte somut değerlendirmeleriyle fethullahçı yapılanma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünü ve yarınları için bu yapılanmayı yoketmek yolundaki pratik öneriler:

1. Dinsel, Siyasal ve Toplumsal Yapılanma:

Hocaefendi (!) başlangıç itibariyle (çıraklık ve kalfalık dönemlerinde) nurcudur. Bir başka ifadeyle, manevi dünyası, bir aracının, Said Nursi’nin risale ve söylemleri üzerine bina edilmiştir. Ancak, ustalık yani olgunlaşma dönemiyle birlikte muhteşem gerçeğe (!) ulaşarak, “tarikat zamanı değil, hakikat zamanı” diyerekten kendi bağımsız cemaatini kurmuştur. Hocaefendiye (!) göre, nurcu hareket, Osmanlı kültürünün ve koşullarının yarattığı bir harekettir. Kendisi ise “Türkiye’ye özgü, bir İslâmi modernleşme yaklaşımının ana damarları üzerinde yürüyen bir cemaat organizasyonu” kurucusudur. Günümüzde, Said Nursi ile hocaefendi (!) ilişkisi çok muğlâk olup, geride kalmıştır. Nurcuların eli kalem tutan, işadamı, gazeteci, esnaf, öğretim üyesi, öğretmen ve bürokrat kesiminin çoğunluğunu kendi cemaatine çeken hocaefendi (!) için müritleri, “oluşumda Said Nursi ve eserleri, hocaefendinin kişiliği yanında çok zayıf kalır” diyebilme noktasına gelmişlerdir. Yine de içlerinde geldikleri örümcek yuvasını inkâr etmiyenler de yok değildir. Örneğin, yakın bir süre öncesine kadar nurcu kesimin, şimdilerde de fethullahçıların “en ünlü” ve “kaliteli” yazarlarından emekli astsubay Ömer Okçu -adının arapça olmasına karşın anlaşılmaz biçimde Hekimoğlu İsmail lâkabını yeğlemektedir- sözkonusu makaleme tepki olarak yazdığı mektubunda eski ve yeni şeyhine olan bağlılığını şöyle uzlaştırmaktadır:

“... Ben Said Nursi’yi ve eserlerini 1953’den beri tanırım ve onun talebesiyim. Şu anda on bir ton kitabım var, yirmi beş kitap yazdım. Zaman gazetesinde ve diğer dergilerde yazılarım çıkıyor.... Ve Necip Bey yazısının sonunda Atatürk’ten cümleler almış. O da o şemsiyenin altına girmiş.... Ben bu yazıyı Zaman Gazetesinde yayınlamayacağım, çünkü Fethullah Gülen Hoca Müslümanların aleyhinde bir şey yazarsanız hakkımı size helal etmem demiştir” (3).

Fethullahçıların kadrosu, doğal olarak sadece eski nurculardan ibaret değildir. Sahip oldukları ekonomik, siyasal, imaj-propaganda ve eğitim gücü, leşe üşüşen sinekler örneği hemen her tarikattan kitlesel katılımları da beraberinde getirmiştir. Politikaya girmek; devletten teşvik ya da ihale almak; üniversitelerde yönetici olmak ya da akademik yükselme sağlamak; önemli merkezlere kaymakam, vali, emniyet amiri ya da müdürü, hakim, savcı atanmak; şube müdürlüğünden müsteşarlığa kadar bürokraside bir yerlere gelmek; çocuklarını eğitmek, sağlık sorunlarını gidermek ya da iş bulmak ve benzeri konularda çıkar sağlayan, nimet dağıtan bir organizasyon olarak fethullahçılar, Türkiye’deki tüm tarikatlar ve şeriatçı örgütler açısından cazibe merkezi haline gelmiştir. Nurcular ve nakşiler en fazla mürit kaybına uğrarken, bu organizasyona en az mürit kaptıranlar da süleymancılar ve kadiriler olmuştur. Sözkonusu cazibe merkezi sadece şeriatçılar için mi sözkonusudur?!. Elbette ki hayır!.. Propaganda malzemesi olarak kullanabilecekleri, kişisel çıkarına düşkün emekli subaylar, tanınmış masonlar, başta II. Cumhuriyetçiler olmak üzere dünün en hızlı solcuları, ateistleri olan gazeteciler, öğretim üyeleri, sanatçılar -inançları ve yaşamları ile tam anlamıyla farklı olsalar da- yüksek danışmanlık ücretleri; program, makale, kitap, konferans başına ödenen yüksek telif ücreti ve yolluklarla bu organizasyona kapılanabilmişlerdir.

Fethullahçı bataklığını en fazla geliştiren ise, başta M.H.P. olmak üzere tüm sağ partiler olmuştur. Türk-İslâm sentezi adı altında uydurulan yapay ideoloji, Türk sağındaki Türklük bilincini yoketme pahasına siyasal ümmetçiliği ön plana çıkarmıştır. Müridin şeyhi dururken siyasal bir lidere saygı duyamayacağını, bağlanamayacağını kestiremeyen kısır politikacılar, fethullahçı ve benzeri yapılanmalara gaflet içinde yataklık etmişlerdir. Bunun sonucunda, ortaya çıkan manzara: Türklük düşmanı hizbullahçı militanlarla, dar-ül harpçilerin, kaplancıların, Nizam-ı Alem Ocakları ya da Ülkü Ocakları mensuplarının aynı sloganları atmaları; benzer söylemleri paylaşmalarıdır. Bir başka örnek vermek gerekirse, Türklük bilincinin tarihi ocağı olan Türk Ocakları, hocaefendilerinin(!) yayınlarının dağıtımını yapmak, kendisini “yılın adamı” seçmek, Türk Dünyasını cemaate dahil etmek gibi sapkın bir misyon üstlenmiştir. Kısaca, Washington’un erleri, kendilerine modern alp-erenler, Horasan erleri yakıştırmasında bulunarak Türk sağını iğfale devam etmektedirler...

Ülkemizin sağ politikacıları gibi, sol çizgideki politikacıları da, fethullahçıların abartılı reklam gücünden fazlasıyla etkilenmiş görünmektedir. D.S.P. fethullahçılarla tam bir uzlaşma görüntüsü verirken, C.H.P. bu organizasyonla mücadeleden kaçınıp adeta görmemeyi, yok saymayı yeğlemektedir. Başta küçük taşra politikacıları olmak üzere, önümüzdeki genel seçimlerde milletvekili olmak isteyen öğretim üyeleri, bürokratlar fethullahçıların desteğini almak üzere adeta yarışa girmişlerdir. Seçim süreci, bu açıdan fethullahçıların gücüne güç katarken, kaybeden ulusal bütünlüğümüz, barışımız ve de geleceğimiz olmaktadır. Fethullahçılar, oy potansiyeli açısından bakıldığında, gerçekte tabanı olmayan ama yetişmiş kadrosu, ekonomik kaynakları ve de önemli dış desteği bulunan şişirilmiş bir balona benzemektedir. Hocaefendileri (!), her seçim dönemi boyunca siyasal parti tercihi konusunda sessiz kalıp ancak son birkaç gününde, oy tercihinde tabanı serbest bıraktıklarını açıklamaktadır. Oysa bu ülkenin aydınları çok iyi bilmektedirler ki, bu organizasyonun müritleri ve sempatizanlarının oyları, kapatılan Refah Partisinden başka hiçbir yere gitmemiştir, gitmez de. Tıpkı, kendilerinden başka hiç kimseyi gerçek müslüman kabul etmeyen, imam-hatip ya da ilâhiyat mezunu hocaların arkasında namaz kılmayı reddeden süleymancıların Refaha oy vermesinde olduğu gibi. Fethullahçıların kendi siyasal partilerini kurmaları, ülke barajının altında kalmalarının ya da Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının kaçınılmaz olması nedeniyle mümkün değildir. Onlar, reklamla şişirilmiş organizasyonları ile mevcut siyasal sistemi, partileri ve seçmeni ile iğfal etmeyi, laik hukuk düzenini ise içten içe kemirmeyi tercih etmektedirler...

2. Örgütsel Yapılanma

Fethullahçılar, olası bir devlet soruşturmasına uğramak ve yargılama sürecine girilmesini önlemek amacıyla yapılabilecek hukuki deyimle her türlü muvazaaya, dinsel ifadeyle takiyyeye ya da hile-i şer’iyyeye, halk deyimiyle de sahtekârlığa başvurmaktadırlar. Örneğin, organizasyonun sahip olduğu tüm medya kuruluşları, sık sık kendilerinin hocaefendileri (!) ile hiçbir ilgileri bulunmadığını açıklamaktadırlar. Kâğıt üzerinde doğrudur. Yurt dışındaki yüzlerce okulun, yurt içindeki yüzlerce okul, dersane, yurt, binlerce ışıkevi ve hatta malûm üniversitenin bile hocaefendi (!) ile herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Kâğıt üzerinde doğrudur (bu kurumlar, “F. Çağ A.Ş.”, “F. Fetih A.Ş.” gibi yaklaşık 100’e yakın şirketin sahipliğinde görünmektedir). Hatta, bu organizasyonun ve hocaefendinin (!) başta sigorta alanında olmak üzere, çoğu devletin kaynaklarını ve masum halkın yardım duygularını sömüren şirketleri de “bulunmamaktadır”, tabii kâğıt üzerinde. Bu organizasyonun bu olmayan şirketleri, doğal olarak devletten teşvik, düşük faizli kredi, ihale de almamakta; saf inançlı Anadolu insanından hiçbir yasal güvencesi olmayan güvene dayalı kâğıtlarla mevduat da toplamamaktadır. Devlete laik olduğu için vergi vermekten kaçınan şeriatçı sermaye, hatta şehir ve kasabaların küçük esnafları bile her ay muntazam biçimde ve doğal olarak bu organizasyona trilyonlar da akıtmamaktadır. Tabii hepsi kâğıt üzerinde...

Fethullahçı organizasyon, yüzlerce eğitim kurumu ve binlerce yurt ve ışıkevinde her yıl yüzbinlerce Türk gencini ailesinden koparma ve devletine-rejimine düşman etme; sonra onların eğitiminden işine, evlenmesine kadar tüm hayatını kontrol altına alma çalışmaları da yürütmemektedir, kâğıt üzerinde. Hatta, yirmi yılı aşkın bir süredir Polis Akademisinde “koridor başkanlığı”ndan, “sınıf başkanlığı”na kadar inen bir örgütlenme ile henüz tanışmış bile değillerdir. Emniyet, Adalet, İçişleri, Eğitim ve Sağlık teşkilâtları başta olmak üzere devlet içinde kadrolaşma çalışmalarıyla da hiçbir ilgileri bulunmamaktadır. Örneğin, “28 Şubat Kararlarından sonraki genel tasfiyeye ve de Aralık Şûrasında atılan 86 subay ve astsubayın 53’ünün bizden olmasına rağmen hala 30 valimiz ve yüzlerce kaymakamımız görevde; geçtiğimiz ay Danıştay’da bir Daire Başkanı seçtirdik” diyenler kendilerinin dışındadır. Israrla Türk Silâhlı Kuvvetlerine sızmak isteyenler de onlar değildir; Y.A.Ş. kararı ile Orduyla ilişkisi kesilenlere de iftira edilmektedir. Milli Güvenlik Kurulu’nun çeşitli birimlerinde kendileriyle bağlantılı danışmanları da sözkonusu bile değildir. Tabii hepsi kâğıt üzerinde...

Fethullahçı organizasyonun bölge imamları marifetiyle yönetildiği külliyen yalandır. Bu toplantılara ilişkin olarak elde edilen ve hocaefendinin (!) ses ve görüntüsünü -talimatlarının içeriğiyle birlikte ortaya koyan- kasetleri de aslında montajdır. Fuller, Henze gibi C.I.A. görevlileri, hocaefendinin (!) doğru yolu buldurduğu müritleridir. Hatta, tüm C.I.A., yakın bir gelecekte tümüyle ışıklandırılacak ve kardeş organizasyon olarak İslâm ümmetine hizmet edecektir. Onların gösterdiği her yere gitmek; “ılımlı İslâm” temsilcisi olarak okul açmak; kırmızı pasaportlu Amerikalı öğretmen istihdam etmek; C.I.A. şemsiyesi altında özellikle Rusya’da K.G.B.’yi ve mafyayı aşmak ne ulvi bir başarıdır, ne büyük bir İslâmi misyonerliktir. New York’un en pahalı ve gösterişli binası olan “Empire State Building”in 43. katındaki lüks büro bile, neredeyse Nobel Barış Ödülüne aday gösterilecek kıymetteki hocaefendinin (!) A.B.D.’ndeki tedavisine yardımcı olma işlevini yerine getirmektedir. Bu teveccühe lâyık olabilmek için hocaefendinin gösterilen her yere, örneğin Diyanet İşleri Başkanı dururken Türkiye’yi resmi pasaportla temsilen Papa ile buluşmaya gitmesi; Türklük düşmanı ortodoks din adamlarıyla sevgi-barış pozlarında fotoğraflar çektirmesi; sonra Türkiye Cumhurbaşkanı’nın elinden “yılın adamı” ödülünü alması ... kısaca bunların hepsi “faydalı ve hayırlı işlerdir”. Ama bir de yanlış anlayan “fesatçılar” olmasa!..

28 ŞUBAT KARARLARI SÜRECİNE KATKI ÖNERİLERİMİZ

P.K.K., Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelmiş en büyük iç ve dış tehdit organizasyonudur. Fethullahçılar da, Türkiye’nin laik hukuk sistemine, Türklük bilincinin kökleşmesine, Cumhuriyet bireyi oluşumuna, tam bağımsızlığımıza yönelmiş en büyük iç ve dış tehdit organizasyonudur. P.K.K.’lılar açıktan açığa silahlı ve politik kavga yolunu seçerken; fethullahçılar sessizce ve sinsice devleti içten ele geçirme yolunu yeğlemiştir. P.K.K.’lılar insanımıza sadece kan ve gözyaşı verirken; fethullahçılar, eğitime yaptıkları akılalmaz yatırımlarla ve propaganda teknikleriyle körpe beyinleri yıkamakta, kendi sistemine ve hatta ailelerine yabancılaştırmakta, militanlaştırmaktadır. P.K.K. yalnızca yoketmektedir. Fethullahçılar ise, devletin ve rejimin varlığına kasteden kadrolaşma ihanetinin yanısıra, Türkiye’de, kısmen eğitim ve sağlık alanında; Rusya’da, Balkanlarda ve özellikle Irak’daki Türk azınlıkların eğitimi alanında somut, bazı önemli hizmetler gerçekleştirmektedir, ama sadece kısa vadede. A.B.D. ile Türkiye’nin çıkarlarının örtüştüğü sürece. Uzun vadede siyasal ümmetçiliği öngören, ipleri dışarıda bir şeriatçı organizasyonun, Türkiye ve Türk Dünyasına kısaca her an ihanet beklentisinden başka ne faydası olabilir ki?!.

Fethullahçılar, kendi organizasyonlarını ifade için hukuk sistemimizde ve de literatürde yeri olmayan bir sıfatı önesürmektedirler: “Sivil Toplum Cemaati”... Bir grubun N.G.O yani Sivil Toplum Örgütü olabilmesi için evrensel nitelikte kabul edilen birtakım asgari koşullara sahip olması gerekir: Önce legal yani yasalara uygun olarak tüzel kişiliğinin bulunması; sonra örgüt içi demokrasinin tam işlerlik halinde bulunması (kaydı hayat koşuluyla yönetimin sözkonusu olmadığı bu yapılanmada seçim esastır) bir zorunluluktur. Fethullahçı organizasyonun kendine yakıştırdığı bu sıfat, en cahil, IQ’su en düşük insanları bile güldürecek bir saçmalığı ifade etmektedir. Fethullahçılar, A.B.D.’de görmeyi alıştığımız en ileri reklam ve propaganda yöntemlerini kullanırken, diğer yandan da Türkiye içinde klasik “şark kurnazlığı” içinde hareket etmekte; kâğıt üzerinde ispatlanamayacağını düşündükleri suç niteliğindeki eylemlerini birbiri ardına işleyebilmektedirler.

O halde, bugüne kadar Türkiye’de politikacıların, adli kurumların ve hatta Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin telaffuz bile etmediği gerçek sıfatı açık açık ifade etmek gerekirse, fethullahçılık cürüm işlemek için oluşturulan bir teşekküldür. Anayasal düzeni değiştirmek için Devleti elegeçirmeyi amaçlamak, cürümlerin yani suçların en ağırıdır. Ayrıca, yandaşlarını koruyup kolladığı için de mafya türü çıkar ağırlıklı bir organizasyondur. Fethullahçılık, hem laikliğe karşı işlenen suçlar, hem de organize suçlar kapsamında değerlendirmeye alınması acilen gerekli bir oluşumdur. Nasıl mı?!. Fethullahçılık, olumlu-olumsuz her türlü propagandayı reklam unsuru kabul edip geometrik biçimde büyüyen, devletin bünyesini elegeçirmeye çalışan -tabiri caizse- habis bir urdur. Bu habis urun kesilip atılması için önce “dokunmak” gerekir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dokunulmazlığı olan Hadep’li milletvekillerine haklı olarak ve kararlı biçimde “dokunmuştur”. Yurt dışına kaçanların söylemleri, bu dokunmanın haklılığının somut kanıtlarıdır. Sıra, kaçınılmaz bir biçimde fethullahçılara gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, fethullahçı organizasyonla ilgili savunma mekanizmasını bir an önce harekete geçirmek zorundadır. Bu organizasyon, kabul edilebilir inanç ve fikir özgürlüğü sınırlarını çoktan aşmış; laik hukuk sistemimizi ve de Anayasal düzenimizi yıkma noktasına gelmiştir. Özetle kaydetmek gerekirse, eğitim ve teknolojiye yatırım yaparak adım adım devleti elegeçirmeye çalışan fethullahçı organizasyon, mevcut kadrosu ve ekonomik-siyasal ve de dış destek-propaganda gücüyle Cumhuriyet Tarihimizin gelmiş-geçmiş en tehlikeli örgütüdür. İşte başlangıç için, devletin yetkili makamlarına bu cürüm teşekkülünün dağıtılması için bazı somut öneriler:

* Fethullahçı organizasyon, her ay, Türkiye’nin hemen her tarafında müritleri olan işadamlarından ve esnaftan makbuzsuz-kayıtsız trilyonlarca lira toplamakta; dış yardımlarla birlikte toplanan bu paralar, okul-dersane-yurt ve evlerin giderlerine sarfedilmektedir. Aynı şekilde, yurt dışında 300’ü aşan okulun masrafları da çantalı öğretmen-kuryeler vasıtasıyla elden karşılanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre, her ne ad altında olursa olsun Valiliklerin izni olmaksızın para toplanması suçtur. Keza, yurtdışına illegal yoldan para çıkarmak da kaçakçılık kapsamında suçtur. Aynı şekilde fethullahçı işadamları da, Rusya Federasyonu, CIS ülkeleri ve Balkanlara yaptıkları yatırımlar için çantalı öğretmen-kuryeleri kullanmakta; kayıt korkusuyla, legal yollardan yani banka havale işlemlerine başvurmaktan kaçınmaktadırlar. Kâğıt üzerinde sözkonusu okulların sahibi görünen şirketlerin ve bağlantılı işadamlarının muhasebe kayıtlarında yapılacak ciddi bir çalışma, fethullahçı organizasyona büyük bir darbe indirecektir. Bu yolla, özellikle Rusya, Balkanlar ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde mafyaya kaptırılan, rüşvet olarak dağıtılan, batırılan milyonlarca doların, bir başka ifadeyle Türkiye’nin zaten kıt kaynaklarından yapılan illegal aktarımın boyutları da saptanmış olacaktır. Kuryelerin ve tahsildarların saptanması, ilgili şirketlerin muhasebe kayıtlarına ulaşılması devlet için “çocuk oyuncağı” sayılır. Halihazırda eksik olan, niyettir, kararlılıktır, siyasal iradedir.

* Fethullahçı organizasyonu, Türkiye’nin en büyük sivil istihbarat örgütü ve arşivini oluşturma yolunda girişimlerini sürdürmektedir. Kendi organizasyonları açısından potansiyel risk taşıyan politikacılar, gazeteciler, T.S.K. Komuta kademesinde yer alan hedef subaylar, bürokratlar, öğretim üyeleri vd. hakkında “yerlebir” etmeye yönelik ya da en hafifinden “şantaj” değeri taşıyan ses ve görüntü kasetlerinin, her türlü ailevi-yakın çevre ve de kişisel istihbari bilgilerin bir merkezde toplanmakta olduğuna ilişkin duyumlar gelmektedir. Türk yasalarına göre böyle bir oluşum, girişim aşamasında olsa bile ağır suçtur. Bu duyumların doğruluğunun araştırılması, Türk istihbarat birimlerinin deneyim ve yeteneği dikkate alındığında hiç de zor değildir.

* Fethullahçıların muvazzaf subayların yanısıra, askeri eğitim kurumlarına sızma girişimleri öteden beri kamuoyunca bilinmektedir. Yüksek Askeri Şûra’nın onurlu bir kararlılık ve gerçek vatanseverlilikle bu tür sızmalara karşı radikal önlemlere başvurması, fethullahçı organizasyonu hiç ama hiç caydırmamaktadır. En az 10 yıl ya da daha ötesine yatırım yapan fethullahçı organizasyon, yatılı kurslarında militanlaştırdıklarından (kazandıklarından) emin oldukları çok zeki ve başarılı öğrencileri, askeri eğitim kurumlarına girmeye yönlendirdikleri de bilinmektedir. Fethullahçı ya da başka tarikat veya radikal dini grup üyelerinin Y.A.Ş. kararlarıyla Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edilmeleri, bu sapkınlara müritleri nezdinde aksine itibar sağlamaktadır. Türk Silahlı Kuvvetlerine organize biçimde sızmak, dışarıya bilgi akışını da sağlamak demektir. Askeri mevzuata göre, böyle bir eylem, girişim halinde olsa bile suçtur ve ceza gerektirmektedir. Bundan sonra, şeriatçı faaliyetler kapsamında meselâ fethullahçı bilinen subay ve astsubaylara T.S.K.’nden ihraç cezası verilirken, arkalarındaki hocaefendi (!) örneği başta olmak üzere deşifre olmuş organizasyon yöneticilerinin de sorgulanıp yargılanmaları gerekir. Bir başka ifadeyle, devlete karşı cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturanların yaptıklarının yanlarına kâr kalmaması kaçınılmazdır ve en etkili mücadele yoludur. Bu öneri, kararlı, radikal sonuçlarıyla birlikte, şeriatçı örgütler için de caydırıcı nitelik taşımaktadır.

* Fethullahçı organizasyon içinde yer alan başta medya kuruluşları olmak üzere tüm şirketlerin muhasebe kayıtlarının incelenmesi, organizasyonun kirli-yasadışı ilişkilerinin çorap söküğü gibi çözülmesine yolaçacaktır. Organizasyonun kamuoyu nezdinde sözcülüğünü yapanların yanısıra, kilit yöneticilerin de (özel kalem müdürleriyle birlikte) gözaltına alınmaları ile başlatılacak yasal süreçte, yoğun sorgulama yöntemlerinin uygulanması da bu mafyavari yapılanmanın çözülmesinde önemli etken olacaktır. Tipik bir örnek olarak, öncelikle Polis Akademisi ile birlikte, devleti temsil eden, devletten maaş alan ama fethullahçı organizasyonun militanı olarak hareket eden mülki yöneticiler arasındaki kadrolaşmanın tüm boyutları ile ortaya çıkarılması gerekmektedir. Kamuoyundaki tereddütlerin giderilmesi, karşı propagandaya izin verilmemesi ve de stratejik devlet kuruluşlarının bu safralardan temizlenmesi için konuyla ilgili skandal nitelikli bilgi ve belgelerin, anlamsız gizliliklerden kaçınılarak halka maledilmesi şart görünmektedir. Bu örnekte de fethullahçı olarak temayüz eden üst düzey organizasyon yöneticilerinin sorgulanması ve yargılanması, çözülme sürecinin hızlanmasına katkıda bulunacaktır.

* Üniversitelerde yönetici konumundaki fethullahçıların tasfiyesi ve diğer şeriatçı kadrolaşmanın çözülmesi için Y.Ö.K.’na istihbari bilgi akışı sağlanmalı ve bu doğrultudaki tasfiyeler düzenli olarak denetlenmelidir. M.G.K., (T.İ.B. dahil) öğretim üyesi danışmanlarını, konferansçılarını yakın izlemeye almalıdır. Keza, üniversitelerin yanısıra, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi ve de Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu da sürekli büyüteç altında tutulmalıdır. Aynı şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, İslâmiyetin özünde ruhban benzeri aracılara yer olmadığını; sonradan çıkan tarikat ve cemaat benzeri organizasyonların müslümanlar arasında bölünmeye ve çok yönlü istismara yol açtığını ve devlet düşmanlığına kadar gittiğini kitle iletişim araçları vasıtasıyla sık sık gündeme getirmesi ve vurgulaması gereklidir. Diyanet İşleri Başkanı’nın, hocaefendiyle (!) görülecek onur ve yetki hesaplaşmasının zamanı gelmiştir.

* T.B.M.M., fethullahçı ve benzeri şeriatçı nitelikli tarikat ve organizasyonları tüm boyutlarıyla ortaya çıkarmak için mutlaka “pişmanlık yasası” çıkarmalıdır. İtirafçılara cazip ceza indirimleri sağlanmalıdır. Bu taktirde önemli bir bölümü çıkar ilişkilerine dayalı organizasyonun darmadağın olması kaçınılmaz görünmektedir.


Fethullahçı organizasyona müdahale, yasal çerçevede ve ödünsüz olarak uygulanmalıdır. Tüm olasılıklar önceden dikkate alınmalıdır. Örneğin, A.B.D. Büyükelçisi ya da İstanbul Konsolosu, olası destek girişimlerine karşı önceden uyarılmalıdır. Keza, sadece medya kuruluşlarının kapatılması, ekonomik gelir kaynaklarının kurutulması gibi geçici önlemlerle yetinmek de çözüm getirmeyecektir. Bir örnek olarak, bu organizasyonun TV kuruluşu kapatılsa ya da Kablo TV’den çıkarılsa, büyük bir olasılıkla Med TV’nin yayın yaptığı uydu ve ülkeden yayınını sürdürme şansı sözkonusu olacaktır. Önemli olan, elebaşılarını yurtdışına kaçırmadan, gereğini -yasalar çerçevesinde- Türkiye’de “tam dokunarak” yerine getirmektir...

SONUÇ: İki basit soru, iki anlamlı cevap:

Soru: Yurt içinde ve dışında yüzlerce eğitim kurumuna; yetişmiş küçümsenemeyecek ölçüde militan bürokrat kadrosuna; adeta küçük bir eğitimci ordusuna; beyinleri yıkanmakta olan yüzbinlerce öğrencinin barındığı yurt ve evlere; her ay ortada dolaşan trilyonlarca liralık gelir kaynağını tahsil eden, nakleden ve sarfeden tahsildar, kurye ve mutemetlere; yurtdışı temsilciliklere; malûm servis yetkilileri ile işbirliğini gerçekleştiren iyi yetiştirilmiş koordinatörlere; çok sayıda şirkete, derneğe, vakıfa ve basın-yayın kuruluşuna; istedikleri ve gerekli gördükleri kişilere devlet makamlarını peşkeş çekebilme, milletvekili seçtirme ya da danışmanlık vererek satın alma rahatlığına; etkili bir imaja, reklam ve propaganda gücüne sahip, devleti ele geçirme iddiasındaki bir suç organizasyonunun gerçek yöneticisi, sadece ilkokul eğitimi almış hocaefendileri (!) olabilir mi?!.

Cevap: Cevap zaten sorunun içinde.....

Soru: Fethullahçılar nereye koşuyorlar?!..

Cevap: Türkiye Cumhuriyeti’nin barış, huzur ve iç güvenliği için bir başlangıç olarak önce askeri hapisanelere!..

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türklük bilincinin simgesi, ulusal birliğimizin ortak paydası, çağdaşlaşmanın öncüsü, ATATÜRK’e sevgi ve rahmetle...

Türkiye’yi ortaçağın karanlıklarına, siyasal ümmetçilik batağına çekmeye çalışan din tâcirlerine, yabancı servis ajanlarına, kısaca Türklük düşmanlarına lânet ve nefretle...

DİPNOTLAR:
Show Spoiler

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Fetullahçı İstihbaratçıların Operasyon Örnekleri

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:36

Fetullahçı İstihbaratçıların Operasyon Örnekleri / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Farklı istihbarat birimlerine sızmış olan fetullahçılar, öncelikle "hasım"larını izlemekte, atacakları her adımı önceden saptamak suretiyle önlem almak yoluna gitmektedirler. Devletin gücünü, devlet savunucularına karşı kullanma aşamasına gelmiş olan fetullahçıların, operasyonel anlamda kayda değer başarıları mevcuttur. Operasyonlarında, amaca ulaşmada her yolu mübah sayan ve her türlü sınır tanımaz fırsatçılık, ahlaksızlık, takiyye unsurlarını içeren bir konsept çerçevesinde hareket eden fetullahçı istihbaratçıların kullandıkları yöntemler şöyledir:

Telefon dinleme, tehdit, sahte belge üretimi ve montaj, çarpıtılmış bilgiye yönelik kampanyalar, hırsızlık, kundakçılık, şantaj amaçlı kadın pazarlama ve görüntü kaydı, her türlü illegal kayıt kullanımı (böcek, gizli kamera vb.), rüşvet, gasp, darp, bilgisayar sahtekarlıkları, ev ve işyeri kurşunlama, emniyeti suistimal, "hakim kiralama" ve diğerleri...

Fetullahçı organizasyonu, Türkiye'nin en büyük sivil istihbarat örgütü ve arşivini oluşturma yolunda girişimlerini sürdürmektedir. Kendi organizasyonları açısından potansiyel risk taşıyan politikacılar, gazeteciler, TSK komuta kademesindeki yer alan hedef subaylar, bürokratlar, öğretim üyeleri vd. hakkında "yerler bir" etmeye yönelik ya da en hafifinden "şantaj" değeri taşıyan ses ve görüntü kasetlerinin, her türlü ailevi-yakın çevre ve de kişisel istihbari bir merkezde toplanmakta olduğuna ilişkin duyumlar gelmektedir. Türk yasalarına göre böyle bir oluşum, girişim aşamasında olsa bile ağır suçtur. Bu duyumların doğruluğunun araştırılması, Türk istihbarat birimlerinin deneyim ve yeteneği dikkate alındığında hiç de zor değildir.

Ne var ki, aradan geçen bunca süre içinde, bu yasadışı organizasyonu dağıtmaya yönelik kayda değer resmi soruşturmanın açılmamış olmasının, devlet içindeki ilgili birimlere sızmış fetullahçı kadroların gücü ile doğrudan ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu güç, yasadışı yapılanmaya örtülü bir "dokunulmazlık" kazandırırken, hasımlarını da "çok yönlü" etkisizleştirmeye yaramaktadır. Bir başka ifadeyle, sahip oldukları yasal güç, fetullahçı istihbaratçıların, istihbarat birimlerinin dışında, başta üniversiteler, sivil toplum örgütleri olmak üzere hemen her yerde, cemaatlerinin çıkarları doğrultusunda operasyon yürütmelerini sağlamaktadır.

Kaynak: Dr. Necip Hablemitoğlu - Köstebek

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

M.İ.T. VE DİĞER İSTİHBARAT BİRİMLERİNİN İLGİLİ RAPORLARI
Dr. Necip Hablemitoğlu / KÖSTEBEK / http://www.hablemitoglu2002.cjb.net


Fethullahçı imamların ellerindeki "İstihbarat Evrakı" içinde yer alan, ekleriyle birlikte 65 sayfadan oluşan tek M.İ.T. Raporu'nda, bu yasadışı yapılanma hakkında değerlendirmeler yapılırken, tek cümleyle bile olsa, Emniyet teşkilâtı içindeki ya da kendi içlerindeki kadrolaşma tehlikesinden söz edilmemektedir:

"... Başarılı dış açılımların gelecekte, güçlü bir yapılanma ve destek ile içte yönetimi ele geçirme amacına yönelik olduğu düşünülmektedir. Örnek olarak, lider F. Gülen'in cemaat üst yöneticilerine hitaben Haziran 1995 ayı içerisinde yaptığı bir konuşmada, 'Türkiye'nin şu an demokrasiye ihtiyacı olduğunu, 15 yıl sonra ise, cemaatin kendi sistemini kurabileceğini' söylemesi, bu görüşü doğrular mahiyettedir.

... Gülen Grubunun yurtiçi ve yurtdışındaki eğitimi ile bunu destekleyen finansal faaliyetleri, Türk Cumhuriyetlerindeki uygulamaları, diğer dini grupların aksine bugün laik Türkiye Cumhuriyeti ile Atatürk'ü savunur görünmesi, zaman zaman aydın ve yurtsever kişilerin de beğenisini kazanmaktadır .

Ancak, barışçı ve devletle uzlaşmacı bir tutum içinde yandaşlarını eğitim ve okumaya teşvik eden, okumuş, çalışkan ve devlet kademelerinde görev almaya hazır nitelikte elemanlar yetiştiren, zaman içerisinde dev bir organizasyonu gerçekleştiren, bu organizasyonu idame ettirmenin yanısıra geliştirebilen ve bu nedenle yakinen kontrol altında tutulması gerekli görülen F. Gülen Grubunun;

Kısa vadede; devlet kademeleri ve Türk Silâhlı Kuvvetleri bünyesinde kadrolaşma çabalarını arttıracağı ve ayrıca halihazır çizgisini değiştirmeyerek, uzlaşmacı tavır ve uygulamalarını aynı çerçevede sürdüreceği,

Orta vadede; uzlaşmacı ve barışçı politikasını değiştirerek, uzun vadeli amacı olan şeriata dayalı bir Türk İslam Devleti kurulması için ilk girişimlerini başlatabileceği, bu maksatla alışılmış tutum ve uygulamalarında, devlet ve toplumun kabul edebileceği dozajda yoklamalar yaparak esas amaca ulaşacak zamanı belirleyeceği,

Uzun vadede; diğer İslamcı grupların aksine kendi yetiştirdiği inançlı fakat iyi eğitilmiş kişilerle, özellikle üst düzey bürokratik makamlar dahil, yönetimde kesin söz sahibi olacak şekilde devletin tüm organlarında kadrolaşabileceği,

Kadrolaşmanın sağlayacağı avantajı da kullanarak, kendisine amaçları doğrultusunda en büyük engeli teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sızabileceği,

Uzlaşmacı politikasıyla ve aynı zamanda sağlayacağı dış destekle Türkiye'deki tüm tarikat ve mezhepleri eylem birliğine yönelterek, birleştirici bir dini lider durumuna gelebileceği, bu aşamadan sonra;

Kendi partisini kurarak veya ele geçirdiği bir siyasi partiyi destekleyerek, siyasi iktidarı ele geçirebileceği ve son aşamada;

İktidarda esas amacı olan şeriat devletinin temellerini atarak Türkiye Cumhuriyeti'ne uzun vadede bir tehdit olacağı değerlendirilmektedir.

Peter M. Senge'nin '5'nci Disiplin' adlı kitabında 'bir kurbağanın kaynar suya konması durumunda sıçrayıp çıkmaya çalışacağı, ılık bir suya konması durumunda ise korkmadığı için kaçmayacağı ve yavaş yavaş ısıtılması halinde de sersemleyerek haşlanmayı bekleyeceği örneğine yer verilmektedir. F. Gülen izlediği strateji ile hedefine bu örnekte olduğu gibi ağır ve kararlı yaklaşan bir görünüm sergilemektedir.

Grup, imkân ve kabiliyetleri, yaratılan taban, teşkilatlanma, gençlik kesiminde etkinlik, kaliteli eğitim, finansman, yurtdışına açılma gibi yönlerden incelendiğinde, ana doğrultularda devlet benzeri bir yapılanma içinde olduğu, içte ve dışta misyonerlik benzeri bir çalışma tarzı benimsediği görülmektedir. Bu itibarla, grubun, ülkemizde belirli bir vadede devleti ele geçirmek ve kendi islami anlayışı içinde bir düzen oluşturmak amacıyla faaliyet gösterdiği, bunda da önemli mesafeler aldığı söylenebilir.

Teklifler:

Geniş bir organizasyon ile taraftar kitlesine sahip, aynı zamanda eğitilmiş ve yönetime hazır kadroları bulunan F. Gülen ve grubunun oluşturacağı tehdidi önlemek amacıyla;

Teşkilat yapısı ile lider kadrolarının belirlenerek, takip edilmesi,

Kısa vadede şirket ve kuruluşlarının vergi denetiminden geçirilmesi, bu kuruluşların kontrol altında tutularak, Cumhuriyetimize yönelik bir hareket girişiminin başlandığına ilişkin emarelerin tespit edilmesi halinde, uygun bir şekilde tasfiye yoluna gidilmesi,

Örgütün malı olmayan fakat hibe yoluyla örgüte destek sağlayan şirket ve kuruluşların, kontrol altında tutulması,

Vakıf ve derneklerinin, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün haricinde, özel surette takip ve kontrol edilmesi,

Okullarındaki müfredat uygulamalarının sık sık denetlenmesi,

Türk Silahlı Kuvvetleri içine sızmasını önlemek üzere;

Her sene uygulanan önlemlere karşı aldıkları yeni tedbirler tespit edilerek, askeri okullara öğrenci sokma girişimlerinin engellenmesi,

Muvazzaf personel, bunların aileleri ve askeri öğrencileri elde etmek için yaptıkları girişimlerin engellenmesi maksadıyla gerekli tedbirlerin alınması,

Örgütle ilişkisi tespit edilen personel ve askeri öğrenciler hakkında tüm Türk Silahlı Kuvvetleri çapında müşterek uygulama yapılması,

Devlet organlarında kadrolaşmasının ve ayrıca örgüte çeşitli yollardan destek sağlayan, halen devlet kadrolarında görevli bulunan personelin, bu konudaki girişimlerinin önlenmesi, aynı zamanda bu personelin tasfiye/pasifize edilmesi,

Dergah ve benzeri yerlerin kapatılması,

Yasal yayınlar haricindeki video ve teyp kasetleri, broşür, risaleler vb. gibi propaganda malzemesinin dağıtımının önlenmesi,

Diyanet İşleri Başkanlığı ve TRT'de yayınlanacak din öğretisi programlarında, örgütün dine ilişkin uygulamalarındaki çarpıklıkların üstüne gidilmesi,

F. Gülen ve grubu hakkında elde edilecek her sansasyonel nitelikli bilginin, özellikle dinci kesimin yayın organları başta olmak üzere geniş bir kampanyayla tüm medyada afişe edilmesi,

İrticai faaliyetlere karşın, iptal edilen 163'ncü maddenin oluşturduğu boşluğu dolduracak bir kanun çıkartılması,

Gülen'in özellikle ABD'deki temas ve girişimleri hakkında bilgi edinilerek, gerekli tedbirlerin alınması,

Yurtdışı temsilciliklerinin kontrol altına alınarak, zararlı faaliyetleri tespit edilenler hakkında gerekli işlemlerin yapılması maksadıyla diplomatik temaslarda bulunulması, uygun mütalaa edilmektedir" (51).

Bu raporun, konuyla ilgili olarak eleştirilecek pek çok yönü bulunmaktadır. Şöyle ki:

1. Yasadışı fethullahçı yapılanma, Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından hem iç ve hem de dış tehdit odağı konumundadır. Oysa, M.İ.T. raporunda bu konuya gerekçeli vurgu yapılmamıştır. Hatta, raportörlerin, bu yapılanmaya -hayranlık demeyelim- pek olumsuz bakmadıkları da, bazı atıflarından anlaşılmaktadır: "Ancak, barışçı ve devletle uzlaşmacı bir tutum içinde yandaşlarını eğitim ve okumaya teşvik eden, okumuş, çalışkan ve devlet kademelerinde görev almaya hazır nitelikte elemanlar yetiştiren, zaman içerisinde dev bir organizasyonu gerçekleştiren, bu organizasyonu idame ettirmenin yanısıra geliştirebilen ve bu nedenle yakinen kontrol altında tutulması gerekli görülen F. Gülen Grubunun ..." ya da "... Başarılı dış açılımların gelecekte, güçlü bir yapılanma ve destek ile içte yönetimi ele geçirme amacına yönelik olduğu düşünülmektedir" ya da "... Gülen Grubunun yurtiçi ve yurtdışındaki eğitimi ile bunu destekleyen finansal faaliyetleri, Türk Cumhuriyetlerindeki uygulamaları, diğer dini grupların aksine bugün laik Türkiye Cumhuriyeti ile Atatürk'ü savunur görünmesi, zaman zaman aydın ve yurtsever kişilerin de beğenisini kazanmaktadır" veya "... ancak, barışçı ve devletle uzlaşmacı bir tutum içinde yandaşlarını eğitim ve okumaya teşvik eden, okumuş, çalışkan ve devlet kademelerinde görev almaya hazır nitelikte elemanlar yetiştiren, zaman içerisinde dev bir organizasyonu gerçekleştiren, bu organizasyonu idame ettirmenin yanısıra geliştirebilen ve bu nedenle yakinen kontrol altında tutulması gerekli görülen F. Gülen Grubunun..." M.İ.T. raportörleri, yasadışı bir oluşum için, terminolojideki organize suç şebekesi, yasadışı örgüt, cemaat, tarikat ya da benzeri sıfatları kullanmak yerine, "Kitap Grubu", "Kadınlar Grubu", "Müzisyenler Grubu", "Tiyatro Grubu" gibi, düzeyli ve fonksiyonel bir oluşumu çağrıştıran bir sıfatı, "Fethullah Gülen Grubu"nu kullanmayı yeğlemektedirler. Bu tercih bile, en iyimser ve kuşkucu olmayan yorumla, raportörlerin, mevcut tehlikeyi tam anlamıyla algılayamadıklarını, konularını tam olarak "öğrenememiş olduklarını" ortaya koymaktadır.

2. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün hazırlamış olduğu sözkonusu Fethullah Gülen Raporu'nda, "Fethullah Gülen'in bu hususta bir hayli yol aldığını inkâr etmek mümkün değildir. Son zamanlarda ordu, polis ve MİT teşkilâtları arasına sızma faaliyetlerine ağırlık verdiği bilinmektedir" denilmektedir (52). Aynı şekilde, geçmişte M.İ.T. içine sızma faaliyetlerinde fethullahçılara destek veren iki eski M.İ.T yöneticisinden söz edilmektedir. Bunlardan biri, ağırlıklı olarak fethullahçılara ait bir kanalda yayınlanan televizyon programlarında boy göstermekte ve her fırsatta eski kurumunu eleştirmektedir. Diğeri ise, sığındığı A.B.D.'nden eski kurumuna eleştiri ötesinde hakaretler yağdırmaya; kendi internet sitesinden dezenformasyon kapsamındaki gizli bilgileri ve belgeleri deşifre etmeye devam etmektedir (53). Aynı kişi, fethullahçılarla organik ilişkisini el'an sürdürmeye devam etmektedir (54). Tüm bunlar bir rastlantı olarak değerlendirilemezse, M.İ.T.'in içine geçmişte sızdığı anlaşılan fethullahçı kadrolara yönelik özel bir çalışma yapılıp yapılmadığının da sorgulanması gerekir. Konunun bir diğer önemli tarafı ise, Ankara Emniyet Müdürlüğü raporunda fethullahçıların M.İ.T. içine sızma faaliyetlerinden söz edilirken; M.İ.T. raporunda ise, Emniyet Teşkilâtı içindeki, deyim yerindeyse duyma engelli sultanın bile duyduğu fethullahçı kadrolaşma hakkında bir tek cümleyle bile bahsedilmemesi düşündürücüdür. Örneğin, Jandarma Genel Komutanlığı 23'ncü Jandarma Sınır Komutanlığı'nın "Hizbullah Terör Örgütü ve Diğer İrticai Faaliyetler" başlıklı raporunda bile, bu tehlikeli olguya atıfta bulunulmaktadır (55). Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendi içindeki fethullahçı unsurları, yılda iki kere Yüksek Askeri Şura kararları ile temizlediği; buna karşılık Emniyet Teşkilâtı'nda hiçbir savunma önlemi alınamadığı ortadayken, M.İ.T.'nın bu konudaki duyarsızlığını hangi gerekçeye dayandırmak gerekir?

3. Rapordan da açık biçimde anlaşılacağı üzere, M.İ.T., Fethullahçı yapılanma sistemini çözememiştir; sistemin işleyişi hakkında bilgi sahibi olmadıkları, masabaşında hazırlanmış olduğu anlaşılan klişe çözüm önerilerinden ortaya çıkmaktadır. M.İ.T.'nın soruna çözüm önerilerinden kaçını uygulamaya soktuğunun ve kaçından sonuç alındığının sorgulanması gerekmektedir. Örneğin, bugüne kadar fethullahçı yapılanma içinde yer alan kaç şirket ve kuruluş M.İ.T. yönlendirmesiyle özel vergi denetlemesinden geçirilmiş; kaçı tasfiye edilmiştir? Teşkilât yapısı ve lider kadroları gerçekten belirlenmiş midir? Belirlenmişse, yasadışı örgütün yasal yönden dağıtılması için ilk ve tek fırsat olan Ankara 2 No.lu D.G.M. Başkanlığı'na bu listeler ve diğer deliller ulaştırılmış mıdır? Ulaştırılmamış olması, M.İ.T.'nın Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi ile bağdaşmakta mıdır? Örgütün malı olmayan fakat hibe yoluyla örgüte destek sağlayan hangi şirket ve kuruluşlar, kontrol altında tutulmaktadır? Kaç şirket ve kuruluş hakkında gereği yapılmıştır? Vakıf ve derneklerinin, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün haricinde, özel surette takip ve kontrol edilmesi, elbette son derecede önemlidir; ancak bugüne kadar yasadışı yapılanmaya ait kaç vakıf kapatılmış ya da en hafifinden "rahatsız" edilmiştir? Aksine, yasadışı bu yapılanmanın dezenformasyona dayalı operasyonları ile eşzamanlı-bütünlük arzeden M.İ.T. raporları sözkonusudur (56).

4. Okullarındaki müfredat uygulamalarının sık sık denetlenmesine yönelik öneri, fethullahçı yapılanmanın hala anlaşılamamış olmasının bir göstergesidir. İzlenmesi gereken, bu okulların müfredat programı değildir; M.E.B. Müfredat Programı'na, sistemli sapmalarla birlikte genellikle uyulmaktadır. Esas izlenmesi gereken, yurtlarda ve ışıkevlerde yürütülen "kamp eğitimi"dir. Yüzbinlerce öğrenci, buralarda zihinsel tasalluta uğramakta; Atatürk ilke ve devrimlerine karşı, Cumhuriyetin tüm değerlerinden nefret eden şeriatçı kimliğini buralarda kazanmaktadırlar. M.İ.T. bugüne kadar kaç fethullahçı yurduna ya da ışıkevine operasyon gerçekleştirmiş ve kaçını kapattırmıştır?

5. Her sene uygulanan önlemlere karşı aldıkları yeni tedbirler tespit edilerek, askeri okullara öğrenci sokma girişimlerinin engellenmesi; muvazzaf personel, bunların aileleri ve askeri öğrencileri elde etmek için yaptıkları girişimlerin engellenmesi maksadıyla gerekli tedbirlerin alınması; örgütle ilişkisi tespit edilen personel ve askeri öğrenciler hakkında tüm Türk Silahlı Kuvvetleri çapında müşterek uygulama yapılması, gibi önerilerin yaşama geçirilmesinde, M.İ.T.'nın, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne hangi katkısı sözkonusu olmuştur ve de olmaktadır? Devlet organlarında kadrolaşmasının ve ayrıca örgüte çeşitli yollardan destek sağlayan, halen devlet kadrolarında görevli bulunan personelin, bu konudaki girişimlerinin önlenmesi, aynı zamanda bu personelin tasfiye/pasifize edilmesi, diye öneri getiren M.İ.T., bu konuda bir tek olumlu adım, olumlu örnek gösterebilir mi?

6. Dergah ve benzeri yerlerin kapatılması, önerisi ise yapılanma hakkındaki bilgisizliğin bir başka tezahürüdür, diğer tarikatlarla karıştırılma sözkonusudur. Fethullahçıların dergahı, tekkesi, zaviyesi yoktur; onların kolej adını verdikleri okulları, vakıfları, dernekleri, şirketleri, yurtları, ışıkevleri bulunmaktadır ve hepsi de -ışıkevleri dışında- yasal boşluklardan yararlanan, kâğıt üzerinde yasal kuruluşlardır.

7. Yasal yayınlar haricindeki video ve teyp kasetleri, broşür, risaleler vb. gibi propaganda malzemesinin dağıtımının önlenmesi, bir öneri olarak raporda belirtilirken, bu konuda bugüne kadar ne mesafe alındığının da ortaya konulması gerekmektedir. Sözkonusu yayınlar, yasadışı yapılanmaya ait kitabevlerinde, kırtasiyecilerde ve yayınevlerinde serbestçe satılmaya devam etmektedir.

8. Diyanet İşleri Başkanlığı ve TRT'de yayınlanacak din öğretisi programlarında, örgütün dine ilişkin uygulamalarındaki çarpıklıkların üstüne gidilmesi, önerisi hakkında bugüne kadar ne yapılmıştır? Fethullahçılık, bugün sadece Türkiye'nin geleceğini, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini, laik hukuk ve ulusal eğitim sistemini değil, gerçek İslam dinini de tehdit etmektedir. Allah ile kul arasına hiç kimseyi sokmayan bir din adına, din tüccarı şarlatanlar, samimi inançlı milyonlarca insan arasında aleni faaliyet gösterirken, Diyanet İşleri Başkanlığı, bunlar hakkında bir tek cümle bile olsa eleştiri getirmemekte, mücadele vermemektedir. TRT'de yayınlanan din programları da ortadadır. Tüm bu olumsuzluğun giderilmesinde, öneri sahibi M.İ.T. ne yapmıştır ya da ne yapmaktadır?

9. F. Gülen ve grubu hakkında elde edilecek her sansasyonel nitelikli bilginin, özellikle dinci kesimin yayın organları başta olmak üzere geniş bir kampanyayla tüm medyada afişe edilmesi, önerisinin bugüne kadar somut bir sonucu, maalesef sözkonusu değildir. Örneğin, fethullahçıları kamuoyu nazarında sıfıra indirecek çok önemli bir kasedin, M.İ.T. arşivinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu kaset, bugüne kadar yasadışı yapılanmayı izleyen araştırmacılar tarafından ele geçirilememiştir. Fethullah Gülen, 1995'de İstanbul'da Bölge İmamları ile yaptığı özel bir toplantıda, demokrasiye en fazla 15 yıl daha katlanacaklarını, sonra kendi sistemlerini egemen kılacaklarını söylemiştir. M.İ.T., sansasyonel nitelikli bilgiyi içeren bu kasedi, bir şekilde afişe etme beceri ve iradesinden yoksun mudur ki, hem öneride bulunacak ve hem de gereğini yerine getirmekten kaçınacaktır?

10. "İrticai faaliyetlere karşın, iptal edilen 163'ncü maddenin oluşturduğu boşluğu dolduracak bir kanun çıkartılması; Gülen'in özellikle ABD'deki temas ve girişimleri hakkında bilgi edinilerek, gerekli tedbirlerin alınması; yurtdışı temsilciliklerinin kontrol altına alınarak, zararlı faaliyetleri tespit edilenler hakkında gerekli işlemlerin yapılması maksadıyla diplomatik temaslarda bulunulması, uygun mütalaa edilmektedir" de, bugüne kadar bu yasadışı yapılanmaya hangi darbe vurulmuştur? Yurtdışına yasadışı yollardan para kaçıran "fahri konsolosların" tutuklanması ve yargı önüne çıkarılması; yurtdışındaki zararlı örgütlenmenin önlenmesi; mevcut örgütlerin mürit yöneticilerinin etkisizleştirilmesi; Fethullah Gülen'in A.B.D.'deki temas ve girişimleri konularında Dışişleri'nin ve Ankara 2 No.lu D.G.M.'nin bilgilendirilmesi konusunda neler yapılmış, hangi mesafeler katedilmiştir? Örneğin, Başbakan Bülent Ecevit'in fethullahçılar hakkındaki kanaatini değiştirecek hangi somut bilgi ve belgeler sunulmuştur, kendisine? Bağlı olduğu Başbakanı'nı bile ikna edemeyen bir ulusal istihbarat örgütü, tüm Türk kamuoyunu nasıl bilgilendirip doğru yönde yönlendirecektir ki?!.

Tüm bu olumsuzluklar karşısında, Fethullah Gülen, büyük bir rahatlıkla ve basın aracılığı ile Türkiye'ye şu mesajı göndermiştir: "Devleti ele geçirmek her vatandaşın hakkı" (57). Gerçekten de adıgeçen şahıs, bu dosyada anlatılan zaafları ile hangi istihbarat örgütümüzden çekinecektir ki, böyle bir demeç vermesin!.. Özetle, bu pervasızlığa yolaçan örnekleri artırmak mümkündür. Biraz eskiye gidecek olursak, M.İ.T.'nın Susurluk Raporu'nda Fethullah Gülen'in adının tam 5 sayfalık bir bilgi notuyla, 59 kişilik bağlantılı isim listesi içinde yeraldığını görürüz. (58). 17.12.1996'da Başbakanlığa teslim edilen sözkonusu raporda, M.İ.T.'nın Susurlukla bağlantılandırdığı işadamları, mafya bağlantılı ülkücülerin, politikacıların, emniyetçilerin, askerlerin ve de M.İ.T. mensuplarının arasında Fethullah Gülen'in adına da yer verilmesi, bağımsız irade göstermek açısından bu kuruluşumuz adına son derecede önemlidir. Bu gelişmeye ilk tepki veren kişi, üzerinde yorum yapmaya bile gerek kalmayacak biçimde hemen herkesin bir fikir sahibi olduğu Mesut Yılmaz olmuştur: "Türkiye'de kanunsuz işlere karışacak en son kişi Fethullah Gülen'dir. Adının M.İ.T. listesinde yer almasını şaşkınlık ve üzüntüyle karşılıyorum" (59). Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, listede Fethullah Gülen'in adının yeralmadığını açıklarken, Fethullah Gülen de, adının listeye sonradan eklendiğini iddia etmiştir. Ne var ki, dönemin M.İ.T. Müsteşarı Köksal Sönmez, TBMM Susurluk Komisyonu önünde, geri adım atmayarak rapordaki bilgilere sahip çıkmıştır.

Fethullahçı yapılanma ile yasal mücadele konusunda görev ve yetkilerinin gereğini yerine getirmeyen istihbarat birimleri arasında değerlendirilen M.İ.T.'nın, elbette ki gizli yürüttüğü ve elde ettiği bilgi ve belgeleri kamuoyuna açıklaması, kurumsal reklama gitmesi düşünülemez ve de beklenemez. Ancak, M.İ.T., sadece topladığı bilgi ve belgeleri tasnif eden salt bir arşiv dairesi de değildir; gereğini yerine getirme yükümlülüğü bulunmaktadır. Fethullahçılar, artık salt bir dinsel cemaat olmaktan çıkmış; yabancı istihbarat servisleri ile ilişki halinde bir taşeron örgüte dönüşmüştür. Bir başka ifadeyle, konunun kontr-espiyonaj yönü, yadsınamayacak bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Bunun da Türkiye'deki tek muhatabı, Milli İstihbarat Teşkilâtı'dır. Mesut Yılmaz'ın söylemleri doğrultusunda, kurumun bunca yıllık teamüllerini bir kenara bırakarak "kekoçe anadilde eğitim ve yayın" konusunda alışılmamış açıklamalarla görüş bildiren halihazırdaki M.İ.T. Müsteşarı Şenkal Atasagun, fethullahçı yapılanma konusunda da aynı "açıklığı" pekala gösterebilirdi, göstermesi gerekirdi. M.İ.T. Müsteşarı'nın görevinin, Batılı istihbarat servislerinde olgunlaştırılan kampanyalarla Türkiye'yi köşeye sıkıştıracak, ulus-devleti parçalamaya yönelik istem, söylem ve kampanyalara -gerekçesi hiç önemli değil- olumlu görüş vermek yerine; bu kampanyaları organize etmek üzere Türkiye'ye gelen dost ve müttefik ülke istihbaratçılarını izleme ve etkisizleştirme, kısaca kontr-espiyonaj faaliyetlerinin gereğini yerine getirmek olduğunu, bu konunun uzmanları çok iyi bilmektedirler. Ama bu olmamıştır. Tıpkı, Türkiye'de 1983'den bu yana yasadışı faaliyet sürdüren Alman vakıflarına örtülü destek veren 6 Kasım 2001 tarih ve 15998 sayılı "Çok Gizli" M.İ.T. raporunda olduğu gibi (60). Tıpkı, aşağıdaki basın açıklamasıyla, Türkiye'nin en büyük iç ve dış tehdit odağı olan fethullahçıları küçümseme, tehlikesiz gösterme, basite indirgeme çabasına girmesi gibi: "FETHULLAH'TAN BİR DÖNEM BANA SÖZ ETTİLER. İŞTE KASETLERİNİ SEYRET, ETKİLİYOR, ÖNEMLİ ŞEYLER SÖYLÜYOR, DİYE. SEYRETTİM, AĞLAYAN, SÜMÜK ÇEKEN BİR ADAM" (61)...
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Fetullahçılar ve Hizbullahçılar / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:37

Fetullahçılar ve Hizbullahçılar / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Fethullahçıların son iki yıl zarfında başlarına gelen tüm olumsuzluklardan sorumlu tuttukları -biri TSK kökenli- beş "can düşmanı" için taşeron peşinde olduklarını hiç bileniniz var mıydı?!. Dahası, önce Ülkü Ocakları vasıtasıyla bu beş "can düşmanı"nın korkutularak pasifize edilmesi talebini içeren girişimlerin sözkonusu olduğunu; ancak Devlet Bahçeli'nin cemaate ve diğer şeriatçı yapılanmalara mesafeli davranışı nedeniyle olumlu yanıt alınamadığını kaç kişi bilir?!. Keza, cemaate bağlı emniyetçilerin devreye girmesi önerisinin riski nedeniyle geri çevrildiğini?!. Ve en önemlisi de "tedbir merhalesi"ndeki fethullahçıların, tedbiri bir kenara bırakarak hizbullahçılara müstakbel taşeron olarak yeşil ışık yaktıklarını?!.

Bu haberlerin, Kasım 2000'in ilk haftası itibariyle ışıkevlerinde konuşulmaya başlanması, çözülme ve fakirleşme sürecinin eşiğindeki bir cemaatin, müritlerine moral verme çabası olarak değerlendirilmiş ve hatta dışarıdan fazla ciddiye bile alınmamıştır. Ta ki, Fethullah Gülen'in, FP Genel Başkanı Recai Kutan ile aynı gün, gündemdeki Diyarbakır Emniyet Müdürü ve beş polisimizin şehit edilmesi olayı ile ilgili yaptıkları ortak temalı açıklamalara kadar!..

Recai Kutan, basın açıklamasıyla Hizbullahçı tabana şu dolaylı moral mesajını vermiştir: "Elde delil yokken niye Hizbullah? ... Ya arkadaş elinde delilin var mı? Yok!.. Ee, niye Hizbullah?... Emniyet olarak özellikle Gaffar Okkan rahmetlinin gayretiyle bu uyuşturuculara darbe vurulunca, e onlar da boş duracak değil herhalde. O halde ihtimallerden birisi de o ve en önemlisi de dış güçler var. Ola ki bu işin gerisinde yahudi MOSSAD var, belki CIA var, belki Alman istihbarat teşkilatı, İngiliz istihbarat teşkilatı var. Niye birden bire sadece Hizbullaha yüklendi ve bu ihtimallerin hepsi geri plana atıldı" (1)


FETHULLAH GÜLEN VE ÖRTÜLÜ DESTEĞİ

Fethullah Gülen'in tüm dünyaya dağılmış müritlerini yönlendirdiği internet sitesinde (2), Recai Kutan ile aynı gün, aynı doğrultuda "Türkiye'de Cinayetlerin Perde Arkası" başlıklı bir röportajı yayınlanmıştır. Burada verilen mesajların tümü, bağnazlığın ve yobazlığın, nasıl bilinen hukuksal gerçekleri bile yok sayabileceğinin en tipik örneğini oluşturmaktadır:

"... Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu gibi basın-yayının önemli ve önde gelen insanları, faili meçhul cinayetlere kurban gittiler...gitti ve sahip oldukları kimliklerden dolayı da cinayetler müslümanlara maledildi. Medya da olayı tahkik ve tetkik etmeden, niçin ve neden sorularına cevap verecek sır perdelerini aralamasını beklemeden aceleden hüküm verince Müslümanlar bu menfur olayların katili oldu çıktı. Halbuki devletin yetkili organları biliyor ki, bu cinayetleri Müslümanlar işlemedi. Bu insanlar -isim tasrih etmeyeceğim- dünya çapındaki istihbarat örgütlerinde eğitim görmüş, profesyoneller tarafından öldürüldü.

Pekala bu faili meçhul cinayetler neden Müslümanların üzerinde kalıyor denecek olursa:

1. Bu ülkede Müslümanlara karşı son yıllarda daha da belirginleşen güven ve itimadı sarsmak için İslami terör havasının estirilmek istenmesi önemli bir amildir. Bazıları bununla, gerek halk, gerekse elit tabakada oluşan, İslam'a yönelişin önünü kesmeyi planlamaktadır.

2. Bu olaylar vesilesiyle askeriyeye darbe adına davetiye çıkartıldığı da diğer bir saik...

3. Faili meçhul bu cinayetlerin Müslümanlar tarafından işlenmediğini ispat etmek çok zor, hatta imkansızdır. Zira hukuk mantığına göre 'nefy ispat edilemez'...

4. Bence soruya esas cevab teşkil eden noktaya şimdi geliyoruz. Esas itibariyle Müslümanlıkta terör yoktur.... Netice itibariyle, terörizmi, İslamiyet ile telif etmek imkansızdır. Allah'ın rızasını gaye edinmiş bir Müslüman, kim olursa olsun adam öldüremez. Hatta bu müslüman, İslamı devlet çapında temsil etme, böylece bütün dünya ülkelerine örnek olma, devletlerarası muvazenede belli bir yeri alarak, Müslümanların hak ve hukukunu gözetme vs. gibi dolambaçlı yollardan Rabbin rızasına doğru yürüse bile yine adam öldüremez; zira bu neticeye adam öldüre öldüre varılmaz ve varılamaz" (3).


Görüleceği üzere, Fethullah Gülen'in gerçeği yansıtmayan söylemleri, Recai Kutan ve de "bana sağcılar için katil dedirtemezsiniz" diyen eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in söylemleri ile örtüşüyor: Kurbanlarını arkadan vahşice öldürürürken tekbir getiren, üstüne şükür namazı kılan, sonra da evinin bodrumuna gömen, Sivas'da 37 Cumhuriyet Aydınını yakanlar sanki uzaydan gelmişçesine.

Değişen gündeme uygun makaleleri ile cemaatine talimat-yön veren Fethullah Gülen'in gerçekdışı söylemleri sadece Hizbullahçıları dolaylı gündemden düşürerek cemaatinin desteğini göstermeye yönelik mi? Elbette ki hayır!.. Gülen, isim vermemekle Hizbullahçıların yanısıra selamcılara, islami keko hareketçilerine, kaplancılara, talibanlara ve diğer terörist şeriatçı yapılanmalara da örtülü destek-dayanışma mesajı veriyor. Söz açılmışken, bir başka yayınında şeriat yolunda savaşma -nefs ile değil- anlamına gelen cihat kavramı ile ilgili olarak Fethullah Gülen, yukarıdaki insan öldürmeye ilişkin sözlerini bizzat kendisi yalanlıyor: "Cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehid olup ebedi bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem ukba nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihadda bir de böyle bereket var.... Cihad sözcüğü; içinde bulunulan asır ve şartlara göre değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yollar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır verilir". Ne kadar insancıl (!) ve hümanist (!) bir söylem!.. Bu söylem çerçevesinde sadece cihad uğruna can alıp verenler şehit ve gazi sayılacak ve bu kapsamın içine Hizbullahçılar girecek ama PKK ve Hizbullah'a karşı vatanı ve kamu düzenini korurken canlarını ya da uzuvlarını veren onbinlerce TSK, Emniyet ve Eğitim mensubu kapsam dışı kalacak!..


FETHULLAH GÜLEN VE HİZBULLAHÇILAR

Fethullah Gülen'in yukarıda yeralan söylemlerinin internetteki yayın tarihi 29 Ocak 2001. Tedbir gereği, bu katil sürüsünün adını vermiyor ama maksadını açık-net bir biçimde ifade ediyor. Oysa, daha önceleri, bizzat kendisi bir kasedinde bu şeriatçı katilleri yücelterek adeta kutsamaktadır:

"Sürekli ittikaya kendisini salmış, kaptırmış, arayışına girmiş, yakalamış dahasını arayan, takvanın dahasını arayan derinlerden derin kutsiler... Hz. Muhammed Mustafa'nın askerleri, Cindullah; Allah ordusu... HİZBUL-LAH; Allah cemaati, tabiri caizse Allah Partisi... Siyasi boğuşmalar, siyasi partiler karşısında Allah Partisi....Rüyalarınıza girerler. Hayal alemlerine girdiğiniz zaman sizi yakalarlar. Misali levhalarla her yerde sizi kovalarlar. Her köşe başında karşınıza çıkarlar. Bazen kendinizi tam onların içinde görürsünüz, onlarla beraber kılıç çalıyorsunuz....Duygu ve düşünce birliğine vardığınız zaman, siz aynı ordunun erleri haline gelirsiniz. Ve ben bunu size anlatmaya çalışıyorum. Allah'ın askeri olduktan sonra kutsiler ordusu olduktan sonra, Allah'ın kulu olduktan sonra, Hz. Muhammed'in erleri olduktan sonra zaman ve mekan onları ayıramaz" (4).

Fethullahçılarla Hizbullahçıları birbirine bu kadar yakınlaştıran birden çok etmen bulunuyor. Bir kere Fethullah Gülen ve Hüseyin Velioğlu, iki yapılanmanın diğer mürit-militanları gibi nurcu kökenli. En önemli neden bu. İkincisi, her iki sapkın illegal yapılanmanın da doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini ve de laik hukuk sistemini hedef almış olmaları. Aradaki farka gelince, biri İran'a, diğeri ABD'ne bağlı olarak faaliyet sürdürmekte. Biri, takiyye yaparak devleti içten içe elegeçirme mücadelesi verirken, diğeri bunu silahla yapmaya çalışmakta. Ancak, her iki yapılanmanın yolları, geçtiğimiz yıl geçici bir süre için ayrıldı. Hatırlayacaksınız, kekoçü nurcuların liderlerinden biri (5), Hizbullahçılar tarafından öldürüldüğünde, Fethullahçılar kıyameti kopardılar ve bu yapılanmaya isim taktılar: Hizbülvahşet!..


ULUSLARARASI TAŞERON OLARAK HİZBULLAHÇILAR

Yabancı istihbarat servislerinin Türkiye'de terör amaçlı kullandığı taşeronlar arasında solda TİKKO, DHKP-C neyse, sağda da Hizbullahçılar aynısı. İşte, bu yakınlaşma gayretlerinin altında, Fethullahçıların Hizbullahçıları kullanma niyetleri sezilmekte. Kime ya da kimlere karşı?!. Cemaat içindeki kaynaklara göre sadece beş "can düşmanı"na!.. Bu beş kişinin suçları da çoktan belirlenmiş durumda:

1. 1990'da başlayıp 2005'de tamamlanacak olan "demokrasiye daha 15 yıl tahammül" programı çerçevesinde, devletin her kademede ve kansız biçimde elegeçirilmesi, belirsiz bir tarihe sarktı.

2. Halkla ilişkiler ve reklam faaliyetleri için yabancı danışmanların yanısıra, Nail Keçili gibi oldukça pahallı profesyonellerin uzun yıllardır sürdürdükleri "ılımlı-hoşgörülü-diyalogdan, sevgiden, barıştan yana imajı, sağ-sol ayırdetmeksizin tam ülkeyi kaplamışken, şimdi bu imaj yerlebir oldu.

3. Cemaati ayakta tutan himmet paralarında toplam yıllık tutarında ciddi gerilemeler kaydedildi.

4. Cemaate sempati ile bakan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Yargıtay Başkanı başta olmak üzere, siyasal parti liderleri, 200'ü aşkın milletvekili, "adliyede, mülkiyede, maarifde" ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarında en stratejik makam ve mevkileri işgal eden kadroları, binlerce doktoralı elemanı, onbinlerce öğretmeni, yurtiçi ve dışındaki yüzlerce okulu ve yurdu, binlerce ışıkevi, yüzlerce şirketi ile Türkiye'nin en örgütlü ve dinamik yapılanması olmasına karşılık, yüzbinlerin uğrunda ölmeye hazır oldukları Fethullah Gülen, bunca güce rağmen vatanına dönememekte, dönmesi de zor bir ihtimal olarak değerlendirilmekte.



İşte, cemaatin "can düşmanı" ilan ettiği kişiler, yukarıdaki olumsuzluklardan sorumlu tutulmakta ve haklarında "gereğinin yapılması" istenilmekte. İşte, Hizbullaha dolaylı mesaj gönderilmesinin nedeni olarak, cemaat düşmanlarının kesin biçimde "etkisizleştirilmesi" öngörülmekte. Akıllara şu soru gelmekte, ışıkevlerinde dillendirilen terör yoluyla etkisizleştirme çözüm mü? Ya da bu çözüm cemaate ne kazandırıp ne kaybettirecektir? Belli ki bu hesap yapılmıştır. Fethullahçılar intikam peşindedir ve bunu taşeronlara havale etmek eğilimi hissedilmektedir.


FETHULLAHÇILARIN SON GÜÇ DENEMESİ

Cemaate dahil kaynaklara göre, cemaatin "can düşmanı" ilan edilen kişiler için Kasım 2000'in ilk günlerinden itibaren başlatılan kapsamlı bir soruşturma el'an sürdürülmektedir. Hazırlanmakta olan kişisel dosyaların teknik danışmanlığını ise, cemaate bağlı istihbaratçılar yapmaktadır. Hedef isimlere ait her türlü bilgi -dedikodu ya da anekdot niteliğindeki bilgilerden yargı kararlarına kadar- toplanmakta; varsa zaafları, zayıf noktaları saptanmakta; hiçbir somut bilgi ve belgeye ulaşılamadığında ise, fabrikasyon haberler -ileride kullanılmak üzere- üretimine başvurulmaktadır.

Tüm bu hazırlıkların sonucunu görmek için düğmeye basıldığında ilk hedef belli olmuştur: Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı ve Sivil Toplum Kuruluşları Platformu Dönem Başkanı, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Gülseven Yaşer. Sayın Yaşer ile ilgili fabrikasyon haberleri içeren tamamı düzmece haber metninin yayın merkezi ise, ABD'de New Jersey'dedir. Bu ne rastlantıdır ki, yayın merkezinin adresi, Fethullah Gülen'in Ankara'da yargılandığı 2 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne sunduğu ikamet adresi ile aynıdır (6). Bu metnin dağıtımını yapan fethullahçı gruplardan birinin moderatörü de yine ne rastlantı ki, Zaman gazetesinde Ferhat Barış kod adıyla köşe yazarlığı yapan bir mürittir. Cemaat yöneticileri (imamları), bu düzmece haber metnini onbinlerce adrese gönderirken, olası bir tazminat davasına muhatap olmamak için kendi periyodiklerinde yayınlamaktan kaçınmıştır. Halk deyimi ile bu ikiyüzlülük, namertlik, sadece bu düzmece haber metninden ibaret mi kalmıştır. Elbette ki hayır!.. İşte, en acı olanı, cemaatin devlet içinde mevcut yaptırım gücünü kullanmasıdır. Nasıl mı?.. İşte belgesi:

"12.12.2000 Tarihinde Çağdaş Eğitim Vakfına, T.C. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü'nden 11.12.2000 tarih ve B.02.1.13.06.180.903-26/2000/3648-1 sayılı yazı gelir. Yazıda, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün (15.11.2000) tarih ve (24418) sayılı araştırma talimatı ile Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün (30.11.2000) tarih ve (3648) sayılı görev emri gereğince, araştırma ve tahkikata esas teşkil etmek üzere;

1. 1.01.1999-1.12.2000 tarihlerini ihtiva eden zaman içerisinde, Vakfınıza bağış yapan özel ve tüzel kişilerin (yurt içinden ve yurtdışından) isimlerinin, bağış tarihlerinin ve bağış makbuzu numaralarının listesini,

2. Yukarıda belirtilen tarihler içerisinde, Vakfınızın burs verdiği öğrencilerin isimlerinin ve hangi öğrenciye hangi miktarda burs verildiğinin,

3. Vakfınızın Yönetim Kurulu, Denetim Kurulu ve diğer organlarında (çalıştırılan personel dahil) halen görevli bulunanların isimlerini ve ifa ettikleri görevlerini,

4. Vakfınızın hangi banka şubelerinde hesaplarının bulunduğunu ve bu hesapların 1.01.1999-1.12.2000 tarihleri arasındaki işlemleri (hesaba yatırılan ve çekilen para hareketlerini) gösteren hesap ekstrelerinin, herhangi bir şüphe ve tavzihe sebebiyet vermeyecek şekilde yazılı olarak 15.12.2000 Cuma günü saat 16.00'ya kadar, aşağıda belirtilen adrese intikal ettirilmesini rica ederim".


İster istemez yargılarsınız, bir kısmı Fethullahçılara ait olmak üzere, Türkiye'de laik düzene karşı mücadele amacıyla kurulmuş şeriatçı nitelikli bini aşkın vakıf var; üstelik bunların bazıları, "okuma odası", "temsilcilik", "lokal" gibi farklı adlarla tüm ülke çapında örgütlenmiş durumdalar. Sadece Fethullahçı vakıfların, her ay "himmet parası" adı altında halktan yasadışı yöntemlerle trilyonlar topladıkları ve yine yasadışı yöntemlerle bunları çantalı kuryelerle yurtdışındaki okulların finansmanı için gönderdikleri biliniyor. Bugüne kadar bunların hangisi böyle bir soruşturma geçirdi? Bini aşkın Cumhuriyet düşmanı vakıf içinde, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan ve özellikle de Fethullahçı kadrolara karşı onurlu ve cesur mücadele veren kaç vakıf var? Türkiye'de şeriatçı kadrolaşmanın en yoğun biçimde gerçekleştiği kamu kurum ve kuruluşlarının başında gelen Vakıflar Genel Müdürlüğü, acaba kendi içindeki bu zararlı unsurları tasfiye etti de sıra şimdi Çağdaş Eğitim Vakfına mı geldi? Kamuoyuna devlet ve rejim yanlısı olarak kendini tanıtmaya çalışan Vakıflar Genel Müdürü bu soruşturmadan ne ölçüde haberdar? Değilse, sorumluları kim? Fethullahçılar için müthiş denilebilecek istihbari bilgileri içeren bu soruşturmada elde edilecek belgelerin, sözkonusu Cumhuriyet düşmanı cemaate sızdırılmaması mümkün mü? Yangından mal kaçırırcasına niçin sadece üç günlük süre veriliyor, bu süre rutin mi, yoksa Çağdaş Eğitim Vakfı için özel mi? Vakıflar Genel Müdürü'nün bu ve benzeri soruları açıklaması, sorumlular hakkında yasal işlem başlatması ve kurum içindeki Fethullahçı bağlantılı elemanlara görevden el çektirmesi gerekiyor.


MÜRİTLERE TEDBİR (İHTİYAT) TAŞERONLARA SALDIRI

Fethullahçıların, cemaat düşmanlarına karşı Ülkü Ocakları'nı kullanma girişimini, MHP içindeki nurcular vasıtasıyla yaptıkları biliniyor. Kamuoyuna "kaba kuvvet" imajı ile tanınan Ülkü Ocakları yönetiminin, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin tepkisinden çekinerek red yanıtı verdikleri gelen duyumlar arasında. Fethullahçıların emniyet içindeki kendi yandaşlarını kullanma düşüncelerinin ise, zaten izlenmekte olan bu kadroların deşifre olması ve tasfiyeye yolaçması gerekçeleriyle yaşama geçirilemediği kaydediliyor. Buna rağmen, İstanbul'daki kimi üst düzey bölge imamlarının, hedef kişilerin, diğer muhaliflere de gözdağı olacak biçimde etkisizleştirilmesi doğrultusunda sürekli arayış halinde oldukları da gözlemleniyor.

Fethullah Gülen, diğer taraftan sözkonusu internet sitesinde 24 Ocak 2001'de yayınlanan yazısında, riski üstlenerek, cemaat mensuplarına ise koşulsuz "ihtiyat" önermeye devam ediyor:

"İhtiyat, bir iş ve bir hamlede zarar ihtimallerine karşı ve maruz kalınan musibetler neticesinde ah u vaha düşmemek için ehemmiyetli bir davranıştır. Sebeplere tevessülde gerekli hazırlığı yapmamış nice müteşebbis vardır ki, neticede ya dizini döver ya da kadere taş atar. ... Bir hamle ve teşebbüste hedef alınan netice ne kadar büyükse, o uğurda gerekli görülen tedbirlere riayet de o nispette ehemmiyetlidir.... İhtiyatlı olma, korkup geriye durmaktan tamamen farklı olduğu gibi, tedbirsizce davranışların da cesaret ve yiğitlikle hiçbir alakası yoktur.... Her kötü haslet gibi, sırf bir aldatmaca olan kitle ruh haletiyle yine kitle avına çıkmak, Batının bize armağan ettiği şeylerdendir. Bu sakat ve nesebi gayrisahih düşünceyi benimseyenlere göre, bir yumurtanın başında bir sürü 'gak gak gıdak' normal görülse de, bize göre her milli mesele, bir mercan sabrı ve sessizliği içinde, en kuytu yerlerde ve mercan kuluçkalarının ızdıraplı, fakat gürültüsüz hallerine uygun bir çizgide cereyan etmelidir" (7).

Fethullah Gülen'in cemaati yönlendiren -Ocak 2001'in son haftasında yayınlanmış- yazılarından kısa alıntıları okudunuz. Belli ki, ABD'de rahat durmuyor, örgütsel faaliyetlerini devam ettiriyor. Kendisi, devletimizin istihbarat birimleri tarafından sadece yakından izlenmesi değil, ABD dışına çıktığı saptandığında derdest edilmesi ve uçakta kendisine "memlekete hoş geldin Fethullah Gülen" denilmesi gereken çok önemli bir kişi. Hiç şüphesiz, cemaati tek başına yönettiğini zaten hiç kimse iddia etmiyor ama onu bir simge, karizma sahibi bir yönlendirici olarak önemini kabul etmek, "burnu akan" bir vaiz nitelemesi ile geçiştirmemek gerekiyor. İstihbarat birimleri açısından ne kadar önemli olduğu, 30 Ocak 2001 tarihinde sözkonusu internet sitesinde yayınlanan şu satırlardan net bir biçimde anlaşılıyor:

"İç ve dış mihraklar, ellerindeki terör alternatiflerini daima muhafaza edeceklerdir. Bunlardan birisi yıpranıp işlemez hale gelince, bir başkası öne sürülecektir. Nitekim dün, çeşit çeşit isimler altında nice örgütler vardı ve bunlar anarşiyi komünizm adına körüklüyorlardı. Şimdilerde PKK ve benzeri illegal örgütler de etnik grupları harekete geçirme çabasındalar. YARININ TÜRKİYE'SİNİ BEKLEYEN EN KORKUNÇ TERÖR VESİLESİ İSE, MEZHEP DUYGUSUNA YENİK DÜŞENLER OLACAĞA BENZER. BU YENİ TEHLİKE, TERÖR ADINA PKK'DAN ELLİ KAT DAHA FAZLA BİR POTANSİYEL GÜCE SAHİPTİR" (8).

Evet, iç ve dış tehdit odağı olarak Fethullahçıların şu ana kadar bir terör (cinayet veya cinayete teşebbüs, bombalama vb.) girişimi sözkonusu olmadı. Ancak bu, -ipleri dışarıdan yönetildiğinden- olmayacak anlamına da kesinlikle gelmiyor. Türkiye Cumhuriyeti, giderek büyüyen ve sorumsuz-çıkarcı-düşük politikacıların himayesinde adeta kangrene dönüşen fethullahçı yapılanmayı bertaraf etmek zorunda, çünkü başka seçeneği yok!.. Hep birlikte izleyelim, görelim!...


DİPNOTLAR:

1. "Kutan: Hizbullah'ta Bunca Israr Niye?", Akit, 29.1.2001.

2. Fethullah Gülen'in mürit ve sempatizanlarla doğrudan ilişki kurduğu mekân ise internet. Örgüte bağlı faaliyet gösteren çok sayıda web sitesi ve tartışma grubu-listesi mevcut. Ayrıca, sağ kesimi içine alan pekçok tartışma grubu-listede kod adlarla propaganda yapmaktalar. İşte sözkonusu sitelerin en önemlilerinden biri Nil A.Ş. tarafından yapılan ve her gün güncelleştirilen http://www.m-fgulen.org sitesi. Burada Fethullah Gülen hakkında -sakıncalı görülen kasetler dışında- hemen her türlü bilgiye ulaşmak mümkün. Fethullah Gülen'in Türkiye'deki siyasal ve dinsel gündemle ilgili olarak örgüte (cemaate) mesaj niteliği taşıyan en yeni ya da önceden yazılmış makalelerini yine bu sitede okuyabilirsiniz. Diğer Fethullahçı sitelerden örnekler için bkz. http://www. kemalist.org

3. Bkz. http://www.m-fgulen.org 29.1.2001.

4. Sözkonusu kasetin çözümlenmiş metni için bkz. Ergün Poyraz, Said-i Nursi'den Demirel ve Ecevit'e FETHULLAH'IN GERÇEK YÜZÜ (İstanbul: Otopsi Yayını, 2000), s. 221-22. Ergün Poyraz'ın araştırmacılar ve Fethullahçı Suç Organizasyonunu tanımak isteyenler için temel kaynak kabul edilen bu eseri, ağırlıklı olarak kaset çözümlerine dayanmaktadır.

5. Hizbullahçılar tarafından kaçırılıp sorgulandıktan sonra öldürülen ve 28 Ocak 2000'de İstanbul'daki hücreevinin bahçesinde cesedi bulunan "Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı"nın Başkanı İzzettin Yıldırım'ın, vasiyeti gereği tüm mal ve mülkünü ailesine değil, Van'da yapımı sürmekte olan okula (gerçekte medrese) bağışladığı anlaşılmıştır. Tüm nurcu grupların en büyük hayali, Said-i Kürdi'nin (Nursi) Van'da -Mısır'daki El Ezher Üniversitesi ayarında- kekoçe eğitim yapacak "Medresetü'z Zehra" adında bir medreseyi açtırmaktır. Türk Devleti'nin Nakşi Cüppeli Ahmet'in İstanbul'da kaçak olarak yaptırdığı külliyeye uyguladığı prosedürü, sözkonusu inşaatı devam eden bu yapı için de uygulamalıdır, hem de vakit geçirmeden.

6. Sözkonusu internet servisinin resmi kayıtlı adresi: C/02 JACOB DRIVE PERRINEVILLE, NEW JERSEY, 03835. Binanın fotoğrafı için bkz. Kemalist Türkbirlik sitesi: http://www.kamalistler.cjb.net Kayıtlarda resmi sorumlu olarak Kemal Özgür adı geçmektedir. Aynı zamanda Fethullah Gülen'den randevu ya da sağlık durumu hakkında bilgi almak isteyen müritlerin kullandıkları telefon, internet servisi tarafından da kullanılmaktadır: 001-732-7860388.

7. Bkz. http://www.f-gulen.org, 24.1.2001.
8. Bkz. http://www.f-gulen.org, 30.1.2001.

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Kırım'da Aydın Kırımı / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:39

Kırım'da Aydın Kırımı / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Kırım'da Aydın Kırımı

KIRIMLI AYDINLARIN SORUNLARI ÜZERİNE ÖZELEŞTİRİ:

10 Nisan 1783!.. Kırım’ın Rus egemenliğine girdiği bu meş’um günde, işgalci Rus orduları komutanı General Potemkin’in emriyle öldürülen Türklerin sayısı 30.000 (1)... Sürgünler, hapisler, zoralımlar, en acımasız ulusal ve dinsel baskı yöntemleri, asimilasyon politikaları ve sonuçta “aktopraklara” yani Osmanlı Devleti’ne sığınmak üzere yola çıkan ancak yaklaşık yarısı Karadenizin azgın dalgalarına kurban verildikten sonra diğer yarısı hedefine ulaşabilen Türklerin sayısı ise yüzbinlerle. Böylece bir toplumun başta aydınları olmak üzere önemli bir kısmı, baskı, devlet eliyle terör ve tehcir politikalarıyla safdışı bırakılıyor (2)... Çarlık hükûmetlerinin kültürel imha politikası sonucu verilen kayıpların yani yokedilen tarihi-mimari ve kültürel varlıkların ise haddi-hesabı bilinmiyor (3)... Elbette bu sayılanlar Çarlık dönemindeki Türk kayıplarını ifade etmekten çok ama çok uzak!... Bilinen şu ki, Çarlık hükûmetleri, Osmanlı ülkesi ile sınır bölgesindeki bu “güvenilmez” topluluğu, Kırım’da tutmamakta kararlıydı...

Buna karşılık, Kırım Türklerinin en büyük şansı ise, Gaspıralı İsmail Bey gibi bir aydın öndere sahip olmasıydı... Aktopraklara yönelik göçü durdurarak Kırım’daki örtülü etnik temizliğin önüne geçen; “Tercüman” gazetesi ve ek yayınları vasıtasıyla sadece Kırım’da ve diğer Rus esiri Türk topluluklarında değil, tüm Türk Dünyasında Türklük ve dayanışma bilincini uyandıran; önderlik ettiği eğitim reformu ile çağdaşlaşma ve batılılaşma yolunu açan; legal ve illegal siyasal kongrelerle örgütlenme sürecini başlatan; Türk kadının toplumsal ve siyasal hayata katılımını gerçekleştiren Gaspıralı İsmail Bey, başlıbaşına Rus asimilasyonuna direnişin adeta simgesiydi...

1917 İhtilâli gerçekleştiğinde, başta Kırım olmak üzere Rus esiri Türk toplulukları, kendi geleceklerini belirlemek amacıyla birdizi yerel ve genel nitelikte kongre gerçekleştirmişlerdi (4). Sonuçta, müşterek hareket yerine her Türk topluluğunun kendi bağımsızlığını kurtarma çabası içine girmesiyle, başta Kırım, Azerbaycan, Türkistan, İdil-Ural ve İç Rusya bölgelerinde ayrı ayrı cumhuriyet ve muhtar hükûmetler kurulmuştu (5). Ekim ihtilâli ile Bolşeviklerin Rusya’daki iktidara elkoymasından sonra, komünist liderler, ilk etapta eski Çarlığın siyasal sınırlarına sahip olabilmek için ikiyüzlü bir taktikle sözkonusu Türk topluluklarına “zeytin dalı” uzatmışlardı:

“Cami ve mabetleri Çarlar tarafından tahrip edilen, örf ve âdetleri Rusya zalimleri tarafından ayaklar altında çiğnenen siz ey Rusya Müslümanları, İdil boyu ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan’ın Kırgızları ve Sartları, Cenubi Kafkasya’nın Türkleri ve Tatarları, Kafkasya Dağlıları ve Çeçenler! Bundan böyle sizin din ve âdetleriniz, sizin milli ve medeni müesseseleriniz hür ve masun olarak ilân ediliyor. Sizin buna hakkınız vardır. Milli hayatınızı bütün manasıyla hürriyetle tanzim ediniz, bu hakkınızdır... Biliniz ki, gerek sizlerin ve gerekse bütün Rusya’da yaşayan milletlerin haklarını inkılâp ve sovyetler himaye ve müdafaa etmektedir. Bu inkılâba ve onun hükûmetine yardım ediniz... Arkadaşlar!.. Yükselttiğiniz bayrakla, her mahkûm millete hürriyet götürüyoruz... Müslümanlar!.. Biz sizden maddi ve manevi yardım bekliyoruz” (6).

Çok değil, kısa bir süre sonra, komünist liderlerin ne denli yalan söyledikleri görülecekti. Örneğin, bizzat Lenin ve Stalin tarafından kaleme alınan 15 Kasım 1917 tarihli beyannamede, Rusya’daki ulusların eşitlik, egemenlik ve bağımsız devlet kurma hakkından sözedilmekteydi. Ancak bu hak, sadece proleterya sınıfına tanınıyordu. Oysa, Türk bölgeleri, geçmişte kasden geri bırakıldığı, sanayileşmesine izin verilmediği için proleteryaya yani işçi sınıfına sahip değillerdi. Dolayısıyla da sözkonusu haktan peşinen mahrum bırakılıyorlardı. Sahtekârlığın püf noktası işte buradaydı... 1918 Yılına girildiğinde, Sovyet komünizminin Çarlık faşizminden hiç de farklı olmadığı, aksine yöntemleri itibariyle çok daha acımasız, daha pervasız ve de sadece Türklük değil, insanlık düşmanı da olduğu anlaşılacaktı...


İLK KURBAN: ÇELEBİ CİHAN

Kırım Türkleri, Çarlık istibdadının çöktüğü 1917 İhtilâlinin henüz başlarında, 25 Mart 1917 tarihinde, Akmescit’te büyük bir kongre gerçekleştirmişlerdi. Kırım’ın her yerinden gelen 1500’ü delege toplam 2000 kişinin katıldığı bu kongrede, Kırım Türklerine bağımsızlık yolunu açan çok önemli kararlar (7) alınırken, bu kararları hayata geçirmek üzere geçici bir hükûmet görevini üstlenecek olan “Kırım Müslümanları Merkezi İcra Komitesi” de oluşturulmuştu (8). İşte, Çelebi Cihan, bu Komitenin Başkanı ve Kırım (Polonya-Litvanya dahil) Başmüftüsüydü (9).

Çelebi Cihan, bağımsız bir devlet yapılanması yolunda atılabilecek her türlü adımın sorumlusuydu. Üstelik, Cafer Seydahmet, Hasan Sabri Ayvaz, Seyit Celil Hattat, Abdülhakim Hilmi, Cafer Ablay, Şefika Gaspıralı, İlhamiye Tuktar, Ayşe İshaki gibi iyi yetişmiş, aydın ve inançlı bir kadroya da sahipti. K.M.M.İ.K.’nin 25 Nisan 1917’de Rusya’nın bir Halk Cumhuriyeti esasında kurulmasını, topraklı-milli muhtariyetlerin tanınmasını isteyen bildirisi, bütün Rusya’dan ses getirmişti (10). Kırımlı liderler, 1-11 1917’de Moskova’da toplanan “Bütün Rusya Müslümanları Birinci Kongresi”nde, “Federasyon”, “Kadın Hakları”, “Milli Şura” gibi konularda çağdaş ve milliyetçi bir tutum sergilerken, Türkçü bir bakış açısıyla da Rusya’daki Türk toplulukları arasında işbirliği ve dayanışmadan yana olduklarını ortaya koymuşlardı (11). Çelebi Cihan ise, Kırım Başmüftüsü sıfatıyla Temmuz ayının ikinci yarısında Kazan’da toplanan “Müslüman Din Adamlarının Kongresi” (Ulema Kongresi)ne katılmış; aynı tarihlerde yine Kazan’da cereyan eden “Bütün Rusya Müslümaları’nın İkinci Kongresi” ile “Bütün Rusya Müslümanları Birinci Askeri Kongresi”nde temaslarda bulunma ve ilişkileri geliştirme fırsatını yakalamıştı (12). Bu ve benzeri faaliyetleri dolayısıyla, Kerenski Hükûmeti’nin yakın izlemeye aldığı Çelebi Cihan, Kazan dönüşünde, Tavrida Valisi (Vilâyet Komiseri) Bogdanof tarafından 23 Temmuzda tutuklanmıştı. Bu Çelebi Cihan’ın Ruslar tarafından ikinci kez tutuklanmasıydı (13). Haberin duyulmasından sonra, Kırım’ın her yerinden Akmescit’e gelen Türkler Vilayet Binasının etrafını kuşatmıştı. Hükûmete protestolar yağarken; Kazan’da devam etmekte olan üç kongreye mensup delegeler bu haber üzerine müşterek bir oturum yapmışlar ve ortak bir deklerasyon yayınlayarak Başbakan Kerenski’den Çelebi Cihan’ın serbest bırakılmasını, valinin azledilmesini istemişlerdi (14). Sonuçta, Çelebi Cihan serbest bırakılırken, Valiye işten elçektirilmişti.

Çelebi Cihan’ın yönetimindeki K.M.M.İ.K., eğitim işleri başta olmak üzere hemen her alanda yeniden yapılanmaya gitmiş; kadınlar, işçiler, öğretmenler, gençler dahil toplumun tüm kesimlerinde örgütlenmeyi gerçekleştirmişti (15). Bu suretle halkın politik bilinçlenme sürecini hızlandıran Çelebi Cihan ve kadrosu, 1 Kasım’da Akmescit şehrinde Kırım Türkleri’nin II. Kongresi’ni toplayarak KURULTAY toplama kararını çıkartmışlardı (16). 17 Kasım’daki genel seçimlerin ardından, 26 Kasım’da Kurultay’ın muhteşem bir törenle açılışı yapılmıştı (17). Çelebi Cihan, Kurultay’ın ilk gününde yapılan seçimlerde, Şefika Gaspıralı ile birlikte Başkanlık Divanı üyeliğine, akabinde de Kırım Anayasası’nın kabulü ve Kırım Halk Cumhuriyeti’nin ilânından ve de Kurultay’ın Parlamento’ya dönüştürülmesinden sonra Milli Hükûmetin Başkanlığına (İdare-i Milliye Reisliği) seçilmişti (18).

Kırım’daki Milli Hükûmetin “Milli Ordu”nun teşkili kararının ardından, 18 Ocak 1918’den itibaren Bolşevik saldırıları başlamıştı. Yaklaşık 30.000 Bolşevik bahriyeli, piyade ve milisinin yürüttüğü kitle terörüne yönelik saldırılar kapsamında, çok sayıda Türk askeri ve sivili şehit düşmüş; esir düşen bir o kadarı da işkenceyle öldürülmüştü (19). Albay Ali(yef), Miralay Osman Binaslan, Yüzbaşı A. Bayburtlu ve Burnaş(ef)’in de dahil olduğu 125 subayın cesetleri parçalanmıştı (20). Öldürülenlerin kafaları kesilerek çit kazıklarına geçirilmiş ve Akmescit tren istasyonunun pencerelerinde teşhir edilmişti (21). Tutuklananlar arasında Çelebi Cihan da bulunmaktaydı. Aluşta yolunda bolşevikler tarafından tanınarak tutuklanan Çelebi Cihan, önce Akmescit Belediye Binasına hapsedilmiş, oradan da Akyar’daki Bolşevik Askeri Garnizonu içindeki hapisaneye getirilmişti. Olayların en yakın görgü tanıklarından Şefika Gaspıralı, o acılı günleri hâtıralarında şöyle anlatıyordu:

“23 Şubat 1961... Çelebi Cihan Efendinin ölümünden tam 43 sene geçiyor... Ölümünden dedim, şehit edilmesi ve ebedileşmesinden... Kurultay selâhiyetini Parlamentoya devrederek tatile girmişti. Akyar’dan da (Sivastopol) üzücü ve endişeli haberler gelmekte idi. Donanma efradı kâmilen bolşevikti ve Akyar ile sair şehirlerde faaliyete geçmiş, tevkif, idamlar almış yürümüştü. Kırım’ı tamamile elegeçirmeye hazırdılar. Kırım Milli Parlamentosunu tanımadıkları gibi mevcudiyetine de tahammül edemeyecekleri âşikârdı. Bu son günlerimizdi artık! Parlamento olağanüstü toplantıya davet olundu. Akşama kadar müzakere, istişare ile günü geçirmiştik.

... Akşam olmuştu artık.. dağılıyorduk. Bu ara Çelebi Cihan Efendi, Bekir Odabaş, Dost Mambet Hacı, Veli İbrahim ve beni dinlenme odasına davet etti. Asabı gergin, bitkin halde idi. Çelebi Cihan Efendi: ‘Çaresiz haldeyiz. Türkiye’ye geçmek ve oradan Kırım’ın kurtuluşu için çare aramak, askeri yardım temin etmek için uğraşmak lâzım’ diyordu. Bana, kendisi ile birlikte Türkiye’ye tayyare ile gitmeye razı olup olmayacağımızı sordu. Konuştuk, düşündük ve teklifini kabul ederek ayrıldık”.

Şefika Hanım, Çelebi Cihan’ın aynı gece bolşevikler tarafından tutuklandığını; Çelebi Cihan’ın tebdili kıyafet etmediği gibi kimliğini de gizlemediğini anlatıyor. Hâtıralarında Bolşeviklerin Parlamento binasına baskınının yanısıra, “Hür Kırım Kadınları” adına Bolşevik yöneticilerinden Jan Miller’den Çelebi Cihan’ı serbest bırakma talebinde bulunduklarını; sözkonusu yetkilinin ümit verici bir konuşma yaptığını, hatta sonradan Akyar’a götürülen Çelebi Cihan’ın serbest bırakıldığında kullanması için (Akyar’dan Akmescit’e) bir yol geçiş belgesinin tanzim ile kendilerine teslim edildiğini; ancak oyalandıklarını farkedince de O’nu hapishaneden kaçırma niyetine girdiklerini anlatan Şefika Gaspıralı, şöyle devam ediyordu:

“1919 Senesi Akmescit’de çıkmakta bulunan Golos Tatar - Tatar Sadası gazetesinin bir nüshasında, Çelebi Cihan Efendi ile beraber aynı hücrede oturan ve nasılsa sağ salim hapisten çıkabilen monarşist bir Rusun makalesi neşrolunmuştu. Bu zat, Çelebi Cihan’dan sitayişle bahsettikten sonra, kendisinin hapis müddetince çok sıkıldığını anlatmakta idi. Çelebi Cihan, hapisten kurtulmak, kaçmak çarelerini araştırıyor ve temin etmiş olmalı ki, ona ara sıra yemek getiren -isminin zikrini münasip görmüyorum- ihtiyar bir kadın vasıtasile ailesi ile temasa geçmiş. Planın tatbiki için lâzımgeleni temin etmek üzere iken 23 Şubat gelip çatmıştı. Bunları Çelebi Cihan Efendi’nin hanımından dinlemiştim. Kendisini idama götürmeye geldikleri vakit uyuyormuş. Uyandırmışlar. Vaziyeti kavrayarak kalkmış, vedalaşmış, celladın peşisıra yürümüş. Hapisanenin avlusunda duvara dayayarak durdurtmuşlar. Başını yukarıya kaldırmış, gökyüzüne bakıyormuş ki arka arkaya sıkılan kurşunlarla yere serilmiş.

... 1919 Senesi Parlamento tekrar toplanınca, Akyar’da denizden çıkarılan cesetleri tetkik ve Çelebi Cihan Efendi’nin cesedini teşhis için üç şahıstan müteşekkil bir heyet ayrılmıştı. Abdi Efendi, ben ve biri daha vardı ki adını hatırlamıyorum. Ben, hassasiyet sebebiyle, gitmekten imtina etmiştim. Diğer arkadaşlar gittiler, perişan halde döndüler ve cesetlerin hiç birinin tanınacak halde olmadıklarını anlattılar.

Bahtsız Kırım’ın, tarihine lâyık bir hayat süren ve bu Türk yurdunun istiklâli için hayatının son dakikasına kadar mücadele eden Kırım Türklerinin büyük evlâtlarından biri olan Çelebi Cihan, davası uğrunda şehit oldu” (22).

Çelebi Cihan ile birlikte Akyar’da tam 300 tutuklu işkence gördükten sonra vahşice öldürülmüştü. Çelebi Cihan’ın şehadet haberi, tüm Türk Dünyası’nda sert tepkilere yolaçmış; bolşevik makamları nezdinde protestolar yağmıştı (23). Merhumun arkasından eşi de bu acıya daha fazla dayanamayarak vefat etmişti. Çelebi Cihan’ın şehadeti, Kırım Türklerini yıldırmak şöyle dursun, daha da kamçılamıştı. Alman, Beyaz Rus ve Bolşevik işgalleri ile geçen bu kanlı dönemde, Kırım Türkleri, Parlamento’yu sürekli açık tutmaya uğraşmışlar; hayatları pahasına vatanlarını, özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını korumaya çalışmışlardı. Ancak, 1919’un ortalarından itibaren artık yapabilecek hiçbir şey kalmamıştı. 1917 Sonlarında “müslümanlara hürriyet” mesajları veren Sovyet liderleri, gerçek yüzlerini bu tarihten sonra göstermişlerdi. Ufukta görünen, yalnızca baskı, sürgün, açlık, idam, kısaca her türlü etnik temizlik yöntemlerini içeren kıpkızıl bir esaret dönemiydi. Rus emperyalizminin beyazı, kızılı pek farketmediği, ancak kızılının çok daha acımasız ve zalim olduğu anlaşılacaktı. Bundan böyle Karl Marx’ın “dünya halklarının-proleterlerinin bir bayrak altında toplanması” ütopyası, sadece rengi değişmiş Rus faşizmine hizmet edecekti. İlk kurbanı ise önce yüzler, sonra onbinler ve 1944’e gelince de bütün bir Kırım Türk toplumu izleyecekti...

Çelebi Cihan’ın yakın mücadele arkadaşı Cafer Seydahmet Bey, O’nun aziz hâtırasına saygı olarak bir hikâyesine “Antlı Kurban” adını verirken, merhumun “And Etkemen” şiiri de ebediyete kadar Kırım Türklerinin “Milli Marşı” olarak hafızalara kazınacaktı:

Ant etkemen Tatarların yarasını sarmağa,

Nasıl bolsun bu zavallı kardaşlarım çürüsün;

Onlar içun ökünmesem, kaygumasam, yaşasam,

Yüregimde kara kanlar kaynamasın kurusun!

Ant etkemen şu karangı yurtka şavle serpmege,

Nasıl bolsun eki kardaş birbirini körmesin.

Bunu körüp buvsanmasam, mugaymasam, canmasam,

Közlerimden akkan yaşlar derya deniz kan bolsun!

Ant etkemen, söz bergemen bilmek içun ölmege,

Bilup, körup milletimin köz yaşını silmege

Bilmi, körmi bin yaşasam Kurultay’lı Han bolsam

Yine bir kün mezarcılar kelir beni kömmege (24).

VE SOVYET USULÜ SOYKIRIM YÖNTEMLERİ

Başta İngiltere, Fransa gibi ülkelerin sömürgelerinde izledikleri emperyalist politikalar, sömürülen toplumu özgür düşünebilen entellektüellerden arındırma; onun yerine “sömürge aydını” olarak da nitelenen, sadece kendilerine hizmet etmeye koşullandırılmış, bağımsız ve özgür düşünüp hareket edemeyen bir kesimi ikâme etme gibi ince taktikler içermekteydi. Kızıl emperyalizmde ise, Çarlığın bu yöndeki deneyim kazanmış uygulamalarının yanısıra, batının “parçala-yönet” politikası da esas alınmıştı. Ancak, Sovyet yöneticileri, iktidar gücünü ele aldıktan kısa bir süre sonra, bu yolda yepyeni taktikler geliştirmeye ve uygulamaya başlamıştı: Örneğin, yapay kıtlık politikasıyla -aydınlar ayırdedilmeksizin- hedef kitleleri fiziksel olarak temizlemek!.. Böylece “düşman unsurların” bir bölümü, doğal (!) bir biçimde ortadan kaldırılırken, -aydınlar dahil- hedef kitlenin tüm direncinin kırılması hedeflenmekteydi.

1921-22 Kıtlık-Açlık Döneminde hayatını kaybedenlerin sayısı 100.000’in üzerindeydi. Resmi Sovyet istatistiklerine göre, Akmescit, Akyar, Gözleve, Canköy, Yalta, Kefe ve Kerç’de yani sadece istatistiğe konu olan 7 yerleşim merkezinde açlıktan “ölüm derecesinde” etkilenenlerin sayısı 377.533 kişi idi. Aynı yerleşim merkezlerinde Şubat-Mart-Nisan 1922’de ölenlerin sayısı ise toplam (13.644+19.522+13.598) 46.764 kişi idi (25). Büyük çoğunluğu Türklerin oluşturduğu Bahçesaray’da açlıktan hayatını kaybedenlerin oranı, tüm şehrin % 55’ini oluşturmaktaydı (26). Sovyet hükûmeti, her nasılsa, bu insanlıkdışı planlı kıtlık-açlıktan ancak 16 Şubat 1923’de haberdar (!) olabilmişti (27). Aynı tasarlanmış senaryo, 1931-33 yıllarında da sahnelenmiş, 35.000’den fazla Kırım Türkü açlıktan hayatını kaybetmişti. Bu taktiğin sonucu olarak eğitim düzeyine bakılmaksızın aydını-avamı ile Kırım Türk Halkının mevcudiyetine kastedilmişti...

Sovyet yöneticilerinin geliştirip uyguladıkları ikinci bir kıyım yöntemi, geleneksel kültürü sürdüren köklü aile yapısını bozmak kasdıyla onbinlerce Kırım Türkünün Sibirya ve Orta Asyaya sürgün edilmesiydi. Sürgüne esas suçlama basmakalıptı; ya eski rejimde toprak sahibi olanlar için “kulak-toprak ağası” ya da kolhoz sistemine ayak uyduramayanlar için “sabotör”!.. Böylece Kırım Türkleri, yine aydını-avamı, şehirlisi-köylüsü ile onbinlerce evlâdını Sibirya’nın buzlu tundralarında, Türkistan’ın çöllerinde kaybediyordu... Dr. Edige Kırımal’a göre, 1921-1941 yılları arasında açlık-kıtlık, hapis, sürgün v.b. yöntemlerine maruz kalan Kırım Türkleri, 160.000-170.000 arasında bir kayıp vermişti ki, bu 1917 yılındaki Türk nüfusunun yaklaşık yarısı kadardı (28).


VE DE ÖZELLİKLE AYDIN KIRIMI

Kırımlı Türk aydınları için sovyet esareti altında ulusal kimliği korumak, herşeyin başında gelmekteydi. Onca baskıya rağmen, politik hayattan çekilmediler. Sovyet sisteminin kurallarına göre oynamayı, bütünüyle mahvolmamak için de Kırım’ın yönetiminde ağırlıklarını koymayı yeğlediler. Nitekim, başlangıç itibariyle başarılı da oldular. 1922’de Akmescit’te 1. Hükûmet Matbaası’nda basılan ve kapağının üst köşesinde “Bütün Dünyanın İşçileri ve Mazlum Milletleri Birleşiniz” sloganı yazılı olan “1922 Senesi May 2’de Akmescid’de Toplanan Umum Kırım Tatarları 2’nci Bitaraf Konferansiyası” broşürü, Sovyet işgali öncesi Kırım Halk Cumhuriyeti’nin en önemli siyasal dayanağı olan “Milli Fırka” yöneticilerinin hâlâ var olduklarını kanıtlaması açısından oldukça önem taşımaktadır (29). Kırım Merkezi İcraat Komitesi Reisi Gaven’in başkanlığında toplanan bu konferansta, Kırım Türklerinin açlık konusu başta olmak üzere eğitim ve diğer sorunlarını dile getirenler arasında Dr. Ahmed Özenbaşlı, Bekir Odabaş, Osman Akçokraklı, Halim Baliç, Osman Derenayırlı gibi milli bilince sahip, “Milli Fırka” üyesi Türk aydınlarının isimleri dikkat çekiyor. Bir şey daha dikkat çekiyor, o da broşürün sonundaki şu paragraf: “Bütün bu meseleler bitdikten sonra son defa olarak Konferansiyayı selamlayan Gaven, Selim Muhammedof, Aynelhayat, Hattatof, Osman Derenayırlı arkadaşların ateşli ve müessir nutuklarından sonra ‘İnternatsional’ ve ‘And Etkemen’ yırlanarak (okunarak) Konferansiyanın son meclisi kapanmışdır” (30). Gaven, biliyoruz ki, Çelebi Cihan’ın öldürülmesinden birinci derece sorumlu olan kişidir. Akyar (Sivastopol) şehrinin Bolşevik İhtilal Komitesi Başkanlığını yapmıştır. Sovyet egemenliğinin kurulmasından sonra da Kırım’ın başına getirilerek ödüllendirilmiştir. Yukarıda tam metnini verdiğim “And Etkemen” ise, yalnızca bu yüce şehidimizin şiiri olmayıp, Kırım Türklerinin özgürlük ve bağımsızlık aşkını ifade eden ulusal marşıdır da. Rus esaretini ve baskısını ifade eden “Enternasyonal” ile “And Etkemen”in birlikte okunması, Kırımlı Türk aydınlarının ölüm tehdidi altında bile ulusal kararlılığını ve cesaretini sergilemesi açısından ayrıca bir anlam ve önem taşıyor...

Gerçekten de, hapis-sürgün-idam riskine aldırış etmeyen Kırımlı Türk aydınları, politik alanın yanısıra, eğitim alanında da birdizi başarıya imza atmışlardı (31). Çünkü, büyük önderleri Gaspıralı İsmail Beyin öngördüğü gibi eğitim, bir milletin bugününü ve geleceğini belirleyen en önemli anahtardı. Eğitilmiş bir milletin ise yokedilmesi kesinlikle olanaksızdı. Kırım Türkleri, 1923 yılı itibariyle yaklaşık 150.000 kişilik nüfusuyla, Kırım’ın toplam nüfusunun ¼’ünü oluşturmasına karşılık, eğitim ve politik olgunluk düzeyinin diğer topluluklardan daha yüksek olması gibi bir avantaja sahip bulunmaktaydı (32). Aynı şekilde, 1925 yılı itibariyle Kırım’daki Komünist Partisi’nin toplam 6450 üyesinden sadece 333’ü Kırım Türkü idi. Buna rağmen, 1924-28 yılları arasında Kırım Sovyet Muhtar Cumhuriyeti’nin İcra Komitesi Reisi, eski “Milli Fırka” üyesi bir Türk olan Veli İbrahim’di (33). O’nun sayesinde Türk aydınları kilit mevkilere gelerek, Kırım’ın yönetiminde söz sahibi olmuşlardı. Gaspıralı İsmail Beyin yanında yetişen Veli İbrahim, Kırım Türklerini elinden geldiğince Moskova’nın baskılarından korumaya çalışmıştı. Örneğin, ulusal nitelikteki okulların, dört ayrı şehirde yine ulusal nitelikte öğretmen okullarının. müzelerin, tiyatroların, kütüphanelerin ve de Tavrida Üniversitesi ile Kırım Türk Dili ve Edebiyatının öğretimi ve araştırılmasına yönelik Şark Enstitüsü’nün açılması ve bunların yönetiminin Türk aydınlarına teslim edilmesi; toprakları ellerinden zorla alınan ya da topraksız Türk ailelerine tarım arazisi tahsisi; Moskova’nın isteğine rağmen, Kırım’a Yahudi iskânına engel olunması gibi önemli işlerin hepsi, Veli İbrahim’in döneminde gerçekleştirilmişti (34).

Sovyet yöneticileri, 1928’in Ocak ayına gelindiğinde, Kırım’ı “sovyetleştirme” aşamasından “ruslaştırma” aşamasına geçerek Veli İbrahim’i görevden almış, üstelik “burjuva milliyetçiliği” ile itham ederek hapse atmıştı. Aylar süren hukuk komedisi bir yargılamadan sonra Veli İbrahim, 9 Mayıs 1928’de suçu -temyizi kabil olmaksızın- sabit görülerek kurşuna dizilmek suretiyle idam edilmişti (35). Bu yargılamanın bir başka ilginç yönü de şuydu: Sovyet yöneticilerine rağmen Yahudilerin Kırım’a iskânını engelleyen Veli İbrahim’i yargılayan yargıç Schults ve savcı Fridberg Yahudi idi. İdamdan sonra Yahudi iskânı gerçekleşti idiyse de, II. Dünya Savaşı sırasında Kırım Alman Orduları tarafından işgal edildiğinde, sözkonusu Yahudi göçmenlerin önemli bir kısmı SS’ler tarafından saptanarak anında kurşuna dizilerek idam yoluyla ya da temerküz kamplarında insanlıkdışı türlü yöntemlerle imha edilmişti.

Veli İbrahim’in idamından sonra Kırım’da geniş çaplı bir aydın tasfiyesi başlatılmıştı: Türk aydınları, devlet kademelerinden uzaklaştırılırken, 9 Ekim 1928’de yüzlercesi hapis ve sürgün cezasına çarptırılmıştı (36). Bu tasfiye kampanyası, asgari 32.500 Türk aydınını kapsamıştı. Bir araştırmacının ifadesiyle, “İbrahimov’un tasfiyesini müteakip yıl içinde hemen hemen bütün ihtilâl öncesi Tatar aydın zümresi tasfiye edilmişti” (37). 1928-29 Yılları arasında Kırım’dan Sibirya’ya sürgün edilenlerin sayısı 35.000-40.000 arasında tahmin edilmekteydi (38). Kırımlı Türklerin sürgün bölgelerinde yokoluşunu görgü tanığı bir Rus, Grigorii Aleksandrov şöyle değerlendiriyordu: “Binlerce kişiyi topladılar... Güneyin mutedil ikliminde büyümüş ve dağlarla deniz sahilinden hiç ayrılmamış olan insanlar zorla tayga ve tundralara (Sibirya’nın buzlu orman ve stepleri-bozkırları) göç ettirilince daha göçün ilk safhasında yok oldular. Bu herhangi bir genel tedbir değil, fakat kitle imhasıyla, bütün bir milletin manasız ve merhametsizce yok edilişiydi” (39).

Türk aydınlarını idama, sürgüne ya da hapis cezasına mahkûm eden yargı kararları, hep aynı basmakalıp suçlamalara dayanmaktaydı: “Burjuva Milliyetçisi”, “Kulak-Toprak Ağası”, “Karşı Devrimci-Troçkist”, “Anti-Sovyet Unsur” v.b. Örneğin, Yalta’daki Şark Müzesi Müdürü olan Yakub Kemal, müzede teşhir edilen tarihsel kıymetteki sanat eserleri dolayısıyla “Hanlık dönemine özenmek ve halkı da özendirmekle” suçlanıyordu. Dr. Ahmed Özenbaşlı, benzeri bir başka suçlamayla idama mahkûm edilmişse de sonradan cezası 10 yıl hapse çevrilmişti. Habibullah Odabaş ve daha pekçok eğitimci yargılanmaya bile gerek görülmeksizin Sibirya’ya (Solovki Adalarına) sürgüne gönderilmişti. Veli İbrahim döneminde Halk Eğitimi Komiseri (Eğitim Bakanı) olan Hüseyin Baliç, özel olarak yargılanmış ve 10 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. 1934 Yılı içinde gerçekleştirilen tasfiye sırasında, Çarlık döneminde eğitim almış hemen tüm Türk aydınlarının işlerine son verilmişti. Özel girişimciliğin yasak olması nedeniyle işsizlik, açlık ve ölüm manasına gelmekteydi. Sovyet yöneticileri, 1937-38 yılları arasında Kırımlı Türk aydınlarına karşı büyük bir tutuklama kampanyası başlattılar. Başlarına gelebilecekleri daha önceden sezinleyerek Kırım dışına kaçmış olan Osman Akçokraklı Bakû’den, Mahmut Nedim Moskova’dan, Hüseyin Badaninski’yi ise Tiflis’den getirten Sovyet yöneticileri, 17 Nisan 1938 tarihli mahkeme kararıyla adıgeçenlerin yanısıra, Kırımlı aydınların -tabii ki o tarihe kadar hayatta kalabilenlerin- en seçkinlerini idama mahkûm ettirdiler. Bunlar arasında, Gaspıralı İsmail Beyin yanında yetişen ve O’nun güvenine mazhar olan Hasan Sabri Ayvaz ve Osman Akçokraklı ile birlikte, Ramazan Aleksandroviç, Yakub Aziz, Seyitcelil Hattat, Cafer Gaffar, Hüseyin Badaninski ve Mahmut Nedim bulunmaktaydı. İdam kararının verildiği gün içinde de tüm sanıkların idam cezası infaz edilmişti. Bu dönemde idam ya da başka yollarla öldürülen, sürgün yerlerinde çeşitli nedenlerle hayatlarını kaybeden Kırımlı Türk aydınları arasında, Osman Derenayırlı, Hamdi Giraybay, Ömer İpçi, Abdullah Lâtifzade, Hasan Şumin, Eşref Şemizade, Kerim Cemalettin, Abdülhakim Hilmi, Ali Hasan, Yahya Şerafeddin, Raşit Bağçivan, Mahmut Aziz, Kerim Cemalettin, Yahya ve İbrahim Bayraşevskiy, Eşref Şemizade, Seyit Ömer Turpçu ve daha pekçokları bulunmaktaydı (40).

Yazmış olduğu son derece değerli eserleri ve yetiştirdiği bilim adamları ile tanınan, Türkoloji biliminin kurucuları arasında seçkin bir yere sahip olan Kırımlı Prof.Dr. Bekir Sıtkı Çobanzade ise, Azerbaycan’da öğretim üyeliği yapmasına karşılık bu aydın kırımından yakasını kurtaramamıştı (41). 12 Ekim 1937 Tarihli üçlü mahkeme kararıyla Sibirya’ya sürgüne gönderilmişti. Her ne kadar idama mahkûm edildiği ve 13 Ekim 1937’de kurşuna dizildiğine ilişkin duyumlar geldiyse de, 7 Ağustos 1942 tarihli “Azat Kırım” gazetesinde çıkan Abdullah İsmail imzalı bir yazı, bu dünyaca ünlü Kırımlı aydının hazin, dramatik sonunu anlatıyordu:

“1938 Yılının Aralık ayında, 38 derece soğuk bir havada, Sibirya’daki küçük akarsulardan biri olan Troyk-Peçorski’nin kenarındaki Pokrovka köyü civarında ucu bucağı olmayan ormanda gardiyanın emri altında odun kesiyorduk. Kampımızın karşısından bir mahkûmlar sürüsünün geçtiğini gördük. Onlar da bizi görmüş olacaklar ki, sigara içmek bahanesiyle durdular. Bizden 10-15 adım kadar uzak idiler. Nereden geldiklerini sorduk. Kafkaslardan geldikleriini söyledler. Merakımız daha da arttı. İnsan kılık ve rengini kayıb etmiş olan zavallılar birbirlerine bakıştılar. Bu arada içlerinden birisi benim adımı ağzından kaçırdı. O’na dikkatle baktığım zaman, Bakû’de yayınlanan (Yeni Yol) gazetesinde tam on yıl beraber çalıştığım eski gazeteci, lisan ve tarih öğretmeni Hasan İmamof’un solmuş çehresini güçlükle tanıyabildim. Sürgün mahkûmları içinde, 1924 senesinde Kırım’dan Azerbaycan’a gelip Bakû Üniversitesi’nin Türkoloji kısmında Türk Dili ve Edebiyatı profesörlüğü yapmış olan Bekir Sıtkı Çobanzade, tanınmış tarihçi Abdullah Takizade, Cebbar Mehmetzade ve daha birçok münevver bulunuyordu.

‘Sizleri niçin kapattılar?’ sorumun cevabını aynı soru ile aldım: ‘Ya seni niçin kapattılar?’.

Bundan çıkarttığım sonuç, pek acı ve düşündürücü oldu: GPU ve NKVD bütün Türk-Tatar halklarının aydın kişilerinde kendilerinin düşmanlarını görüyor, onları Sibirya’nın taygalarına ve tundralarına sürgün ediyorlardı.

Uzaktan birbirimize yaklaşmayarak, 15 dakika kadar konuştuktan sonra, ÇEKA ajanının yırtıcı ‘Kaalk!..’ sesi Kafkas sürgünlerini bizden ayırdı. Uzaklaştılar ve gözden kayboldular... Anlaşıldığına göre daha Kuzeydeki Barkut’a gittiler...

Şimdi, sevimli şair ve profesörümüz ve arkadaşlarının kaderi göze görünmeyen o kuvvetin elindedir. Kim bilir, belki yine görüşürüz...” (42).

Oysa bu satırların yazarı bilmiyordu ki, Prof. Bekir Sıtkı Çobanzade, aynı kış, soğuk hava ve diğer olumsuz koşullara dayanamayarak bu dünyadan göçmüştü... Geride bir yığın bilimsel eser, çok sayıda duygusal şiir ve unutulmazlığını bırakarak.... Milletinin aydınlarının acı kaderini paylaşarak... Diğer Sovyet kırımına uğramış aydınlar gibi bir mezar taşına bile sahip olmaksızın!... Tıpkı o sımsıcacık dizelerinde dediği gibi:

Ezan sesi biyaklarga kelalmay,
Tatlı, tatlı yüregime tiyalmay...


(Türkiye Türkçesi ile)

Ezan sesi bu taraflara gelemiyor,
Tatlı tatlı yüreğime değemiyor...


Sadece vatansever ve milliyetçi aydınlarmıydı ki sürülenler, hapse atılanlar ve idam edilenler!.. Elbette ki hayır!... Kendi insanına, toplumuna ihanet ederek Moskova’ya hizmet etmiş olanlar da bu kırımdan paylarına düşeni almışlardı. Örneğin, Çobanzade’yi ihbar eden Yakub Musanif, Dr. Ahmed Özenbaşlı ve Habibullah Odabaşı’nı Moskova’ya hedef gösteren Tevfik Boyacı gibileri de bir süre sonra idam edilmişlerdi. Veli İbrahim’in idamından sonra bu göreve Moskova tarafından atanan Mehmet Kubay (43) ve son olarak İlyas Tarhan ve İbrahim Sameddin de sözkonusu kurbanlar kervanında yerini almışlardı. Sovyet yöneticileri, Alman Ordularının Kırım’a yaklaştığı 1941’in Ekim-Kasım aylarında, yeni bir kırım hareketine girişmişlerdi. Almanlarla işbirliği yapabileceklerinden kuşkulandıkları Türkler, aydını-köylüsü, kadını-erkeği, yaşlısı-sütbebeği ile bu kırımdan kurtulamamışlardı. Hapishanelerdeki tüm mahkûmlar kurşuna dizilirken; hastahaneler ve hasta taşıyan vagonlar içindekilerle birlikte ateşe verilmişti. 4 Kasım 1941’de Almanların önünden kaçan NKVD mensupları, hınçlarını halk üzerine rastgele ateş açarak çıkarıyorlardı (44).

İşte, II. Dünya Savaşı’nın sonunda, muzaffer (!) Sovyet orduları Kırım’a giriyor... 18 Mayıs 1944’de sadece aydınlar değil, en küçük ferdine kadar bütün Kırım Türkleri evlerinden toplanıyor; hayvanlara mahsus vagonlarda sürgün mahallerine doğru yola çıkarılıyor... Köklerinden sökülen bir ağaç gibi, Kırım’dan binlerce kilometre uzaklıkta Urallardan Sibirya’nın buzlu tundralarına, Türkistan’ın çöllerine yokolmaya terkediliyor... Toplam nüfusunun % 46’sını sadece bu iki ay süren insanlıkdışı yolculukta kaybeden Kırım Türkleri, Sovyet vahşet ve faşizmine, kıpkızıl emperyalizmine kurban ediliyor... Çarlık müstebitlerinin yapmak isteyip de yapamadıklarını, kızıl müstebitler yapıyor... Bugün bile devam etmekte olan bu insanlık dramını bütün dünya vurdumduymazlıkla izliyor... Özbekistan bu ezilmiş halkın evlâtlarından haraç almaya devam ediyor... Ukrayna, vatandaşlık ve seçmenlik haklarına kısıtlama getiriyor... Kırım’daki Rus yöneticiler, parasıyla da olsa ev ya da arsa sattırmıyor; vatana dönüşü iskâna ve çalışmaya getirilen kısıtlamalarla engellemeye çalışıyor... Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanı’nın vaadlerini hayata geçirmiyor... K.G.B. yine tüm gücüyle provakasyonlar yapıyor... C.I.A., Kırım’da Türklük bilincinin yerleşmemesi doğrultusunda yönlendirmeye dayalı pasif politika izlerken, Türkiye’deki işbirlikçileri Kırım davasını, bir Türklük davası olarak kamuoyuna geniş bir siyasal yelpazede maletmek yerine uçtaki iki partiye M.H.P. ve F.P.’ne yamamaya gayret ediyor... Ya da bir avuç Kırım Türkünü “Çöl Tatarı” ve “Tat” olarak ikiye bölmenin, yapay dernekçilik kavgası ile birbirine düşürmenin ihanetini sergiliyor... Kırım’daki liderler bütünleştirici olamıyor... Kısaca, Kırım Türkleri, aydın kırımına uğramanın tüm sancılarını çekiyor... Ve tüm bu olumsuz koşullar, Kırım’daki aydınların yanısıra, Türkiye, A.B.D., Almanya gibi ülkelerde yaşayan Kırım kökenli aydınlara birlik ve dayanışma bilinci ile önemli bir sorumluluk yüklüyor... Kısaca, Kırım’ı sevmek yetmiyor; tüm sorunlarına birlikte omuz vermek gerekiyor...

SONUÇ: Kırım Türklerinin geleceği açısından yakın dönem tarihinin günümüze ışık tutması ve de geçmişte yaşanmış tüm tarihsel olayların günümüz koşulları açısından değerlendirilmesi kaçınılmaz. Yakın geçmişten alınacak öylesine çok ders ve ibret var ki!.. Kırım Türkleri, geçmişin hatalarını tekrarlayacak lükse asla sahip değiller. Bugün Kırım’da entelektüel düzeyi hayli yüksek; mücadele deneyimi büyük olan aydınların sayısı ise küçümsenemeyecek ölçüde. Bir o kadarı da sürgün mahallerinden henüz yurduna dönememiş. Aynı şekilde, Türkiye’de, A.B.D.’de ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde çok sayıda Kırımlı aydın, Kırım’ı unutmaksızın yaşamakta...

Yakın geçmişte Kırımlı liderler, örneğin Gaspıralı İsmail Bey, tüm Türk Dünyasıyla bütünleşmeyi başarırken; Kırım Halk Cumhuriyeti’nin liderleri, Çelebi Cihan ve Cafer Seydahmet, sağcısı-solcusu tüm Kırım Türkleri ile etle-tırnak olmuştu. 21. Yüzyıla girerken, kamuoyu oluşturma yöntemlerini bilmeden; uluslararası kurum ve kuruluşları ve işleyiş mekanizmalarını tanımadan; kitle iletişim araçlarının -internet dahil- gücünü sadece Kırım değil, dünyaya ulaşacak biçimde kullanmadan; henüz ulus-devlete sahip olmazken ama yarın olacakmış gibi ulus-devlet yapılanmasının üç ayağını yani kültürel eğitimi, toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin eğitimi ve teknoloji-bilgi eğitimini vermeden; kadınları siyasal-toplumsal alana -erkeklerle eşit olarak- kazandırmadan; başta A.B.D. gibi stratejik desteği önemli olan ülkelerde lobiciliğin önemini ve yürütülüş biçimini kavramadan; Türkiye’nin kullandığı biçimiyle latin alfabesine geçmeden; dolaylı vergiyi haraç biçimine dönüştürecek ve mafya ile işbirliği görünümü verecek sapmalara kaçmadan; aydınların önemli bir bölümünü, sırf kişisel muhalefetleri dolayısıyla dışlamadan; görüş ayrılıklarını kişiselleştirmeden; eski usul “nasılsa halkımın bir bölümü bana oy veriyor” hatasına düşüp oy vermeyenleri dışlamadan; halkta ekonomik ve sosyal kalkınma talebinin nasıl uyandırılacağını, uluslararası projelerin Kırım’a yönelik olarak nasıl kanalize edileceğini bilmeden; sadece yardım bekleyerek alaturka liderlik yapmak mümkün değil!.. Yapılırsa da ancak bu kadar oluyor... Hiçbir sorun çözümlenmiyor, aksine katlamalı olarak büyüyor; Kırım Türkleri içte-dışta kırk parçaya bölünüyor...

Eğer aydınlar bütünlükçü yaklaşıma kanalize edilemezlerse, bu defa bilinçli aydın zararı sözkonusu olabilir ve hatta bu zarar ihanet boyutlarına kadar varabilir. Örneğin Kırım Türklerini soy açısından Kimmerlere dayandırmak, çöl-tat ayırımı yapmak, kaynakları kişisel çıkarlarına kullanmak gibi... Kırım Türklerinin efsanevi lideri Mustafa Cemiloğlu, mücadele azmi ile Sovyet hapisane ve kamplarında kazandığı liderlik şansını çok iyi değerlendirmek zorunda. Elbetteki herşeyi bilmesi olanaksız. Ama bilen Kırımlı aydınlardan yararlanması da gerek. Kendisine her konuda danışmanlık hizmeti verebilecek o kadar yetişmiş Kırımlı Türk aydını var ki, tüm dünyaya dağılmış... Örneğin, Türkiye’deki temaslarında yabancı istasyon ya da servislerin en alt düzeyinde yeralan bir-iki kişi ile yetinmemesi gerekiyor (bir lider, politik açıdan ille de bir yabancı servisle ilişki kurmak istiyorsa, bunu en tepedekilerle ve kendisini ve de temsil ettiği kitleyi kullandırmadan gerçekleştirebilmelidir). Keza, İstanbul Büyük Şehir ve Keçiören Belediye Başkanları ile dostluk kurmak başka, sadece ve sadece Kanal 7, Samanyolu, TGRT gibi kanallara çıkarak Türkiye’nin siyasal yelpazesinin en ucundakiler ile Kırım Türklerini özdeşleştirmek başka şeyler. Önemli olan, Kırım davasının yaklaşık beş milyonluk Kırım kökenli Türk vatandaşı gerçeğinden hareketle, sağ-sol ayırdetmeksizin tüm siyasilere anlatabilmek; Türk kamuoyuna maledebilmek!.. Kısaca Mustafa Cemiloğlu’nun Kırım davasının selameti ve geleceği açısından önce yakın çevresini yeniden gözden geçirmesi ve imaj tazelemesi gerekiyor. Oysa, Sayın Cemiloğlu’nun, tipik bir örnek olarak, Konya’daki Kırım kökenli akademisyenlerin uluslararası nitelikte panel gerçekleştirebilecek güç ve yetenekte olduklarını; İzmir’deki Kırımlıların aydın bir kadın yönetici ile çalıştıklarını; Eskişehir’deki aydın yöneticilerin, Kırım milli kültürünü -en az Kırım’da yaşayanlar kadar- muhafaza edilmesindeki unutulmaz katkılarını; Polatlı’da Kırım davası sözkonusu olduğunda sağ-sol ayırımının ortadan kalktığını bilmesi, diğer şehirlerdeki Kırım kökenli aydınları onore etmesi ve bu yolda yeni bir yapılanma oluşturması, mevcut olanakları Kırım’a yönlendirmesi gerekirdi. Yine bir örnek olarak, internetle haberleşmeyi ve bilgi akışını gerçekleştirmek için, sadece örnek teşkil etmek üzere, ABD’de Mübeyyin Batu ALTAN, İnci BOWMAN, Almanya’da Yankı PURSUN, Türkiye’de Fevzi ALİMOĞLU’ndan aktif biçimde yararlanabilmeliydi.

Hiç şüphesiz ki, Kırım dışında yaşayan aydınların da özeleştiri yapmaları gerek. Önce kişisel kırgınlıklara son verilmesi ve derneklerin tek çatı altında toplanması halledilmesi gereken en önemli sorun. Bugün tüm dünyada “yükselen değerler” arasında, NGO (Hükümet Dışı Kuruluşlar-Sivil Toplum Örgütleri), insan hakları, insani yardım ve cinsiyet eşitliği konuları var. Bu yükselen değerleri Kırım davasıyla özdeşleştirmek kaçınılmaz. Kırım Derneklerinin hepsi, bu bağlamda birer NGO. Dernekler, Kırım Türkleri açısından önemli bir şans ve bu şansın iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Örneğin, ABD, insan hakları, insani yardım konularında kendi NGO’larını gönüllü katılımcı organizasyonları yetersiz olduğundan bizzat CIA vasıtasıyla oluşturuyor. Bu, Rusya’nın yanısıra yeni kurulan Türk devletlerinde, özellikle Azerbaycan’da, CIS ülkelerinde, Afganistan’da, Irak Kürdistan’ında v.s. hep böyle. Kırım Türklerinin böyle bir sorunu yok, önemli olan dernekleri yeni bir yapılanma içine sokabilmek ve marjinal faydayı sağlayabilmek. Aksi taktirde kaynak israfı, hem de en sorumsuzca yapılanı, insan kaynakları israfı sözkonusu oluyor. Örneğin, Türkiye’nin yaptığı yetersiz yardımların nasıl değerlendirildiği konusunda ne Türkiye’ye ve ne de kamuoyuna bilgilendirme yapılmıyor. Keza, Ankara’daki Kırım Derneklerinden birine Türk Hükûmetince yapılan -bu sene için 100.000.000.000 (yüzmilyar TL)- yardım, Gaspıralı’nın asla güncelliğini yitirmeyecek vasiyeti doğrultusunda öğrenci başına ayda en az 20.000.000 (yirmi milyon TL) bursla 400 Kırımlı öğrencinin Türkiye’de eğitim görmesine sarfedilebilirdi. Bu öğrencilerin bilinçli birer yurtsever olarak yetişmeleri için gerekli eğitim ve gözetim programları ise hiçbir masraf yapılmaksızın yürürlüğe konulabilirdi. Ya da bir kısmıyla Gaspıralı İsmail Beyin Bahçesaray’daki evi satın alınabilir, restore edildikten sonra Milli Müze olarak açılabilirdi. Ya da yine bir kısmıyla şehitlerimizin büstleri yaptırılabilir, bunlarla ilgili genç nesilleri bilgilendirecek kitaplar bastırılabilirdi. Tüm bunlar akla gelen alternatif öneriler. İşbirliği olmayınca, bireysel sorumluklar yönlendirilemediği için beklenen yararlar da sağlanamıyor, hiç kimse hesap vermeye yanaşmıyor ve kıt kaynaklar resmen heba ediliyor...

Kısaca, bugün anavatanlarına dönmeye çalışan ve bu geçiş döneminin bütün sancılarını fazlasıyla yaşayan Kırım Türklerini, dünyadaki küresel yönelimlerin dışında tutmak imkânsız. Tutulursa bugünkü gibi oluyor. Bu iş için Kırımlı aydınların “Tatarcısı”, “Türkçüsü”, “İslâmcısı”, “Sosyalisti”, “Kapitalisti” ile bütünlükçü bir yaklaşım içinde, Kırım’ın bugünü ve yarınları için işbirliğine girmeleri gerekiyor. Bu tür ayrılıklar, Kırımlı aydınlar için ortak sorunlara entelektüel bakışın temel yapı taşları; asla kavga ve düşmanlık nedeni değil. Birlik, Kırımlı aydınlar için tarihi bir sorumluluk. Tıpkı, “Antlı Kurban” Çelebi Cihan’ın dediği gibi:

“Kırım’ı kana boğabilirler. Fakat bütün bunlar, Kırımlıların istiklâl imanlarını yıkmaya değil, kuvvetlendirmeye yarayacaktır. Tarihin ergeç yazacağı şey: MÜSTAKİL VE MESUT KIRIM’dır”.

Ama önce inanmak gerek...

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Kırım Cumhuriyeti'ne Giden Yolda İlk Hitapname: Sosyalizm-Türkçülük

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:39

Kırım Cumhuriyeti'ne Giden Yolda İlk Hitapname: Sosyalizm-Türkçülük

Kırım Cumhuriyeti'ne Giden Yolda İlk Hitapname: Sosyalizm-Türkçülük

Rusya'da 1917 İhtilâli ile birlikte ortaya çıkan kaos ortamında ilk tepkiyi gösteren ve siyasal yapılanmaya yönelen Türk topluluklarının başında Kırım Türkleri yer almıştır. 1783'den itibaren devam eden baskıcı Rus yönetimine karşı çaresiz kalan, ancak Gaspıralı İsmail Bey gibi aydınları sayesinde ulusal kimliğini korumayı başaran Kırım Türkleri, 1917 İhtilâlinin hemen ilk günlerinde, 25 Mart 1917'de Akmescit şehrinde büyük bir toplantı gerçekleştirmişlerdir. Kırım'ın geleceğine ilişkin önemli kararların alındığı bu toplantıya 1500'ü delege, toplam 2000 kişi katılmıştır (1). Toplantının hemen akşamında "Akmescit Müslümanları'nın Muvakkat Şehir İcraat Bürosu" oluşturularak faaliyete geçirilmiştir. Aşağıda ilk defa tıpkıbasımı yayınlanacak olan tarihsel önemi büyük olan belge, muhtemelen 1917 Martının son günlerinde kaleme alınarak yayınlanmıştır. Bildirinin uslûbundan Cafer Seydahmet'in de yeraldığı bir komisyonda kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Bildiri, Kırım Türkleri'nin milli örgütlenme süreci tamamlanmadan gerçekleşebilecek en yakın tarihteki olası seçimlerde izlenecek stratejiyi ortaya koyması, buna ilişkin öneri ve telkinlerde bulunması, kadınları da dikkate alması açısından büyük önem taşımaktadır:

AKMESCİT MÜSLÜMANLARININ MUVAKKAT ŞEHİR İCRAAT BÜROSU TARAFINDAN HİTABNAME:

Müslüman Kardeşler!

Cemaat! Eski hükûmet yıkılıp Rusya'nın yeni devre girdiği üç ay oldu. Bu müddet zarfında Rusya halkının vazifesi, çalıştığı ne içindir? Yıkılmış halkı (...) hükûmet binası yerine halk hâkimiyeti esası üzerine yeni hükûmet binası kurmaktır. İşte bu meydandaki siyasi partiler o tartışmalar cümlesi o yenilikle yolda ve ne şekilde kurulması üzerinedir.

Biz müslümanların bu binayı kurmada tuttuğumuz yol evvelden beri söylenegeldiği gibi fukara ve basılmış halklara bütün hak veren sotsiyalistiçeski partiyaların (sosyalist partilerin) yoludur. Bizim bu yolumuzu evvelden yeri anlaşıldı. Biz o bayrağın tobine girdiğimizi söyledik.

Şimdi artık bu yol tuttuğumuzu iş ile göstermeğe vakit geldi. O da şehir saylavlarında (seçimlerinde) bu yol ile gitmemiz, sosyal partilere koşulmamızdır.

Çünkü olacak şehir saylavları hükûmet binasının ilk temel taşını yani eskizli koymaktır. Bu saylavlar ileride olacak uçriditelni sabraniyanın (kurucu meclis) emsalidir. Şehir saylavlarının neticesinden umum hükûmet binasının ne şekilde kurulacağı bir derece anlaşılacaktır.

Ey vatandaşlar! Biliniz ki bu saylavlarda gorodskoy upraviya hangi partiye nasıl geçerse uçriditelni sabraniyede de o partiye o kuvvet galebe çalacaktır. Binaenaleyh bizim mukaddes vazifemiz, milletimizin menfaati kendisinde olan sotsiyalist partiyalarının geçmesine yardım etmek ve onlar ile koşulmaktır. Çünkü yalnız bu partiyalar fukara halkın faidesine hizmet ediyorlar. Çünkü yalnız sotsiyalist partiyaların kuvvet alması ve galebe çalması ile emellerimiz yaşayacaktır. Evet bu görüş ile hükûmet binasını bizim menfaatimiz kendisinde olan sotsiyalist partilerin istediği şekilde kurulmasına yardım edeceğiz. Bu sebepten biz şehir saylavlarına ayrı gitmeyip sostsiyalist partiler ile (bölük) olup yani koşulup gitme kararı verdik. Bunu bizim umumi turmuşumuz, siyasetimiz, gayemiz ve emelimiz iktiza ediyor.... Bundan mada biz eger bu meseleye şehirdeki turuşumuz yalnız şehirdeki faidemiz noktasından bakarsak yine de ayrı gidemiyoruz, çünkü biz müslümanlar Akmescid şehrinde az olduğumuzdan ayrıca kendi kuvvetimiz ile 8 veya 9 aza geçirebileceğiz. Eğer cümle saylavlarımız kalmayıp gelseniz bu az kuvvet ile biz Gorodskoy Duma'nın içerisinde de eğer sotsiyalist partiyaların yardımı olmasa hiçbir ehemmiyeti olamıyoruz. Bu sebepten biz şimdi saylav vaktinde de Duma'nın içinde de ayrıla gidemiyoruz. Herhalde bize ilk evvel lâzım olan bir şey varsa o da kendi aramızda birleşmemizdir.

Şehir müslümanları saylavlarda yalnız o zaman bir ehemmiyeti haiz olabilir ki ne vakit kendileri müttefik olsalar o zaman biz bir kuvveti haiz oluyoruz. Binaenaleyh bize olan bir kandidatlar ispiskası (aday listesi) üzerine ittifak edip kabul etmemiz lâzımdır. Yani şehir müslümanlarının ne gibi canlı kuvvetleri var ise, kim ki kendi milletine faide istiyorsa, birlik olarak bir adam gibi sesi sotsiyalist partiyaları ile gidecek müslüman ispiskasına vermek vicdan borcudur. O ispiska ileride cemaatin sarından geçeceği gibi ayrıca şehir müslümanlarına yazılıp dağıtılacaktır.

Bir de müslümanların mukaddes vazifesi hiçbir müslüman (sesinin) gaib olmamasıdır. Şimdi şehirde bulunan halkın yarıdan çoğunu kadınlar teşkil ediyor. Bu sebepten kadınların sesi biz müslümanlar için hayat memat meselesi gibidir.

Kadınların saylavga koşulmamasından biz müslümanlar Duma'da üçte iki mevkiimizi gaib etmiş oluruz. Onun için kadınların sesi bizim hakkımızı çıkaracaktır. Saylav vaktinde müslüman kadınları için ayrı bir yer de hazırlanacaktır. Hiçbir erkeğin müdahale etmediği halde onlar ayrıca yerde ses verecekler.

Bir de ileride saylav olduktan sonra Duma'da glosnilerin yapacak işlerine dair programmasını da ilân ederiz.


AKMESCİD MÜSLÜMAN MUVAKKAT ŞEHİR BÜROSU (2)

BELGENİN DEĞERLENDİRMESİ:

Bu bildirinin yayınlandığı tarihte, Kırım Türkleri siyasal örgütlenmeye yönelik henüz ilk adımlarını atmışlardı. Takip eden aylarda ise, tüm bölge, şehir, kasaba ve köylerde Kırım Müslümanları Merkezi İcra Komitesi'nin Büro ve Temsilcilikleri faaliyete geçirilirken; kadınların, işçilerin, gençlerin ülke çapında örgütlenmeleri de gerçekleştirilmişti (3). "Milli Fırka"nın oluşturulmasından sonra, Kırım Türkleri, Rus sosyalist partilerini destekleme yerine, kendi ulusal parti çatısı altında politika sürdürmeyi yeğlemişlerdi.

Bildiride, ilk seçimlerde sosyalist partilere destek verilmesi kararı bir hata mıydı?!. Kesinlikle değil!.. Eski Çarlık rejiminin şoven-asimilasyoncu-emperyalist çizgisini sürdüren statükocu partilerine ya da büyük sermaye gruplarını ve toprak sahiplerini temsil eden partilere destek verme yerine, "ezilmiş halklara hürriyet-eşitlik, topraksız köylüye toprak vaad eden" sosyalist partilere destek çağrısında bulunulması, o dönemin koşulları içinde son derecede gerçekçi-akılcı bir yaklaşımın sonucuydu. Elbette ki, takip eden yıllar içinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin yönetimi altında, bırakın ulusal kimliklerini, ulusal varlıklarına dahi kastedileceğini kim bilebilirdi ki?!. Yapay kıtlıklarla yüzbinlerce Kırım Türkünün ölümüne neden olan; planlı aydın kırımı ile onbinlerce aydını kurşuna dizdiren ya da Sibirya'daki ölüm kamplarında yokolmaya terkeden; 1944 Mayısında tüm Kırım Türklerini bebeğinden ihtiyarına kadar öz vatanından binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelere süren ve bir daha dönmelerine izin vermeyen; dönmeye kalkışanları en ağır biçimde cezalandıran kızıl Rus komünistlerinin, 1783'den 1917'ye kadar Kırım'ı mahveden beyaz Rus faşistlerinden daha acımasız olacaklarını kim önceden tahmin edebilirdi ki?!...

Kaldı ki, Gaspıralı İsmail Beyin geniş ufuklu, birleşik cepheyi öngören politikası sonucu, Çarlık Rusyası'nın baskıcı yönetimine karşı Türkçü-Sosyalist farklılığı, hiçbir zaman ayrılık ya da çatışma nedeni olmamıştır. Örneğin, sosyalist çizgide bulunup da ezilen halkının haklarını aramak için sosyalist yapılanmalarla işbirliği yapan Abdürreşid Mehdi için Gaspıralı, "yolumuz aynı, taktiğimiz farklı" demekteydi (4). Abdürreşid Mehdi, Rus Parlamentosu Duma'da, daha ziyade Türkçülerin yer aldığı "Müslüman Fraksiyonu" içinde bulunurken; Türkçü çizgisiyle tanınan ünlü din bilgini-eğitimci Hadi Atlasi de Duma'nın en aktif sosyalist grubu olan "Trudoviki" içinde beş Türk milletvekili ile birlikte yer almıştı (5). Türkçü sosyalistler arasında bulunan Veli İbrahim, Sultan Galiyev gibi isimler, Sovyet yönetimince öldürülünceye kadar kendi toplumlarına hizmet etmişlerdi. Aynı şekilde, önce sosyalist olup da daha sonra Türkçü çizgide mücadele verenler arasında Ayaz İshaki, Nasip Yusufbeyli, Cafer Seydahmet (Kırımer) gibi pekçok aydının ismine rastlamak mümkündü. Gaspıralı İsmail Beyin sosyalistlerle dayanışmasının pekçok örneğinin yanısıra, çatışması ise sadece bir tek noktada olmuştu: O da, sosyalist Türklerin milliyet kavramını yadsımaları durumunda... Gaspıralı'ya göre, Türklük ya da Türklük bilinci, mutlak korunması ve güçlendirilmesi gereken en önemli olguydu; dağınık Türk topluluklarını biraraya getirecek en sağlam dayanaktı...

Nitekim, yukarıdaki bildirinin yayınının arıdından "Milli Fırka"nın oluşturulması ile Kırım Türkleri için sosyalist partilerle işbirliği tümüyle gündem dışı kalmış; öz siyasal partileri çatısı altında politika yapma dönemi başlamıştı. Ta ki, Sovyet işgali ile Kırım Halk Cumhuriyeti ortadan kaldırılıncaya kadar...


DİPNOTLAR:

1. Geniş bilgi için bkz. Müstecib Ülküsal, Kırım Türk-Tatarları. (İstanbul: 1980), s. 169 vd.
2. Necip Hablemitoğlu Özel Arşivi, Kurultay Klasörü, Dosya 1, Zarf 1, Belge 3.
3. Ayrıntılı bilgi için bkz. Hablemitoğlu'lar: Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893-1920). (Ankara: Kırım Dergisi Yayını, 1998), s. 212 vd.
4. Şefika Gaspıralı, "Genç Tatar Hareketi"nin ünlü lideri Abdürreşid Mehdi hakkında şu notu düşmüştür: Babam Mehdiyef hakkında, yolumuz bir, taktik ayrı der ve onu takdir etmez değildi. Evimize gelir giderdi". Bkz. N.H. Arşivi, K.2.D.4.Z.7.B.1.
5. 1880'de Kırım'ın Perekop bölgesinde doğan Abdürreşid Mehdi'nin 1912'ye kadar devam eden kısa yaşam dönemine ilişkin bilgi için bkz. Doç.Dr. Hakan Kırımlı, Kırım Tatarlarında Milli Kimlik ve Milli Hareketler (1905-1916). (Ankara: T.T.K. yayını, 1996), s. 93 vd.

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Kemal'in Öğretmenleri / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:40

Ebediyetinin 61. Yıldönümüne Armağan:
Kemal'in Öğretmenleri

Ukrayna'nın Moldova sınırındaki Bolgrad kasabasının ortodoks mezarlığında bir Türk'ün yattığını hiç biliyor muydunuz?!. Bu bakımsız, unutulmuş, üzerini otlar bürümüş kabirde, bir dönemin bilinmeyen tarihinin, koşulsuz vatanseverliğin gömülü olduğunu yaşlı bir Gagauz'un şu ifadesinden çıkarırsınız: "Burada Kemal'in üüredicisi (öğretmeni) yatıyor!.."

"Kemal'in Askerleri"nin (Kuvayı Milliyeciler) bu ülkeyi kurtardığını bilirsiniz. Bilirsiniz de, "Kemal'in Öğretmenleri"nin, Türkiye'den bin küsur kilometre ötede ne aradığını bilemezsiniz. Oysa, başınızı biraz çevirip, bugün Gagauz Bölgesinde K.G.B., C.I.A., K.I.P., B.N.D., M.V.R. görevlilerinin, Rus, A.B.D., Alman, Bulgar, Yunan ve hatta Norveç uyruklu türkolog, gazeteci, "serbest araştırmacı" ve papazların, bahai ve protestan misyonerlerinin ne aradığını araştırırsanız, Atatürk'ün de onu aradığını saptarsınız. Kısaca, Türkiye'nin "ön bahçesi"nde, bir başka ifadeyle terketmek zorunda kaldığımız eski vatan topraklarında ağırlığını artırmaya çalışan Atatürk'ün, bu çabaya diğer ülkelerden en az 60 yıl önce başladığını görür, ileri görüşlülüğüne hayran kalırsınız. Sonra O'nun şu sözlerini hatırlarsınız:

"... Rusya'dan bize sığınan siyaset adamı soydaşlarımız, kardeşlerimizdir. Dünyanın gittikçe karışan ve gittikçe tehlikeli bir istikbale yönelen tutumu muvacehesinde bizim durumumuza hususi bir önem vermelerini beklemek hakkımızdır. Şunu da takdir etmeleri lâzımdır ki, Türk Milleti Kurtuluş Savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve istiklâl davaları ile ilgilenmeyi, o dâvalara müzaheret etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve istiklâllerine kayıtsız davranması elbette tecviz edilemez. Fakat milliyet dâvası şuursuz ve ölçüsüz bir dâva şeklinde mütalâa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet dâvası, siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müsbet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalarda müsbet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin KÜLTÜR meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük dâvasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz" (1).

Atatürk'ün Türkiye'nin çıkarlarını herşeyin üstünde tutan, sınırları belli olmayan turancılık gibi ham hayalleri reddeden, akılcı, gerçekçi, bilimsel politikalar üretmesi gerçeğine tipik bir örnek olarak, Gagauzlara (Gökoğuzlara) yaklaşımını gösterebiliriz. Ama önce, Atatürk'ün genel anlamda Dış Türkler için oluşturduğu strateji çerçevesindeki diğer uygulamalarını ana başlıklar halinde ortaya koymak gerekir. Atatürk'e göre, Türkiye dışındaki Türklerin Türkiye'ye topyekûn göçü asla çözüm değildir. Dış Türkler, bulundukları ülkelerde ulusal kimliklerini koruyarak mevcudiyetlerini sürdürmelidirler. Bu temel politikanın en somut örneklerine Lozan Barış Konferansı tutanaklarında rastlamak mümkündür. Bir şekilde yurt dışından gelen Türk asıllı göçmenleri, "kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıraları" kapsamında değerlendiren ve gereken önemi veren Atatürk, diğer taraftan, Antlaşmaya ek "Mübadele Protokolü"nde de görüleceği üzere, İstanbul'daki Rumlara karşılık yaklaşık üç kat daha fazla nüfusa sahip Batı Trakya'daki Türklerin yerlerinde kalmalarını, bir başka ifadeyle mübadele kapsamına alınmamaları için kararlılık göstermiştir (2).

Atatürk'e göre, Türkiye dışındaki Türklerin kültürel yapılarını koruyup geliştirecek; onları bulundukları ülkelerde eşit ve rahat yaşamalarını olanaklı kılacak politikaların üretilmesi şarttır. Bu açıdan, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen özellikle komşu ülkelerin, içlerindeki Türk azınlığa karşı duyarlı ve saygılı olma zorunluluğunu hissetmesi sağlanmalıdır. İşte, Lozan Barış Antlaşması başta olmak üzere, komşu ülkelerle yapılan ikili antlaşmalarda Türk azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin yer alması, bu politikanın bir tezahürüdür. Hatta Atatürk, bu antlaşmalarda, Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin temel insan haklarının güvence altına alınmasının yanısıra, bu topraklarda şehit düşmüş askerlerimizin kabirlerini biraraya getirmek suretiyle şehitlikler açılmasını da sağlamıştır (3).

Atatürk'ün Balkanlarda bıraktığımız -daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığımız- Türklerin eğitim ve kültürel sorunlarına ilgisini gösteren pekçok örnek vermek mümkündür. O'nun "Güvenlik Kuşağı" stratejisi bağlamında gerçekleştirdiği "Balkan Antantı", "Sadabad Paktı" gibi uluslararası yapılanmaların ve de ikili antlaşmaların özünde, sadece bölgesel güvenlik değil, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, aynı zamanda taraf ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların durumları da yer almıştır. Bir başka ifadeyle, Türkiye ile dost olmanın olmazsa olmaz türünden en önemli koşulunun, bünyelerindeki Türk azınlığa iyi davranmak ve gereken önemi vermek olduğunu dost-düşman bütün bölgesel ülkeler kavramışlardır. Milli Mücadele döneminde Komintern güdümlü komünist örgütlere (Yeşilordu, T.K.P., Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası) karşı ideolojik düzeyde savaşım sürdüren ve bu kapsamda Sovyet Rusya'ya karşı mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde politikalar üreten Atatürk, sonuçta bu örgütleri kapatırken; izlediği özgün bir strateji sonucu olarak da -Moskova Barış Antlaşması'nın 8. maddessi ile- bu konuda Sovyet Hükûmeti'nin desteğini almıştır (4). O'nun Buhara Halk Cumhuriyeti (5) ve Azerbaycan Cumhuriyeti (6) ile ilişkileri bile, Türkiye dışındaki Türklere bakışını ortaya koymaya yetmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Sovyet yanlısı kişi ve örgütlere hayat hakkı tanımayan Atatürk, farklı tarihlerde Rusya'dan Türkiye'ye sığınmış Türk liderlerini ve aydınlarını sımsıcacık ilgiyle kabul etmiş, bu kadrolara son derece önemli görevler tahsis etmiştir. Prof.Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof.Dr. Zeki Velidi Togan, Prof.Dr. Yusuf Akçura, Prof.Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof.Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Cafer Seydahmet Kırımer, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş kadroları içinde yer alırken, diğer taraftan özel izinle oluşturulan "Milli Merkezler"de dâvalarını da sürdürmüşlerdir (7).

ATATÜRK VE GAGAUZLAR

Atatürk'ün Türkiye dışındaki Türk topluluklarına olan ilgisi, siyasal ve dinsel sınırlar tanımamaktaydı. Türklerin sarı ırktan olduğu yolundaki Batının tarihi safsatalarını çürütmek, Türk tarihini, dünya tarihi içinde olması gereken konuma getirmek için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini kuran; Sümeroloji dahil Anadolu uygarlıkları kapsamında ölü dilleri bile araştıracak bölümler açtıran; Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi bilimsel merkezlerin oluşumunda öncülük yapan Atatürk, müslüman olmayan Türk topluluklarına da -Türk ulusunun ve tarihinin bütünlüğü perspektifinden- özel ilgi duymaktaydı. Örneğin, Türklük bilincine sahip olmayan Anadolu'daki Ortodoks mezhebine mensup Türklerin, kendilerini dinsel aidiyet duygusu ile "Rum" kabul ederek Lozan sonrası "Mübadele Protokolü" çerçevesinde Yunanistan'a göç etmeleri, Atatürk'ü derinden etkilemişti. Karamanlıca -grek alfabesi kullanılarak- yazılmış İncil kullanan bu Türk soylu vatandaşlarımızı Türkiye'de bırakabilmek için, geç de olsa son bir girişimde bulunan Atatürk, Papa Eftim'e İstanbul'da bir Türk Ortodoks Patrikhanesi kurdurtmuştu. Bugün, Türkiye'nin ve Dünya Türklüğünün çıkarlarını, tüm Ortodoks merkezlerine ve de Rusya, Yunanistan, Ermenistan gibi ülkelere karşı en radikal biçimde savunan Türk Ortodoks Patrikhanesi, Atatürk'ün ilerigörüşlülüğünün ve de bilimsel temellere dayalı -duygusal olmayan- Türklük bilincinin bir göstergesi olarak varlığını sürdürmektedir. İşte Gagauzlar, bir başka tarihsel ifadeyle Gökoğuzlar, bu patrikhanenin yönetsel dairesi içinde yer almaktaydı (8).

Dış Türkler konusunda hem Batılı ülkelerin ve hem de komşularımızın düşmanlığını çekmemek için, uygulama yerine sadece "boşboğazlık" derecesinde "Turancılık" söylemleri yapan ve böylesine görüntü çizen Türkocakları'nı kapatan Atatürk, Türkçülüğün duygusal boyutlardan çıkarılıp eylem boyutuna geçirilmesinin bir örneği olmak üzere de, kapattığı Türkocakları'nın Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver'e yepyeni bir görev vermiştir: Türkiye Cumhuriyeti'nin Romanya Büyükelçiliği!.. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Türklük bilincinin oluşumunda inkâr edilemez hizmetleri bulunan Türk Ocakları, Cumhuriyet ile birlikte değişime ayak uyduramaması; yöneticilerinin, Türkçülüğü ölçüsüz ve duygusal söylemlerden ibaret bir siyasal rant kaynağı biçiminde kullanmaya kalkışması gibi nedenlerle kapatılmıştır ve kapatılırken de spekülasyonlara neden olmaması için esas resmi gerekçe açıklanmamıştır. Bu kapatma işlemi bağlamında, Atatürk'ün Türkçülüğe karşı olduğunu iddia etmek elbette ki mümkün değildir (9). Nitekim, Atatürk, Türkçülüğü sadece olağanüstü söylevlerinde "terennüm eden" ama uygulamaya geçiremeyen Tanrıöver'i Büyükelçiliğe atarken, sadece kendisini taltif etmekle kalmamış; üstelik tam bir destekle, ülküsünü hayata geçirme şansını vermiştir (10).

Gagauz Türklerinin latin alfabesine geçmesine ilişkin bir U.N.D.P. Projesinde görev üstlendiğim Moldova'da, edindiğin bilgi ve belgelerin ışığında ifade edebilirim ki, Hamdullah Suphi Tanrıöver, yaklaşık elli yıllık kapkara yasakçı Sovyet döneminin sonrasında hâlâ sevgi ve saygı ile hatırlanıyor. Bu kapsamda O, Besarabya ve Kuzey Bukovina'daki tüm Gagauz kasaba ve köylerini dolaşmıştır. Bükreş'teki Büyükelçiliğimizin kapılarını bu Ortodoks mezhebindeki soydaşlarımız için ardına kadar açmıştır. Sefaret çalışanlarını (yerel personel) Gagauzlardan seçmiş; ardından da bölgelerinde temayüz etmiş yerel liderlerin çocuklarına öncelik vererek ilk etapta yaklaşık 40 kişilik bir öğrenci grubunu öğrenim için Türkiye'ye göndermiştir. Daha sonra bu sayı 200'ü aşmıştır. Bunların bir kısmı tekrar ülkesine dönerek toplumuna Türklük bilinci ile hizmet ederken, Türkiye'de kalanlar da anavatana hizmeti yeğlemiştir. Bu grup arasında, Ege Üniversitesi'nde Rektör Yardımcılığı yapmış emekli öğretim üyesi Prof.Dr. Emin Mutaf (Georgi Mutaf), Prof.Dr. Özdemir Çobanoğlu (Vasili Çoban) gibi çok sayıda Gökoğuz Türkü bulunmaktadır (11). Rahmetli Tanrıöver, bununla da kalmayarak Romanya'daki müslüman Türk azınlığın, Gagauzlara her yönden destek vermesini de sağlamıştır (12). İşte bütün bu faaliyet programı çerçevesinde, Romanya vatandaşı gönüllü Türk öğretmenlerinin yanısıra, Türkiye'den de 80 ilkokul öğretmeni getirtilmiştir. Bu öğretmenlerin öğrencilerinden olup da hayatta olan yaşlı Gagauzların ifadelerine göre, romence ve rusça bilen bu öğretmenler, II. Dünya Savaşı'nın başına kadar bölgede görev yapmışlar. Bunların çoğunluğu savaşla birlikte Türkiye'ye dönerken, bazıları "görevleri henüz bitmediği" gerekçesiyle eğitim hizmetine devam etmişler. Ancak, Sovyet işgali ile bu öğretmenlerin tamamı "Türk Casusu" isnadı ile hep aynı cezaya, 25 yıl ağır hapis cezasına çarptırılarak Sibirya'daki toplama kamplarına gönderilmişler. Sonra, Stalin'in ölümünden sonra Kruşçev tarafından çıkarılan afla Gagauz Yeri'ne sadece biri dönebilmiş: Adı, Ali KANTARELLİ!.. Ölünceye kadar "Kemal"in yani Mustafa Kemal ATATÜRK'ün öğretmeni olmayı sürdürmüş; çevresindekilere Türkçe öğretmiş; Türklük bilinci aşılamış... Üç çocuğuyla dul kalan bir Gagauz kadınıyla evlenmiş; onları her Pazar Kiliseye götürdükten sonra evine dönüp müslümanlığın gereklerini yerine getirmiş. Bir başka ifadeyle, laikliğin ne olduğunu sevgi, saygı ve hoşgörü ile en köktendinci Ortodoks Gagauzlara da göstermiş, tek kelime ile örnek oluşturarak hayranlık uyandırmış... İşte, O'nu sevgi, saygı ve minnetle anan bir öğrencisi, Moldova Yazarlar Birliği Başkanı, Moldova eski Eğitim Bakan Yardımcısı, hayattaki en büyük ve önemli Gagauz eğitimcisi, yazarı ve halk kültürü uzmanı Nikolay BABAOĞLU'nun, ilkokul öğretmeni Ali KANTARELLİ hakkında hatırladıkları!.. Hem de orijinal Gagauz Türkçesi ve yeni kabul edilen latin harfleri ile:

"ANILARIM"

Ben duudum 1928 yılda bir gagauz-türk aylesinde, küyümüzün adıydı Tatar-Kıpçak ama bugün sadece Kıpçak deerlar. Benim soyadım Babaoğlu, adımı Kilisede Nikolay koymuşlar niçin ki annem-babam hristian dinini kullanırmışlar.

1935-cı yılda açan ben 7 yaşımı doldurmuşum beni köyümüzde ilkokula verdiler. Benim öğretmenim bir çok yalpak romen kadınıydı. Ben küçük olarak baştan romence konuşmayı hiç anlamazdım, neçin ki evde içerimizde biz konuşurduk sadece gagauz Türk dilinda. Ama çocukluk fikirim keskindi gülerüzlü öğretmenimi da annemi gibi çok sevmiştim besbelli bu üzere tez-tez başladım romenceyi annama ama ikinci-üçüncü sınıflarda ben artık çok iyi romence bilirdim, yazmakta okumakta 10 hem 9 derecelerden aşaa kalmazdım. Okulumuzda birinci öğrenci sayılırdım, evde annem-babam çok kanaattılar.

Ne büyük sevinmelik oldu bizim okulumuzda açan 1937 yılda sölediler ki aftada iki dersimiz olacak türkçe. Kim bizi öğredecek, nasıl olacak hiç bişey taa bilmezdik, ama çok merak ederdik, yinanamazdık ki olur olsun ders bizim ana dilimizde.

Eylül ayın birinde başlardı eni okul yılı. Bu günde Kıpçak okulun meydanında bizi okul öğrencilerini (bir 100-150 kişi) hepsimizi dizdilar kare. Bu karenin ortasında vardı 4-5 romen öğretmenleri, angılarını biz artık bilirdik tanırdık ama onnarın aralarında vardı bir da eni gene bize yabancı bir adam. Giyimliydi o cat-eni elbiseylen, başında vardı geniş kenarlı Avrupa şapkası, saa elinde asılıydı bastonu. Karede çocukların arasında başladı gezmea laf çünkü bu adam gelmiş Türkiyeden de bizim türkçe öğretmenimiz olacakmış. O romen öğretmenlerin yanında konuşurdu romen dilinde. Ben o zaman düşündüm: Sanki o nasıl bizi türkçe öğredecek, açan o kendisi sadece romence konuşuyor... Ama okul yılın başlangıc yortusu geçti da biz başladık derslerimizi. Sınıfımızın kapusuna derslerin programını asmıştılar. Benim üçüncü sınıfımda salilarda hem cumaalarda yazılıydı birer ders türk dili. Okulumuzda hepsi çocuklar sadece bu eniliyi konuşurdular işittik ki ikinci sınıfta pazaertesi artık türk dili olmuş, eni ögredici söylemiş kendi adını demiş uşaklara, ki onunla olur öle konuşmaa nice evde annelerimizlen konuşuyoruz... Geldi sali günü ikinci dersimiz türkçe, nasıl meraklan beklerdik zil calsin, erleştiydik sıralarımıza beklerdik, ama aramızda vardı bir en huluz ürencimiz Kocabaş Koli o kapu aralıgından bakardı gelecek mi. Bir da o hızla kaçtı erina ge-li-yor!

Girdi içeri eni öğretmen, biz hepsimiz askerde gibi kalktık ayaa, beklerdik hergünkü alışılmış selamı "Buna ziua", amma işittik eni selamı o dedi Günaydın. Biz bilmezdik nasıl cevap edelim, ama o başladı bizimlen çok annaşılmış evdeki dilimizde konuşmaa:

Çocuklarım, dedi o, eter ayakca durdunuz, oturunuz, aramızda sevinmelikten mi yoksa şaşmaktan mı bir gülüş koptu. Öğretmen devam etti gülmeyin dedi ben size türkçe selam verdim "Günaydın". Ben de Nikolay Babaoğlu sayılırdım sınıfımızda en açıkgözü hiç utanmadaan sordum:

* Ama biz bilmeriz nasıl selamınıza cevap verelim:
* Siz de deyin "Günaydın" da hemen oturun. Hade eniden tekrar edelim bunu. Kalkınız, ben deyecem Günaydın siz de cevap ediniz. Kalktık:
* Günaydın, çocuklar. Biz de:
* Günaydın!


- Bana deyeceniz "Bay öğretmen" bunu o yazdı tebeşirlen taftamıza, biz de yazdık tefterimize. Sonra söyledi ki o bizim türk dili öğretmenimiz, sordu bizim sıraylan isimlerimiz, taa sora taftaya yazdı türk dilin alfabesini o pek az ayırılırdı romen alfabesinden. Ö, ü kelemelerin altını çizdik. Öğretmen dedi ki bir aftadan sonra türkçe kitaplar gelecek de başlayacaaz türkçe okumaa. Ama bu ilk dersimizde sadece konuştuk. Bay öğretmen söyledi ki kitaplarımız türkiye memleketinden demir yoluyca gelecekler, ki bu kitapları bize türkiye prezidenti Kemal paşa Atatürk hediye göndermiş. Taa sora o gösterdi haritada nerede Türkiye bulunuyor, anlattı ki orada insanlar hepsi bizimce türkçe konuşuyorlar. Bize öğretmenimizin her bir sözü çok meraklı gelirdi. Düşünürdük acaba nasıl öle bir bütün memleket sadece türkçe konuşuyor...

Evde annelerimize-babalarımıza doyamazdık anlatmaa nasıl gözel türkçe derslerimiz oluyor.

Geçti taa bir-iki afta Taraklı demir yol garından kitaplarımız geldi. Üçüncü sınıfta herkezimize ikişer kitap parasız verildi, birinin adıydı "Mini mini Okumak Kitabı". Onu ben şimdi de artık oldum 65 yaşında ama hep arşivimde anmak için tutuyorum.

Kitaplarımızı almak günümüz bizim bütün okulumuz için bir büyük bayram günü oldu. Teneffuslarda sadece türkçe kitaplarımızı aktarıp bakardık. Biri birimize gösterirdik, artık taa onnarı sınıfta öğrenmedeen okurduk hem annardık bu çok meraklıydı, bizim evdeki dilimizde kitaplar yazılıydılar.

Romen öğretmenlerimiz domnu Kojan, domnu Balmuş, domnu Gibulet başladıydılar azbucuk kıskanmaa ne öle olduydu da biz bırakmıştık romence kitapları da sadece türkçeleri aktarıp okurduk.

Geçti taa biraz vakıt biz hepten alıştıydık bizim bay öğretmenimize, Türkçe dersler o kadar tez geçerdiler ki etiştiremezdik dadına ermee. Biz salileri hem cumaaları bekleerdik nice Paskaliye yortularını. Yazardık, okurduk, ana dilimizde çok şiirlar ezbere öğrenirdik, masallar okurduk.

Benim babam da eni üüretmenimizlen tanışmıştı babamdan işittiydim ki öğretmenimizin haliz adı Ali Kantarelli'ymiş o yaşardı kiraylan köy başın primarın evinde. Bay öğretmen türk dilini okuturdu bizim okulumuzda hem de köümüzün ikinci okulunda, o ikinci okulda da dört sınıf vardı.

Bay öğretmen Ali Kantarelli bekardı benim Kıpçak köyümde öğretmenlik etti. 1937-1938-1939 yıllara kadar. Bizim köyde de evlendi.

Onun hanumun adıydı Talmaç İvanna. Bu insan Kıpçaklıydı. Açan 1940 yıl'da Moldovaya bolşevikleer geldi, başka köylerimizden türk öğretmenleri etiştirip gittileer. Türkiye'ye, ama benim öğretmenim Ali bey kaldı Moldovada bak aylesi vardı Kıpçakta. Da nasıl o zamanlar Sovyetlerde geçeerdi hepsini suçlu yapmak, Ali Kantarelliyi de suç buldular çünkü o Moldovada Türk casusuymuş bu üzere hiçbir de suçsuz adamı Stalin apisee kapadı 25 yıla. Ama 15 yıldan çok yattı anista da Stalin geberdiynen kurtuldu geldi, ama Kıpçakta başka yaşamadı diyşildi bir Borcak adında küyee, oradan da sora gitti yaşamaa Bolgrad şehrine. Oradan da işittim ölmüş 1980 yıllarda. Bolgrade şehrinde de bu günee kadar mezarı. N. Babaoğlu 5. XII.1995" (13).

Onlar, "Kemal'in Öğretmeni"ydiler!... Gözlerini kırpmadan gösterilen Türk toprağına gitmişler, hayatları pahasına görevlerini sürdürmüşlerdi. Tıpkı şimdilerde Güneydoğu'da PKK'lı teröristlerce şehit edilen genç meslekdaşları gibi!.. Ama Ali Kantarelli öğretmenin dışındakilerin ne adları ne de kabir taşları var!.. Ne giderken sormuşlar, ne de Tanrı cennetine uçmağa varırken!.. İlgi a da hatırlanmayı bekliyorlar mı? Sanmıyorum, çünkü onlar Türklüğe hizmet yolunda ulaşabilecekleri en üst mertebeye ulaşmışlar. Ama yine de siz lütfen gözlerinizi kapatıp buz gibi soğuk bir ülkede başında haç dikili bir kabir hayal edin ve içindeki şehitlerimize Ulu Tanrı'dan sonsuz rahmetler dileyin!.. Bir de gönül pınarınızdan süzülüp, kalp gözünüzden dökülecek sımsıcacık şükran ve sevgi dolu bir damla yaş!.. Hepsi o kadar...

Evet, bir gün yolunuz Gagauz Yeri'ne düşerse, Çadır, Vulkaneşti, Taraklı gibi şehirlerde ve Kıpçak, Baurçi, Tomay gibi köylerde Gagauz soydaşlarımızın tertemiz Türkçelerini duyup bize olan duygusal yakınlıklarına tanık olduğunuzda artık bilirsiniz ki, bu bölgelerde "Kemal'in Öğretmenleri" görev yapmışlardır. Onların ulaşamadıkları Komrat ve çevresinde ise anadilini konuşamayan, ruslaşmak üzere olan Gagauzları gördüğünüzde ise en büyük Türk Atatürk'ü minnet ve hayranlıkla anarsınız. Ve kendi kendinize sorarsanız, 2000'e bir ay kala, Türkiye Cumhuriyeti, hem de bu kalkınmışlık ve eğitim düzeyinde Gagauzlara rusça ve romence bilen kaç ilkokul öğretmeni gönderebilir? İşte Atatürk farkı!.. O, Türkiye dışında yaşayan Türklerin sorunlarına hiç ama hiç duygusal bakmadı; hele hele hiç "ben Turancıyım" demedi; istismara yeltenmedi; bunun için de dünyanın kin ve nefretini üstümüze çekmedi, çektirmedi. Son derecede akıllıca, sessizce, Türkiye'nin konumunu ve kaynaklarını riske atmaksızın gerçekçi bir strateji oluşturdu ve izledi. Örneğin, Hatay'a görevlendirdiği fedailerin başarılarını izledi ama sonucunu göremeden uçmağa vardı. Ve O, Tanrı cennetine ulaştığında, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya gibi ülkelerdeki Ali Kantarelli gibi nice "Kemal'in Öğretmeni" unutuldu, gitti. Bugün onların ve ailelerinin çektikleri acıyı ve hasreti lütfen yüreklerinizde hissetmeye çalışın ve bu fedakâr akıncı vatan evlâtları için bir fatihayı esirgemeyin!..

Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Hasım Ülke: Almanya / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:41

Hasım Ülke: Almanya

Bir ülke vardır ki, hâlâ “müttefik” kabul edilir; kamuoyunda gereğince tartışılmaz, değerlendirilmez Almanya!..

Bundesnachrichtendienst (Alman İstihbaratı-B.N.D) ve Kosova Sorunu

Türk Toplumunda, İngiltere, Fransa, Yunanistan, Rusya, Ermenistan, A.B.D., İtalya gibi çeşitli ülkelerle ilgili olarak, kaynağını tarihin derinliklerinden alan ve günümüzü de kapsayan önyargılı - olumsuz değerlendirmeler hep süregelmiştir. Aynı durum, son yüzyıl içinde Türkleri “düşman” olarak gören Suriye, Irak, İran gibi İslâm ülkeleri için de sözkonusudur. Ancak, bir ülke vardır ki, hâlâ “müttefik” kabul edilir; kamuoyunda gereğince tartışılmaz, değerlendirilmez Almanya!.. Toplumumuzun önemli bir kesimi için Almanya, I. Dünya Savaşı’nda yanyana savaştığımız, üstelik milyonlarca vatandaşımızın halen yaşamakta olduğu ve belki bir o kadarının da kaçak bileolsa çalışmak için can attığı ekonomik açıdan bir cazibe merkezidir, bir dost ülkedir.

Almanya ile ilgili toplumumuzdaki bu imaj, Alman ırkçılarının arada sırada Türk ailelerini “yakma” eylemlerine, Alman Devletinin sağ-sol ve bölücü örgüt militanlarına geniş kapsamlı lojistik destek sağlamasına rağmen bir türlü değişmez. Son Abdullah Öcalan olayında olduğu gibi İtalya’ya gösterilen organize tepki, çok daha fazlasını hak eden Almanya için asla gösterilmez. Oysa, Alman toplumundaki Türkiye ve Türklük imajı, son derecede olumsuz olup, bu ülkenin Türkiye’ye yönelik pan-germenist dışpolitikasının temel belirleyicisidir. İşte bu çelişki, Türk kamuoyunda bugüne kadar tartışmaya hiç açılmamıştır. Türk Devletine düşman olan sağ-sol ve bölücü unsurlar, ideolojik ve dinsel gerekçelerle başta A.B.D. olmak üzere pekçok ülkeyi karşıt hedef gösterirken, Almanya’ya hiç “dokunmamaya” çıkarları açısından özel önem vermişlerdir. Nitekim, Türkiye’de gündemi oluşturmada hayli etkili olan şeriatçıların, aşırı sol dinazorların ve de ayrılıkçı keko faşistlerinin yeraldıkları sivil toplum kuruluşlarının (bir başka ifadeyle demokratik kitle örgütlerinin) kendi gündemlerine Almanya’yı hiç almamış olmaları, bu açıdan bir rastlantı sayılmaz, sayılmamalıdır da...

A. TÜRK-ALMAN İLİŞKİLERİNDEKİ TEK YANLI ALMAN İHANETİNİN TARİHSEL KÖKENİ VE NEDENLERİ

XIX.Yüzyılın ikinci yarısında Bismark ile kurumsallaşan, XX. Yüzyılın hemen başlarında II. Wilhelm döneminde emperyalizm ve devlet kavramlarıyla özdeşleşen Alman faşizmi -kabul edilebilir milliyetçilik anlayışının da ötesinde- iki temel hedefin gerçekleştirilmesini öngörmekteydi: Ekonomik açıdan yeni “hayat alanları”na yani ürettiklerini pazarlayabilecekleri sömürgelere sahip olurken, siyasal açıdan da “arka bahçe”de yani Avusturya-Macaristan, Romanya, Çarlık Rusyası gibi ülkelerde yaşayan Alman ırkını bir bayrak altında toplamak yani pan-germenizm!..

1. Birinci Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)

Fas başta olmak üzere sömürge arayışlarından somut bir sonuç elde edemeyen II. Wilhelm Almanya’sı için, Osmanlı İmparatorluğu, stratejik açıdan hayati bir önem taşımaktaydı. Örneğin, Bağdat Demiryolu Projesi, ekonomik getirilerinin yanısıra, İngiltere’nin Hindistan yolunu tehdit etmesi açısından da planlanmıştı. Ancak, Kayzer Wilhelm’in iki kez Osmanlı ülkesine gelmesi ile gelişen ikili ilişkiler, Kerkük-Musul bölgesinde arkeolojik çalışma yapma izini ile gelen sözde arkeologların jeolojik çalışma yaptıklarının anlaşılması ile ortaya çıkan kuşkuları giderememişti. Sözkonusu bölgede zengin petrol yataklarının bulunması, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde emperyalist paylaşım kavgasında İngiltere, Çarlık Rusyası ve Fransa’yı da harekete geçirmişti. Bu nedenle ortaya çıkan Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda, Almanya, tüm bu olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalarak ikiyüzlülüğünü, bir başka ifadeyle güvenilmezliğini ortaya koymuştu. Almanya’nın emperyalist politikasının bir yansıması olan vefasızlığın bedelini, Trablusgarp’ı, 12 Adayı ve Rumeli’deki topraklarımızın önemli bir kısmını kaybederek ödeyen Osmanlı yöneticileri, özellikle de İttihatçılar, 1911’den itibaren İngiltere ve Fransa’ya ittifak önerisinde bulunmuşlardı. Hatta, I. Dünya Savaşına girilmezden kısa bir süre önce, Mayıs 1914’de, Sadrazam Talât Paşa bizzat Kırım’a giderek Rus Çarı II. Nikola’ya ittifak teklif etmişti. Bu üç emperyalist ülkenin yanısıra, Yunanistan ve Bulgaristan gibi küçük ülkeler bile Osmanlı Devletinin ittifak önerisini reddettikten sonradır ki, Almanya, yeniden -bu defa alternatifsiz olarak- gündeme gelmişti. İttihatçıların kendilerine güvenmediğini bu ittifak arayışları nedeniyle anlayan Alman Hükûmeti, savaşa birlikte girme karşılığı resmen iki temel konuda “açık çek” talep etmişti: Birincisi, İngiltere’yi sömürgelerinde meşgul etmek ve hammadde kaynaklarını zaafa uğratmak için Padişah-Halifenin tüm müslümanlara yönelik olarak “Cihad-ı Ekber” (kutsal savaş) çağrısında bulunması. İkincisi, Osmanlı Ordusunun en az % 25’sinin Alman Genel Kurmayı emrine verilmesi. Almanya’nın istekleri tartışılmaksızın yerine getirilmişti.

Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasının tüm yükümlülüklerini yerine getirirken, Almanya’nın ikiyüzlü ihaneti yeniden sahneye çıkmıştı. Şöyle ki:

I. Almanya, taahhüt ettiği silâh ve malzemeyi, özellikle de Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının savunması için elzem olan uzun menzilli topların teslimini geciktirmişti. Bu gecikmenin bedeli Çanakkale muharebelerinde Türk askerinin kanıyla ödenmişti.

II. Alman Genelkurmayı, Galiçya’da ve Kanal Harekâtında, Osmanlı Devletini doğrudan ilgilendirmediği halde Türk Ordusunu kullanırken; kendi çıkarları için en seçkin birliklerimizin ağır kayıplar vermesine neden olmuştu. Türk askerini canlı kalkan olarak kullanma oyunu, hristiyan İtilâf askerlerini de kollamak (imhasını önlemek) amacına yönelik olarak Çanakkale’de sahnelenmişti. İtilaf birliklerini en az 6 ay Çanakkale’de oyalamayı hesaplayan Alman Genel Kurmayı, bu doğrultuda General Liman Von Sanders vasıtasıyla planını uygularken, Türk tarafının ikiyüzbini aşkın asker kaybının başlıca sorumlusu olmuştu. Ta ki, Yarbay Mustafa Kemal’in ünlü müdahalesine kadar...

III. Almanya’nın samimiyetsizliği daha I. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında belli olmuştu. Osmanlı Hükûmeti’nin İtilâf emperyalistlerine karşı tepki olarak, 1 Ekim 1914’den itibaren geçerli olmak üzere Kapitülâsyonları kaldırdığını açıklayan (9 Eylülde İstanbul’daki Büyükelçilere tebliğ edilen, 17 Eylülde de resmen yayınlanan) kararına öncelikle ve en sert karşı çıkan ülkeler, Almanya ile diğer savaş müttefiğimiz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin sert eleştirileri sonrasında bu iki ülke kapitülasyonlarla doğan haklarını her ne kadar daha sonra reddetseler de, kendileri ile ilgili kuşku ve güvensizliğin bu vesileyle bir kez daha pekişmesine engel olamamışlardı.

IV. Almanya’nın güvenilmezliği ve hatta hainliği, Kafkas Cephesinde açık biçimde ortaya çıkmıştı. Hazar petrolleri ile ilgili olarak Kafkasya ve Azerbaycan’ın Osmanlı kontrolü altına girmesini istemeyen Almanya, Galiçya ve Ukrayna’da savaştığı can düşmanı Ruslarla işbirliğine gitmiş ve bu gelişme Teşkilât-ı Mahsusa tarafından belgelenmişti. Keza, stratejik açıdan önemi büyük olan Kudüs, düşman İngiliz birlikleri tarafından işgal edildiğinde, Alman Kiliselerinde şükran ayinleri düzenlenmişti.

Aynı şekilde, Savaş sona erdikten sonra Almanya, kendisine sığınan Talât Paşa başta olmak üzere önde gelen İttihatçı liderlerin Ermeni teröristler tarafından vahşice öldürülmelerine seyirci kalmıştı. Hatta, Talât Paşa’nın katili, Türk Milleti ve de Hukukun temel kuralları ile alay edilircesine Alman yargısı tarafından beraat ettirilmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, tüm bu deneyimleri unutmayarak Almanya ile mesafeli durmaya gayret etmiş; bu arada Hitler’in yükselişini kuşku ve endişe ile izlemişti. Atatürk, Almanya’nın dostu olunamayacağını; dostluk ya da düşmanlık kavramlarını ancak bu ülkenin çıkarlarının ve de üstün ırk nazariyesinin belirlediğini çok iyi bilmekteydi.

2. II. Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)

Alman toplumunda zaten var olan şoven ve saldırgan (irredantist) milliyetçilik duyguları, Versay Barış Antlaşması’nın Almanya’ya yüklediği 56 Milyar Dolar savaş tamirat borcunun neden olduğu ekonomik çöküntü ortamında daha da gelişerek yükseliş trendine girmişti. İtilaf Devletlerinin daha sonra ödenmesi mümkün olmadığı anlaşılan bu borcu 33 Milyar Dolara çekmesi, sonucu değiştirmemiş; yalnızca Hitler’i iktidara getirmeye yetmişti. Hitler’le birlikte, pan-germenizm bir devlet politikasına dönüşerek hayata geçirilmiş; hatta daha da ileri gidilerek “ari ırkın dünya egemenliği” söylemleri açıkça ifade edilmişti. Hitler Almanyası’nın ilk hedefi, Alman dilinin konuşulduğu Alsas-Loren bölgesinden başlayarak İdil (Volga) nehrinin boylarında yaşayan küçük Alman kolonilerini kapsayacak bir “germen vatanı” oluşturmaktı. Bu vatan kapsamına, Türk bölgelerinden Kırım, Gence şehrindeki birkaç yüz kişilik küçük bir Alman kolonisinin varlığı nedeniyle bu şehre kadar tüm Kuzey ve Güney Kafkasya ile iç Rusya’nın önemli bir bölümü girmekteydi. İşte, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordularını Stalingrad (Volvograd) önlerine kadar getiren neden buydu. Eğer Almanlar savaştan zaferle çıkmış olsalardı, sıra tüm dünyanın Alman “hayat alanı”na dönüşmesine gelecekti.

3. Soğuk Savaş Döneminde Alman Milliyetçiliği

2. Dünya Savaşı’nın Almanya’da yarattığı ekonomik, toplumsal ve siyasal tahribat, savaşta kazanılan tüm toprakların yanısıra Doğu Almanya’nın da kaybedilmesi ve ülkenin müttefik devletler tarafından işgal edilmesiyle daha da büyük boyutlara ulaşmıştı. Ancak, bu olağanüstü zor koşullarda Alman milliyetçiliğinin gelişimini önlemek asla mümkün olmadı. İşte bu noktada Almanya yöneticileri, milliyetçiliklerini gizleyerek hatta ırkçı parti kurulmasını kâğıt üzerinde yasaklayarak dış dünya önünde farklı bir imaj yaratmaya yöneldiler. Bir yandan A.B.D.’nin baskılarına boyun eğerek Münih’de C.I.A. tarafından finanse edilen “Sovyetler Birliği’ni Araştırma Enstitüsü”, “Hürriyet Radyosu”, “Hür Avrupa Radyosu” na izin verirken; diğer taraftan Macaristan, Romanya, Sovyetler Birliği ile gizli pazarlıklar sürdürürerek soydaşlarını kişi başına ortalama 35.000 Marktan başlayan ve eğitim durumuna göre yükselen bedel karşılığı “satın almaya” başladılar. Alman Hükûmetinin bu girişimi elbetteki salt milliyetçilik duygularıyla izah edilmezdi; konunun insani boyutu da kuşkusuz mevcuttu: II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, Stalin, Alman Ordusu ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Türkiye sınırında yaşayan “güvenilmez halklar” kapsamında Kırım, Karaçay, Balkar ve Mesket (Ahıska) Türklerini, Çeçenleri, İnguşları ve de Volga boyunda yaşayan Almanları, -bebeğinden yaşlısına kadar cinsiyet ayırımı yapmaksızın tümünü- Urallar, Sibirya, Özbekistan, Kazakistan ve benzeri sürgün bölgelerine göndererek cezalandırmıştı. Örneğin, sadece Kırım Türklerinin hayvan vagonlarında, en ilkel koşullarda ve yaklaşık iki ay süren yolculuklarında toplam nüfusunun % 46’sını kaybettiği gözönüne alındığında, Alman asıllı sürgünlerin kayıpları hakkında bir kıyaslama yapmak mümkün olabilir. İşte Alman Devleti, sürgündeki soydaşlarının yanısıra, Macaristan ve Romanya gibi komünist rejimin esareti altındaki soydaşlarına sahip çıkmak, onların mağduriyetini gidermek yolunda bu ülkelere büyük meblağlar akıtmıştı... Ya Türkiye?!.

B. ALMAN “DERİN DEVLET”İ

Alman İstihbaratı Bundesnachrichtendienst (B.N.D), II. Dünya Savaşı sonrasında en az C.I.A. ve Mossad kadar özgün bir yapılanmayla ortaya çıkmıştır. Örneğin, “askeri istihbarat”, “sanayi-teknoloji istihbaratı”, “karşı istihbarat” gibi klasik uğraş alanlarının yanısıra, Doğu Almanya ile bütünleşme dahil her alandaki stratejilerinin oluşturulmasında ve hayata geçirilmesinde; doğu blokundan -yukarıda bahsedildiği gibi- göçmen getirtilmesinde önemli görevler üstlenmiştir. Bölgedeki güç dengeleri arasında ikili oynamak konusundaki ilk başarı da, 1972’de Münih Olimpiyatları sırasında Sovyet Hükûmeti’nin tahrik edilmesi ve sonucunda oluşan tepkinin “Sovyetler Birliği’ni Öğrenme Enstitüsü”nün kapatılma gerekçesi olarak kullanılması ile sağlanmıştır. Böylece, A.B.D.’nin onayı da alınarak doğu bloku ile ilişkiler yoluna konulmuştur. Daha sonra ekonomik ve siyasal açıdan ağırlığını iyice hissettiren Almanya; A.B.D. ve İngiltere gibi ülkelerden bağımsız stratejiler geliştirmiştir. Örneğin, batılı müttefiklerine rağmen İran’la askeri-ticari ilişkilerin geliştirilmesi; Birleşmiş Milletler ambargosu öncesi Libya ve Irak’la askeri-ticari ilişkilerin sürdürülmesi; özellikle Irak’daki muhalif keko gruplarına ülkesinde kucak açıp destek sağlarken, Irak yönetimine Halepçe Katliamında kullanılan Hardal Gazı başta olmak üzere her türlü kimyasal ve konvansiyonel silâh ve askeri amaçlı elektronik araç ve gereçleri satması gibi.

Alman İstihbaratı BND, “arka bahçe” olarak nitelendirilen ve ekonomik açıdan “hayat alanı” kabul edilen Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Makedonya, Moldova, Ukrayna, Beyaz Rusya, Estonya, Letonya, Litvanya, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Afganistan, İran, Türkiye ve Irak gibi ülkelerin yeraldığı geniş bir coğrafyada, Alman Devleti’nin çıkarlarını koruyup kollama görevini fonksiyonel biçimde yerine getirmektedir. Klasik istihbaratçıların yanısıra, ilgili tüm ülkeler hakkında “key-man’s” niteliğinde özel olarak hemen her alanda, örneğin filolog, tarihçi, araştırmacı-gazeteci, antropolog, sosyal antropolog, arkeolog, sosyolog, mühendis, çevreci, insan hakları uzmanı, sanatçı, sanat tarihçisi, ruhban, asker, demografi uzmanı, tıpçı, ziraatçı, siyaset bilimcisi, halkbilimci, jeolog gibi farklı meslek dallarına mensup elemanlar da istihdam edilmektedir. A.B.D.’nde Jamestown Vakfı, Hoover Enstitüsü gibi akademik nitelikli kuruluşların örneklerine, Almanya’da Humboldt Vakfı ve Üniversitesi, Osteurope Enstitüsü, Gettysburg Koleji, Bamberg Üniversitesi gibi çok sayıda “ilişkili” akademik kuruluşlarda rastlamak mümkündür. İstihbarat servisi veren masum görünüşlü vakıfların yanısıra, tıpkı A.B.D. ve İngiltere’de olduğu gibi sözkonusu servisler tarafından kurdurulan ve yönetilen-yönlendirilen sivil toplum örgütleri, Almanya için de aynen ve de fazlasıyla sözkonusudur. Başta İnsan Hakları olmak üzere, azınlıklar, göçmen ve mültecilik konularında bu servisler ve bağlantılı vakıflar, enstitüler ve sivil toplum örgütleri birbirleriyle sürekli paslaşmakta; enformasyon alışverişinin yanısıra birbirlerini de sürekli yakın takip altında tutmaktadırlar.

Alman Servisi BND’nin, A.B.D. ve İngiliz Servislerinin nitelikli profesyonel kadrosuna oranla daha fazla “gönüllü” elemana sahip olmasının temelinde, bu toplumun adeta genlerine işlemiş milliyetçilik duygularının ve de bilincinin yattığını kabul etmek gerekir. Aynı duruma İsrail’de de rastlamak mümkündür. İsrail’de de tüm Yahudilerin -ister A.B.D., ister Rusya Federasyonu ve isterse de dünyanın herhangi bir yerinde yaşasın- birer doğal Mossad elemanı olduğu kabul edilir. Nasıl Yahudiler için Mossad’a çalışmak ve görev verildiğinde sorumluluk üstlenmek ve yerine getirmek bir ulusal onur-dinsel vecibe olarak kabul ediliyorsa, aynı durum Almanya için de daha yumuşatılmış olarak böyledir. Ancak, Almanya, profesyonel istihbaratçıların yanısıra, yukarıda da belirtildiği gibi akademisyenlerden, gazetecilerden ve de avukatlardan fazlasıyla yararlanmaktadır. Alman Servisi, adeta küçük bir avukat ordusuna sahip bulunmaktadır. “Hayat Alanı” ya da “Arka Bahçe” olarak nitelendirilen hedef ülkelerdeki azınlıkların her türlü legal-illegal ve hatta terörist örgütlerinin temsilcilerine, militanlarına kendi ülkesinde yaşama hakkı tanımaktadır. Bu iş için Kiliselerden Mason localarına kadar pekçok kuruluşu ve özel olarak oluşturulan yardım (!) amaçlı sivil toplum örgütünü (NGO) kamuflaj olarak kullanan Alman Servisi, buralarda “ajan” olarak kullanabilecekleri işbirlikçileri saptama ve yetiştirme fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Keza, hedef ülkelerdeki yetenekli, gelecek vaad eden ve Almanya’ya karşı önyargısı bulunmadığı anlaşılan politikacıların, özellikle de etnik ve dinsel sorunu mevcut olan politikacıların yanısıra, genç akademisyenlere de akademik nitelikli burs dağıtan vakıflar yolu ile deyim yerinde ise “çengel” atılmaktadır. Aynı şekilde, hedef ülkelerin üniversitelerinde paraya zaafı olan yetenekli akademisyenlere, o ülkenin “aile yapısı”, “toplumsal sorunları”, “dinsel farklılıkları”, “azınlıkların kültürel özellikleri”, “bölgelerarası ekonomik farklılıklar”, “insan hakları” gibi doğrudan dikkat çekmeyecek ama sosyal-siyasal ve kültürel istihbaratta kullanılanılan verilerin elde edilmesini sağlayacak bilimsel projelere destek sağlanmaktadır. Saptanmış eleman adaylarına belli bir yönlendirme sürecinin sonunda gereksinim duydukları alanda her türlü destek sağlanmaktadır (tıpkı A.B.D. ve İngiltere’de sözkonusu olduğu gibi). Almanya’da yaşayan yabancılardan sözkonusu standarda sahip olan, bir başka deyişle nitelikli gençlere aynı yolla “çengel” atılırken, kontrolünde güçlük çekilen ama işe yarayan militan-teröristler de avukatlar aracılığıyla sevk ve idare edilmektedir. Örneğin, kabul edilebilir eylem sınırlarını aşan, Alman Devletine ters düşen ya da dıştaki imaj açısından tutuklanması gerekenler, gözaltına alınmakta; sonra da bağlantılı avukatlar devreye sokulmaktadır. Gözetim süresinde pazarlık ve yönlendirme yapıldıktan sonra, tutuklananlar kontrollü olarak ama Alman Servisinin denetiminde serbest bırakılmaktadır. Hiç bir ülke Servisinde bulunmayan bu kadar çok avukat, Alman “ Derin Devleti”nin karakteristiğini oluşturmaktadır.

C. KONTROL EDİLEBİLİR İSTİKRARSIZLIK STRATEJİSİ

Günümüz koşullarında hedef düşman ülkeyi mahvetmek istiyorsanız, Irak, Libya ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi -A.B.D.’nin desteğini almak kaydıyla- Biirleşmiş Milletler gibi uluslararası mekanizmayı kullanabilirsiniz. Ancak, güç kullanarak yapacağınız tahribatı kontrol edebilmeniz kesinlikle olanaksızdır. Aynı şekilde, hedef ülkede ekonomik kriz çıkarabilirsiniz, ancak bunun sonucunu da kontrol etmeniz sözkonusu değildir. Keza, yakın gelecekte hedef ülkenin iletişim-elektronik ağının çökertilmesi de mümkün olabilir, ancak tüm bu “güç kullanma” yöntemlerinin sonuçlarını önceden kestiremezsiniz, önlem alamazsınız. Bu tür güç kullanımları, sözkonusu ülkelerde olduğu gibi ulusal birliği daha da pekiştirmeye, liderlerinin sürekli iktidarda kalmalarına yol açabilir ya da yapay olarak çıkartılan ekonomik krizin dalgalar halinde -Uzak Doğu ve Rusya’da olduğu gibi- Batıyı etkilemesi de olasılıklar dahilindedir. Bu durumlarda harekâttan umulan çıkarların -en azından kısa ve orta vadede- elde edilmesi de sözkonusu olamaz, üstelik çok yüksek meblağlara ulaşan masrafları da cabası.

İşte, hedef ülkeyi elde tutmanın ya da güçsüz düşürmenin en kolay, en güvenli ve ekonomik yolu, “kontrol edilebilir istikrarsızlık” stratejisini uygulamak, bu yolda sürekli politikalar üretmektir. Bu stratejiyi dışpolitikasında en sık kullanan ülkelerin başında A.B.D. ve A.B. ülkeleri gelmektedir. Bu stratejinin en etkili yolu, önce hedef ülkedeki zaaf noktalarının bir başka ifadeyle “yumuşak karın bölgeleri”nin saptanmasından geçmektedir. Bu bağlamda hedef ülkede mevcut etnik-dinsel azınlıkların tüm boyutları ile profilinin çıkarılması ve potansiyelinin çok yönlü belirlenmesi; ayrılıkçılığın tahrik ve teşvik edilmesi; tarihsel husumetin körüklenmesi; terörün elaltından desteklenmesi ile ekonomik-siyasal-toplumsal kaos ortamının yaratılması; ulusal birliğin zaafa uğratılması; zayıf ve kişiliksiz yöneticilerin desteklenmesiyle hedef ülkenin dış müdahalelere sürekli açık hale getirilmesi vb. Bu stratejide ikili oynamanın her türlüsü var, ancak doğrudan düşmanlık yok, müttefik görünmek ise ön koşul. Ne sizin yıkılmanızı istiyorlar, ne de bölgedeki emperyalizmin belirlediği güç dengelerini bozacak biçimde kalkınarak güçlenmenizi. Bu stratejinin tüm aşamalarını Türkiye dün yaşadı, bugün de yaşamakta; kendisini yöneten çapsız alaturka politikacılarlar iş başında kaldığı sürece de yaşayacak. Önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan “ Doğu Sorunu” çerçevesinde yapılan dış müdahaleler ve ayrılıkçı terör; Cumhuriyet döneminde ise şeriatçı ve kekoçü ayaklanmalar; sonra sırayla Ermeni sorunu ve terörü; arkasından sağ-sol çatışması;daha sonra kekoçü PKK terörü; sırada şeriatçı örgütlenme (Hizbullahçılar, Fethullahçılar, Kaplancılar, Milli Görüşçüler vb.), Ege ve Kıbrıs sorunları; yeni yeni Pontus-Rum sorunu belki yine Ermeni sorunu ve terörü, mezhep kavgası ve daha nice ihtimaller... Kısaca, bu stratejiyi oluşturup izleyenler var olduğu ve de devletimiz gerçek devlet adamları tarafından yönetilmediği sürece, içte ve dışta yapay sorunlarla sürekli meşgul edilen-tokatlanan Türkiye bölgesinde güçlenemeyecek, ağırlığını hissettiremeyecek, düşmanlarına karşı tehdit oluşturmayacak!..

D. ALMAN “DERİN DEVLET”İ VE KOSOVA SORUNU

Alman Servisinin güç ve yetenekleri konusunda fikir veren en tipik örnek Yugoslavya’dır. Bu ülkenin parçalanmasında en önemli rol işte bu BND’ye aittir. Önce Yugoslavya’nın Alman Servisi tarafından uzun yıllar önce büyüteç altına alındığı anlaşılıyor. Bu ülkedeki etnik ve dinsel grupların çok iyi analiz edildiği; Yugoslav bütünlüğünün simgesi olarak kabul edilen Tito’nun ölümünden sonra da, Alman Servisinin katolik Hırvatlar ve Slovenler üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdığı; Yugoslav Askeri Haberalma Örgütü K.O.S.’un buna engel olamadığı biliniyor. Nitekim, Hırvatistan ve Slovenya’yı ilk tanıyan ülkenin Almanya olduğu, Hırvat ve Sloven ayrılıkçılarına tüm lojistik desteğin Almanya’dan geldiği de bilinen bir gerçek. Almanya’nın bu desteğini, ezilen azınlıklara ve insan haklarına karşı duyarlılığın tezahürü biçiminde algılamak da mümkün değil. Ortodoks olmayan ama Yugoslavya’nın en zengin ve refah içindeki bu iki bağlı cumhuriyetini koparmanın arkasında somut çıkar nedenlerini bilmek gerekir. Keza, Almanya’nın, hem Sırplar ve hem de Hırvatlar arasında sıkıştırılıp katledilen yüzbinlerce Boşnak’ın dramına -sırf Hırvatlara taraf oldukları için- seyirci kaldığı da biliniyor. Hırvatlara yaptırım gücü olduğu halde bunu kullanmayarak sorunun çözümünü uzatan, üstelik müslüman Boşnaklara yönelik etnik temizlik amacı ile kullanılmak üzere silâh sağlayan “insan hakları savunucusu” Almanya’nın, “insan hakları” konusundaki çifte standardını tüm boyutları ile ortaya koymak gerekmektedir.

Yaklaşık 15 yıllık iktidarı boyunca Alman faşizmini devletine egemen kılan Kohl döneminde, müslüman olarak keko ayrılıkçılara örtülü ama tam destek sağlanırken, Arnavutlar da ihmal edilmemişti. Ortodoks Arnavutların Yunanistan’ın güdümünde olduğunu; üstelik de sayısal açıdan müslüman Arnavutlardan daha az olduğunu gözlemleyen ve de bu ülkedeki kaos ortamını dikkate alan Alman Servisi, Enver Hoca’nın ölümü ve Arnavutluk İstihbarat Örgütü SİGURİKİ’nin dağılmasını fırsat sayarak, -1988’den itibaren- illegal iktidar gücüünü elinde bulunduran Arnavut mafyası üzerinden müslüman Arnavutlar’a oynamaya başlamıştır. 1990’lardan itibaren, Doğu Almanya’dan intikal eden ve NATO standartlarına uymayan Rus yapımı silâh ve malzemeyi Arnavutluğa hibe eden Almanya, bu kapsamda önemli miktarda silâh ve mühimmatın da Kosova Kurtuluş Ordusu U.Ç.K.’nın eline geçmesini sağlamıştır. Keza, sürgündeki Kosova Hükûmeti’nin tanınmayan Başbakanı Bujar Bukoshi’yi Bonn’a götürerek tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve Almanya’yı iletişim-enformasyon üssü olarak kullanmasına izin veren Almanya, Kosova sorununda da doğal olarak müslüman Arnavutların yanında yer almıştır. Hiç şüphesiz bu ilgide, Kohl sonrası Sosyal-Demokrat yönetiminin A.B.D.-İngiltere yakınlaşmasından rahatsız olmasının rolü de büyük olsa gerekir. İki Almanya’nın bütünleşmesinden sonra, Orta Avrupa, Orta Doğu, Uzak Doğu, Orta Asya ve CIS ülkeleri ile Rusya Federasyonu’nda bağımsız politika yürüten bu ülkenin giderek tehlikeli bir “dev”e dönüşmesi karşısında, tedirginliği artan İngiltere’nin, Avrupa Birliğinin örgütsel disiplininden kopma pahasına A.B.D.’ne yanaştığı biliniyor. İşte Almanya’nın Yugoslavya’ya yönelik askeri harekâta destek vermesinin temelinde, bu ikili kombinasyona karşı şimdilik yalnız kalma riskini göze alamamasının bulunduğu da ayrıca değerlendiriliyor. Şunu da kaydetmek gerekir ki, Almanya’nın Arnavutluk ve Kosova’daki istihbarat-ajitasyon ve benzeri faaliyetlerinin önünün, gerek M.İ.T. ve gerekse Makedonya’da Üsküp üzerinden bölgeye yönelik olarak çalışan C.I.A. istasyonu tarafından kesildiğine, etkisizleştirildiğine ilişkin olumlu duyumlar alınıyor. Ancak bilinen gerçek şu ki, Bosna’daki müslüman Boşnakların katillerinin en büyük destekçisi olarak müslüman Arnavutlar arasında prestij ve imaj kaybına uğrayan BND, silâh akışını sürdürdüğü ve tüm dünyadaki Arnavutların nakdi yardımlarını Almanya üzerinden transfer ettiği ve de sırtını yalnızca U.Ç.K.’ya dayadığı için bölgedeki varlığını sınırlı da olsa hissettiriyor.

Burada esas olan, Kosova olayları dolayısıyla şimdilik bir insanlık sorunu ama ileride A.B.D., Almanya, İngiltere gibi ülkelerin Servisleri marifetiyle yükselen bir Arnavut milliyetçiliğine doğru gitmesi kaçınılmaz olan Kosova sorununun Türkiye’deki yansıması. Türk Devletinin tüm gelişmeleri izledikten, olasılıkları değerlendirdikten sonra alternatifli senaryolar üretmesi, değişen durumlara karşı değişen görevler üstlenmesi ve önlemleri alması gerekmektedir. Çünkü, önünde sonunda Arnavut milliyetçiliği, en azından Arnavutçanın eğitim dili olarak kabulü istemiyle, Türkiye’de yaşayan ve -abartılı da olsa- 5 milyon civarındaki Arnavut kökenli vatandaşlarımıza da bulaştırılmaya çalışılacaktır. Türk Devleti’nin bugüne kadar dikkate almadığı bir başka sorun da Kosova Türkleridir. Müslüman Arnavut mültecilerle Kosovalı Türk mülteciler arasında insani yardım açısından bir ayrım yapmak mümkün değilse de, Türkiye, kaybedilmiş ülkelerimizin millli hatırası olan Türklere daha fazla ve özellikle sahip çıkmak durumundadır. Onlara Türk olmanın gururunu ve ayrıcalığını tattırmak zorundadır. Bu sahip çıkış, Türk olmanın, Türklük bilincini dış politikaya egemen kılmanın, tarihine saygının, köklü ulusal devlet olmanın kaçınılmaz gereğidir.. .

1. Kosova’da Türk Olmak ya da Arnavutlaşmak

Balkan Savaşından sonra Kosova’yı terkederken, daha doğrusu Kosova ulusal sınırlarımız dışında kalırken, geride tam 524 yıllık egemenliğin hâtırası olarak küçümsenemeyecek bir Türk topluluğu ile nice sanat eserleri bırakmıştık. Bu eserlerin en anlamlısı da hiç şüphesiz Meşhet mevkiindeki Sultan I. Murat’ın türbesiydi. Sırpların, Bulgarların ve Yunanlıların, gerek Balkan Savaşı sırasında ve gerekse savaşın hemen sonrasında sivil Türklere karşı sürdürdükleri etnik temizlik sırasında yüzbinlerce masum soydaşımız hayatını kaybederken, bir o kadarı da geri çekilen Türk askerleri ile birlikte İstanbul’a doğru kitlesel göçe başlamıştı. Türk Tarihinin en dramatik geri çekilişiydi bu. İstanbul’a ulaşabilenler, gerçi her ne kadar canlarını kurtarabilmiş iseler de, uzun süre açlık dahil her türlü sıkıntıyı çekmişlerdi. Ya geride kalanlar, farklı nedenlerle doğup büyüdükleri topraklardan ayrılamayanlar, ayrılmak istemeyenler?! İşte geride bıraktığımız Kosova Türkleri, tam 524 yıllık Türk egemenliğinin bedelini, kanları ve malları ile Sırplara ödemeye başlamışlardı, hâlâ da ödemekteler. Sadece Sırplara mı? Elbetteki hayır!.. Türklerden boşalan evlere, müslüman Arnavutlar iskân edildiğinde yeni bir tehdidin başlayacağını hiç kimse tahmin bile etmiyordu. Hazır camilerin, bakımlı evlerin ve verimli toprakların sahipsiz kaldığını duyan fakir Arnavutların göçü öylesine ani olmuştu ki, Türkler kısa sürede azınlık konumuna düşmüşlerdi. Kaldı ki, Sultan I. Murat’ın kanının akıtıldığı toprakları ortodoks-slav mantığı ile kutsal toprak olarak kabul eden ve Sırp milliyetçiliği ile özdeşleştiren Sırpların iskânı da hep bu kısa süre içinde gerçekleşmişti.

Sırp-Hırvat-Sloven Krallığının devlet terörü yaratarak Türk azınlığını sindirmeye yönelik çabaları sonucunda, 1930’lu yılların başında onbinlerce Türk aile Kosova’yı terketmek zorunda kalmıştı. Bunların şanslı olanları karayolundan ve yaya olarak Türkiye’ye ulaşabilirken, bir kısmı da yollarda yitip gitmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk, uluslararası nitelikteki nedenlerin ve gereklerin yanısıra, Yugoslavya ile Türk azınlığın sorunlarını “düşman” olarak değil de “dost” bir müttefik olarak çözebilmek; göç dalgasını durdurabilmek; Türk azınlığın yaşadıkları yerlerde varlığını sürdürmesini sağlamak amacıyla 27 Kasım 1933’de bir Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalanmasına önayak olmuştu. Her ne kadar bu antlaşmada Türk azınlıkla ilgili bir hüküm yeralmamışsa da göçlerin arkası önemli ölçüde kesilmişti. Kısa bir süre sonra da (9 Şubat 1934) Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında bölgesel güvenlik kuşağı oluşturmayı amaçlayan Balkan Antantı yürürlüğe sokulmuştu. İkinci Dünya Savaşı, neden olduğu tüm yokluk ve tahribata rağmen, başta Kosova olmak üzere Yugoslavya’da yaşayan Türk azınlığının en mutlu olduğu dönem olarak hatırlanıyor. Zira, bu savaşa kadar Türk azınlığa baskı uygulayanların kendileri, savaş süresince Alman baskısı altına girmişlerdi.

Kosova Türkleri, ilk kez 1951’de Türkçe okulların açılmasıyla asimile edilme korkusunu üzerlerinden atmışlardı. Ancak bu defa tepki, milliyetçi Arnavutlardan gelmişti. Bu tarihe kadar sadece Prizren’de yaklaşık 50.000 Türkün şu veya bu şekilde Arnavutlaştırıldığını, milli kimliğini kaybettiği bilindiği için, bu defa Arnavut baskılarına karşı bir direniş başlatılmıştı. Bu arada Stalin yanlısı Rankoviç’in iktidardaki yükselişinin sürmesi üzerine iki ateş arasında kalan Kosova Türkleri, 1956-57 Yılları arasında Türkiye’ye yönelik bir göç dalgasına kendilerini kaptırmışlardı. Son olaylar öncesinde, Prizren’de toplam Türk nüfusu sadece 10.000 civarında. Geriye kalanlar da Priştine ve diğer kasaba ve köylerde yaşamaktalar. Bugün, Kosova Türkleri, Arnavutlardan ayırdedilmeksizin Sırp katilleri tarafından kitlesel biçimde imha ediliyor. Canlarını kurtarabilenler, başta Arnavutluk, Makedonya, Türkiye, Almanya, Karadağ gibi ülkelerde kurulan mülteci kamplarında yaşama savaşı veriyor. Ölüm ve açlık-hastalık arasında yaşama mücadelesi veren Kosovalılara etnik ya da dinsel açıdan ayrım yaparak yaklaşmak elbette ki insanlığa sığmaz. Ancak, Kosova Türkleri, tüm kamplar taranarak Türkiye’ye getirtilmeli. Parçalanmış aileler Türkiye marifetiyle birleştirilmeli, yaraları sarılmalı. Arnavut mültecilere her türlü insani yardım yapılırken, Türk asıllılara çok daha fazlası yapılmalı. Türk oldukları için 1913’den bu yana büyük acılar ve ıstıraplar çeken Kosovalı soydaşlarımıza, Türk olmanın gururu hissettirilmeli, bunca yıllık ihmalin, unutulmuşluğun tahribatı giderilmeli. Kosova sorunu sona erdikten sonra Arnavutlar memleketlerine gönderilirken, zaten sayıları çok az olan soydaşlarımızın Türk vatandaşlığına alınmasıyla çifte vatandaşlık hakkının sağlanmasına çalışılmalı. İsteyenlerin Kosova’ya dönmesine de -sırf o topraklarda tarihsel kimliğimizin muhafazası için- zorlama olmadan teşvik getirilmeli.

2. Dost Değil, Hasım Bir Ülke Olarak Almanya

Tarih şu gerçeği ortaya koymaktadır: Şovenizme, saldırganlığa, ırkçılığa dayalı milliyetçilikler, asla refah ortamında değil, aksine büyük acıların ve sıkıntıların yaşandığı dönemlerde gelişmektedir. Son olaylarla Arnavut milliyetçiliğinin ivme kazandığı da herkes tarafından bilinmektedir. Kısa vadede Türkiye’yi ya da Kosova Türklerini ilgilendiren bir sorun henüz yok görünüyor. Ancak ya orta ve uzun vadede?!. Özellikle de arkasında Almanya gibi müttefikler (!) varsa...

Bu makale, bilimsel endişelerden uzak bir biçimde, dost görünen, Türk kamuoyunda hâlâ olumlu bir imaja sahip Almanya’nın gerçekte “hasım”, “düşman” bir ülke olduğu gerçeğine dikkat çekmek için yazılmıştır. Almanya’nın pek bilinmeyen profilinin ortaya konulmasına yöneliktir. Bu alanda yazılan uyarı niteliğindeki ilk makale olma gibi bir dezavantaja da sahiptir. Bir bilim adamı titizliğiyle saptanan hususların her biri ile ilgili araştırmaların ve yayınların yapılması, Türk halkının bilinçlendirilmesi ve yöneticilerin bilgilendirilmeleri açısından kaçınılmazdır.

23 Nisan 1999 İtibariyle Almanya’daki mülteci kamplarındaki Arnavutların sayısı, Türkiye’dekinin yaklaşık ikibuçuk katıdır (yaklaşık 9.900 kişi). Alman İstihbarat Servisi BND, bugüne kadar kullandıklarının yanısıra, bunların ve daha geleceklerin içinden “çengel” atacağı Arnavutları hiç şüphe yok ki yetiştirecektir. Bu bir kehanet ya da tahmin olmanın ötesinde gerçektir. 1960’lı yıllarda, Türkiye’den Almanya’ya giden işçilerimiz arasında, “keko”, “Çerkez”, “Pomak”, “Boşnak”, “Arnavut”, “Laz” vb. kökenli vatandaşlarımızla, Marksist-Siyasal İslamcı-Ümmetçi-Tarikatçı ve de Mezhepçi vatandaşlarımız arasında “çengel” atılanların sayısı hiç de az değildir. Kamuoyumuz tarafından hiç bilinmeyen bir örnek vermek gerekirse, BND ilişkili bir akademisyen olan Dr. Wolfgang Feurstein, 1960’lı yılların başından itibaren Lazların ayrı bir ulus olduğu gerekçesiyle BND bünyesinde bir birim oluşturmuştur. Bu birim, önce masum bir biçimde, Karadenizli işçilerimiz arasından “Kaşkar Kültür Halkası” teorisine taraftar bulmaya çalışmıştır. Sıra, lazca alfabenin hazırlanmasına, sonra da bu alfabe ile yazılmış ders kitaplarının basımına ve dağıtımına gelmiştir. Lazcanın bağımsız ve yeterli bir dil haline dönüştürülmesi için akademik nitelikli çalışmalar yapılmış ve tüm yayınlar, folklorik nitelikteki periyodikler dahil, başlangıçta gazeteci, akademisyen ve turist kimlikli BND elemanlarının bavullarındaTürkiye’ye sokularak hedef bölgeye ulaştırılmıştır. Ancak, Feurstein’in yaklaşık 20 yıl öncesinde Türk makamları tarafından şüpheyle yakalanarak sorgulanması ve bir süre gözaltında tutulmasından sonra, bu iş Almanya’da laz bilinciyle yetiştirilen ikinci jenerasyon işçi çocuklarına havale edilmiştir. BND, sırf güvenlik gerekçesiyle ve Türkiye’yi uyandırmamak amacıyla, uzun yıllar bu tür yayınları posta yerine güvenilir kuryelerle bölgeye göndermeyi yeğlemektedir. BND’nin finanse edilmesi ile Türkiye’de 1994’ün ilk aylarında çıkarılan Türkçe-Lazca OGNİ adlı gazetenin mahkeme kararı ile kapatılması ve editörünün gözaltına alınması olayı ile 1992’de İstanbul Üniversitesi’nde aşırı sol örgütlere mensup öğrencilerin bir boykot eyleminde lazca yazılmış afiş asılması olayı, Alman medyasında Türkiye aleyhine defalarca kullanılmıştır. Bugün Alman üniversitelerinde laz kürsüleri mevcuttur. Nitekim, Yunanistan’da da laz kimliğini kabul eden yaklaşık 300 Türk vatandaşının burslu olarak üniversite eğitimi aldığına ilişkin duyumlar gelmektedir.

Almanya’nın Türkiye düşmanı ayrılıkçı kekoçü örgütlere, tüm şeriatçı tarikat ve radikal gruplara, Dev-Yol, TİKKO gibi terörist marksist örgütlere sağladığı akılalmaz boyutlardaki destek, hiç şüphe yok ki güvenlik birimlerimizin ve Dışişlerimizin bilgileri dahilindedir. Sağı-solu ve bölcüsüyle Almanya’nın kucak açarak destek verdiği, her ay mülteci-sosyal yardımı adı altında yüzmilyonlarca Mark ödediği bu vatan hainlerinden BND’nin beklediği ve talep ettiği tek hizmet, belli günlerde Türkiye Büyükelçiliği, Konsoloslukları, T.H.Y. ve Turizm Büroları önünde Türkiye aleyhine slogan attırmak; bu görüntüleri medyada kullanarak Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturmaktır. Bir de olası bir gelişmeye karşı bu sürüyü “tetikçi” olarak kullanmaktır. Nedendir bilinmez, sokaktaki sade Türk insanı, Almanya’nın bu yönlerini hiç bilmez... Sadece Almanya mı?!. Elbette ki hayır!.. Abdullah Öcalan örneğinde görüldüğü gibi İtalya’nın, İskandinav ülkelerinin, İsviçre’nin, İngiltere’nin, Romanya’nın ve daha neredeyse bütün Avrupa ülkelerinin aynı senaryoyu sahnelediklerini bizim insanımız bilmez, çünkü devletimiz tarafından bilgilendirilmez...


SOMUT ÖNERİLER:

1. Türkiye’de geçmişi Teşkilât-ı Mahsusa’ya dayanan Milli Merkez yapılanması yeniden canlandırılarak “Kosova Milli Merkezi” kurulmalıdır. Aynı şekilde, Kosova sorununu yurt içinde ve dışında savunacak sivil toplum örgütleri (dernek ve vakıf) yeterli sayıda oluşturulmalıdır. Gerek Kosova Milli Merkezi ve gerekse ilgili sivil toplum örgütlerinin yönetimi, A.B.D., Almanya, İngiltere, İsrail modellerine uygun biçimde profesyonellere bırakılmalıdır (amatörlere değil). Sorunun başından itibaren içinde yeralan Almanya’nın bu alanda NGO sıkıntısı bulunmamaktadır. A.B.D. ise, NGO oluşturulmasındaki sorununu yakın bir geçmişte çözümlemiştir (AFP Ajansının 31 Mart 1999 tarihli haber bülteninde, Başkan Bill Clinton’ın Beyazsaray’da “National Albanian-American Council” Başkanı Avni Mustafaj ile 15 dakika süren bir toplantı yaptığı ve bu toplantıyı Beyazsaray Sözcüsü David Leavy’nin de deklare ettiği belirtilmektedir).

2. 12 Eylül öncesinde “halklara özgürlük” sloganı kapsamında yeralan “Türkiye’deki Arnavutlara kendi dillerinde eğitim ve mahkemelerde savunma hakkı” söylemlerinin biraz farklısı, Kosovalı Arnavutların ılımlı lideri İbrahim Rugova tarafından Hürriyet Gazetesi yazarı Sayın Ferai Tınç’a ifade edilmiştir. Kosova olaylarından çok önce Rugova, Tınç’a Türkiye’de beş milyondan fazla Arnavut’un bulunduğunu söyleyerek “Arnavutça eğitim talebinde bulunuruz. Bu demokratik bir hak” demiştir. Türkiye’nin ileride Batı destekli bu tür taleplere karşı hazırlıklı olması ve kaynağa anında müdahalede bulunması zorunludur.

3. Türkiye ayrılıkçı nitelikte bir Arnavut milliyetçiliği hareketine karşı güvenlik önlemlerini şimdiden belirlemelidir. Türkiye’de yaşayan Arnavut kökenli vatandaşlarımız bugüne kadar Türkiye Devletine bağlı kalmışlardır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğunda da bu bağlılıklarını sürdürürlerken, özellikle Balkan Savaşı’nda Kumanova’da Sırbistan Ordusuna karşı savaşan Türk Birliklerinin, tüm Arnavutlar arasında küçük bir oran olan ayrılıkçılar tarafından nasıl arkadan vuruldukları da, keza bu ihanetin tüm Balkan savaşının seyrini nasıl değiştirdiği de bir anekdot olarak hatırlardan çıkarılmamalıdır. Her zaman yeni yeni Esat Toptanilerin var olabileceği dikkate alınmalıdır.

4. Kosova Türkleri Türk Devletinin salt himayesine alınmalıdır. Bunun için projeler üretilmeli; sonuçları yakından takip edilmelidir. Türkiye, Yugoslavya ile bundan sonraki ilişkilerinde, Niş başta olmak üzere Yugoslavya’nın doğusunda yaşayan Türk azınlığını da dikkate almalıdır.

5. Almanya’nın salt bir hasım devlet olduğu gerçeğinden hareketle, güncel gelişmelere kolaylıkla adapte ettirilebilen esnek misilleme stratejileri belirlenmelidir. Almanya, Balkanlarda karşımızdadır. İran’a her açıdan destek vermektedir. Bu ülkedeki nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan ve temel insan haklarından mahrum edilen Azeri Türklerinin, Türkmenlerin, Karapapakların ve benzeri Türk azınlıklarının karşısındadır. Aynı şekilde, Doğu Türkistan Türklerine karşı Çin’e destek vermektedir. Keza, Orta Asya’da müttefik olarak kendisini Türk kabul etmeyen, Yunanistan’la Askeri Savunma Antlaşması imzalayan Özbekistan Cumhurbaşkanı İslâm Kerimov’u seçmiştir. Kısaca, Türkiye’nin çıkarları ile Almanya’nın çıkarları her yerde çatışma durumundadır. Almanya, diğer taraftan Türkiye’nin kendisine işçi vatandaşlarını kullanarak olası misilleme yapmasına karşı önlemini çoktan almıştır. Yıllar önce, “Türk işçileri tasarruflarını Alman bankalarından aynı gün çeksinler” yolundaki çağrıları değerlendiren Almanya, Türk işçileri arasındaki ideolojik-etnik ve dinsel ayrılıkları mükemmel biçimde derinleştirmiş; işçi kuruluşlarını provoke ederek birbirine düşürmüştür. BND’in bu yoldaki en büyük başarısı, Ermeni ve keko sorunu ile ilgili olarak Türkiye’nin yanında yer alan en etkili örgüt olarak bilinen Avrupa Türk Dernekleri Federasyonu’nu pasifize etmek olmuştur. Bugün bu örgütün yöneticileri olan eski ülkücüler, siyasal islamcılığın şemsiyesi altına girip, Milli Görüşçülerle, Kaplancılarla, Hizbulllahçılarla omuz omuza “Ya Allah Bismillah” sloganı atarak BND’ye hizmet sunmaktadırlar.

6. Türkiye, tıpkı Almanya’da ve diğer Batılı müttefiklerimizin biçtiği modele uygun olarak “İnsan Hakları Dernekleri”ni kurmak ve etkinliğini arttırmak zorundadır. Ülkemizdeki mevcut dernek, insan hakkı kavramını P.K.K.’lı teröristlerin hakkı olarak algılamakta; mevcut yasalara göre izin almadan uluslararası kuruluşlarla ve Türkiye aleyhine işbirliği yapmaktadır. Bu derneğin tasfiyesi, hukuka göre gereklidir, kapatılmaması ise Cumhuriyet Savcılarının ihmalidir. İnsan haklarına en fazla önem veren -başta Almanya olmak üzere- ülkelerin insan haklarına yönelik sivil toplum örgütlerinin yapılanması esas alınmalıdır. Bu cümleden, Türkiye’de devlet eliyle resmen oluşturulan ancak birkaçı dışında üyelerinin devlet bilincine ve sorumluluğuna sahip olup olmadığı tartışılan “İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu”nun gereği de kalmamaktadır. Zaten, Avrupa’da devlet eliyle resmen kurulan oluşumlara önem verilmemektedir. “ Derin Devlet” olgusunun var olduğu Batılı ülkelerde, insan haklarını savunan sivil toplum örgütleri, kendi devletinin uygulamaları dışında sadece hedef hasım ülkelerin uygulamalarını eleştirmektedir. Özetle, A.B.D., İngiltere, Almanya gibi ülkelere kendi silâhları ile karşılık vermenin zamanı çoktan gelmiştir, geçmektedir...

7. Türkiye, dıştan gelen baskı ve müdahalelere karşı hazırlıklı olmak üzere, üniversitelerin, Ticaret ve Sanayi Odaları ve Borsaları Birliği’nin, T.S.K.’nin ve ilgili kurum ve kuruluşların en üst düzeyde temsilcilerinin yeralacağı “Kriz Koordinasyon Merkezleri” oluşturmalıdır. Akademik toplantılardan, resmen ilân edilmeyen ticari ambargolara, imza kampanyalarına, kontrollü nümayişlere kadar her türlü önlem bu merkezlerde karara bağlanıp uygulanmalıdır. En basitinden, İtalya örneğinde görüldüğü gibi, Türkiye ile iş yapan firmalar, çıkarları uğruna Türkiye adına lobicilik yapabilmekte, hükûmetlerini sallayabilmektedir.

8. Türk Devleti, önüne her an çıkarılan ve sırada bekleyen etnik ve mezhepsel sorunlarla ilgili olarak farklı dillerde konferans verebilecek; kitaplar yazabilecek ve hatta hasım ülkelerin etnik ve dinsel sorunlarını takip, özellikle insan hakları ihlalleri konusunda sorgulayacak düzeyde iyi yetiştirilmiş akademisyen kadrosuna sahip olmak mecburiyetindedir. A.B.D., Almanya ve İngiltere’nin gücü buradan gelmektedir. Türkiye her türlü dış baskı ve müdahaleye karşı hazırda beklemek; sonra da karşılığını vermek durumundadır.

Atatürk Türkiye’si, 2000 Yılına girerken, çıkarlarına ve onuruna sahip çıkmak; “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!..” özdeyişini hayata geçirmek zorundadır...

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Türk Ulusçuluğu ve Altı Ok / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:43

Türk Ulusçuluğu ve Altı Ok / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Türk Ulusçuluğu ve Altı Ok

Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını Türk Ulusu olarak kabul eder. Ulus-Devlet yapılanması içinde "Türkiye Halkları" kavramına asla yer vermez.

Türkiye'deki sağ kesim, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700. Yıldönümünü, Cumhuriyete alternatif bir model içeriği içinde kutlamakla, Türklük bilincinden ne ölçüde yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlı Devleti, 622 yıllık bir geçmişiyle, olumlu ve olumsuz yönleriyle elbette ki biz Türklerin devletidir. Ancak nasıl bir Türk sağıdır ki, Türk ulusçuluğu yerine "Osmanlı ulusçuluğunu", Türk dili yerine "Osmanlıcayı", "Türk Edebiyatı" yerine "Divan Edebiyatını", Türk Kültürü yerine "Osmanlı Kültürünü" alternatif olarak ortaya çıkaran ve geliştiren; yönetici sınıfının yetiştirildiği "Enderun"a Türkleri kabul etmeyen; "etrak-ı biidrak" (algılamasız Türkler) biçimindeki hakaretamiz söylemlere tepki göstermeyen; bir başka ifadeyle, üst kültür kimliği olarak Türklüğü reddeden bir imparatorluğu model olarak, hem de 21. Yüzyıla girmekte olduğumuz şu sıralarda -gıpta ve özlemle- önerebilirler? Kaldı ki, geriye dönüşün asla mümkün olmadığı, değişimin kendisinden gayri herşeyin değiştiği bir dönemde, bu kesimin, muhafazakârlığın yanısıra Türk ulusçuluğuna sahip çıkmaları ise apayrı bir çelişkidir.

Tarihe damgasını vurmuş olan İngiltere Fransa, Rusya gibi devletlere bakıldığında, "ulus-devlet" yapılanmasının tüm karakteristikleri görülür. Örneğin, İngiltere için, yalnızca "İngiliz dili, İngiliz edebiyatı, İngiliz kültürü, üzerinde güneş batmayan İngiliz devleti ideali" esas kabul edilirken; İngiliz ulusçuluğunun temelleri de işte bu esaslara dayanmıştır. Türk ulusçuluğunun -toplumsal, kültürel ve siyasal alanlarrda- ortaya çıkışının sözkonusu devletlere oranla çok geç tarihlere rastlaması, Osmanlı Devleti'nin üst kültür kimliği olarak "Türklük" yerine yapay bir kavram olan "Osmanlılık"ı kabul etmesi yüzündendir. Avrupa'daki imparatorlukların yanısıra, 1789 Fransız İhtilâlinden hemen sonra tüm Avrupa'yı ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkları içine alan ulusçuluk hareketinden Türklerin de etkilenmesi, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren sözkonusu olmuştur. Harbiye kökenli Süleyman Paşa (Şıpka Kahramanı) ve Bursalı Tahir Beyin yanısıra, tarih ve edebiyat alanında Türklük bilincini işleyen eserler veren aydınlarımız arasında Veled Çelebi, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Mustafa Celâleddin Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Suavi, Şemsettin Sami, Ahmet Mithat Efendi, Necip Asım, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Necip Türkçü, Fuad Köse Raif, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Mehmet Emin Yurdakul vd. yer almıştır. Batıdaki ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkların aşırı milliyetçiliklerine tepki olsa gerek, yukarıda adları yazılı aydınlarımızın bazıları Arnavut, Polonyalı, keko, Çerkez kökenli olsalar bile, olması gereken siyasal bilinçle alt kültür kimlikleri yerine üst kültür kimliği olan Türklüğün gelişimi için tüm mesailerini sarfetmişlerdir. Ayrıca, başta Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi gibi Rusya kökenli Türkçüler de Türklük bilincinin verilmesinde önemli rol oynamışlardır.

Türk ulusçuluğunun siyasal bir hareket olarak ortaya çıkması, İttihat ve Terakki döneminde sözkonusu olmuştur. Türk toplumunun ümmet aşamasından ulus aşamasına geçiş sürecini hızlandırmak için özel yasalar çıkaran ve peşpeşe çağdaş nitelikte bazı devrimler (kadınlara eğitim ve çalışma hakkı, takvim, ölçü vb. alanlarda batı standartlarını esas alma, alfabeyi basitleştirme gibi) gerçekleştiren İttihatçılar, nerede durmaları gerektiğini kestiremediklerinden, turancılık gibi sonu belirsiz bir ham hayalin peşinden koşma konumuna gelmişlerdir. Türk toplumu, o dönemin mazur görülebilecek koşullarında bile ulusçuluğun siyasallaştırılmasının tehlikesi ile ilk defa İttihat ve Terakki döneminde tanışmıştır.

Mondros Mütarekesi'nden sonra "Misak-ı Milli" ile ifadesini bulan ve matematiksel gerçekçiliği ön plana çıkaran Türk ulusçuluğunun Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki yansımaları, "kuvayı milliye" hareketi ile eyleme dönüşüp, "tam bağımsızlık", "ulusal egemenlik" gibi amaçlara yönelik olarak gelişmiştir. Mudanya Mütarekesi'nden sonra başlayan ilk siyasal devrimler sonucunda saltanat, hilâfet gibi Türk Toplumunun sırtındaki safraların atılması; Cumhuriyetin ilânı; laik hukuk sisteminin en önemli adımı olarak Tevhid-i Tedrisat yasasının kabulü ile eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve arkasından gelen diğer devrimler, Türk ulusculuğunun genel çerçevesini belirlemiştir. Böylece, Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, o dönemde tüm Avrupa'da varlığını hissettiren saldırgan (irredantist) ve şoven tipi ulusçuluk anlayışlarının tamamiyle dışında evrensel-hümanist boyutları yakalayan, Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun bir ilkeye dönüşmüştür.


ATATÜRK'E GÖRE TÜRK ULUSÇULUĞU

Atatürkçülüğün altı ilkesinden, bir başka ifadeyle Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin Programını oluşturan Altı Ok'tan biri olan ulusçuluk:

Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını TÜRK ULUSU olarak kabul eder. Ulus-Devlet yapılanması içinde "Türkiye Halkları" kavramına asla yer vermez. Devletin resmi dili Türkçedir, dini yoktur, bir tek Başkent vardır, Cumhuriyetle yönetilir. Anayasada ifadesini bulmuş bu temel yapının değiştirilmesi bile önerilemez. Laik hukuk sistemi içinde dini, mezhebi, inancı, etnik kökeni ne olursa olsun, ülkede yaşayan herkes Türktür. Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı içinde ifade edilen "Ne mutlu Türküm diyene!" sloganı, ulusu oluşturan bireylerin ille Türk soyu ve kökeninden gelmesi gerektiğini değil, genellikle Türk soyu ve kökeninden geldiklerine işaret eder. Devletin, eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde ülkede yaşayan tüm vatandaşları Türklük üst kültür kimliği içinde bütünleştirmesi, Atatürk'ün ulusçuluk anlayışının özünü oluşturur. Devletin bu bütüncül yaklaşımına rağmen, alt kültür ulusçuluğu güderek kendisini Türk kabul etmeyenlerin sorunu ise kendilerini ve bir de yasaları ilgilendirir. Türkiye'nin "yumuşak karın" bölgesi olarak nitelendirilen etnik ve mezhepsel farklılıklar, yaklaşık 200 yıldır "Şark Meselesi" adı altında Batılı emperyalist devletler ve Rusya tarafından sürekli gündemde tutulduğu ve sık sık kaşındığı için, Atatürk, Lozan Barış Antlaşması'nda kabul ettirdiği hükümlerle bu konuda duyarlılığını gösterir ve asla ödün vermez. Türk Devleti, Türklük bilincini esas alır; etnik ve dinsel ayrımcılığa dayalı çifte standartlı politikaları reddeder. Faşizm ya da ırkçılık boyutunda ulusçuluğu reddederken de, kendini Türk kabul etmeyenlerin; Türkçe dışında başka resmi dil kabul ettirmeye çalışanların; ülke toprakları içinde başka bir devlet tesis ederek başka başkent yaratmaya çalışanların; tüm bu ayrılıkçı-bölücü amaçlar doğrultusunda kamu düzenine karşı ayaklananların kısaca PKK örneğinde görüldüğü gibi keko faşizmini ve şovenizmini savunanların, Türk Devleti'ni parçalamada, Anayasal düzenini ortadan kaldırmada asla haklı ve özgür olamayacaklarını hukuk kuralları içinde öngörür.

Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, LAİKLİK, CUMHURİYETÇİLİK, DEVLETÇİLİK, DEVRİMCİLİK ve HALKÇILIK ilkeleri ile özdeştir, bir bütündür. Bu ilkelerin biri ya da birkaçı yok sayılarak Atatürk ulusçuluğu tanımlanamaz, savunulamaz. Örneğin, laiklik ilkesinin geçerli olmadığı bir düzende ulusçuluk kesinlikle olanaksızdır. Türk Toplumu için siyasal islâmcılığa hayat hakkı veren bir anlayışla ulusçuluk anlayışının birlikte telâffuzu düşünülemezken, "milliyetçi-muhafazakârlık" gibi ucube bir terminolojinin siyasal hayatımızda ve hem de en yaygın bir biçimde kullanılması garip bir çelişkidir. Ümmetten ulus aşamasına geçiş, sadece siyasal değil sosyolojik bir gereklilik ve gerçekliktir. Yeniden ümmet aşamasına dönmeyi istemek; siyasal otorite önünde birey olmaktan vazgeçerek kulluğu kabullenmek irticaın, gericiliğin ta kendisidir.. Dinin toplum için gerekliliği ayrı bir olgu ve tartışma konusudur. Ulusal birliğin, ulus-devlet olmanın en önemli koşullarından biri, hukukta birliğin sağlanmasıdır. Azınlıklara ilişkin hukukun yanısıra her mezhep için ayrı hukuk uygulamanın faturasını Türk Toplumu Osmanlı döneminde en ağır biçimde ödemiştir. Bu açıdan Atatürk, sadece sosyolojik gerekçeyle değil, hukuksal ve siyasal gerekçelerle de Türk ulusçuluğunu ön plana çıkarmıştır. Bunu yaparken de, Araplar arasında ortaya çıkmış ancak günümüzde anlam ve önemini yitirmiş ihtilâflara dayalı mezhep ayrılıklarını hiç ama hiç dikkate almamıştır. Kur'an-ı Kerim'i geri plana atarak İslamiyeti sahtekâr muhadislerin kaleme aldıkları sahte hadislere, Ortaçağın Arap gelenek ve göreneklerine, birtakım cahil ve yetersiz ilâhiyatçıların -belki o dönemin koşullarında değerlendirilebilecek- fetvalarına, içtihatlarına dayandıran; dini ekonomik ya da siyasal kendi çıkarlarına hizmet için kullanan din tüccarlarına kesinlikle ödün vermemiştir. Bir yandan sünni şeriatçılığın devlet mekanizmasından bütünüyle sökülüp atılması için devrimler gerçekleştiren Atatürk, diğer yandan bin küsur yıl önce bazı Arapların yine bazı Arapları vahşice öldürmesinin kinini ve hatta kan davasını sürdürmesinin Türklere düşmediğinin bilinci içinde aleviliğe yaklaşmıştır. Mezhepsel farklılıkların siyasallaştırılmasının Türk ulusculuğu önünde en önemli engellerden biri olarak kabul eden Atatürk, tıpkı etnik farklılıklar gibi mezhepsel farklılıkları da, üst kültür kimliği olan Türklük bilinci içinde kaynaştırmayı hedeflemiştir.

Aynı şekilde, DEVLETÇİLİK ilkesinin dikkate alınmadığı bir Türk ulusçuluğundan söz etmek, emperyalizme teslim olmakla, tam bağımsızlıktan vazgeçmekle eşanlamlıdır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan katılımcı demokrasiyi, hakça bölüşümü, nimet ve fırsat eşitliğini öngören, sınıf kavgasını reddeden HALKÇILIK ilkesini içermeyen bir ulusçuluğu düşünülemez. Bir yandan ulusçuluğa karşı bir proleterya diktatörlüğünü savunup diğer yandan Atatürk ulusçuluğunu savunur görünmek nasıl bir ideolojik çelişki ya da popüler deyimle "takiyye" ise, CUMHURİYETİ savunur görünüp bir İslâm Cumhuriyeti önermek de bir başka çelişkidir. En yüzeysel tanımıyla Türk ulusçuluğu, "Türk ulusunu daha ileriye götürmekse", bu ancak DEVRİMCİ olmakla olanaklıdır. Her şeyin değişim halinde olduğunu kabullenmemek, bu değişime ayak uyduramamak, emperyalizme yem olmakla, bağımsızlıktan vazgeçmekle eşanlamlıdır. Statükoculuğu, hatta daha da gerideki değerlerin günümüzde de aynen yaşatılmasını öngören muhafazakârlığın Türk ulusçuluğu ile birlikte anılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Devrimci olmayan bir ulusçuluğun Türk Toplumunu ileriye götürmeyeceği açık bir gerçektir.

Atatürk'e göre Türk ulusçuluğu, etnik kökene ya da dinsel inançlara dayandırılamaz. Bu açıdan O, Gobineau, Hitler ve Mussolini'nin ulusçuluk anlayışlarını kökten reddetmiştir. Üstün ırk teorisine bir paçavra kadar bile değer vermemiştir. Ancak, Türk ırkçılığını reddederken de, Türk üst kimliğini reddederek ülke topraklarının bir bölümü üzerinde ayrı bir devlet kurma girişiminde bulunan ayrılıkçı ırkçılara da hoşgörü göstermemiştir. Milli Mücadele döneminde ve sonrasında çıkan bölücü ayaklanmalara karşı izlediği politika, O'nun bu alandaki kararlılığının ölçütüdür. Ulusçuluğun siyasallaştırılmasının en az dinin siyasallaştırılması kadar tehlikeli olacağını bildiği içindir ki, bir örnek oluşturmak üzere 1931 yılında Türk Ocakları'nı kapatmıştır. Ulusçuluk üzerine politika yapan, ekonomik ya da siyasal rant elde eden; turancılık söylemleriyle, bir başka ifadeyle boşboğazlık yaparak Türkiye'nin dışpolitikasını zora sokan bu kuruluş yerine, halk eğitimini tüm boyutları ile üstlenen; okuma-yazma ve beceri kursları açan; tarama dergilerine malzeme toplayan; etnografik anlamda çalışmalar yapan; halk müziği derleme çalışmalarını teşvik eden Halkevleri'ni kurdurmuştur. Türk ulusçuluğunun doğuş ve gelişimi aşamasında çok önemli tarihsel işlevi olan Türk Ocakları'nın bugün fethullahçıların güdümünde bulunması, Atatürk'ün ilerigörüşlülüğünün önemli bir tezahürü olsa gerekir.


ATATÜRK VE YAPAY ULUSÇULUK

Atatürk, ulusçuluk ilkesinin tanımını ve çerçevesini net bir biçimde ve defalarca, hem de yoruma meydan bırakmayacak ölçüde ortaya koymuştur. Ancak, etnik, dinsel ya da ideolojik sorunları olan kimi aydınlar, işlerine geldiğince adeta cımbızla seçtikleri bir ya da iki cümle ile Atatürkçülüğü saptırma gayretlerini bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Örneğin, Atatürk'e izafe edilen "Türk Milleti daha fazla dindar olmaya mecburdur" cümlesi, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı olan şeriatçı çevrelerin en çok kullandıkları "takiyye" cümlesi olarak seçilmiştir. Türkiye'deki başta ayrılıkçı keko hareketi olmak üzere, her türlü terörist örgüt eylemine, etnik-sosyalist faşizme karşı net bir tepki ortaya koymayan, kınayamayan bazı aydınlarımız da, Atatürk ulusçuluğunun "TÜRK" olan adını yok saymakta, Türkiye'yi etnik bir mozaike benzeterek yapay bir alternatif "Türkiye ulusçuluğu", yapay bir alternatif "Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene" sloganı oluşturma çabalarını kesintisiz devam ettirmişlerdir. Bir başka ifadeyle, Osmanlı'nın etnik kimlik konusundaki yanlışlarını -sırf kendi etnik, dinsel-mezhepsel ve ideolojik sorunları nedeniyle- sürdürmeye çalışan bu aydınlar, şeriatçı, marksist ve bölücü yelpazede kendilerine yer bulmuşlardır. Yedi ayrı etnik grubun yaşadığı Fransa'da, üç ayrı etnik grubun yaşadığı İngiltere'de, yüzün üzerinde etnik grubun yaşadığı Rusya'da, hem de yüzyıllardan bugüne Fransız, İngiliz, Rus ulusçuluğu yaşatılırken; bin yılı aşkın bir süredir, çeşitli kavimlerin geçiş yolu olmuş ama sonuçta bin yılı aşkın süredir Türklere vatan olan, Türk devletlerine sahne olan Türkiye topraklarında hem de çoğunluk halinde yaşayan Türklere ulusçuluk yapma hakkını, ulus adını kullanma hakkını çok görmek ne ölçüde tarihsel gerçeklerle bağdaşır ki?!. İşte bu çelişkiye daha 1920'lerde dikkat çekmeye başlayan Atatürk, dünya tarihinde hiçbir devlet kurucusunun yapmadığı ölçüde, kurduğu devletin sahiplerinin adını, dolayısıyla ulusun adını -hem de olağanüstü tanımlarla- ortaya koymuştur.

İşte, bilinen bu tanımlara ayrıca açıklık getiren bazı sözleri:

"Bu memleket tarihte Türk'tü, bugün Türk'tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır."

"Benim hayatta yegâne onur kaynağım, servetim, Türklük'ten başka bir şey değildir."

"Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur."

"Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlıbaşına bağımsız kimliğini korumaktır."

"Türklük esastır. Bu varlığı, tarih içinde araştırmak, birbirine bağlı bir tarih içinde tespit edilecek Türk medeniyeti ile öğünmek, yerinde olur. Fakat, bu öğünmeye lâyık olmak için, bugün çalışmak lâzımdır. Her alanda, özellikle medeniyet dünyasına eser vermek için çalışkan olmayı hedef tutmak lâzımdır."

"Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir eşsiz varlığın yüksek görüntüsüne, yüksek sahne oldu. Bu sahne en aşağı 7000 senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından önce korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir."

"Anasının ve babasının asilliği ile iftihar eden Teodoz, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Atilla'ya barış müzakeresinden önce sormuş: "Siz hangi asil ailedensiniz?" Atilla da ona cevap vermiş: "Ben asil bir milletin evlâdıyım". İşte benim cevabım da size budur."

"Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü şu olmalıdır: "Benim Türk milletine, Türk Cumhuriyetine, Türklüğün geleceğine ait görevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz". Bu sözler, bir kişinin değil, Türk ulusunun duygusunun ifadesidir. Bunu her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere devamlı tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk ulusunun nefesinin sönmeyeceğini, onun sonsuz olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk, senin için yüksekliğin sınırı yoktur. İşte parola budur."

"Biz milliyet fikirlerini uygulamada çok gecikmiş ve çok ihmal etmiş bir milletiz. Bunun zararlarını daha fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet teorisinin, milliyet idealinin yok olmasına çalışan teorinin dünya üzerinde uygulanma imkânı bulunamamıştır. Çünkü, tarih, olaylar ve gözlemler, insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin egemen olduğunu göstermiştir. Ve milliyet prensibi, aleyhindeki büyük çapta gerçek tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği, kuvvetle yaşadığı görülmektedir."

"Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır."

"Bugünkü Türk milleti siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta lazlık fikri veya boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin bu keyfi idare devirlerinin sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç gerici, beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir etki meydana getirmemiştir.. Çünkü bu milletin fertleri de, genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar... Bugün içimizde bulunan Hristiyan, Musevi vatandaşlar, kader ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözü ile bakmak; medeni Türk Milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi?"

"Diyarbakırlı, Van'lı, Erzurum'lu, Trabzon'lu, İstanbul'lu, Trakya'lı ve Makedonya'lı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır."

"Siyasi varlığımızın dışında, başka ülkelerde, başka siyasi gruplarla isteyerek veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, kök birliğine sahip ve hatta yakın, uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk toplulukları vardır. Tarihin bin bir olayının sonucu olan bu durum, Türk milletinin tarihen ve ilmen oluşmasındaki asaleti, dayanışmayı asla bozamaz."

"Türk milleti Kurtuluş Savaşından beri, hattâ bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık dâvalariyle ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına ilgisiz davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet dâvası şuursuz ve ölçüsüz bir dâva şeklinde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet dâvası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ideal meselesidir. Şuurlu ideal demek pozitif bilimlere, bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde, propagandalarda denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve öncelikleri mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük dâvasını böyle bir uygun ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz."

"Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir.... Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti, milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müsbet ilimdir.... Büyük Türk milleti, onbeş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde başarı vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin, hiçbirinde milletimin, hakkımdaki güvenini sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı inanç ve kesinlikle söylüyorum ki, milli ideale tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni dünya, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni niteliği ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk milleti, sonsuza akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!.."


ATATÜRK SONRASI "ALTI OK" VE ULUSÇULUK

Atatürk'ten sonra, O'nun Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkeleri olarak miras bıraktığı "Altı Ok"tan önce ulusçuluğun kırıldığını görüyoruz. ABD'li strateji uzmanlarınca, 1946'da Sovyetler Birliği'nin sıcak denizlere inmesini önlemek için ortaya atılan "yeşil kuşak" teorisinin bir sonucu olarak, ılımlı islâmcılık ve de ulusçuluk, Demokrat Parti ve daha sonra gelen sağ partilerce benimsenmiştir. Laikliğin önemli ölçüde tahrip edildiği Demokrat Parti dönemi, ekonomik açıdan getirileri tartışılmakla beraber, laikliği öngören devrim yasalarının çiğnendiği, şeriatın hortlatıldığı kara bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır. Ümmetçilikle ulusçuluğun birbirini net bir biçimde yadsıyan kavramlar olmasına rağmen, özellikle nurcular, popülist ve ikiyüzlü bir yaklaşımla ulusçuluğa da sahip çıkmışlardır. Bu dönemle birlikte, "müslümanlık", "ulusçuluk" ve "antikomünistlik" kavramları, politik bir çıkar-sömürü söylemleri olarak sağ kesimin tekelinde kalmıştır.

Atatürk'ün mirası olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı oku, ABD destekli sağ partilere tepki bağlamında oluşturulan -tutarsız ve dayanaksız- alternatif günlük politikalar nedeniyle giderek aşınmaya başlamıştır. Sonuçta, son genel seçimlerde TBMM dışında kalan CHP'nin, neden bu hale düşüldüğü, Atatürk'ün bu saygın mirasının nasıl harcandığı konusunda bir özeleştiriye bile gitmediği görülmüştür. Kendi içinde, özellikle Genel Kurulları'nda, hezimetin nedenleri ve sonuçları üzerinde demokratik tartışma zemini oluşturulacağı yerde, kamuoyuna anlamsız hizip kavgalarının yaşandığı, sandalyelerin havada uçuştuğu bir görüntü verilmiştir. İşte resmen ifade edilmese de özde yaşanan sıkıntılar:

CHP, bırakın Türk halkının, Türk solunun bile partisi olmaktan çıkmıştır. Bu partide etkili bir politika yapabilmeniz için ağırlıklı olarak ya "keko" ya "Alevi" ya da "Karadenizli" gruplardan birine dahil olmanız gerekmektedir. Sünni kesim içindeki şeriatçılardan nefret eden, Türklük bilincine sahip, alt kültür kimliğini faşist çerçevede savunmayan, bölgecilik gibi ilkellikleri reddeden CHP'lilerin fazla bir şansı yoktur. II. Cumhuriyetçilerle, CHP yöneticilerinin Türklük bilincine yaklaşımları arasında hiçbir fark kalmamıştır. kekoçü bölücülüğe tepki göstermeyen, hatta Türkiye'deki "halkların" kendi dillerinde eğitim hakkını savunarak Atatürk'ün kurduğu ulus-devletin temeline dinamit koyan bu partinin kimi yöneticilerine göre, Türk ulusçuluğu, kabul edilemez bir faşistliktir. Bunun için "Türk" adının yeralmadığı yapay bir ulusçuluğu savunur görünmeyi yeğlemektedirler.

Atatürk'ün sınırlarını çizdiği, akıla, mantığa, Türkiye'nin gerçeklerine uygun; evrensel değerleri içeren Türk ulusçuluğunu reddederek altı okun birini kıran CHP, aynı zamanda devlete sahiplenme olgu ve zorunluluğunu da redddetmiştir. Siyasal iktidar ve devlete karşı ebedi muhalefet görüntüsünü ve fonksiyonunu kabul etmiş görünen CHP, kabul edilmesi olanaksız bir aşağılık kompleksi ile, tıpkı Türk ulusçuluğunu ümmetçi sağa kaptırdığı gibi, devlet yerine, devlete karşı olan unsurlara sahip çıkmayı yeğlemiştir. Tipik bir örnek olarak, "insan hakları", "işkenceye karşı çıkmak" gibi evrensel değerlere sahip çıkılırken çifte standart izlenmiştir. Örneğin, Türkiye'de bunca yıldır süren terörün kurbanı olan sade vatandaşlarımıza, güvenlik kuvvetlerimize ve ailelerine en küçük ilgi esirgenirken, TİKKO, DHKP-C ve benzeri örgütlerin militanlarına "insan hakları", "işkence" vb. gerekçesiyle sahip çıkılmıştır. Yapılanlar hiç şüphesiz yanlış olmamakla birlikte eksiktir. CHP Türk halkını, Türk Devletini kucaklamakta, bütünleşmekte ciddi uyum sıkıntısı içindedir. Bu "kafa"nın değişmesi, ulusal içerikli yeni politikaların üretilmesi, yeni yaklaşımların belirlenmesi gereklidir...

CHP'nin kırılan altı okundan bir diğeri, laikliktir. CHP, şeriatçı yapılanmalara karşı gerekli mücadeleyi lâyıkınca yapamamıştır. Özellikle fethullahçı kadrolaşmaya karşı, söylemlerin ötesinde hiçbir önlem alamayan CHP'nin kimi yöneticileri, bu yapılanmanın şeyhi ile görüşme yapacak ölçüde gaflet sergilemiştir. Son kaset olayından sonra tüm sağ partilerin ve de DSP'nin fethullahçılara destek vermesine karşılık, TBMM dışında da olsa CHP yönetiminin resmi bir protestosu sözkonusu olmamıştır. Yakın geçmişe bakıldığında, YÖK, İçişleri Bakanlığı, MEB ve benzeri kurum ve kuruluşlardaki şeriatçı kadrolaşmaya karşı koalisyon dönemlerinde bile ciddi bir önlem ve tavır alınamamıştır. Kıyımlara sadece seyirci kalınmıştır. Bu yetersizlik, oy deposu olarak görülen alevi vatandaşlarımıza karşı da sözkonusu olmuştur. Araplaşmamış bir inanç yapısı içinde, binlerce yıllık Türk-Türkmen kültür öğelerini saklayıp günümüze kadar getirebilmiş bir kesimin mensuplarına da hak ettikleri değer ve önem verilmemiştir. Gerek, TBMM çatısı altından yapılan hakaretlere, gerek Sivas'daki dindışı, insanlıkdışı vahşete ve gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı'nda yapılması gerekli eşitlik ve adalete yönelik düzenlemelere yeterli tepki ve ilgi göstermeyen bir CHP, bu kesimdeki Türkleri maalesef sömürmeye devam etmektedir. Aynı sömürü, Atatürk'ün kurduğu devlete ve Cumhuriyet rejimine düşman aşırı sol nitelikli bazı terör örgütlerince de yapılmaktadır. Güvenlik kuvvetleri ile çarpışırken ölen militanların -Türk Bayrağı değil- örgüt flamaları ile Cemevleri'nden kaldırılması, sömürünün bir başka boyutudur. Laikliğin güvencesi olan Alevi Türkleri, bu sömürüden, en az camileri kullanan şeriatçılardan rahatsız olan Sünni Türkleri kadar rahatsız olsa gerekir. Görüldüğü gibi, Türk sözcüğünün başına Alevi-Sünni gibi eklerin getirilmesi yakışmamaktadır, sakil durmaktadır, rahatsız etmektedir. Türklerin kendilerini tanımlamaları için bu tür ayırıcı-bölücü sıfatlara gereksinimi olmadığı apaçık bir gerçektir, gerekliliktir.

CHP, "Uluslararası Tahkim", "AT", "özelleştirme" gibi konularda, altı okun biri olan "devletçiliğe" ve devletçiliğin olmazsa olmaz türünden "tam bağımsızlık" prensibine gereğince önem vermemiştir, vermemektedir. Başta Prof. Dr. Yakup Kepenek, Prof. Dr. Korkut Boratav gibi çok sayıda değerli ekonomisti içinde barındıran CHP'nin, ekonomik sorunlara ve emperyalizme karşı duyarsızlığını anlamak kesinlikle olanaksızdır. Altı okun bir diğeri olan "devrimcilik", Türk toplumunu daima daha ileriye götürecek politikaların üretilmesini öngörmektedir; yoksa, adı devrimci olan ama gerçekte bir yüzyıl öncesinin dogmalarını savunan illegal örgütleri değil. CHP'nin mutlaka bu oku da onarması gerekmektedir. Aynı şekilde, siyasal katılımdaki eşitliği, tam demokrasiyi, sınıf çatışmasını değil toplumsal uzlaşmayı, ulusal gelirin hakça paylaşımını, güçsüz kesimlerin korunmasını öngören "halkçılık" oku da hatırlanmalı ve bu ilkenin yeniden yaşama geçirilmesini sağlayacak politikaların üretilmesi sağlanmalıdır.


SONUÇ:

Görüldüğü gibi, HP'nin dayandığı "Altı Ok"un altısı da kırıktır. CHP, Atatürk'ün kurduğu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ve en köklü partisi olma vasfından uzaklaşmıştır. CHP, içinde bulunduğu ideolojik kimlik bunalımından çıkmak zorundadır. "Altı Ok"un hepsi de evrensel anlamda ve boyutlarda değerini korumaktadır, koruyacaktır da. Bunlardan birini ya da birkaçını yok saymak olanaksızdır. Atatürk'ün altı ilkesi, birbirini tamamlamaktadır, asla ayrı düşünmek, ele almak sözkonusu değildir. Hiçbir hizbin, bu ilkeleri kendi kafalarına göre, kendi ideolojilerinin perspektifinden değiştirme, yorumlama hakkı da bulunmamaktadır. CHP'yi var eden "Altı Ok"u beğenmeyenlerin, geri bulanların gidebilecekleri daha radikal siyasal partiler mevcuttur. Aynı şekilde, Türkiye'de ulus-devlet gerçeğini yadsıyarak bölücülük yapanların da gideceği bir siyasal parti hâlâ vardır. Türk ulusu, tarihi boyunca din ve mezhep kavgalarından çok sıkıntılar çekmiştir. Yeni bir yüzyıla girerken, CHP ve Türkiye, mezhepçilik, bölgecilik gibi ilkel, dışarıdan kullanılmaya ve sömürüye açık hizipçiliği reddetmek, bünyesinden söküp atmak zorundadır. Kavga, lider adaylarının kavgası değildir. Çağdaş, ileri ve aydınlık bir Türkiye'nin yarınlarının kavgasıdır.

Şimdi, yıpranmamış yeni bir liderin yönetimindeki CHP, ya aslına dönerek "Altı Ok"u yeniden benimseyecek ya da altı ayda bir yapılan olağanüstü genel kurullarla kendi içindeki koltuk kavgalarını sürdürecektir. Bu seçim, sadece partinin değil, Türkiye'nin de geleceğini belirleyecektir. Son Fethullah Gülen olayında da görülmüştür ki, Türk siyasal hayatında CHP'siz olmamaktadır...

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Eymür'ün Saldırısı ve Hablemitoğlu'nun Cevabı

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:43

Eymür'ün Saldırısı ve Hablemitoğlu'nun Cevabı

Yeni amiriniz Henri Barkey'in CIA-Dışişleri Bakanlığı nezdinde profesyonel bir keko uzmanı olduğunu sanırım biliyorsunuzdur. Sizi bir süre sonra kullandıktan sonra sanırım Graham Fuller'e devredecektir.

Eymür'ün Necip Hablemitoğlu'na Saldırısı

“4-5 Kişi” başlıklı yazımız içindeki “Andıç” bölümü ile ilgili olarak iki okuyucumuzdan e-mektup aldık.

Apo ve Fettullah Gülenle İrtibatlı Mossad Ajanı
K.D. isimli okuyucumuz şöyle diyor mektubunda:

Mitoğlu'ndan Saldırı
ABD’de kurulu ve bazı enteresan bağlantılarını bildiğim bir cemiyetin Web sayfasında Dr. Necip Hable Mitoğlu isimli, bir kişi “Etki Ajanları - Nüfuz Casusları ve Fethullah’cılar Raporu” başlıklı bir yazı yazmış.

Yazının bir bölümü şu şekilde:

"Ama kitlesel desteği olmayan, toplumun büyük kesimi tarafından adeta lanetlenen "ikinci cumhuriyetçi" yazarlar, Türk Basınının en büyük gazetelerinde köşe yazarlıklarını sürdürüyorlar. Kim onlara "kamuoyunu oluşturma - koşullandırma" güç ve desteğini veriyor dersiniz? Bunca tepkiye rağmen, kapitalist kimliği ile ön plana çıkan medya patronları onları niçin ve neden hala korumakta? Bu bağlamda, Fethullah’çıların tanıtımı için büyük gayretler sarfeden ünlü bir medya patronunun, Mehmet Eymür'e yazarlık önermesi size hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Fatih Altaylı gibi Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan kimi yazarlara "MİT ajanı" suçlamasıyla saldıranların, ikinci cumhuriyetçilere ya da aidiyet duygusuyla bağlı olduğu yeni vatanına kaçmak suretiyle deşifre olmuş etki ajanlarına ise suskun kalarak bir nevi dayanışma sergilemeleri, Türkiye'deki etki ajanlığı tehlikesinin boyutları hakkında bir fikir veriyor..."

Bu Mitoğlu’na “Söylediklerini ispat edemezsen sen bir şerefsizsin.” diye e-posta gönderdim. Cevap verir, belki bize yazarlık teklif eden ünlü medya patronu kimmiş açıklar, bizimle ilgili ajanlık kanısına nasıl varmış izah eder diye bekledik.

Cevap vermedi, şerefsizliği kabullendi.
>İsminin başında Dr. Lakabı bulunan ve ilim adamı geçinen bir zavallı. Araştırılırsa belli güç odakları ile bağlantısı çıkacağından eminim.


Dr. Necip Hablemitoğlu'nun Mehmet Eymür'e Yanıtı

Sayın Eymur,

Yeni vatanınızdaki sitenizde, gerçek fabrikatör nasıl olunur, herkese gösteriyorsunuz. Şahsımla ilgili yazdıklarınızın iftira ve hakaret boyutlarını geçiyorum. Ne zaman psikiyatrist oldunuz? Bir psikiyatristin bile bu tanıyı koyabilmesi için önce hastayı tanıması ve uzun süre müşahade altına alması gerekmez mi? Her bilim ve de meslek kolu, önce temel, sonra uzmanlık eğitimini esas alır. Disiplinlerarası uzmanlığa saygı esastır. İstihbarat deneyimi pazarlamaktan, pardon devletin temel sırlarını, olmayan onur ve haysiyetinizle birlikte satışa sunmaktan ne zaman sıkıldınız da benim ruhsal durumum hakkında tanı koyma gayretkeşliği içine giriyorsunuz?!.

Sayın Eymur,
Vatanın ve devletin şerefini birkaç dolar uğruna ayaklar altına almaya çalışıp, yakın arkadaşlarınızın eşlerine ait özel alan kapsamındaki mahremiyetlere bile ihanet ederken, hangi şereften bahsediyorsunuz? Şeref kavramından yoksun olanlar ne zamandan beri başkalarına kendi unvanlarını (şerefsiz) yakıştırır oldu?!. Bari Engin Civan da gelsin ve sitenizden şahsıma (hırsız) desin, bu ne biçim mantık ve cüret ve de arsızlık?!.

Lütfen yalan söylemeyin, sizin (serefsiz) ünvanınızı şahsım için de paylaştığınız seviyeli (!) mesajı aldıktan sonra size cevap yazdım. Üstelik, bu cevabi, 70'in uzerinde ülkede onbinlerce adrese de gönderdim. Sizi Türkiye'nin şeref listesine aldım. Nasıl bir istihbaratçısınız ki gözünüzden kaçmış?! Ekte cevabımı içeren makalemi tekrar gönderiyorum.

Yeni amiriniz Henri Barkey'in CIA-Dışişleri Bakanlığı nezdinde profesyonel bir keko uzmanı olduğunu sanırim biliyorsunuzdur. Sizi bir süre sonra kullandıktan sonra sanırım Graham Fuller'e devredecektir. Yaşınız itibariyle ABD vatandaşlığına geçerek CIA'dan emekli olmanız kesinlikle olanaksız. Sitenizdeki fonksiyonunuz anlamını yitirdiğinde -artık o tarihte limon gibi sıkılıp possanız çıktığı için- artık masraf bedeli de alamıyacaksınız. Önünüzde tek bir seçenek kalıyor: Fethullahçılara "danışman" olarak sığınmak. Nitekim, önümuzdeki aylarda cemaatin borazanlığına başladığınızda sanırım kimseler şaşırmayacaktır. Nitekim, hakkımdaki şerefli (!) karalamalarınız çıktığında, tartışma listelerindeki fethullahçılar hemen anında yönlendirdiler. Sizin isnatlarınız benim için gururdur. Çünkü ben Cumhuriyet aydını, alanında yetkin bir akademisyenim. Sizinse ne olduğunuzu dostunuz düşmanınız herkes bilmekte...

Sizden ricam çamur atarken, redaktörleri arasından yeralmaktan gurur duyduğum internet merkezini karıştırmayın. Siz, vatandan binlerce mil uzakta vatanı yaşamanın, sevmenin, kavgasını vermenin, fedakarlık yapmanın anlamıni bilmezsiniz. Kendi karanlık ve şaibeli ilişkilerinizi içinde yeraldığım gruplara bulaştırma çabanızı kınıyorum.

Sayın Eymur,
Düşmüş bir istihbaratçı eskisi olarak şayet şeref ve haysiyet kavramı gibi değerlerin gramı bile kalmışsa, hakkımda yazdıklarınızın altına bu mesaji da yerleştirirsiniz. Sizde o cesaretin ve uygar yaklaşımın, dürüstlüğün olmadığını bilmekle birlikte, yayınlamayacağınızdan da eminim. Keşke, ataçladığım makaleyi de ekleyebilseniz. Her neyse, sonuç olarak söylemek gerekirse, sizinle muhatap olmaktan ciddi biçimde rahatsızım, sitenizde adımın çıkması beni fevkalade aşağıladı. Siz, isterseniz mesajımı yayınlamayın, daha fazla aşağılanmayayım.

İlke olarak ABD'den vatanını, devletini, kurumunu satanlara selam ve saygı sunmuyorum. Dr. Necip Hablemitoğlu.

Not: Soyadımı yamultarak anlamlar çıkarmaya çalışmanız basitlik ve acizlik tezahürü. Size gönderilen mektupla uzak yakın hiçbir ilgim yok. Olsaydı, kendi adımı koyardım. Bu mesajımı ilgili iftiralarınızın altına koyma cesaretini gösteremeyeceksiniz, lütfen yazdıklarınızı da sayfanızdan çıkarın. Daha fazla aşağılanmak istemiyorum. Lütfen.


Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Etki Ajanları, Nüfuz Casusları ve Fetullahçılar Raporu / Dr. Necip HAB

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:44

Etki Ajanları, Nüfuz Casusları ve Fetullahçılar Raporu / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Etki Ajanları, Nüfuz Casusları ve Fetullahçılar Raporu

Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen ulusal-uluslararası düzeydeki kurumların pekçoğu kabuk değiştiriyor. Hiç şüphesiz değişen bu kurumların başında da istihbarat örgütleri geliyor. Değişen tanımlar ve kavramlara koşut olarak, istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetleri artık nostaljik 007 kalıplarından oldukça uzaklarda. Örneğin, dünya üzerindeki her türlü kitle iletişimini kontrol eden "Echolon Ağı", uzaydan her türlü görüntüyü sağlayan uydu sistemleri, klasik casusların tüm işlevini fazlasıyla üstlenmiş durumda. Sanayi casusluğu hâlâ önemini korurken, istihbarat terminolojisinde yeni kavramlar, konseptler ön plana çıkmakta: "Sosyal-Ekonomik-Siyasal-Dinsel-Kültürel İstihbarat" kavramları gibi. İstihbarat ve Karşı İstihbarat Servisleri, gelişmiş ülkelerde eskiden olduğu gibi tam bir gizlilik içinde işlerini yürüten kurumlar değil artık. Şimdilerde, Dışişleri, İçişleri, Ekonomi-Maliye, Adalet Bakanlıkları, Kızılhaç, özel servis veren pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan kardinaller, piskoposlar, hahamlar ve tüm misyoner örgütleri, yurtdışında yatırım yapan şirketler, yurtdışında temsilciliği olan medya kuruluşları ve haber ajansları ile de -gerektikçe- içiçe çalışılıyor. İstihbarat servislerinin rolü, koordinasyon, finansman, lojistik destek ve yönlendirme ile sınırlı. Artık hedef ülkelerde özellikle istihbarat-ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma riskine girilmiyor; bu iş genellikle doğrudan yada dolaylı olarak servisle ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara sipariş ediliyor. İşte literatürde bu yerli işbirlikçilere-taşeronlara "etki ajanları", "yönlendirici ajanlar" ya da kapsamlı bir deyişle "nüfuz casusları" deniliyor.

Halk deyimi ile "maşa" olarak da nitelendirebileceğimiz bu etki ajanlarının farklı işlevleri bulunuyor: Kimi, politikacı, kimi gazeteci , kimi akademisyen, kimi diplomat, kimi hukukçu, kimi tarikat-cemaat şeyhi, kimi de yüksek bürokrat ya da işadamı olarak, önce madden-manen bağlı oldukları, aidiyet duygusunu ve güvencesini hissettikleri ülke adına tüm yetkilerini kullanıyorlar. Bu bazen, devlet politikasının güdümlü olarak saptırılması; bazen, halkın din ve ırk duygularına bağlı olarak kin ve husumete sevkedilmesi; bazen, uluslararası ihalelerde devlet çıkarlarının gözardı edilerek bağlı ülke şirketlerinin tercih edilmesi; bazen tahkim örneğinde olduğu gibi çağcıl kapitilasyonların geri gelmesi amacına uygun olarak gerçekdışı bilgilerle kamuoyunun aldatılması; bazen, Türkiye'nin en zengin işadamlarından birinin tüm mesaisini -Diyanet İşleri Başkanlığına değil- Fener Rum Patrikhanesi'ne hizmete hasretmesi ya da fethullahçıların Papa, Fener Rum Patriği ve Batı kökenli hristiyan misyonerlerle halvete girmesi; bazen, kendi halkının can güvenliğinin hiçe sayılarak Bergama'da olduğu gibi şaibeli şirketlerden yana tavır konulması ya da nükleer enerji ihalelerinin sonlandırılmasına karşın sözleşmede olmadığı halde halkın kıt kaynaklarını taraf yabancı şirketlere tazminat olarak aktarılmasının önerilmesi; bazen AB örneğinde olduğu gibi, "Kopenhag Kriterleri, TC Anayasası'nın üstündedir" gibi söylemlerle ulus-devletin sona erdiğinin, egemenlik-bağımsızlık-ulusal onur-ulusçuluk gibi kavramların modasının geçtiğinin vurgulanması; şeriatçılara ve bölücülere sınırsız ve koşulsuz özgürlük isteminde bulunularak bunun "demokratlık" olarak lanse edilmesi; bazen hizbullahçılar gibi kanlı örgütlere yıllar boyu gözyumulması ya da her türlü organize suç örgütü ile çıkar ilişkisi içinde bulunulması; bazen Kaddafi'nin bile önünde onursuzca boyun eğilmesi; bazen ABD Başkanı ile el-göz temasında bulunulmasının bile onurmuşçasına reklam konusu edilmesi; bazen ilgili devlet büyükelçisinin önünde bile bir Türk siyasi liderinin el-pençe divan durması; bazen Türk Dünyasındaki Türkiye'nin çıkarlarının örneğin fethullahçılar eliyle ABD'ne devredilmesine seyirci kalınması ya da Kuzey Irak'da, Kosova'da, Karabağ'da, Doğu Türkistan'da olduğu gibi soydaşlarımızın insani haklarına bile sahip çıkılmaması; bazen Türkiye'nin etnik-dinsel haritasının ya da aile yapısının ortaya konulmasını öngören dış kaynaklı projelerle en mahrem bilgilerimizin bilimsel çalışma adı altında ilgili ülke istihbarat servislerine aktarılması ve daha pekçok, binlerce, onbinlerce onursuz işbirliği örneği!..

Kısaca, etki ajanları görüldüğü gibi bir değil, onbinlerle. Onlar aramızda, üstelik bizi yönlendiren, yöneten her yerde... Kimi "şeriatçı", kimi "ülkücü", kimi "sosyalist", kimi "kekoçü", kimi "ortanın solunda", kimi "merkez sağda", kimi "kapitalist", kimi "ikinci cumhuriyetçi"!.. Ama nedense hepsi de demokrat, özgürlükçü, entelektüel, insan hakları savunucusu ve AB yanlısı!.. Güçleri destek aldıkları ülkelerden ve işgal ettikleri konumlardan geliyor. Politikacıysanız, gidebildiğiniz yere kadar destekleniyorsunuz. Bürokratsanız, çıkabileceğiniz en üst göreve kadar yükselebiliyorsunuz. İşadamıysanız, vize dahil "kayırılma" statüsüne dahil ediliyorsunuz. Diyelim ki, "ikinci cumhuriyetçisiniz", Türkiye'de sizi okuyacak kaç "ikinci cumhuriyetçi" okurunuz var? Yazarı-çizeri-okuru dahil Türkiye'deki ikinci cumhuriyetçilerin sayısına baktığınızda, birkaç bin kişiyle sınırlı olduğunu görüyorsunuz. Ama kitlesel desteği olmayan, toplumun büyük kesimi tarafından adeta lanetlenen "ikinci cumhuriyetçi" yazarlar, Türk Basınının en büyük gazetelerinde köşe yazarlıklarını sürdürüyorlar. Kim onlara "kamuoyunu oluşturma-koşullandırma" güç ve desteğini veriyor dersiniz? Bunca tepkiye rağmen, kapitalist kimliği ile önplana çıkan medya patronları onları niçin ve neden hala korumakta? Bu bağlamda, fethullahçıların tanıtımı için büyük gayretler sarfeden ünlü bir medya patronunun, Mehmet Eymür'e yazarlık önermesi size hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Fatih Altaylı gibi Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan kimi yazarlara "MİT ajanı" suçlamasıyla saldıranların, ikinci cumhuriyetçilere ya da aidiyet duygusuyla bağlı olduğu yeni vatanına kaçmak suretiyle deşifre olmuş etki ajanlarına ise suskun kalarak bir nevi dayanışma sergilemeleri, Türkiye'deki etki ajanlığı tehlikesinin boyutları hakkında bir fikir veriyor...

Türkiye'de kamuoyu, neredeyse I. Dünya Savaşı'ndan bu yana yaygın biçimde kullanılan "nüfuz casusu" terimini, ilk olarak geçtiğimiz aylarda, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın yurtdışında yaptığı gayrıciddi bir havuzbaşı bir açıklamasından öğrendi. Basın, -Amerika'nın yeniden keşfi haberi gibi- konunun adeta üzerine atladı. Ya muhabirlerin ve de redaktörlerin bilgisizliğinden ya da Bakanın telaffuz hatasından, bu terim bazı basın kuruluşlarında "nüfus casusluğu" olarak okuyuculara aktarıldı, doğal olarak da ilgisiz-komedi türünden yakıştırıcı yorumlar getirildi. Basının duyarlılığı, bu terimle, Bakanın sarfettiği "yeni bombaların patlayacağı" taahhüdünün ilişkilendirilmesi sonucu daha da katmerlenmişti. Ancak aradan geçen süre içinde, "Umut Operasyonu" dosyası yargıya sevkedilirken, "nüfuz casusları" konusu "fos" çıkmıştı, beklenen bombaların hiçbiri patlamamıştı.. Anlaşılan, Bakan, daha önce hiç duymadığı bu terimi bir danışmanından ya da yakınından duymuş, klasik bir bilgiçlikle anında etrafındakilere duyurmuştu. Bu yorum, hiç şüphesiz Bakanla ilgili yapılabilecek en iyi niyetli yorum; çünkü, Bakanın Türkiye'deki binlerle ifade olunan "nüfuz casusu" ya da "etki ajanı" ya da "yönlendirici ajan" kapsamında örneğin fethullahçıları da deşifre edip yargıya sevketmesi gerekirdi. Elbette bu mümkün değildi: Emniyette ve mülki kadrolarda fethullahçılara karşı terfi ve taltiften başka -MGK zorlaması sonucu birkaç işlem hariç- somut, kayda değer hiçbir operasyon yapmayan, şeriatı hiçbir şekilde birinci tehlike olarak kabul etmeyen, sadece 28 Şubat Kararlarına katılıyor görünen "dinibütün" imajlı bir İçişleri Bakanı'nın bu cemaatle geçmişine yönelik kamuoyundaki şüpheleri gidermesi beklenemezdi . Nitekim de öyle oldu... Aynı şekilde, kendi partisi içindeki "Alman Ekolü"ne mensup olmakla tanınan politikacıları da deşifre etmesi gerekirdi ki, sıra ABD, İngiltere, İran, Suudi Arabistan, Libya ve diğer hasım ülkelerin "etki ajanları"na, "yönlendirici ajanları"na gelsin!..

Hedef ülkeler kapsamında emperyalist amaçlı ülkelerin istihbarat servislerince dış operasyonlarda -tepe tepe kullanılan- bu ajanların ya da halk deyimi ile yerli işbirlikçilerin nasıl kancalandıkları, nerelerde yetiştirildikleri ve nasıl yönlendirildikleri-ödüllendirildikleri-himaye edildikleri, Türk kamuoyunca henüz bilinmiyor. O kadar bilinmiyor ki, bilmeyenler kapsamına -TSK ve MİT hariç- devletin en üst yetkilileri de dahil. Örneğin, Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Şağar imzasıyla yayınlanan son casusluk genelgesi, bu vurdumduymaz, sorumluluktan uzak bilinmezliğin bir şahikası (1). Genelgede, devlet görevlilerinin, yabancı diplomatlarla temastan kaçınmaları isteniyor, sanki sorunun çözümüne katkısı olacakmış gibi...

İşte, etki ajanlığı ile ilgili bilinmeyen ya da az bilinen hususlara ait genel çerçevede ele alınmış, teknik ayrıntı boğuntusundan uzak, yalın bilgiler:


A) "ETKİ AJANLARI" YA DA "YÖNLENDİRİCİ AJANLAR"IN PROFİLİ

Öncelikle kullanılan ajanları üç ana grupta toplamak gerekir: "Profesyoneller", "Satınalınabilir Aydınlar" ve de "Sempatizanlar" (amatör muhipler). Profesyoneller yurtiçinden ya da yurtdışında yaşayanlar arasından seçilir ve bilahare kendi ülkelerinde özel eğitime tabi tutulur. "Satınalınabilir Aydınlar" özellikle ulus-devlete geçiş aşamasının sancısını çeken toplumlarda, özellikle de Üçüncü Dünya Ülkelerinde en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır; özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler. Örneğin, "yönlendirici ajan" statüsünde etkili bir gazeteciye ya da medya patronuna sahipseniz, yüzbinlerce okuyucuyu ve siyasal iktidarı doğrudan etkileyecek bir silâha da kavuşmuş olursunuz. Keza, bir tarikat-cemaat şeyhini satın almışsanız, yüzbinlerce müridini de "yularından tutma" ve de gelecekte güdümünüzde bir halk hareketi başlatma gücüne sahip olursunuz. "Sempatizanlar" ise hedef ülkelere yoğun biçimde yönlendirilen kültürel emperyalizmin kesintisiz silahı olan kitle iletişim, eğlence ve eğitim araçlarından (sinema, müzik, moda, internet, televizyon vb.) olumsuz biçimde etkilenen tüketicilerdir. Parasal ya da siyasal güç için en güçlü bir devletin himayesi altına girmeye can atanların yanısıra, örneğin "green card" için ulusal onurundan ve gururundan gönüllü olarak vazgeçebilenler de bu gruba girerler. İşte bu kesimi sürekli zinde tutabilmek için örneğin ABD'nin her yıl gerçekleştirdiği tüm dünyada 50.000 şanslıyı (!) belirleyen lotaryaları hatırlamak yeterlidir. Etki ajanları, her üç kategoride de özellikle kendi ülkesine ve toplumuna aidiyet duygusu zayıf, parasal ve siyasal güç için her türlü ilişkiye girme eğilimli, ulusal bilinci gelişmemiş, tercihan da etnik-dinsel (laik sistemde kendilerini ezilen kabul edilen sünni şeriatçılarla, sünniler karşısında kendilerini ezilen kabul eden aleviler ya da süryaniler, nasturiler, bahailer, yehova şahitleri, bahailer vd.) özürlü azınlık ırkçıları arasından seçilirler.

Türkiye'deki etki ajanlarının tarihçesi, gerçekte Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemine kadar gitmektedir. Ekonomik, hukuksal ve siyasal kapitilasyonlarla Osmanlı Devleti'nin elini kolunu bağlayan; etnik ayrılıkçılıkları kışkırtan; insan haklarını tek taraflı bir istismar ve baskı aracı olarak kullanan büyük devletler, az sayıda da olsa kendi etnik ajanlarını yetiştirmeyi, böylece kontrol unsurunu daha köklü biçimde elde tutmayı ihmal etmemişlerdir. Örneğin, Âli Paşa'nın, Fuat Paşa'nın ya da Mahmut Nedim Paşa'nın hangi hasım devletlerin muhibbi olduklarını gözönüne aldığınızda, etki ajanlığının geçmişi hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Keza, I. ve II. Meşrutiyet'te Osmanlı Meclisi Mebusanı'ndaki ayrılıkçı etki ajanlarının sayısının nitelik ve nicelik yönünden büyüklüğünü gördüğünüzde, hasım ülkelerin katettiği mesafe hakkında bir yargıya varacak olgunluğa sahip olduğunuzu kestirirsiniz. Sonra, I. Dünya Savaşı döneminde Anadolu'da 1000'i aşkın yabancı kolej olduğunu; örneğin Merzifon'daki Amerikan Koleji'nin Pontuscu Rum Çetelerinin, Tarsus'daki Amerikan Koleji'nin de Taşnak ve Hınçak Çetelerinin karargâhı olarak kullanıldığını öğrendiğinizde, Sivas Kongresi'nde "ille de Amerikan mandası isteriz" diye tutturan şekilde ulusçu-özde etki ajanı aydınlarımıza hiç mi hiç şaşırmazsınız. Sonra Mustafa Kemal Paşa hatırınıza gelir, gözünüzde, kalbinizde, tüm hücrelerinizde O'nu hisseder, O'nu daha bir başka tanır ve O'nunla onur ve gururla, sımsıcacık bir yurtseverlik duygusuyla, Türklük bilincinizle bütünleştiğinizi hissedersiniz.

Türkiye'de en çok etki ajanına sahip olan ABD, tüm dünya ülkelerinde ve Türkiye'de geleceğin yönetici adayı olarak kendi yandaşlarını yetiştirmede, ilk aşamada pilot vakıf-enstitü-üniversitelerini kullanmaktadır. Ama önce, adeta kurumsallaşmış ve gelenekselleşmiş bu seçimi ABD dışındaki tüm ülkelerde ilk gerçekleştiren Fulbright Vakfıdır. IQ'su yüksek, ingilizce düşünüp yorum yapabilecek düzeyde dil bilgisine sahip gençler, tüm hedef ülkelerde aynı yöntemle belirlenip eğitime alınır; ancak kişiliği uygun görülenler profesyonel eğitime tabi tutulur. Kısa bir süre öncesine kadar etki ajanlarının seçiminde ve eğitiminde klasik kalıplara sahip olan bu ülke, çıkarları doğrultusunda sözkonusu kalıpların dışına çıkmış görünmektedir. Çıkarları açısından iktidar kadrolarının yanısıra muhalefet kadroları ve hatta mafya mensuplarıyla bile ilişkiler kuran; her türlü uyuşturucu, siyasal cinayet, ihtilâl ve de silah pazarlaması gibi kirli işlere bulaşan; yine çıkarları için devletlerarası hukuka aldırış etmeksizin hedef ülkelerin egemenlik haklarını hiçe sayıp tecavüzde bulunan bu ülke, etki ajanlığında artık "saf-bâkir" niteliğe sahip genç adayların yanısıra, "kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejisi" gereği, işine yarayabilecek muhalefetteki tüm zararlı unsurlarla da dirsek teması halindedir. Örneğin katı mı katı, yobaz mı yobaz Talibanlar, Vahhabiler, Nakşi Araplar ve onların kapıları terörün her türlüsüne açık örgütleri. Kısaca, şeriatçı, sözde ABD karşıtı tüm yapılanmalar. Kendisine yönelik tehdidi, kendi kontrolü altında hedef ülkelere yönlendirmek, ABD güvenlik stratejisinin temel ilkesidir. Türkiye'de ise daha düne kadar ABD'yi düşman olarak gösteren malûm siyasal yapılanmanın sözde yenilikçi kanadı, her fırsatta en basit sağlık kontrolü için bile nedense Houston'a giden politikacılar, ileri yaşında dil öğrenmek için dersaneye gitmek yerine ABD'ni tercih eden, sonra çocuklarına okul aramak için tekrar tekrar giden siyasiler, keza fethullahçılar ve daha niceleri: Aynı zamanda, Almanya istihbarat servislerine büyük sadakatla hizmet verirken ABD'ne de yamanmaya çalışan süleymancılar, MHP'nin üst yönetimine kanca girişimleri, Fethullahçılara, dolayısıyla arkasındaki ABD.'ne övgüler düzmekte yarış yapan sağcı-solcu devlet yöneticileri, marksist olduklarını önesüren, kapitalizme sözde karşı PKK ve diğer kekoçü terör örgütleri. Hepsi ABD'de ve ABD dışında, yalnızca ABD kontrolünde...

Türkiye için seçilmişlere (!) bakıldığında, çobanlıktan gelenlerden, kola içmeye para bulamayanlara kadar uzanan yelpazede, Türkiye'nin iç ve dış politikasını ABD'nin çıkarlarına endeksleyenlerin yanısıra, eski deyimle tüyü bitmedik yetimin hakkını fütursuzca çalacak kadar tamahkâr, şehit cenazelerini sömürecek ölçüde aşırı muhteris, amacına ulaşma konusunda "dün dündür" diyebilecek kadar fırsatçı, işini (!) bilen memurunu elüstünde tutacak kadar erdem ve ahlâk yoksunu, devletin örtülü-örtüsüz tüm kıt kaynaklarını savuracak kadar hovarda, "prens" ünvanını alacak ölçüde küçük burjuva hırsızı niceleri adeta bir resmi geçit yaparlar, gözlerinizin önünde. Bunların hepsini tanırsınız: Kimileri Türkiye'yi soyup tekrar yetiştikleri yere kaçarlar -ve tabii asla iadeleri sözkonusu olmaz- kimileri de misyonlarını -sanki Türkiye'nin değişmez yazgısıymışçasına- büyük bir sadakatla yerine getirmeye devam ederler. Diğer taraftan, bugün, ABD'de sayıları süratle yarım milyona yaklaşmakta olan küçümsenemeyecek ölçüde bir Türk topluluğu oluşmuştur. Gerek ABD'de yaşayan bu vatandaşlarımızla, öğrenimlerini bu ülkede yapıp da Türkiye'de hizmet veren vatandaşlarımızı, bu az sayıdaki "seçilmiş maşa" ile karıştırmamak gerekir. Her toplumda olduğu gibi bu gerçekten "düşmüş-düşürülmüş" maşaların bizden de çıkmasını doğal kabul etmek makul olacaktır.

Etki ajanlarının seçiminde ve eğitiminde kullanılan yöntem, biraz farklılıkları ile AB ülkeleri için de sözkonusudur. Kendi ülkelerinde yaşayan yüzbinlerce Türk işçi ailesinin temel gereksinimi olan resmi Türk ilkokullarının bile açılmasına izin vermeyen, buna karşılık Türkiye'de her derecede eğitim kurumuna sahip olan Avrupa ülkeleri içinde başı İngiltere ve Almanya çekmektedir. Ülkemizde ingilizce, almanca, fransızca, italyanca gibi dillerin yaygınlaşması hatta eğitim dili olması için her türlü çabayı sarfeden AB ülkeleri, etki ajanları sayesinde Türkiye'nin olası tepkisinin ya da misilleme politikası uygulamasının önüne geçmektedir. Örneğin, dünyaya yayılmış ingilizce eğitim veren (haftada 25 saat ingilizce, 3 saat Türkçe) 300'e yakın okulun sahibi olan fethullahçıların, İngiltere'de Lordlar Kamarası'nda düzenlenen özel törenlerle hemen her yıl İngiliz dili ve kültürüne hizmet yüksek ödülü almaları sıradan bir tesadüf değildir. İngiliz istihbarat servisleri MI5 (iç) ve MI6 (dış), Türkiye'deki etki ajanlarını, ingilizce eğitim almış ya da İngiltere'de yüksek öğrenim yapmış adaylar arasından seçmektedir. AB'ye rağmen ABD'nin müttefiki olarak ön plana çıkan bu ülke, etki ajanlarını salt yüksek öğrenim mezunlarının yanısıra, Türkiye'deki kekoçülerden, şeriatçılardan, DHKP-C, TİKKO militanlarından ve hatta uyuşturucu mafya babaları arasından da seçmektedir. Almanya ise, etki ajanlığında ağırlıklı olarak kendi ülkesinde yaşayan 2.400.000 Türk vatandaşı arasındaki yüksek öğrenim gençliğini hedef almaktadır. Humboldt Vakfı, Heinrich Böll Vakfı gibi aracı kuruluşlar, uygun aday öğrencilerin yanısıra, maddi çıkar ve sürekli destek karşılığı saptadıkları Türk akademisyenlerini ve yerel politikacıları da, Alman Anayasayı Koruma Teşkilâtı (BfV) ve Dış İstihbarat Örgütü'nün (BND) kapsamlı eğitim programlarına dahil etmektedirler. Bugün Almanya'da Türkiye'deki tüm şeriatçı yapılanmalar (milli görüşçüler, kaplancılar, yeniasyacılar, fethullahçılar, hizbullahçılar, nakşiler, ticaniler, süleymancılar, kadiriler, İBDA-C'ciler, hizbüttahrirciler, nizam-ı alemciler vd.), bağlantılı ülkücüler, etnik sorunlu ayrılıkçılar (kekoçüler, pontusçular, arnavutçular, gürcüler, boşnaklar, pomaklar, tahtacılar, çerkezler vd.) marksist terör örgütleri (DHKP-C, TİKKO vd.) mevcuttur. Tümü de BfV'nin kontrolündedir. Böylece Almanya, üst düzey etki ajanlarının yanısıra, himayesindeki -daha doğrusu sevk ve idaresindeki- bu tür Cumhuriyet karşıtı militan yapılanmalar sayesinde Türkiye'yi de karıştırma ve yönlendirme gücüne olmuştur. Yunanistan ise Suriye'den farklı olarak, Rum kökenli gençlerimizi özel eğitime tabi tutmak yerine, Türkiye'deki rejim karşıtı tüm idelojik unsurlara (DHKP-C, TİKKO, PKK vd.) kucak açmakta; istihbarat servisi KİP'in sevk ve idaresinde başta bomba eğitimi olmak üzere terörist eğitimi olanağı ve parasal destek sunmakta; sığınmacılara geçici iskân yeri (Lavrion Kampı vd.) ile ilâveten Güney Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tüm olanaklarını sağlamaktadır. Almanya kadar geniş kapsamlı olmamakla birlikte, Fransız DST ve DGSE, İsveç'in FOE ve SABO, Bulgaristan'ın DS, Romanya'nın DIE, Hollanda'nın BVD servisleri de, kendi çaplarında etki ajanı ve de ajan-provokatör yetiştirme çabası içindedirler.

Müslüman ülkelerin Türkiye'de etki ajanı temininde en uygun mekânları, tarikatlara ait tekkeler, şeriatçı siyasi kuruluşlar, dernekler, vakıflar ve de maalesef bazı bölgelerde camilerdir... Türkiye'de sayısal yönden en çok etki ajanına, ajan provokatöre ve de eli kanlı teröriste sahip olan İran, bu iş için istihbarat servisleri SAVAMA ve VEVAK'ı görevlendirmiştir. Bu servis elemanlarının saptadıkları aday öğrenciler, Kum Kentindeki medreselerde dinsel eğitimden geçirildikten sonra askeri ve siyasal eğitime tabi tutulmaktadır (2). Şah döneminde sadece Türkiye'den kaçak yollardan giden şiiler (caferiler) profesyonel eğitime alınırken, günümüzde mezhep farklılığı "İslami Devrim" kıstasından hareketle artık önemsenmemektedir. Suudi Arabistan ise, adayları belirledikten sonra Cidde ve Riyad'daki üniversiteleri ile Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi'nde eğitime almaktadır. Suudi Arabistan'ın, profesyonel eğitiminde tıpkı İran'ın caferi olma koşulundan vazgeçmesi gibi, vahhabi olma koşulundan, taktik gereği vazgeçtiği gözlemlenmektedir. Bu ülkenin etki ajanları ile ilişkisinin sürekliliği, hac organizasyonları ile doğrudan ilgilidir. Suriye Muhaberatı ise, Irak'daki Saddam karşıtlarını "Birleşik Cephe" kapsamında çok yönlü eğitirken, Türkiye'de -özellikle de Hatay'daki- arap kökenli aday gençlerin eğitimleri ile de yakından ilgilenmekte; rejim karşıtı her türlü ideolojik ve etnik yapılanmaların özellikle askeri eğitimine lojistik destek vermektedir.

Adayları kendi ülkesinde özellikle eğitme çabası olmayan ülkelerin başında ise Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ile İsrail gelmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti'nin İstihbarat Örgütü olan GRI, yönlendirici ajan adaylarını, dış ülkelerdeki maocu yapılanmalardan belirlemekte; birey olarak ele almaktan daha çok, örgütsel disiplini ve kullanımı öngörmektedir (3). Rusya Federasyonu, eski Sovyet dönemindeki ideolojik sevk üstünlüğünü kaybetmişse de, kendi topraklarında "askeri eğitim" ve "diplomatik koruma" ya da "gözyumma" gibi lojistik destekler karşılığında PKK gibi belli terörist yapılanmalara hâlâ söz geçirebilmektedir. İsrail'in MOSSAD'ı ise, dünyadaki tüm musevilerin birer profesyonel servis ajanı olduğu inancından hareketle, ırkçı yobazlığını sürdürerek, profesyonel etki ajanı yetiştirmek yerine satınalınabilir aydınları kullanmayı yeğlemektedir. Örnekleri çoğaltmak elbette ki mümkündür.


B) TÜRKİYE'DEKİ ETKİ AJANI BORSASI: FETHULLAHÇILAR...

Mevcut şeriatçı yapılanmalar içinde eğitime, dolayısıyla insana en fazla yatırımı yapan; ABD'nin tüm dünyada tarikatlara öngördüğü modeli ülkemizde en iyi uygulayan fethullahçılar, laik Cumhuriyetimizin öncelikli en büyük tehdidi konumunda. Arkalarındaki dış desteğin ABD olduğunu bugün artık Türkiye'de de, dünyada da bilmeyen yok. Bilindiği gibi, bu illegal yapılanmanın liderinin müritleri tarafından verilmiş "hocaefendi" ünvanı da Devrim Yasalarına göre suç. Ancak, suç olmasına karşın ülkemizdeki kimi etki ajanlarının, üstlendikleri tüm resmi sorumluluklara karşın, sözkonusu elebaşıları tanımlamakta kasden "hocaefendi"yi kullanmakta ısrar etmeleri, diğer illegal şeriatçı yapılanmalar için de özendirici faktör oluşturmuştur. Artık, süleymancılar, nakşiler, vilayet imamları için bile hocaefendi ünvanını alenen kullanmaya başlamışlardır. Dolayısıyla yurtiçinde ve dışında laik hukuk devleti aleyhine faaliyet gösteren hocaefendilerin yanısıra, hatta ahirete intikal ettikten sonra bile müritleri tarafından bu ünvana lâyık (!) bulunan hocaefendilerin sayısında da tuhaf bir artış gözlemlenmektedir.

Konumuza dönersek, işte bu hocaefendilerden biri, bir yılı aşkın bir süredir ABD'de "zorunlu ikâmette". Nedeni, şayet dönerse, büyük bir olasılıkla, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesine sızma girişimine azmettirmek ve bu amaçla gizli teşekkül oluşturmak suçlaması ile açılacak davalardan yargılanacak. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden Yargıtay'a, kendi deyimleri ile adliyeden mülkiyeye, maariften emniyete kadar kadro gücünü kanıtlayan; avrasya ölçüsünde dağıtımı yapılan bir gazete ile "yeryüzü kanalı" iddiasındaki bir televizyona, yılda 1 katrilyon TL'nı aşan ciro yapan yüzlerce şirkete, yurtiçinde ve dışında 300 civarında okula, onbinlerce ışıkevine, yüzlerce öğrenci yurduna, yüzlerce dersaneye, yurt içinde ve dışında üniversitelere, -çoğu iyi derecede yabancı dil bilen öğretmen ve dış ticaret uzmanı- onbinlerce profesyonel personele, en az 25 milyar dolarlık bir mal varlığına sahip bulunan bu illegal yapılanmanın hocaefendisi, iç ve dış desteklerine, DGM'de sırf vatanına dönebilmesi için özel (!) surette TCK 313'e indirgenen davasına rağmen, Türkiye'ye dönemiyor. Oysa, dönse, belki de Başbakan dahil TBMM'nde grubu bulunan tüm partilerin liderleri "geçmiş olsun" ziyareti için sıraya girecek. Ama nerede? İmralı'da mı, işte o dönmediği-dönemediği için de hiç kimse ziyaretçi kabul edeceği resmi koğuş binası hakkında bir tahmin yapamıyor.

Sözkonusu hocaefendilerden biri olan malûm zât, kalabalık maiyeti ile -buna 24 saat yanından eksik olmadığı söylenen doktorları dahil- Pennsylvania Eyaletinde Philedelphia yakınlarında özel bir çiftlikte yaşıyor. Çiftliğin bulunduğu bölgenin FBI koruması altında, refakat memurlarının (conducting officer) gözetiminde olduğu ve buralardaki çiftliklerde yaşayanlara birinci derecede özel öneme sahip koruma programının (countursurveillance faaliyeti) uygulandığı kaydediliyor. Örneğin, telefon rehberinde hocaefendinin ya da bir başka Türkün adı yok. Özel çiftlik arazisine girme yasağını belirten levhaları ve de refakat memurlarını geçmek mümkün değil. Gerçekte bu çiftliğin, cemaatin gazetesinin sorumlularının da aralarında bulunduğu, ABD yasalarına göre kurulan "Altın Nesil Vakfı" adına FBI tarafından fethullahçılara 1991'in başında tahsis edildiği ve aynı yılın ortalarında YÖK ya da MEB bursu ile bu ülkeye gönderilen fethullahçı yüksek lisans öğrencilerinin bir yaz kampı oluşturarak sözkonusu çiftlikte örgütlenme toplantıları gerçekleştirdikleri biliniyor. Üstelik, CIA yetkililerinin Eyalet Valisi ile temasları sonucu, cemaatin eyalet sınırları içinde bu yıl bir de okul açtığı gelen -teyidi alınmış- duyumlar arasında.

Fethullahçılar, bugüne kadar A.B.D. derin devleti (NSA, CIA, FBI, SDDS, NSC vd.) ile ilişkilerini inkâr edecek bir açıklama yapmaktan sürekli kaçındılar. Hatta bu tür şüpheleri, hem de hocaefendilerinin ağzından "dünya jandarmasının arkalarında olduğu" kanısını uyandıracak, kamuoyunda kendilerine daha bir olağanüstü güç hamlettirecek açıklamalarla artırmak için özel çaba sarfettiler (4).

Diyelim ki böyle bir durum yok, ileride takiyye yaparak bu girift ilişkiyi inkâr edebilirler. Şimdi, fethullahçı yapılanmasının istihbarat tekniğine dayalı kısa bir irdelemesi, sizleri olası bir inkârın tüm dayanaklarını ortadan kaldıracak verilere götürecektir. İsterseniz en basitinden başlayalım, daha teknik ayrıntı ve bilgileri DGM Savcısı ile Askeri Savcıya bırakalım:

1. Hocaefendilerin tümünü "masum" varsayalım: A.B.D.'nde ikâmetin yasayla belirlenmiş katı koşulları bulunmaktadır. Hiç kimse yasal olarak, resmi başvuru yapmaksızın ve de gerekçesini belgelemeksizin -defactor statüsü hariç- bu ülkede altı aydan uzun bir süre kalamaz. Kaldı ki bu hocaefendilerin en ünlüsü, Haziran 1999'da Show TV'de Reha Muhtar'a yaptığı bir saati aşan açıklamada, 14 gün sonra Türkiye'ye döneceğini taahhüt etmiştir. Tabii ki hem de kamuoyuna yapılan bu taahhüt sahibi tarafından bugüne kadar hâlâ yerine getirilmiş değildir. Hocaefendilerin tümünün yeşil karta sahip olmaları teknik açıdan olanaksız, çünkü yasal koşullar uymamaktadır. Bu ülkede yaşayanlar, sıradan insanlar için lotarya şansı (!) dışında yeşil kart almanın zorluğunu ve formalitelerini çok iyi bilmektedirler. Gerçekte, ABD'de derin devlet koruması altındaki hocaefendilerin, "kaç!" komutunu aldıkları andan itibaren CIA "İltica ve Taraf Değiştirme Departmanı"nın acil (exfiltration) planına dahil olarak kendilerine tanıdığı kolaylıklardan yararlandıkları bilinmektedir. Bu arada, Merve Kavakçı gibi ABD vatandaşlığına alınmışlarsa o başka. O zaman her şey apaçık ortada olacağı için bu irdelemenin ayrıca bir anlamı kalmaz. Bu arada, ABD Büyükelçiği ve Konsoloslukları, hocaefendilerini ziyaret amacıyla cemaatten usulüne uygun gönderilen tüm ziyaretçilerin vize problemini -10 yıllık vize vererek- çözümlemektedir. Cemaatten sızan bilgilere göre, cemaate dahil dışticaretle iştigal eden tüm şirketler, temsilcilik açarak bu ülkeye sermaye aktaracakları taahhüdünde bulunmuşlardır. Hocaefendinin haleflerinden biri olan Amerika Kıta İmamı ve aynı zamanda cemaatin ABD Başkanı İ. İsmail Büyükçelebi, -Başkanlık (imamet ve riyaset) merkezi New Jersey'de bulunmaktadır- ülke (yeni vatan) çapındaki sistematik örgütlenme çalışmalarına 11 Haziran 2000'de ABD'nin en kuzeybatısındaki Seattle'daki bölge toplantısı ile start vermiştir. Bugüne kadar daha ziyade saf insanlarımızdan para çarpmak için düzenledikleri himmet toplantıları, örgütlenme toplantıları ile çeşitlilik göstermiş bulunmaktadır. Aynı toplantıların Kanada'yı da kapsayacağı, cemaatin burada da sermaye aktarımı yoluyla göçmen vizesi kolaylığından faydalanarak koloniler oluşturacağı önesürülmektedir. Zaman gazetesinden Nuh Gönültaş'ın deyimi ile "Amerika'nın zorunlu keşfi" başlamıştır. Herhalde hocaefendileri, tarihe pekçok sapkınlıklarının yanısıra, müritlerinin ikinci Kristof Kolomb'u olarak da geçme niyetindedir...

2. Hocaefendilerin aldıkları ilkokul mezunu emekli maaşı ile bunca süre ABD'de nasıl -hem de Mayo Fethullahçı Kliniği dahil- tedavi görüp, 24 saat süreyle doktor gözetiminde nasıl kalabildiğini; çiftlikte rutin harcamaların yanısıra, kâhya, aşçı gibi personelin maaşlarını nasıl ödeyebildiğini; her hafta onlarca, bazen yüzlerce misafirin ağırlama masrafını nasıl karşılayabildiğini kerametle açıklayan müritlere inanmak ne derecede olanaklı?!. Keza, ilkokul mezunu olmanın verdiği yabancı dil düzeyi (!) ile İngilizcenin güncel terminolojisini de kullanarak "Fountain" dergisine yazdığı akademik (!) düzeydeki makalelerin kerameti -her ne kadar inanmasak da- nereden geliyor? Amazon şirketi, ingilizce yazılmış kitaplarını nasıl pazarlıyor? CIA ile organik dayanışma içindeki ABD üniversitelerinden hangilerinde hocaefendilerinin bilimsel (!) çalışmaları ile ilgili onlarca doktora çalışması yürütülüyor? Paul Henze, Graham Fuller, Lois Freeh, Carey Cavanaugh gibi ünlü istihbaratçı ve malûm kişilerle, hatta çiftlikte beraber kalıp, eyaletleri birlikte gezdikleri istihbarat memurları (handolder) ile hangi dil düzeyi ile iletişim kuruluyor? Hiç şüphesiz bunlar küçük ve önemsiz sorular.

3. Fethullahçı yapılanma, CIA'nın öngördüğü tarikat (sözde sivil toplum cemaati) modeline -Mormon, Moon, Scientology vd. gibi- tıpatıp uymaktadır. Modelin amacı, tarikatları, birer sivil toplum örgütü (NGO) olarak yeniden yapılandırmak; küreselleşme sürecinde mevcut düzene karşı çatışma görünümü yaratmadan uysallaştırmak... Öncelikle müridin toplumsallaşması ile başlatılan süreç, suya bir taşın atılmasıyla oluşan halkalar gibi müridi kuşatan çevreler yaratmaya dayanıyor. Bu çevreler;

Sosyal çevre/yakın çevre olarak ailenin ve müridin içinde bulunduğu bir anlamda özel alan olan cemaat;

Cemaatın kendi ekonomik, eğitim, sağlık, teknolojik, politik ve kültürel sistemlerine dayalı kamusal alan (cemaatın kendi gereksinimlerini karşılarken, bu sistemler aracılığıyla cemaatin sürdürülebilirliğine, gelişmesine ve yayılmasına olanak sağlamaktadır);

Tüm bunları da içine alan, cemaatın inanç-düşünce sistemine göre oluşturulan yönetim sisteminden oluşmaktadır.

4. Yönetim sisteminde, kâinat imamından, düz müride kadar inen hiyerarşik sıralama önem taşımaktadır. ABD için hiyerarşinin sadece tepesini kontrol altında tutmak yeterlidir, çünkü cemaat disiplini nedeniyle tabanda sıkıntı yaşanmayacaktır. Oysa, ulus-devlet yapılanması içinde sömürüye dur diyenler her zaman var olacaktır, dolayısıyla da hedef ülkeye yönelik her yatırımının maliyeti ve riski yüksek olacaktır. ABD'nin tarikatlara öngördüğü modelde, önemli olan hiyerarşinin tepesinde yer alan tek karar vericiyi ve veliahtlarını-varislerini sımsıkı kontrol altında tutabilmektir. Bu modelde, hocaefendinin yanısıra, kıta imamları ülke imamları ve de az sayıdaki danışman ABD'ne (CIA) muhataptır. Dolayısıyla istihbari gizlilik sadece bu üst kesim için sözkonusudur. Daha altta yer alan bölge imamları, il-esnaf-semt-ev imamları, ortaokul-lise ağabeyleri, serrehberler ve şakirtler, cemaatin özgün gizlilik kuralları çerçevesinde faaliyet göstermektedirler. Örneğin, ışıkevlerinin gizliliği, en az emniyetteki kadroların gizliliği kadar önem taşımaktadır. Yurtdışı faaliyet göstermeye tam yetkili muhatapların mutlaka kod adları (alias) bulunmaktadır. Örneğin, hocaefendilerinden birinin Türkçe kod adları arasında "Abdülfettah Şahin", "***" (üç yıldız), "Molla", "Dahhak" (arapça gülen anlamında) bulunmaktadır (CIA nezdinde geçerli ingilizce kod adları henüz deşifre olmamıştır).

5. Pennsylvania'daki çiftlik adresinin gizliliği, en tepedeki hocaefendinin Türkiye'deki eski ikâmetgahı konusu için de geçerlidir. Örneğin, resmi makamlara (mahkemelere) hâlâ ikâmet adresi olarak (Accommodation Adress) bir aracı adres verilmektedir. Adres incelendiğinde, İzmir'de faaliyet gösteren cemaate ait bir yayınevi çıkmaktadır. Tüm resmi yazışmalar, İzmir Kemeraltı'daki bu adres üzerinden yapılmaktadır. Hatta adıgeçen, ABD'de yaşadığı halde, bu ikâmet adresinde hala 150.000.000 TL (yüzellimilyon TL) maaşla redaktör olarak çalışıyor gösterilmektedir. Aynı kişinin İstanbul'daki resmi ikâmetgahı ise kayıtlarda yeralmazken, okul, dernek ve vakıf binalarında kendisine tahsis edilen özel katlarda kaldığı, faaliyetlerini buralardan sürdürdüğü ve her ziyaretçi grubundan sonra sık sık adres değiştirdiği bilinmektedir. Legal, devlet karşıtı olmayan, salt dinsel ya da siyasal faaliyetlerde bile bu olağanüstü gizliliğe gerek duyulmazken, fethullahçıların bu aşırı duyarlılığının özel nedenleri olsa gerektir. Bu örgütsel yapı ve gizliliğe verilen aşırı önem, fethullahçıların bir Ajan Şebekesi (Agent Net) olduğuna ilişkin kuşkuları kuvvetlendirmektedir.

6. Sayıştay ve Danıştay başta olmak üzere adli ve idari yargıya, Anayasa Mahkemesi'ne, İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlıkları dahil devletin stratejik önemi haiz tüm kurum ve kuruluşlarına ötedenberi sızma çabası içinde bulunan fethullahçılar, Türk Silahlı Kuvvetleri içinse özel bir (infiltration) stratejisi izlemektedirler. Saptanan fethullahçı ajanların ordu ile ilişkisi Yüksek Askeri Şura kararları ile kesilse de, bu stratejinin mimarlarının ve yöneticilerinin yaptıkları bugüne kadar yanlarına kâr kalmaktaydı. Şimdi, gecikmeli de olsa, bu sızma girişimlerinin sorumluları da -başta hocaefendileri, bölge ve il imamları, askeri okul sınavları için özel ders veren dersane yönetici ve öğretmenleri olmak üzere- geriye dönük olarak hesap vereceklerdir (gelecek sayıda, fethullahçılara uygulanacak askeri ceza mevzuatının yanısıra, İmralı ve diğer askeri hapisanelerde --beyazsaray- konuklar için uygulanan günlük program verilecektir. Takip eden yazılarda da fethullahçı yapılanmanın tüm sorumluları; şûra üyeleri, kıta ve ülke imamları, bölge ve il imamları, medya ve eğitim sorumluları, temsilciler, emniyetçiler ve de üst düzey bürokratların isimleri çarşaf listeler halinde deşifre edilecektir -N.H.).

7. Bizzat kendi yandaşlarının açıklamalarına göre, hocaefendileri, yakın zaman öncesine kadar Türk devletinin istihbarat örgütlerine ajanlık yapmaktaydı; bir başka ifadeyle gerekli ve önemli bulduğu sakıncasız bilgileri -sırf gizli ilişkilerin ve amacın örtülmesine yönelik olarak (second cover)- Türk ilgili makamlarına iletmekteydi. CIA ile bağlantının gelişmesinden sonra bu tür enformasyon hizmeti, (double-agent) statüsü içinde bir süre daha devam etti. CIA bağlantısı, fethullahçıların ve de hocaefendilerinin yerinde yani kendi vatanlarında taraf değiştirmeleri (defection in place) sonucuna yol açtı; ta ki bu çarpık ilişkiyi Türk silahlı Kuvvetleri ve MİT farkedinceye kadar kamuoyu onları "barışın, hoşgörünün, uzlaşmanın" simgesi olarak tanımaya devam etti...

8. Fethullahçılar, bir yandan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sızmaya çalışırken, diğer taraftan malûm hasım ülke istihbaratçıları tarafından öngörülüp geliştirilen (active opposition) stratejisi çerçevesinde alternatif aktif direniş oluşumunu da hızlandırdılar. Pompalı tüfek satışlarındaki patlamanın, yaz kamplarında uzak doğu dövüş sanatlarının öğretilmesinin yanında, çok daha etkili olarak Polis Kolejlerine ve Polis Akademisine el attılar. Alternatif silahlı kuvvetler, böylece 1975'lerden itibaren giderek güç kazandı. Buralardan mezun olan fethullahçılar, tercihan polis okullarına, eğitim, istihbarat, personel, bilgi-işlem birimlerine dağılıp kadrolaştılar. Emniyet içindeki nakşi-fethullahçı çıkar kavgasına dayalı anlaşmazlık sonucunda, yakın tarihte ilk ve son kez olarak fethullahçılar aleyhine -eksik de olsa- bir rapor yayınlandı. Ancak bu raporu yayınlayanlar, yaklaşık on yıldır süregelen ama hiç kimseyi rahatsız etmediği anlaşılan "telekulak" skandalı gerekçe gösterilerek tasfiye edildiler. Cüretlerini iyice artıran fethullahçı emniyetçiler, son kaset olayından sonra ABD'ne sığınan hocaefendilerine resmi koruma sağlama çabası sergilediler. Hiç şüphesiz, hakkında DGM tarafından hazırlık soruşturması yürütülen hocaefendiyi devletten maaş alan emniyetçilerin tabiri caizse -kulağından tutup- Türkiye'ye getirmeleri gerekmekteydi. Ama öyle olmadı, devletin parasıyla -hem de tüm yasal harcamaları karşılanarak- bu ülkeye gönderilen bir başkomiserin moral anlamda "koruma" görevini üstlenmesi, etki ajanlarının gücünü gösteren bir çelişkiyi de ortaya koydu. Özellikle sözkonusu başkomiserin görevini uzatma belgesinin altında imzası olan Sadettin Tantan'ın hâlâ görevini sürdürüyor olması ve de diğer imza sahibinin (dönemin İçişleri Müsteşarı) şimdi Ankara Valiliği görevinde bulunması, sözkonusu çelişkinin boyutlarını gösteren çarpıcı örnek oldu. Bilindiği kadarı ile, gerek basında yeralan emniyetçi fethullahçılara ilişkin haberlere, gerek devletin diğer istihbarat kuruluşlarının arşivinde mevcut bilgi ve belgelere ve gerekse de MGK'nın yakın takibine rağmen, Emniyet Disiplin Yönetmeliği, bu şeriatçı organize suç örgütü üyelerine değil de, onlara karşı olan memurlara karşı işletildi. Örneğin, geçtiğimiz yılın sonunda, fethullahçı kadrolaşmaya karşı dikkat çeken Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün ünlü raporuna katkıda bulunan emniyetçilerin tamamı dahil, 38 kişiye çeşitli disiplin cezaları verilirken, aralarında hiç fethullahçının bulunmaması oldukça dikkat çekiciydi. Oysa, "telekulak" olayının gerçek faillerinin fethullahçılar olduğunu duymayan kalmamıştı. Hatta, Alaattin Çakıcı ile Eyüp Aşık arasındaki telefon görüşmesinin kasetlerinin, keza Korkmaz Yiğit ile ilgili kasetlerin hükûmeti sonlandıracak sonuçlar vermesi, fethullahçıların MİT ve Genel Kurmay İstihbaratı'na muadil ve alternatif bir sivil istihbarat örgütü kurma çabalarını hızlandırdığı kaydedilmişti. Bu örgütün, (audio surveillance) hizmeti, cemaati gizlemeye yönelik yanıltıcı bilgi (build up material) üretme hizmeti dahil, tüm teknik hizmetlerini fethullahçı emniyetçilerin yürüteceği, siyasilere ve de hedef kişilere yönelik tehdit-şantaj amaçlı özel bilgi bankası gibi çalışılacağı öğrenilmişti. Bu duyumların üzerine gidildi mi? Kim gidecekti? Başbakan mı, yoksa yardımcıları mı, yoksa İçişleri Bakanı mı? Yoksa, diyorsunuz, "mütareke İstanbulunun işbirlikçi Osmanlı devlet adamlarının ruhları Ankara'da mı dolaşmakta?!."

9. Fethullahçıların ABD casusu, etki ajanı, yönlendirici ajanı ya da kısaca nüfuz casusu olmadığını bugüne kadar iddia eden çıkmadı. Hatta kendi yayın organlarında bile bu yolda bir inkâr sözkonusu olmadı. Fethullahçılar, hocaefendileri ABD'nde (refugee) statüsünde kalıcı olmadığını iddia etseler de, CIA nezdinde tüm fethullahçılar, (walk-in) tabir edilen bir kategoride tutulmaktadırlar; yani kendi ayaklarıyla ve gönüllü olarak ajanlık hizmetini talep ederek gelmişlerdir. Fethullahçılara göre, nasıl Humeyni zorunlu sürgün sonrası bir gün İran'a dönmüşse, hocaefendileri de öyle anlı-şanlı bir biçimde dönecek ve doğrudan Çankaya'ya oturacaktır. Bu beklentinin devamında, ABD ise, küreselleşme önünde en tehlikeli bir ulus-devleti ortadan kaldırmanın, yerine kendi ılımlı, uysal müslüman patriğini getirmenin nimetlerini görecektir. Ancak çift taraflı bu beklentiler, fethullahçı gerçeğini ifadeye yeterli olmamaktadır. Fethullahçılar, asla ve asla ABD'ye sığmayacak, CIA ile yetinmeyecek büyük ihtiraslara sahiptirler. "Kâinat İmamlığı"nı hiyerarşide en üst makam olarak kabul eden fethullahçılar, her konuda olduğu gibi ajanlık konusunda büyük düşünmekte ve büyüğe oynamaktadırlar. Bir yandan ABD ile ilişkiyi sürdüren fethullahçılar, diğer yandan Vatikan, Fener Rum Patrikhanesi, Musevi Hahambaşısı derken, farklı ülkelerin istihbarat servisleri tarafından yönetilen-yönlendirilen çeşitli uluslararası kuruluşlarla da paslaşmaya başlamışlardır. Kimi zaman Lordlar Kamarası'nda İngiltere Kraliçesi adına Lord Rotherham'ın elinden "İngiltere'ye Üstün Hizmet Ödülü" alan fethullahçılar, kimi zaman İspanya'da "Leaders Club", "Editorial Office" gibi kuruluşlardan ya da Orta Asya'da faaliyet gösteren "Booruker Vakfı" gibi NGO (!)'lardan ödül almaktadırlar. Örneğin, Özbekistan'da 21 okulun, Hong Kong'da ise 1 okulun kapatılmasından sonra, gerek Çin Halk Cumhuriyeti'nin ve gerekse Özbekistan'ın üzerinde büyük nüfuz sahibi olan Almanya ile de temas kuran fethullahçılar, Alman dış istihbarat servisi olan BND'nin tavassutuyla, ilk adımda Afganistan'daki okul sayısını 6'ya yükseltmişlerdir. BND bağlantısı dolayısıyla Almanya'nın iç istihbarat örgütü olan "Federal Anayasa'yı Koruma Teşkilâtı"nın desteğini de otomatikman alan fethullahçılar, yaklaşık 2.400.000 vatandaşımızın yaşadığı bu ülkede, himmet parası toplama ve yandaş-mürit kazanma amacına yönelik olarak Köln, Hanover, Münih, Ausburg, Stuttgart gibi Türklerin yoğun olara yaşadıkları tüm şehirlerde "Y. Burg A.Ş." gibi şirketlerin yanısıra, "Dost Yolu Derneği", "Türk Alman Akademisyenler Birliği", "İslâm Din Birliği" gibi çok sayıda aktif çalışan örgüte sahip olmuşlardır. Anlaşılacağı üzere, fethullahçılar sadece CIA hesabına çalışan tek taraflı ajan değil, (double-agent) olarak da piyasalarını yükseltmişlerdir. İngiltere'de de okul açan ve Londra'da büyük bir merkez binası satın alan fethullahçılar, İngiltere'nin dahilde yabancılara dönük faaliyet gösteren MI5 ve dış istihbarat servisi MI6'nın Uzak Doğuya yönelik faaliyet gösteren departmanı (CIFE) ve Orta Doğuya yönelik faaliyet gösteren departmanı (MEIC) ile okullar konusunda müşterek çalışma yürütmektedirler. Daha çok yakın zamana kadar Nakşibendiler ve İsmailiye mezhebi mensupları üzerinde tartışmasız kontrol gücüne sahip olan İngiltere, fethullahçıları desteklemekle Türk müslümanları konusunda da söz sahibi olma niyet ve iradesini ortaya koymuştur. Örneğin Lord Rotherham, Londra'daki sözkonusu ödül töreninde, fethullahçıların toplam okul sayısını kendi okulları gibi kabul ile övünerek "50'den fazla ülkede 500'den fazla müessese" olarak açıklamıştır. Keza, fethullahçıların Balkanlarda Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Moldova gibi ülkelerdeki okullarının sayısını artırma çabalarının yanısıra, Yunanistan'da da okul açma pazarlıkları bilinmektedir. Fethullahçıların şirket-okul açma, örgütlenme çabası içinde oldukları diğer ülkeler ise aynen şöyledir: Fransa, Belçika, İsveç, Norveç, Hollanda, Finlandiya, Danimarka, İspanya, Kanada, Çin ve Japonya. Tüm bu ülkelerdeki okulların açılmasında Türkiye'nin sözkonusu ülkelerle imzaladığı ikili kültürel antlaşmalar kesinlikle devredışıdır. Dolayısıyla fethullahçıların yurtdışındaki okullarında Milli Eğitim Bakanlığı'nın herhangi bir denetimi de sözkonusu değildir. Diyelim ki olsa bile bu denetimi yapacak birimin başında hâlâ militan bir fethullahçının bulunması, devletin ve sistemin aczi adına oldukça manidardır. Dolayısıyla tüm bu okulların açılma izni ve denetimi, ilgili devletlerin istihbarat servislerine aittir. Dolayısıyla, fethullahçıların ikili ajan rolü oynadıklarına inanmak da doğru olmaz, onlar multi-ajan statüsü ve işlevi dahilinde hareket etmektedirler. Fethullahçılar, Türkiye'nin hasmı olan ülkeler için en uygun ve en zengin ajan borsasını oluşturmuşlardır. İyi derecede yabancı dil bilen, hocaefendilerine "dog" sadakati ile bağlı, okul ve şirket açma izni karşılığında her şeye, kendi devletine, ulusuna, gerektiğinde kendi söylemlerine bile ihanet edebilen -örneğin, Doğu Türkistan Türklerini, Kosova Türklerini, Kerkük Türklerini yok sayacak kadar sağırlaşabilen- fethullahçılar, artık ulusal bir cemaat değildirler. Olsa olsa uluslararası bir ajan borsası: Okul-şirket açma izni ver, istediğin kadar ajanı tepe tepe kullan!..


C) ETKİ AJANLARI İLE MÜCADELEDE ALMANYA VE ABD ÖRNEKLERİ

Türkiye dahilinde kontr-espiyonaj faaliyetlerini yürütmek MİT'nın asli görevidir. Askeri alanlarda da hiç şüphesiz TSK istihbarat kuruluşları faaliyet gösterme yetkisine sahiptir? Ya etki ajanları ya da nüfuz casusları için?!. Türkiye'de maalesef böyle bir misyonu olan resmi kurum yok!.. Olmadığı için de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kendini savunma mekanizması felç olmuş durumda!.. İşte, hedef ülkelerde etki ajanlarını en yoğun biçimde kullanan ve kendi ülkesinde ise hasım ülkelerin etki ajanlarına hayat hakkı tanımayan iki örnek: Almanya ve ABD.

1. Almanya Örneği:

Almanya'da kontr-espiyonaj, etki ajanlığı ve benzeri faaliyetlerle mücadeleyi üstlenen Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı BfV (Bundesamt für Verfassungsschutz)'ın yanısıra, ulusal polis örgütü ve de dış istihbarat servisi BND (Bundesnachrichtendienst) arasında koordinasyonu sağlamakla yükümlü ve de geniş yetkiye sahip -Ernest Uhrlau'nun yönetiminde- ayrı bir birim daha bulunmaktadır. Almanya'daki Türklere yönelik olarak bu istihbarat servislerinin koordineli biçimde yürüttükleri faaliyet sonrasında, Türkiye'deki siyasal-dinsel ve de etnik bölünmüşlüğün küçük bir modeli oluşturulmuştur. Almanya'da faaliyet gösteren her türlü şeriatçı-mezhepçi, nizâm-ı âlem ülkücüsü, ikinci cumhuriyetçi, bölücü, marksist terör örgütleri, yine Türk kimliğine, Türk Devletine, Cumhuriyete, laik hukuk sistemine, kısaca Türkiye'ye karşıdırlar. Yalnız bir farkla, kuklalaştırılmış sözkonusu örgütlerin tamamı, Alman istihbarat servislerince sımsıkı kontrol altında -Türkiye'ye karşı- sevk ve idare edilmektedirler. Alman istihbarat servislerinin kontr-espiyonaj ve etki ajanlığı faaliyetlerine karşı kendi ülkesindeki duyarlılığı, kabuledilebilir sınırlar dışında, adeta paranoya derecesindedir. Örneğin, kendi vatandaşlarının sorunları ile ilgilenmek gibi asli görevlerini yerine getiren diplomatlarımızdan yedisi, bu yılın başında, iki grup halinde (önce üç, sonra dört) olmak üzere- casusluk suçlamasıyla sınırdışı edilmek istenmiştir. Türkiye, bu iş için bizzat Ankara'ya gelen Almanya İstihbarat Servisleri Koordinatörü Ernest Uhrlau'nun baskılarına -koşullu da olsa- sonuçta boyun eğmiş; diplomatlarımız geri çekilmiştir. Resmi gerekçe her ne kadar, sözkonusu diplomatlarımızın, 350 Türk vatandaşının ölümünden doğrudan sorumlu olan PKK'nın sözde komutanı Cemal kod adlı Murat Karayılan'ı izleyerek casusluk (!) faaliyetinde bulunmaları ise de, gerçek gerekçenin bir misillemeden ibaret olduğu yadsınamayacak ölçüde açıktır: Önceki MİT Müsteşarı döneminde, MİT'i kontrol altında tutma ve yönlendirme çabalarındaki başarıları bilinen BND, halihazırdaki MİT Müsteşarı döneminde -ki bu dönemde Almanya'nın desteğindeki PKK'nın üst düzey yöneticilerine yönelik iki başarılı sınırdışı operasyonu: "Yarasa Operasyonu" (Şemdin Sakık ve Arif Sakık), "Safari Operasyonu" (Abdullah Öcalan) gerçekleştirilmiştir- kendilerine yönelik tüm bilgi akışının kesilmesinden dolayı paniklerken, üstüne üstlük PKK'nın bir başka katili olan Cevat Soysal'ın 21 Temmuz 1999'da Moldova'da MİT görevlilerince derdest edilerek Türkiye'ye getirilmesi ile tüm dünya istihbarat servislerinin önünde resmen aşağılanmıştır. Zira, Soysal'ın yakalanmasının açıklaması, Almanya'nın Dışişleri Bakanı Joschka Fisher'in Türkiye ziyareti sırasında -özellikle- yapılmıştır. Ve Alman Bakana, cani Soysal'ın üzerinden çıkan Mönchengladbach (Eyalet Ofisi-LfV) mahreçli 0790937 No.lu seyahat belgesi gösterilerek açıklama istenmiştir. Ve MİT Müsteşarı, bu gelişmelere tavır olarak Almanya'ya yapacağı planlı gezisini iptal etmiştir. İlk kez Türkiye'ye yönelik düşmanca faaliyetlerden dolayı hem de resmi bir belgenin hesabının sorulması ve de tavır konulması, işte sözkonusu misillemenin kaynağını oluşturmuştur. Bu konularda Almanya'nın tek yanlı kuraltanımazlığı, diplomatik nezaketsizliği, hatta saldırganlığı yeni bir olgu değildir, tıpkı son olmayacağı gibi. Hâlâ hatırlardadır, 1989'da Stuttgart Başkonsolosluğumuzda görev yapan iki, Berlin Konsolosluğumuzda görev yapan iki, Bonn'da, Nürnberg'de, Hamburg'da ve Köln'de görev yapan birer diplomatımız olmak üzere, toplan sekiz diplomatımızın "casus" suçlaması ile Türkiye'ye dönmeleri sağlanmıştı. Keza, 1994'de Bonn'daki Büyükelçiliğimizde iki, Berlin'de ise bir diplomatımız, yine "casusluk" suçlaması ile geri gönderilmişti.

Gelelim Türkiye'deki "Almanya"ya. Türkiye'nin Almanya'nın ulusal bütünlüğü aleyhine hiçbir amacı ya da girişimi yok. Almanların irredandist-şoven ırkçılığı ise, sadece insan hakları ve de işçilerimizin can güvenliği ile sınırlı olarak takip ediliyor, hepsi o kadar. Türkiye'nin 2.400.000 vatandaşının mevcudiyetine karşın, Almanya'da geçerli bir etki ajanı programı bile bulunmuyor. Her ne kadar tek yanlı çalışan Gümrük Birliği Anlaşması dolayısıyla aksi mümkün olmasa da, Alman şirketlerine yönelik ihale ya da ithal kısıtlaması sözkonusu değil. Kısaca hiçbir olumsuz önyargımız olmadığı gibi, olumsuz yaptırım politikamız da yok. Türkiye'nin Almanya'daki vatandaşlarının ulusal kimliklerinin korunması, huzur ve can güvenliklerinin sağlanması yolunda izlemede bulunması sadece bir hak değil, uluslararası mevzuata göre de kabul edilmiş bir yükümlülük. Tıpkı, Almanya'nın Türkiye'de yaşayan 100.000 civarındaki etnik Alman vatandaşını izleme, koruma, hak ve hukukunu savunma yükümlülüğü gibi. Türkiye Almanya'nın bu yükümlülüğüne saygı duyuyor. Almanya ise asla. Almanya, Rusya Federasyonu, ABD, Çin, İran gibi stratejik önemi olan ülkeler gibi Türkiye'de de görev yapan tüm diplomatlarını (Büyükelçi, Müsteşar, Başkonsolos ve tüm Konsoloslar, her derecedeki Sekreterler, Basın-Eğitim-Kültür Ataşeleri) BND kadrosundan atamaktadır. Askeri ataşelerinin bile ANBw (Amt für Fernmeldwesen Bundeswehr) mensubu olduğu tüm ilgililerce bilinmektedir. Örneğin, bu ülkenin Ankara Büyükelçiliği'ne bu yılın başında atanan Dr. Rudolf Schmidt'in ilk işi, KDP'nin İrtibat Bürosu'nda (sözde Kürdistan Büyükelçiliği) verilen izinsiz nevruz resepsiyonuna katılmak olmuştur. Arkasından, Alman Dışişleri Müsteşarının "artık kürtler için federasyonun tartışmaya açılması" talebi gelmiştir. Büyükelçi, 27.6.2000'de, Diyarbakır'da 39.5 milyon DM'a malolacak atıksu arıtma tesisinin temel atma törenine, "kürdistan" mizanseni içinde katılarak şov yapmıştır. Bir başka deyişle, bölge halkına ülkesi adına doğrudan destek mesajı vermiştir. Akabinde, Alman Kalkınma Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Peter Trevner başkanlığındaki heyetin sözde yatırım amaçlı gezisi -hem de iki ay içinde iki kez- sözkonusu olurken, bunu diğer Alman heyetleri izlemiştir. Nedense ziyaretler, Mondros Mütarekesi ile Sevr Antlaşması'nda yeralan "vilayat-ı sitte"ye yapılmaktadır, yoksa ekonomik açıdan çok daha geri olan Kastamonu'ya, Bolu'ya, Yozgat'a değil. Türkiye'deki şeriatçı yapılanmalarla doğrudan ilişki içinde bulunan BND ajanları, bir başka koldan "misyonerlik" kisvesi altında da faaliyet sürdürmektedirler. Alman Sefaretinin diplomatik dokunulmazlığı ile gerçekten dokunulamayan BND misyonerleri, binlerce Türk vatandaşını İslâmiyetten koparmayı başarmışlardır. Örneğin, sözde depremin yaralarını sarma gibi son derecede insancıl amaçlarla izin alarak Adapazarı'na gelip de burada psikolojik sorunlarını devam eden depremzedelere din değiştirme telkinatı yapan BND bağlantılı üç örgüt: "Alman Protestan Kilisesi", "Federal Alman Kilisesi" ve "Türkiye-Alman Kiliseleri Birliği", yıkıcı faaliyetlerini el'an sürdürmektedirler. Türkiye, bugüne kadar hiçbir Alman diplomatını ve de görevlisini sınırdışı etme irade ve kararlılığını gösterememiştir. Bu, nasıl bir sorumsuzluk ve onursuzluktur?

Kaydedilen o ki, BND'nin kontrolünde Türkiye'de etki ajanı bulan-yetiştiren, sevk ve idare eden "Humboldt Vakfı", "Konrad Adenauer Vakfı", "Heinrich Böll Vakfı" gibi vakıfların yanısıra, gazeteci, araştırmacı, arkeolog, sosyolog, işadamı, çevreci vb. kimliğinde -yüzlerce değil- binlerce BND ajanı Türkiye'de, Türkiye aleyhine faaliyet yürütmektedir. Ama Türkiye, misilleme politikası uygulamamaktadır; daha doğru deyişle, -karar mekanizmalarına yuvalanan Alman etki ajanlarının engellemesiyle- uygulayamamaktadır. Hatta o kadar ki, İçişleri Bakanlığı'nın 24.3.2000 tarihinde yürürlüğe koyduğu, Türkiye'ye girilmesine izin verilmeyecek 56 kişilik sakıncalılar listesinde, Yeni Zellanda'dan Romanya'ya kadar pekçok ülkeden isim bulunurken bir tek Alman'ın ismine rastlanılmamaktadır (5). Bunun adı, vatanseverlik ya da devlet adamlılığı değildir. Bağımsızlığın, bağımsız dışpolitikanın olmazsa olmaz türünden en önemli ilkesinin biri ulusal güç kaynaklarını harekete geçirmekse, en az onun kadar önemli olan bir diğeri misilleme yapmaktır. Hem ulusal güç kaynaklarını harekete geçiremeyeceksiniz ve hem de misilleme politikalarını üretip yürürlüğe koyamayacaksınız. Bunun adı, olsa olsa manda zihniyetli maşalıktır, etki ajanlığıdır ya da gafil olmaktır.

2. ABD Örneği:

Dünya ülkelerinin tümünde, en çok etki ajanına sahip olan ülke ABD'dir. Bu ülke, dünyada en çok devletlerarası hukuk ihlâli yapan; hedef ülkelerin egemenlik haklarını hiçe sayan; insan hakları konusundaki olumsuz siciline karşın diğer ülkeleri bu konuda eleştirmeyi dünya jandarmalığının gereği kabul eden; dünyayı sömürmeyi Tanrı'nın kendilerine verdiği bir hak olarak gören, politik ve ekonomik megolomaniye sahip bir ülkedir. Örneğin, ABD'deki klu-klux-klan örgütü gibi ırkçı örgütlerin kanlı eylemleri; zencilere ve kızılderililere ve de hispanik kökenlilere uygulanan ayrımcı muameleler; Vietnamda 5000 masum köylüyü katleden cani teğmene (My Lai Katliamı) verilmeyen idam cezasının, özellikle hispaniklere ve zencilere -son örnek Mumia Abu Jamal- verilmesi; kızılderililere yapılan insanlık suçunun -tarih boyunca soykırıma maruz bırakılan bu halkın bugün tamamı tecrit kamplarında (rezervation camp) tutulmakta olup, nüfusunun % 56'sı işsiz, % 44'ü ise alkoliktir. Ortalama yaşam, kampların olumsuz koşulları nedeniyle, beyazların yaşam süresinden 20 yıl daha kısadır- hala devam ettirilmekte olması; derin devlet olgusundan kaynaklanan siyasal suikastlar ve yasadışı operasyonlar; kadınlara uygulanan ayrımcı ücret-terfi politikaları ve daha nice örnekler... ABD'nin etki ajanlarının çabaları sayesinde, bu eksiklikler, ihlâller -bir iki istisna dışında- tüm dünyada tartışılmaz, irdelenmez, hatta gündeme bile getirilmez.

Tüm dünyada profesyonel ilişkinin sürdürüldüğü yüzbini aşkın ABD etki ajanından sözedilmektedir. Sadece Kuzey Irak'da, güvenlik gerekçesiyle Türkiye üzerinden götürülen ajan sayısının 5.000'in üzerinde olduğu dikkate alınacak olursa, tüm ülkelere ait bu tahmini rakamın abartılı olmadığı anlaşılacaktır. Aynı ABD, kendi ülkesinde yabancılara çalıştığı kuşkusu hissedilen etki ajanlarına ise kesinlikle hayat hakkı tanımamaktadır. Bu tür şüphelilerle mücadele görevi, FBI (Federal Bureau of Investigation), DIA (Defense Intelligence Agency), NSA (National Security Agency)'dir. Ayrıca ABD vatandaşı olmayan şüpheliler için SDDS (State Departmen Diplomatic Security) de devreye girmektedir. Bırakınız ABD'nde yabancı bir devletin etki ajanı olmayı, en belgesel bir eleştiri getirmeniz halinde bile size yönelik derin devlet yaptırımlarının arkası gelmeyecektir. Örneğin, bir ABD vatandaşı olan Dr. Michael Parenti, ABD sistemini yargıladığı "Kirli Gerçekler" gibi kitapları nedeniyle takibata maruz kalmış; özel ya da devlet üniversitelerinde ders vermesi yasaklanmıştır. Bu ülkede, ancak CIA ile bağlantılı olmak koşuluyla Dr. Chomsky gibi seçilmiş sözde muhaliflere rejimi muvazaalı biçimde eleştirme (!) hakkı tanınmaktadır. Son olarak, Arlington'da faaliyet gösteren "Turkish Cultural and Political Center"ın yayın organı olan elektronik dergide, bu merkezin yöneticisi Sayın Atilla Ongun tarafından yazılan küçük ama çok önemli bir haber-yorum yazısı dolayısıyla, hakkında DIA tarafından soruşturma açıldığı duyumu gelmiştir. Asıl acı olanı, ihbarın üç Türk vatandaşı tarafından aidiyet duydukları ABD'nin çıkarlarına duyarlılık gösterilerek ve yazılı olarak yapılmış olmasıdır. Hiç şüphesiz, bu üç Türk vatandaşının, gerçekte ABD etki ajanı oldukları muhakkaktır. Sayın Ongun, Türkiye'nin çıkarlarına sahip çıkıp haklı uyarı yaparken, yaşamını sürdürdüğü ABD'ne de herhangi bir saygısızlıkta bulunmamıştır (6). İsimleri ancak ilgili makamlara verilecek olan bu üç işbirlikçi etki ajanının biri, son derece ünlü bir gazetecidir. Önce rusçu, sonra FKÖ militanı, sonra maocu, sonra humeynici, sonra koyu özalcı ve şimdi de ikinci cumhuriyetçi-amerikancı olarak tanınan ve büyük bir gazetemizde köşe yazarlığı da yapan bu gazetecimizin yanısıra, bir diğer muhbir, büyük bir işadamları derneğinin Washington Temsilcisi, sonuncusu ise Washington Büyükelçiliğimizde sözleşmeli olarak dışarıdan görev yapan bir kadın personeldir.

Kuruluşu olan 1947'den itibaren Türkiye'deki casus ve etki ajanlarını sevk ve idare eden CIA (Central Intelligence Agency)'in Ankara'daki istasyon şefliği, günümüze kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı en büyük suçları işlerken, bugüne kadar hiç mi hiç takibata uğramamıştır. Hatta o kadar ki, CIA hesabına casusluk yaparken suçüstü yakalanan MİT üst düzey sorumlularından Muzaffer Savaşman yargılanıp mahkûm edilirken, onu çalıştıran, yönlendiren Amerikalı diplomat casus, görevini hiçbir şey olmamış gibi sürdürmeye devam etmiştir. Bir başka ifadeyle, sınırdışı edilen ya da ülkesine geri çağrılma talebinde bulunulan bir CIA görevlisi Türkiye tarihinde henüz sözkonusu olmamıştır. Diğer taraftan, Türkiye'deki etki ajanlarının özellikle radikal kekoçü kesimi, en itibarlı, rahat ve kazançlı-verimli dönem olarak sanırız son bir yıllık James Jeffrey dönemini hatırlayacaklardır. Resmiyette Büyükelçilik Siyasi Müsteşarı olarak görev yapan CIA İstasyon Şefi Jeffry, özellikle HADEP ve Refah benzeri şeriatçı yapılanmalarla, kendisinden önce bu görevde bulunan Francis Ricciardone'den daha pervasız ilişkilere girmiştir. Kendisi gibi diplomatik teammüllere saygı göstermeyen, Türkiye'nin etnik ve dinsel açıklarını alenen istismar eden Büyükelçi Mark Parris ile uyum (!) içinde çalışan James Jeffry, nihayet ülkemizden ayrılmaktadır. Yeni Büyükelçi Robert Pearson'ın en önemli yardımcısı hiç şüphe yok ki yeni İstasyon Şefi Stuart E. Jones olacaktır. Kaldı ki, Jones'un sadece bu görevi yenidir. Kendisi, uzunca bir süredir Adana Konsolosu olarak görev yapmaktadır, dolayısıyla Güneydoğu ve Kuzey Irak konusunda hayli deneyimli bir istihbaratçıdır, pardon diplomattır.

Türk Devleti ve halkı, bugün içindeki ABD güdümlü etki ajanlarını rahatlıkla tanıyacak-ayırdedecek bilgiye deneyime ve belleğe sahiptir. Siyasileri, gazetecileri, akademisyenleri, diplomatları, bürokratları, işadamları, kimi mesle
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! D) ETKİ AJANLARI SORUNUNA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:45

Sorun, Türkiye'nin bağımsızlığı ve geleceği ile doğrudan ilgilidir. Önce, devletin yapısal değişikliklere gereksinimi bulunmaktadır. Devlet, ülkesi ve milletiyle bölünmezliğini korumak için önce savunma mekanizmasındaki gedikleri kapatması gerekmektedir. Etki ajanlarının, klasik casuslarda olduğu gibi polisiye önlemlerle bertaraf edilmeleri günümüzde kesinlikle sözkonusu değildir. İşbirlikçilere TCK'da karşılığı olmayan bir suçtan dolayı nasıl takibat açılamazsa, sırf ABD ya da Almanya ya da herhangi bir ülkenin çıkarlarını savunduğu, söylemlerini dile getirdiği, politikasını desteklediği, kısaca maksatlı da olsa salt görüş bildirdiği için gözaltına bile almak mümkün değildir. Demokrasi ve insan haklarında giderek yükselen uluslararası normlar dikkate alındığında, etki ajanlarına karşı alınacak önlemler, uluslararası düzeyde tepkiyi de beraberinde getirecektir. Önemli olan bu tür tepkileri karşılayacak sağlam bilgi-belge ve gerekçelere sahip olmaktır. Bir de, olası tepkilere karşı misilleme politikaları üretmek ve en uygun zamanlama ile bunları uygulamak önemlidir. Etki ajanlarının temizlenmesi demek, Türkiye'nin gerçek Cumhuriyet aydınları tarafından yeniden yönetilmeye başlaması demektir. İşte sorunun çözümüne yani etki ajanlarının radikal biçimde etkisizleştirilmesine somut katkı sağlayacak önerilerden birkaçı:

1. Türkiye, güçlü ve köklü bir demokrasiye sahip olmak istiyorsa, önce ve öncelikle, en az ABD'nde, İngiltere'de, Almanya'da olduğu kadar güçlü bir hukuksal yapıya sahip olmalıdır. Bunun için, etki ajanlarının her fırsatta örnek gösterdikleri bu hedef ülkelerin, özellikle kamu düzeninin korunmasına ilişkin mevzuatlarının Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi süratle çevrilmesi, Türkiye'ye adaptasyonu sağlandıktan sonra da süratle TBMM'den geçirilmesi gerekmektedir. Öylesine gerekmektedir ki, TCK 312. Madde dahil olmak üzere Türk yasalarını antidemokratik bulan hasım ülkeler, çok daha sert olan kendi mevzuatlarının yürürlüğe girmesi durumunda olayları istismar edemesinler. Örneğin, Almanya'nın siyasal partilere ve illegal örgütlere yönelik mevzuatı, İngiltere'nin terör ve basın özgürlüğü ile ilgili mevzuatı, Fransa'nın azınlıklara yönelik mevzuatları gibi.

2. Türkiye, güçlü ve köklü bir demokrasiye sahip olmak istiyorsa, önce ve öncelikle, en az ABD, İngiltere ve Almanya'daki kadar güçlü bir devlet yapılanmasına sahip olmalıdır. Türkiye'nin güvenlik ve devlet politikasının sürekliliği açısından en büyük eksikliği, Emniyet Genel Müdürlüğü ile MİT arasında, Anayasal düzeni, kamu güvenliğini iç ve dış tehdit odaklarına karşı hukuk devleti sınırları içinde koruyup kollayacak bir devlet kuruluşunun bulunmayışıdır. ABD'nde FBI, İngiltere'de MI5 (CIS, CID dahil), Almanya'da ise Federal Anayasa'yı Koruma Teşkilâtı BfV, güçlü devlet olgusunun temel dinamiğini oluştururken, Türkiye'de bu konuda yaşanmakta olan zaaf ortadadır. Türk Devletindeki bu zaafı giderecek bir Türk Anayasayı Koruma Kurumu gibi isim alabilecek bir yapılanmaya şiddetle gereksinim duyulmaktadır. Şeriatçı, bölücü örgütler başta olmak üzere, organize suç örgütleri, kamu düzenini etkileyecek düzeydeki toplu kaçakçılık (vergi, narkotik, silâh, kara para aklama, siyasal rüşvet, büyük ihalelere fesat karıştırılması, haksız teşvik vb.) ile etkin mücadele; etki ajanlarının etkisizleştirilmesi (deşifre ile teşhir); dış ülke istihbarat servislerinin Türk vatandaşlarını kullanarak yürüttükleri sosyal-ekonomik-toplumsal ve de dinsel istihbarat faaliyetlerin izlenmesi ve önlenmesi; Türkiye'de ve hedef ülkelerdeki insan hakları ihlâllerinin takibi ve değerlendirilmesi; ulusal "think-thank" işlevi nedeniyle Türkiye'nin içte ve dışta izleyeceği ulusal politikaları ve misilleme stratejilerini belirleme; MGK'nın tüm kararlarını izleme ile sonuçlandırma; devletin stratejik önem taşıyan kurum ve kuruluşlarının -Sayıştay dışındaki- tüm denetleme ve doğal afetlerde kriz koordinasyon işlevini üstlenme; TRT dahil medyaya doğru bilgi akışı sağlama ve "chicken feed" türü yanlış yönlendirme amaçlı haber malzemelerinin ayıklanmasına yardımcı olma; yargıya bilgi ve belge hizmeti sunma; stratejik öneme haiz görevlere atanacakları belirleme ve izleme gibi görevleri üstlenecek böylesine bir kurumun örgüt şemasının, AB standartlarına uygun olarak Almanya'nın Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı'ndan aynen kopya edilmesinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Böyle bir kurumun mutlaka Cumhurbaşkanlığı kampüsü içinde yer alması; yöneticilik ve danışmanlık görevlerine ise devlete ve laik hukuk devletine bağlılığı kamuoyunca da bilinen, bir başka ifadeyle bugüne kadar etki ajanlarının hedef gösterip saldırdıkları isimlerden, örneğin Vural Savaş, Kemal Yavuz, Yekta Güngör Özden, Coşkun Kırca, Osman Olcay, Mümtaz Soysal, Fatih Altaylı, Emin Çölaşan, İsmet Solak gibi ödünsüz cumhuriyet aydınlarının getirilmesi; personel atamalarının özel bir yasayla -politikacıların etki alanı dışında- gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Böylece, parlamento ya da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları ne olursa olsun, hatta hizbullah sempatizanları bile iktidara gelse, devletin temel iç ve dış politikalarında en ufak bir sapma meydana gelmeyecektir. Böylece, demokrasimiz sarsıntı geçirmeksizin ya da askıya alınmaksızın, mevcut etki ajanları, kamuoyunu yönlendirmeye, politikaları şekillendirmeye ilişkin tüm güç ve avantajlarını kaybedeceklerdir.

3. Türk Devleti, etki ajanlarına inanılmaz güç sağlayan medya patronlarını disipline etmek zorundadır. Medya patronları, çıkarları gereği etki ajanlarını nasıl kullanıyorlarsa, yine vergi, teşvik, kredi vesair yasal kozlar kullanılmak suretiyle istihdam ettikleri özellikle de ikinci cumhuriyetçi olarak tanınan bu kişilerin işlerine son vermek durumunda bırakılmalıdır. Türk Devleti sadece bu sonucu alsa bile, etki ajanlarının tasallutundan ve kamuoyunu yanlış yönlendirme girişimlerinden büyük ölçüde kurtulmuş olacaktır.

4. Türkiye'deki Cumhuriyet yanlısı tüm sivil toplum örgütleri, rejime ve ülkeye sahip çıkma doğrultusunda Milli Güvenlik Kurulu kararlarına -her türlü demogojiden uzak- destek vermelidirler. Kendi ülkesinde yetkileri kıyaslanamayacak kadar daha geniş olan Ulusal Güvenlik Konseyi'ne (NSC) sahip ABD'nin yanısıra AB ülkeleri de, demokratikleşmenin önünde en büyük engel olarak MGK'nu görmekte, şiddetle eleştirmektedirler. Bu düşmanlığın göstergeleri bile, MGK'nın bağımsız Türkiye için ne denli önemli olduğunu ortaya koymaya yeterlidir. Etki ajanlarının henüz giremedikleri ya da çok az nüfuz edebildikleri Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk ilke ve devrimlerinin bekçisi olan tek ulusal kurumumuzdur. Ancak, bugüne kadar Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla bu kuruma sızmış olan şeriatçıların tasfiyesi peyderpey mümkün olurken, hâlâ varlığını korumayı başaranlara karşı MGK'nın daha duyarlı olması -bir başka ifadeyle önce kendine çeki düzen vermesi- gerekmektedir. Örneğin, MGK'da (TİB) ve Milli Güvenlik Akademisi'nde görev yapan, ders veren ya da mezun olanlar arasında çok sayıda fethullahçı danışmanın bulunduğu duyumlarının üstüne gidilmeli; sivillere örnek olmak için gereği öncelikle yerine getirilmelidir.

5. Türk Devleti, etki ajanı yetiştiren ya da yönlendiren ABD ve AB -özellikle Almanya- vakıflarının Türkiye'deki tüm faaliyetlerini süresiz durdurmalıdır. Yasak kapsamına, Güney Kore, İngiltere, ABD ve özellikle de Almanya misyonerlik kuruluşları dahil edilmelidir. ABD'nde yarım milyon, AB ülkelerinde ise dört milyona yakın vatandaşımızın yaşadığı dikkate alındığında, MEB'na okul açma izni vermeyen tüm ilgili devletlerin Türkiye'deki okullarının da kapatılmaları gündemde tutulmalıdır. Karşılıklılık (muadiliyet) ilkesi çerçevesinde, Türkiye'deki okullarını muhafaza etmek isteyen ya da sayısını artırmak isteyen ülkeler, aynı miktardaki Türk okuluna kendi topraklarında açma izni vereceklerinin bilincinde olmalıdırlar. Almanya'nın eğitim alanında daha etkin olmak için yaptığı son girişimi, bir Alman Üniversitesi'nin kurulması yolundadır. Hiç şüphesiz, karşılığını almadan vermek, yalnızca Tanrı'ya -bir de maalesef Türkiye'ye- mahsustur. Uluslararası ilişkilerde geçerli en önemli ilkelerden biri çıkarların karşılıklı gözetilmesi ilkesidir. Türk Dışpolitikasında bu ilkeye, Atatürk'ten bu yana gereken özen gösterilmemektedir.

6. Etki ajanlarının sayısal açıdan artırılmasında, belirlenmesinde ve yurtdışı eğitiminde hedef ülkelere en büyük desteği maalesef YÖK yapmıştır. Yurtdışına master ve doktora yapmak üzere gönderilen Türk öğrencileri, -ki MEB bursu ile gidenlerle birlikte sayı binlerle ifade edilmektedir- ilgili istihbarat servislerinin ve de bölücü-şeriatçı yapılanmaların paylaşımı olgusu ile karşı karşıya kalmış; acıdır ki önemli bir bölümü, tüm masraflarını üstlenen kendi devletine yabancılaştırılmış, hatta düşmanlaştırılmıştır. Halihazırda YÖK Başkanı Prof.Dr. Kemal Gürüz'ün müdahalesi ise geç kalınmış bir müdahale olmuştur. YÖK'nun bu ihmaldeki sorumluluğu büyüktür. 12 Eylülden sonra üniversitelerdeki yaklaşık 1700 Cumhuriyet aydını öğretim elemanının tasfiyesi ile başlayan antidemokratik uygulamalar, özellikle Anadolu'daki üniversitelerin şeriatçı kadroların eline geçmesiyle sonuçlanmıştır. Benzer kadrolaşma çabaları köklü üniversitelerimizde de sözkonusudur. Cumhuriyet düşmanı şeriatçı kadroların tasfiyesi, yine onları bu konuma getiren 2547 sayılı yasanın aynen korunarak ama mevcut sürecin tersine işletilmesi ile mümkün olacaktır. Türban konusunda şeriatçıların eleştirilerini alan YÖK, son rektör seçimlerinde Dokuz Eylül Üniversitesi'ne özel "ilgi" gösterirken, örneğin Ondokuz Mayıs Üniversitesi ile Gazi Üniversitesi'nde eksik-duyarsız inceleme yapıldığı kanısını uyandırmıştır. Bu zaafiyeti gözönüne alarak, üniversiteleri bilimsel öncü kurumlar haline getirmenin en önemli koşulunun, ancak yöneticilerinin ödünsüz Cumhuriyet aydını olmaları halinde yerine geleceğine inanmak gerekir. YÖK için düşünülebilecek Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu, Prof.Dr. Türkan Saylan, Prof.Dr. Nur Serter gibi laik hukuk devletine bağlılığı kanıtlanmış, korkutulması-satınalınması olanaksız akademisyenlerin mevcudiyeti, devlet açısından önemli bir şanstır. Türkiye'nin kıt kaynaklarının yurtdışı eğitimleri için sorumsuzca ve hesapsızca heba edilmesinin önüne geçilmesi ve de yurtdışındaki öğrencilerin sözkonusu tehlikeye maruz bırakılmamaları için, alternatif uygulamalar yapılabilir. Örneğin, ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ gibi köklü üniversiteler bu eğitim işlevini üstlenebilir. Maliyetin küçük bir bölümünün sarfıyla en ünlü yabancı öğretim üyelerinin bu üniversitelerde istihdamı olanaklı olabilir. Hem de kaynak aktarımı ile güçlenecek bu üniversiteler, dünyanın sayılı üniversiteleriyle boy ölçüşebilecek; yabancı öğrenci çekecek düzeye ulaşabilir. Ayrıca, YÖK, tüm üniversiteleri denetleyerek, ABD ve Alman üniversite ve vakıflarının, Türk akademisyenlerle yürüttükleri projeleri kontrol etmeli; sosyal bilimler dalında Türkiye'yi kritik açıdan ilgilendiren konulardaki projelere kesinlikle izin vermemelidir.

7. Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, yukarıdaki kurum ile hükûmet arasındaki koordinasyonu sağlayacak, halkın doğru bilgilendirilmesini ve bu doğrultuda kamuoyunu oluşturulmasını olanaklı kılacak bağımsız bir Bakanlık haline dönüştürülmelidir. BBC'ye tanınan tüm özerklik, bu bakanlığa bağlanacak TRT'ye de tanınmalı; özellikle başta teröre ilişkin haberler olmak üzere, kamun çıkarları doğrultusunda Batının kabul ettiği yayın sınırlamaları aynen uygulanmalıdır. TRT'nin bir devlet kurumu olarak başına, özel kanallarla rekabet edebilecek deneyime, cumhurbaşkanı eskilerinden azar yemeyecek gurur ve onura sahip bir Cumhuriyet aydınının getirilmesi sağlanmalıdır. Keza, etki ajanlarının tezleri ile ilgili hazır toplanmış ve değerlendirilmiş bilgi ve belgelerin kamuoyuna maledilmesi, bu Bakanlığın görevi olmalıdır. Örneğin, çağcıl kapitilasyon örneklerinden uluslararası tahkimi savunan etki ajanı politikacı, gazeteci vesairenin taahhütleri neydi? Türkiye'ye hemen girmesi gereken yüz milyar dolarlık yabancı sermaye taahhüdünün kaç milyar doları girdi ya da girmedi? Kamuoyunu yalan haberle korkutarak ya da özendirerek iğfal edenlere nasıl bir hukuksal yaptırım uygulanacak? Gümrük Birliği ekonomik olarak Türkiye'ye ne kazandırdı, ne kaybettirdi; kaç işyeri kapandı, kaç işsiz sokağa çıktı? IMF, DTÖ, AB ya da Dünya Bankası'nın dayatmalarına teslim edilen Türk tarımının geleceği ne olacak? Köylerden kaçınılmaz biçimde kentlere akacak işgücü potansiyeli nasıl değerlendirilecek ya da konut açıkları nasıl kapatılacak? Kitlesel açlığın tahmini süresi ne olacak ya da genleriyle oynanmış tarım ürünlerinin halk sağlığına ilişkin etkileri nasıl giderilecek? Gelir dengesizliğin yarattığı sosyal patlamaların önüne nasıl geçilecek? Ülkenin enerji yatırımlarını ihmal ederek yabancı enerji lobilerine teslim etmeye, bu bağlamda ekonomik ve çevresel maliyeti diğer enerji türlerine karşı kıyaslanmayacak ölçüde yüksek olan nükleer enerjiyi getirmeye çalışanlar; alternatif siyasal ve ekonomik alternatiflerine karşın Türkiye'yi daha pahalı olan ve Rusya Federasyonu'na bağımlı kılacak mavi enerji hattını yaşama geçirenler, kimlerden oluşmaktadır; çıkar ilişkileri, kişisel servet beyanlarındaki değişiklikler sözkonusu mudur? Fransa'da tarikatlar yasaklanırken, ABD'nde Davidian tarikatının şeyh ve müritlerinden -bir kısmı bebek ve kadın- 80 kişi FBI elemanlarınca yakılarak öldürülürken ve de bu olayı ortaya çıkaran hukukçu faili meçhule kurban giderken, Japonya'da ve Güney Kore'de tarikatlara ciddi kısıtlamalar getirilirken, neden Türkiye'de şeriatı açıkça istemek, şeriat için teröre başvurmak "demokratiklik" kavramı içinde mütalaa edilmekte ve dokunulmazlık önerilmektedir? ABD ve AB ülkelerindeki insan hakları ihlâlleri; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde bu ülkeler aleyhine alınan kararların, yine bu ülkelerdeki hapisanelerin durumları, Türk vatandaşlarına ya da Türk kökenlilere yönelik ayrımcı uygulamaların çarpıcı örnekleri ne, ne kadarı kamuoyuna yansıtılıyor? Kaç Türk parlamenteri ya da gazetecisi ya da insan hakları uzmanı, ABD ya da AB ülkelerindeki hapisanelerde teftiş etti? Kaç tanesi IRA, ETA gibi ayrılıkçı örgütlerin militanları ile görüşüp haklı istemlerini ve maruz kaldıkları derin devlet baskılarını dünya kamuoyuna duyurmaya aracılık etti? Kendi ülkesinde idamı kaldırmayan, siyasal nitelikli faili meçhulleri aydınlatamayan ABD, tıpkı diğer AB ülkeleri gibi, 37 Cumhuriyet aydınını Sivas'ta yakan şeriatçı caniler ya da hizbullahçı caniler için değil de, neden ille de Abdullah Öcalan için idamın kaldırılması talebinde bulunmaktadırlar? Fanatik Türk düşmanı Ermeni Tarihçi Hovenisyan'ı Boğaziçi Üniversitesinde tek taraflı soykırımı (!) anlattıran ya da gözyumanların yanısıra, tırmanan Türk aleyhtarı Ermeni kampanyalarına hâlâ bir önlem alamayan; Türk düşmanlığı ve Ermeni, Rum ve keko lobilerine yakınlığı bilinen CIA elemanı Henri Barkey'e Washington'da Türk Büyükelçiliği'nde resepsiyon düzenleyerek onu onurlandıran (!) sorumlular kimlerdir? Türkiye'deki bölücü ve şeriatçı terörü destekleyerek insanlık suçu, çifte standart uygulayarak hukuksal cinayet işleyen ülkelerin terör örgütleri ilişkilerinin ayrıntılı boyutları nelerdir? Bu soruları ve daha onbinlercesini yanıtlarıyla birlikte kamuoyunun bilgisine sunmak, Türkiye'deki etki ajanlarının söylemlerinin içinin boşalmasına, dolayısıyla etki yitirmelerine yeterli olacaktır.

8. Türk Milli Eğitiminde, eğitim ve öğretim birliği esas alınmalıdır. Dinsel eğitime mutlaka son verilirken, bilimsel ölçütlerde din görevlisi yetiştirecek öğretim kurumlarındaki tüm öğretmen ya da öğretim elemanlarının laik hukuk sistemine bağlı, şeriatçı yapılanmalarla ilişkisi olmayan Cumhuriyet aydınları arasından seçilmeleri sağlanmalıdır. Cumhuriyet, kendini savunacak din adamları kadrosunu mutlaka oluşturmak zorundadır. Dinsel kökenli etki ajanlarının söylemlerinin çürütülmesi için gerçek anlamda İslâmiyeti çok iyi bilen; mezhep ya da tarikat sapkınlıklarını reddeden; öteden beri Türkiye düşmanı olan İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin ihanetlerini tarihsel boyutta çok iyi bilen Cumhuriyetçi din görevlilerinin yetiştirilmesi -dinsel sömürünün önüne geçmek için- bugünkü koşullarda şart olmuştur. Türkiye bir din, dolayısıyla bir mezhep devleti değildir. Dış istismarın önünü kesmek için, şeriatçı yapılanmalarla mücadelede zayıf kaldığı için Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden yapılandırılmalıdır. Diyanet Vakfı ise Türk kadınlarına ve de laik hukuk sistemine saygı için lâğvedilmeli; sahip olduğu yaklaşık 200 trilyon lira tutarındaki tüm malvarlıkları devlete devredilmelidir.

9. Etki ajanları tarafından yönetilen malûm bölücü ve şeriatçı çizgideki insan haklarına ilişkin dernek ve vakıflar, yasadışı eylem ve ilişkileri ile kapatılmayı binlerce kez hak etmişlerdir. Yerlerine insan haklarının savunmanın devlet ve rejim düşmanlığı ile yabancı ülkeler lehine beşinci kol faaliyeti yapmak demek olmadığına inanan kadroların kuracağı dernek ve vakıflar ikâme ettirilmelidir; hatta Devlet Bakanlığı'na bağlı İnsan Hakları Üst Kurulu ile TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyeleri yeniden hassas bir değerlendirmeden geçirilmelidirler. Okullarda insan haklarına ilişkin temel eğitime özel önem verilmeli; bu kavramı istismar eden etki ajanlarının söylem ve eylemleri de anlatılarak, öğrencilerin ulusal güvenlik konularındaki duyarlılıkları artırılmalıdır. İnsan hakları konusunda ayrıca pilot seçilmiş bir ya da birkaç üniversitede (A.Ü. S.B.F.'nde mevcut), enstitü ya da anabilimdalı kurulmalı; tüm dünyadaki insan hakları gelişmeleri ve ihlâllerine ilişkin bilgi ve dokümantasyon merkezi oluşturulmalıdır. İngiltere'den bir heyetin diyelim, Ilısu Barajının insan hakları boyutu ile ilgili bir ziyareti sözkonusu olduğunda, mevcut diğer devlet ihalelerinde İngiliz firmaları devredışı bırakılmalı; bu da yeterli değil, Kuzey İrlanda'daki insan hakları ihlâli kamuoyunun gündemine getirilmeli; hemen arkasından faraza mütareke döneminde İstanbul'un resmen işgali sırasında İngiliz askerlerince Şehzadebaşı Karakolu'nda uyurken yataklarında kurşunlanan şehitlerimizi yadeden etkinlikler düzenlenmelidir. Fransa için Cezayir'de, Uzak Doğu'da ve de mütarekede Çukurova bölgesinde gerçekleştirdikleri soykırım (jenosit) anma etkinlikleri ve de anıtları; Almanya için Yahudi soykırımı; ABD için Vietnam dahil tüm dünyadaki hukukdışı saldırılarda (My Lai, Hiroşima, Nagazaki vd.) ölen sivil kurbanların yanısıra, tipik bir örnek olmak üzere, 1-7 Kasım tarihleri arasında Kızılderili Haftası gündemi işgal edebilir. Hatta, ABD'deki kızılderililere -özgürlük değil- sadece insanca yaşama hakkı istediği için 1977'de tutuklanan ve hâlâ hapiste tutulan Kızılderili Lider Leonard Peltier için af kampanyaları açılabilir. Ya da faili meçhule kurban giden Kızılderili liderlerin katillerinin bulunması talep edilebilir. Eğer insan haklarından murat, tüm insanların temel hak ve özgürlüklerini sağlamak ve buna ilişkin hukuksal normları yüksek tutmaksa, hiç sorun yok. Ancak, insan hakları sicili son derece bozuk olan ABD ve AB ülkelerinin bu konusu istismar ile Türkiye'ye yönelik bir baskı ve müdahale aracı olarak kullanmalarına geldiğinde, misilleme yapmak da bağımsız devlet olmanın bir gereği.

10. Türkiye'deki etki ajanlarından tabanı olan tek kesim fethullahçılar olduğuna göre, öncelikle bu dış odaklı ajan yapılanmasının dağıtılması şart olmuştur. Cumhurbaşkanı tarafından hükûmete iade edilen memurların görevden alınmaların kolaylaştıran Kanun Hükmündeki Kararname, bir an önce yasalaşarak Meclisten geçirilmelidir. Fethullahçılar, bu kararname ile başta Emniyet olmak üzere stratejik kurum ve kuruluşlardaki yandaşlarının memuriyetten uzaklaştırılacağını "içeriden" istihbar etmiş olacaklar ki, İttihat ve Terakki Partisi döneminde çıkarılmış, aradan geçen zaman nedeniyle işlevini yitirmiş Memurin Muhakematı Usulü Kanununa sahip çıkmaktadırlar. Yasa çıkıncaya kadar, devletin ilgili kuruluşlarının yanısıra, şahsım gibi tüm Cumhuriyet aydınları da -tek tek- ya da sivil toplum örgütleri aracılığıyla devlet kurum ve kuruluşlarında saptadıkları fethullahçıların listelerini oluşturmaları ve kesin listenin ancak bu toplanan listelerin resmi makamlarca radikal ve titiz bir değerlendirmeden sonra netleştirilmesi gerekmektedir. Fethullahçıların devletten tasfiyesi ile eşgüdümlü olarak bir pişmanlık yasasının çıkartılması, bu şeriatçı yapılanmanın dağılma sürecine katkıda bulunacaktır. Tüm bu operasyonların takipçisi ve güvencesi, 28 Şubat Kararlarının uygulayıcısı ve takipçisi olan MGK'dır. Zira mevcut hükûmetin fethullahçılar ya da diğer şeriatçı yapılanmalarla mücadelede siyasal niyet ve kararlılık zaafiyeti hissedilmektedir. Bu hükûmetin düşmesi de sorunun çözümü için yeterli değildir; önce erken bir genel seçimle TBMM'nin parti dağılımının, sonra da Türkiye'de var olan politikacı profilinin değişmesi gerekmektedir. Türkiye'nin, AB adaylık kapısında sonsuza kadar beklemesi pahasına ulus-devlet bütünlüğünden ödün veren; uluslararası tahkimi tartışmasız kabul ile çağcıl kapitilasyonların kapısını açan; tam bağımsızlıktan vazgeçmenin Cumhuriyete en büyük ihanet olacağını algılayamayan; bölgesel ittifaklara yönelik alternatif politikalar üretmek yerine, sonuçları ne olursa olsun AB'ne koşulsuz teslimiyetçiliği yeğleyen; sömürge valisi görünümlü lider ve politikacılardan kurtulmak zorundadır...


SONUÇ:

Sonsözü, Cumhuriyetin kurucusu Büyük Atatürk, "Gençliğe Hitabesi" ile söylemektedir. Büyük Atatürk, sanki bugünün fotoğrafını çekmiştir, saptamalarında. Ne var ki, O'nun döneminde düşmanın topu ve tüfeği ile mücadele ediliyordu. Şimdilerde, kitle iletişim araçları, borsaları, IMF'i, Dünya Ticaret Örgütü ve her türlü ekonomik ve teknolojik olanakları var düşmanın. Sevr'i uygulatmak için top ve tüfekle Türkiye'ye güç yetiremeyen düşman, şimdilerde elindeki tüm olanakları kullanıyor, aynı amaca ulaşmak için. O'nun döneminde sadece bir Vahdettin, bir Damat Ferit, bir Ali Kemal, bir Dürrizade Abdullah vardı, şimdilerde ise binlerce Vahdettin, Damat Ferit, Ali Kemal, yüzbinlerce Dürrizade Abdullah var aramızda işbirlikçi olarak. Ve bizi yönetiyorlar; kaynaklarımızı, onurumuzu, umutlarımızı, geleceğimizi, bağımsızlığımızı, ulusal bütünlüğümüzü parça parça peşkeş çekiyorlar düşmana. Büyük Atatürk'ün ilke ve devrimleri kadar gereksinim duyuyoruz yeni bir kuvayı milliye ruhuna.


ATATÜRK'ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu elim şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!


DİPNOTLAR :

1. Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Şağar imzasıyla yayınlanan 1 Mayıs 2000 gün ve B.02.0.PPG.O.12.320-7380 sayılı genelgesinde, bir halk deyişiyle sıra savma kabilinden, içi boş, afaki, kendi içinde tutarsız talimatlar yeralmıştır: "... Ülkemizde görevli yabancı misyon yetkililerinin çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarının özellikle alt düzey görevlileri ile sık sık görüşmeler yaptıkları ve sosyal ilişkiye girdikleri, bunun sonucunda da birtakım önemli bilgileri elde ettiklerine dair duyumlar alınmaktadır. Bu tür sakıncalı temaslarda son günlerde önemli bir artış kaydedildiği, ilgili kuruluş ve bakanlık temsilcilerinin katılımlarıyla gerçekleştirilen üst düzey toplantılarda da dile getirilmektedir.... Resmi yollarla ulaşılamayan bazı bilgilerin alt kademelerdeki memurlardan elde edilebilmesi, birçok sakıncayı beraberinde getirmektedir. Bu durumun önüne geçilebilmesi ise kamuda görevli personelin bu tür temaslardan kaçınmaları ile mümkün olacaktır. Tüm kamu personelinin istihbarat ve istihbarata karşı koyma önlemleri hususunda bilgilendirilmesi ve yönetim kadrolarındaki görev değişiklikleri gibi aksamaların önüne geçilebilmesi açısından bu konudaki dökümlerin devir-teslim evrakı arasında yer alması sağlanacaktır.... Ayrıca ülke güvenliği, çıkarlarının korunması bakımından önem taşıyan evrak ve bilginin, yetkili olmayan kişilerin eline geçmesi ve izinsiz açıklanması önlenecek ... gerekli tedbir alınacaktır.... Bu çerçevede gizlilik dereceli yazıların işleme konulması ve korunmasında gerekli hassasiyetin gösterilmesi ve bu talimatın tüm personele imza karşılığı tebliğ ile bu konularda ihmali görülenler hakkında yasal işlem yapılmasının gereğini rica ederim".

Bu genelgenin neresi düzeltilebilir ki? Önce Müsteşarın casusluk kavramından ne anladığı belli değil. Sadece üzerinde "gizli" damgası basılı olan evrak mı önemli olan? Sorumluluk ve duyarlılık, sadece "alt düzey görevlileri" için mi sözkonusu? Her türlü casusluk itham ve isnadından ve de sorumluluktan azade, istediği yabancı misyon yetkilileriyle görüşmesinde, bilgi-belge aktarmasında sakınca olmayan dokunulmaz üst düzey yetkilileri içine kimler girmekte? Bu koşulsuz "güvenilir" üst düzey yetkililerinin ayrıcalığının yanısıra, alt düzey yetkililerine potansiyel casus gözü ile bakmanın hukuksal ve mantıksal dayanağı ne? Sonra, bu konu diyelim ki dağıtım listesinde neden MTA Enstitüsü'ne gönderiliyor da, yasayla kurulmuş İstanbul Barosu'na gönderilmiyor? Onların bilgilendirmeye gereksinimleri yok mu? Belki de daha fazla var. Başbakanlık Müsteşarlığı kendi bünyesinde bu duyarlılığı gösterip eğitim veriyordu da, İran'a bilgi aktaran hizbullahçı memur nasıl oldu da Başbakanlığın en gizli bilgilerinin bulunduğu Bilgi-İşlem Dairesinde uzun süreyle görev yapabildi? Başbakanlık Müsteşarı, bölücü ve şeriatçı yapılanmalarla temas halinde olan ve bunları destekleyen malûm ülkelerin heyetleriyle ile görüşen, davetlerine katılan, ödül alan milletvekillerini, akademisyenleri, -HADEP'liler dışındaki- belediye başkanlarını, kısaca tüm kamu görevlilerini de izlemekte midir? Bu genelge, diyelim ki üniversitelerde görev yapan tüm öğretim elemanlarına imza karşılığı tebliğ edilmemişse -ki şahsıma böyle bir tebliğ sözkonusu olmamıştır- sorumluları hakkında ne gibi yasal işlem uygulanacaktır? Bu soruların yanıtı gereklidir; yoksa eski bir deyimle, gerisi abesle iştigaldir, ciddiyetsizliktir.

2. İran'ın istihbarat servislerinin saptadıkları Türk şeriatçılarını eğitme ve yönlendirme faaliyeti, aşağıdaki sözde NGO, gerçekte derin devleti oluşturan kuruluşlar üzerinden yürütülmektedir: Onbeş Hurdad Vakfı, Kudüs Savaşçıları, İslami Tebliğ Teşkilâtı, Şehid Vakfı, Mustafadlar Vakfı, Kültür İnkılâbı Yüksek Şûrası, İslâmi ve Kültürel Bağlar Teşkilâtı vd.

3. Çin Halk Cumhuriyeti'nin Türkiye'ye yönelik beşinci kol faaliyetleri için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Hükûmet-Çin-Doğu Türkistan", Yeni Hayat, 57, Temmuz 1999, s. 5-6.

4. Geniş bilgi için, imaj için bir ABD vatandaşı tarafından yazıldığı iddia edilen ancak kendileri tarafından kaleme alınan ve Feza yayınları arasında çıkarılan sözkonusu kitap için bkz. Ann Lyn Web, İftiranın Değişmeyen Mantığı, (İstanbul: 1999). Ayrıca cemaatin gazetesindeki köşe yazılarında, ABD'ni özgürlükler ülkesi olarak takdim eden ve övgüler yağdıran; bu ülkenin onayı ve desteği olmaksızın hiçbir şey yapılamayacağına ilişkin çok sayıda makale yayınlanmıştır. Artık cemaat içinde ABD'ni "şeytan" olarak niteleyen hiç kimse kalmamıştır; tüm müritler bu büyük dünya jandarması devlet önünde gönülden "biat" ederek fahri vatandaşı (!), etki ajanı aday adayı olmuşlardır.

5. Mart 2000'de İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanarak sınır kapılarına bildirilen 56 kişilik listedeki isimler arasında bir tek Alman vatandaşına yer verilmemesi, İçişleri yetkililerinin unutkanlığı ile değil, olsa olsa Alman etki ajanlarının gücü ile açıklanabilir. Örneğin, sakıncalı ilân edilerek ülkeye giriş tahdidi konulan problemli yabancılardan Avusturyalı Zoolog Irenaus Eibelfeldt, Türkler ve Türkiye aleyhine yayınlarıyla dikkat çeken N-3 adlı TV kanalında, "Türkler ve Hayvanlar" konulu bir program yaparak ünlenmiştir. Programında Türklerle hayvanlar arasında aşağılayıcı, tahkir edici benzetmeler yapan germen faşisti Eibelfeldt'in adına listede yer verilirken, Alman N-3 TV sorumlularına giriş tahdidi getirilmemesinin makul bir açıklaması bulunmamaktadır. Listede yer alan problemli şahıs statüsündeki sicilli Türkiye düşmanlarının adları, milliyet ve meslekleri şöyledir:

Eric Lubbock (İngiliz-Parlamenter), Anrew Penney (İngiliz-Gazeteci), Sheri Laizer (Yeni Zellanda-Londra keko Derneği Yönetim Kurulu Üyesi), Pamela O'toole (İngiliz-BBC Muhabiri), Claus Ther (Avusturya-Yazar), Irenaus Eibelfeldt (Avusturya-Zoolog), Michael Feeney (İngiliz-Papaz), Jonathan Sudken (İngiliz -Af Örgütü Üyesi), Kathryn Porter (ABD-İnsan Hakları Konseyi Üyesi), Angelika Faukhauser (İsviçre-Parlamenter), Estella Schmid (İngiliz-Parlamenter), Panayotis Sguridis (Yunan-Parlamenter), Dimitrios Vunatsos (Yunan-Parlamenter), Leonardos Hatziandreu (Yunan-Parlamenter), Ionnis Statopulos (Yunan-Parlamenter), Madria Mahera (Yunan-Parlamenter), Kostas Baduvas (Yunan-Parlamenter), Andonis Naksakis (Yunan-General), Damiano Frisullo (İtalyan-Gazeteci), Hristodopulos Paraskevaidis (Yunan-Başpiskopos), Klaus Slavensky (Danimarka-Parlamenter), Soren Sondergaard (Danimarka-Parlamenter), Villa Sigurdsson (Danimarka-Parlamenter), Gert Petersen (Danimarka-Parlamenter), Lasse Budtz (Danimarka-Parlamenter), Kai Cleibak (İsviçre-Gazeteci), Thomas Clmarke (İngiliz-Gazeteci), Laroline Anne (İngiliz-Gazeteci), Kaija Reıkko (Finlandiya-Gazeteci), Tom Kankonev (Finlandiya-Gazeteci), Richard Wayman (İngiliz-Gazeteci), Gunnar Nilsson (İsveç-Gazeteci), Said Zerevan (İsveç-Gazeteci), Ake Hedman (İsveç-Gazeteci), Van Der Meer (Hollanda-Af Örgütü Üyesi), Gunnar Hybertsen (Hollanda-Gazeteci), Maria Wagenaar (Hollanda-Af Örgütü Üyesi), Montreo Lange (İspanya-Af Örgütü Üyesi), Zabala Booudana (İspanya-Af Örgütü Üyesi), Lechuga Jimenez (İspanya-Af Örgütü Üyesi), Martorel Perez (İspanya-Af Örgütü Üyesi), Edwin Davies (İngiliz-Avukat), Giula Chiarini (İtalya), Marcello Musto (İtalya), Ramon Montovani (İtalya-Parlamenter), Walter De Cesaris (İtalya-Parlamenter), Giovanni Bianchi (İtalya-Parlamenter), Paulo Cento (İtalya-Parlamenter), Marco Pezzoni (İtalya-Parlamenter), Evgeni Mavtchenkov (Rusya-Parlamenter), Bovrdouku Pavel (Rusya-Parlamenter), Boc Ekhian (Lübnan-Parlamenter), Panos Kamenos (Yunan-Parlamenter), Dimitri Samdu (Romanya-Parlamenter). Bu sakıncalılar listesinden, Yunan Hükûmeti'nin daha sonra araya girmesiyle Yunan Ortodoks Kilisesi Hristodopulos Paraskevaidis'in adı çıkarılmıştır. Hiç şüphesiz, bu listenin, Avrupa ve ABD'nde militanlık düzeyinde Türkiye karşıtı parlamenter, gazeteci, akademisyen, diplomat ve istihbaratçılar gözönüne alındığında son derece eksik hazırlandığı göze çarpmaktadır. Sadece Köln'deki Türkiye karşıtı faaliyet gösteren ırkçı BfV elemanlarının sayısı bile bu listenin kat ve kat üstündedir.


ABD İstihbarat Servislerini harekete geçiren sözkonusu önemli haber-yorum yazısının metnini, bu ülkeyi demokrasi ve düşünce özgürlüğünün beşiği olarak takdim eden etki ajanlarına ve bir de kendi vatandaşını ABD çıkarları için jurnalleyen Amerikan malı muhbirlere ithaf ediyorum -N.H.-.


HENRI BARKEY VE "TESİR AJANLIĞI"! BU DEVLETİN SAHİBİ YOK MU? - ATİLLA ONGUN

"Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk ve O'nun silah arkadaşlarının Türkleri tarih sahnesinden silmek için Batı Emperyalizmine karşı verilen bir Kurtuluş Savaşı sonrası kurulmuştur. Osmanlı'nın son döneminde, aşağıda Sayın Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş'ın belirttiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin son on yılı ile bir paralellik arz etmektedir. Bu paralellik, Vural Savaş'ın ifadesindeki "neredeyse bize ne mutlu Türküm diyene demeyi yasaklayacaklar" cümlesi ile Osmanlı'nın son döneminde Türk'e "KÖPEK" yakıştırması yapan azınlık ırkçılarının günümüz izdüşümüdür. Osmanlı'nın emperyalizm tarafından parçalanması ve yine bu güçler tarafından Anadolu'nun paylaşımı karşısında zor şartlarda Yüce Atatürk arkasına aldığı Türk Ulusunun desteği ile başarıya ulaşmış ve tarihte Göktürklerden sonra ikinci defa Türk adıyla bir devlet kurulmuştur. Fakat bütün bu zor şartlar altında Yüce Atatürk'e karşı Erzurum ve Sivas Kongrelerinde AMERİKAN MANDACILIĞINI savunan "tesir ajanları" çıkmıştır ki, benzerleri günümüzde daha açık, korkusuz ve pervasız bir şekilde propagandalarını yapmaktadırlar. Bunlar Türkiye'de yaşayan nüfusu beş bini geçmeyen etnik toplulukların bile "insan haklarını" savunurken, Türkün insan haklarına ilgisizdirler, çünkü gerçek amaçları aslında insan hakları değil, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni bölmek, güçsüz bırakmak ve Amerikan Emperyalizmine karşı tam bağımlı kılmaktır.

Amerika'nın Türkiye'ye karşı uyguladığı amansız psikolojik savaş, yoğun bir şekilde devam etmektedir. Bu gizli savaşta değişik yöntemler kullanılmakta olup, bunlardan en önemlisi, Türkiye'de bulunan gazeteciler, diplomatlar ve bazı bilim adamları vasıtası ile Türk kamuoyunu ve devlet görevlilerini yönlendirme faaliyetleridir. Bu yönlendirme faaliyetleri içine ne yazık ki bazı "T.C. devlet görevlilerinin de" bulaşması, oyunu daha kirli hale getirmektedir. Yabancı istihbarat örgütlerinin 1980 öncesi izledikleri yöntem olan Türkiye'deki bazı gazete yazarları ve bilim adamlarını tesir ajanlığında toplumu yönlendirmede kullanmasının yanında, son yıllarda "yönlenmemesi gereken bazılarının da" yabancı istihbarat örgütlerinin etki alanına girdikleri açık bir şekilde izlenmektedir.

Etki alanına giren bu kişilerin bir çoğu ABD'de Merkezi İstihbarat Teşkilâtı ile (CIA) dolaylı ve dolaysız iletişim halinde olan Amerikalılar ile kontak halinde bulunan şahsiyetlerdir. Türkiye üzerine çalışan ve CIA ile iletişim halinde bulunan Amerikalıların birçoğunun Türkiye karşıtı lobiler ile çok yakın temasları mevcut olup, bu lobileri Türkiye'ye karşı mümkün olduğunca kullanmakta ve desteklemektedirler. Yukarıdaki başlıkta belirtildiği üzere, ABD'de yukarıdaki tanımlamaya uyan en önemli isimlerden sadece birisi, Türkiye'ye karşı her türlü saldırgan ve nefret faaliyetinin arkasındaki kişi olan HENRI BARKEY'dir. HENRI BARKEY, Türkiye karşıtı faaliyetler içinde keko sorununda PKK'yı desteklemekte, Abdullah Öcalan'ın Roma'da olduğu dönemde CIA eski görevlisi Graham Fuller ile birlikte terörist lideri ziyaret etme girişiminde bulunmuş fakat Öcalan'ın İtalya'dan zamanından önce ayrılması sonucu bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. BARKEY, PKK'nın siyasallaşma sürecinde çok aktif bir rol almış ve bu terörist örgütün Türkiye'de yasallaşması için yoğun bir propaganda yapmış, makale ve kitap çıkarmıştır. Barkey, Ermeni soykırımı masalı için de Türkiye ve Türk insanı karşıtı faaliyetlerine devam etmiş, bu amaçla ABD Kongresi'nde Ermeni masasından eşinin Türkiye karşıtı faaliyetlerinden ötürü Türkiye'ye girmesi yasaklanmış Türk düşmanı Illinois milletvekili ABD Kongresindeki Türkiye karşıtı lobinin çıbanbaşı John Porter ve eşi ile defalarca görüşmüş; Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine Washington'da lobi yapan Türkiye'deki radikal dinci gruplara destek vermiş; onların ABD programlarını hazırlamış, ABD Dışişleri Bakanlığı ile görüşmelerinde randevuları almıştır. Bunlar sadece HENRI BARKEY'in "bu satırlarda açıklanabilen" Türkiye karşıtı faaliyetlerinin sadece küçük bir kısmıdır.

Azerbaycan'ın seçimle iktidara gelmiş bir Cumhurbaşkanı olan, Atatürkçü kişiliği ve demokrasiye inanmışlığı ile bir simge konumundaki Ebulfeyz Elçibey ile görüşmeyi reddedenlerin, HENRI BARKEY gibi tesir ajanlarına Türk elçiliklerinde kokteyl vermeleri ve bu şahsı oralara davet ederek meşruiyet kazandırmaları üzüntü vericidir. Bazı Türk devlet görevlilerinin Türk'e olan alerjileri, Yüce Atatürk'e karşı amerikan mandacılığını savunanlar ile aynı paraleldedir. Bu şahıslar sadece Elçibey'e mi önyargılıdırlar? HAYIR. Daha iki hafta evvel Washington'da bulunan Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemil Kırımoğlu'na da aynı "ilgiyi" göstermişlerdir.

Bunlar Ermeni lobisine karşı büyük bir mücadele veriyoruz masalını Türkiye'ye yutturmaktadırlar. Oysa Ermeni karşıtı çalışma yapmaya başladıkları günden beri ABD Kongresi ve eyaletlerinde ardısıra Ermeni Soykırımı tasarıları geçmektedir. Zaten, Türkiye'nin Ermeni sorunu yoktur, olmayan bir sorunla uğraştıklarından çalışıyormuş izlenimi yaratmaktadırlar. Türkiye'de Ermeni olmadığından, Ermeni sorunu da yoktur, olmayan bir soruna karşı mücadele edenlerin esas amacı çıkar, mevki, para, kısaca kendi kişisel menfaatleridir. Ayrıca bu soruna başka bir perspektiften bakarsak, acaba Ermeni Soykırımı tasarısının ABD Kongresinden geçip geçmemesi o kadar önemli midir? Acaba bu "sorunu" biraz da bundan "MADDİ ÇIKAR ELDE EDEN ÇEVRELER Mİ" büyütmektedirler? Kiraladıkları lobi şirketlerine yoksul Türk halkının parasını saçmakta, lobi şirketleri ise Türkiye'yi yolunacak tavuk gibi görmektedirler. Yunan lobisinin en önemli ismi olan Andrew MANATOS'un şu cümleleri gerçekten üzüntü vericidir, ama ne yazık ki gerçektir: "Türkiye lobi yapmıyor, sadece kendi halkının parası ile bazılarını zengin ediyor". Bunu söyleyen bir Yunanlıdır. 1998 Yılındaki Türk lobi şirketi, daha evvelki senelerde Türkiye aleyhine çalışan bir lobi şirketidir. Hiç tarihini araştırmadan Türkiye'nin lobisini üstlenecek bir kuruma 2.5 milyon dolar verenler, yılın yarısı olmadan aynı lobi şirketinin bir 2.5 milyon daha talep etmesi karşısında bozguna uğramışlardır. Oysa Türkiye'de 17 Ağustos depremi ile hâlâ çadırlarda yaşayan Türk halkı, bu yöneticilere lâyık değildir. Atatürk'ün ve Kurtuluş Savaşını verenlerin ve bu ülke uğruna şehit olanların üzerine soğuk su içip, kendi zevkleri için kokteyl verenlerin, HENRI BARKEY gibi ajanları Türk elçiliklerine davet etmemeleri gerekir. Çünkü orasının parasını yoksul Türk halkı vermektedir. Türk Elçilikleri, Türkiye aleyhine çalışanların evi değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ulusal çıkarlarını koruyan bir müessesedir.

ABD yasalarına göre Amerikan Hükûmetinin önemli görevlerinde çalışanlar, başka bir devletin vatandaşı olamazlar. Ya Türkiye'de?!. HENRI BARKEY'e davet verenlerin acaba bırakın birinci derece akrabalarını, kendi aile fertleri içinde Amerikan vatandaşı olanlar var mıdır? Varsa bile ne yapılmaktadır?

Türkiye'de Türkleri hor gören, Azerbaycan'daki, Batı Trakya'daki, Kuzey Irak'daki, Çeçenistan'daki, Bosna'daki insanları veya diğer Türk topluluklarını hor görmesi gayet doğaldır. Çünkü kendisi azınlık ırkçısıdır, kişisel menfaatleri herşeyin üzerinde tutan bir parazittir. Türk Halkı, parazit, hırsız, soyguncu, kendi kültürü ile barışık olmayan yöneticilere lâyık değildir, hele ki tesir ajanı konumundakilere hiçbir ülkenin insanları lâyık değildir.

Bu satırlar, TÜRKİYE'NİN BAĞIMSIZ BİR DEVLET OLDUĞU İDDİASI ÜZERİNE YAZILMIŞTIR. BU İDDİA YÜCE ATATÜRK'ÜN TÜRK ULUSUNA BİR EMANETİDİR".

(Not: Sayın Atilla Ongun, Türkiye'den binlerce kilometre öteden Türkiye'nin acısını yaşamak, ABD'den Türkiye'yi savunmak buna denir. Türkiye'den ya da Türk sefaretlerinden ABD'yi savunanların, olmayan gurur ve onurları dışında eksiklikleri ya da kayda değer sorunları yok, yalnızca ekonomik fazlalıkları var. Diyelim ki bu kategoride bir Türk diplomatıysanız, diyelim ki ABD dönüşünde emekli maaşına mahkûm olmuyorsunuz, fethullahçılar kendi TV kanallarında sizi derhal danışman (!), etki ajanı konumundaki medya patronları da köşe yazarı yapıveriyorlar... Yazık ki yazık!.. Çok yazık!..)


Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! "ADLİYE"DE YÜRÜTÜLEN OPERASYONLAR

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:48

Fethullah Gülen'in gerek yazdıklarından ve gerekse görüntülü konuşmalarından, müritlerine "Adliye"de kadrolaşmayı hedef gösterdiği bilinmektedir. Fethullahçıların "Adliye"ye ilk sızma girişimleri, CHP-MSP koalisyonu dönemine kadar gitmektedir. 12 Eylül sonrasında, "Adliye"deki kadrolaşma çabaları sonucunda, yargı mensupları arasında "gümüş yüzüklü" olarak adlandırılan bir grubun giderek güç kazandığı kaydedilmektedir. Örneğin, istihbarat birimlerince hazırlanan ve Basına da yansıyan bir raporda, "ADALET Bakanlığı'nda 250 kadar irticacı ve bölücü personel bulunduğu" örneklendirilerek belirtilmiştir (128). Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ise, Fethullah Gülen cemaatinin devletin bütün kurumlarına olduğu gibi yargıya da sızdığını vurgularken, T.S.K.'nin geçen Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ) 11 Fethullahçıyı ordudan attığına dikkat çekmiştir. Kıvrıkoğlu'nun ardından, dönemin Danıştay Başkanı Erol Çırakman'ın aynı konudaki açıklamaları, kamuoyunda şok etkisi yaratmıştır:
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Feto2


"Yargının içinde de Fethullahçılar var. Bu konuda duyumlar var. Bir dönem hâkim ve savcı alımında tarikatların etkili olduğu söyleniyor. İdari yargıda da Fethullahçıların olduğu yönünde duyumlar var. Yine bir dönem hâkimlik ve savcılık mesleği istihdam alanı olarak kullanıldı. Söylediğim gibi 100 hâkim alınacak, dendi, sonradan bu sayı 350'ye çıkarıldı. Bir dönem mülkiye ve hukuk mezunu imam hatip lisesi kökenliler, kaymakam ve hâkim oldu. Bunlardan hâlâ görevde olanlar var. Hâkim ve savcı alımında çok titiz davranmak gerekir. Yargıya kaliteli, bilgili, yetişmiş kişilerin alınması gerekir. Marjinal yapıda kişiler alınamaz. İdeal hâkimler ancak parlak insanlardan oluşabilir. Belli görüşe angaje olmuş kişiler, hâkim ve savcı alınamaz. İmam hatipte verilen bilgiler İslam Dini'ne ilişkindir. Din dogmalara dayanır. Oysa yargı dogmalara değil, normlara dayanır. Hâkim ve savcı olmak için demokratik ve açık fikirli olmak gerekir. Aksine kişiler yargıyı zayıflatır.

Ben kendim değil, çocuklarımız için endişe ediyorum. İrtica yargıda en hafif şekliyle var. Ağır şekli bürokraside var. İrtica ile mücadele yasalarını bir an önce çıkartmak şart. Bu konu Türkiye'nin meselesi. Sadece yargının meselesi değil. Elbirliği ile herkes birşey yapacak. Yargı mensupları daha çok şey yapacak. Türkiye yargısına olan güveni bu şekilde zedelemek doğru değil ama olanları saklamak daha tehlikeli.

Bu gruplar planlı ve programlı hareket ettiler. En parlak, seçkin ve çalışkan öğrencileri Mülkiye'ye, Hukuk'a gönderdiler. Bunlar hâkim, savcı, kaymakam oldular. Polis oldular. Hatta en dirençli yer olan askerlerin arasına bile sızdılar. Nasıl RP'li birinin Adalet Bakanı olduğu yere sızmasınlar. En güç temizlenecek yer yargıdır. Çünkü hâkime bir dokunulmazlık tanımışızdır ki; somut bir kanıt olmadan ceza bile veremezsiniz. Ancak, bir kaymakam hakkında eşi türbanlı diye işlem yapılabilir. Atatürk, Cumhuriyet'in hâkimlerini yetiştirmek için Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni kurdu. Cumhuriyet'in kanunlarını uygulamaları için yetiştirildiler. O zaman Türkiye geçiş dönemindeydi ve şeriata şartlanmış kafalarla hukuk egemen kılınamazdı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri Avrupa'nın laik yapısını benimsemiş, hukuk sistemini de buna göre kurmuştur. Laik sistem, aklın hâkim olduğu bir sistemdir. Düşün ki bunu benimsemeyen, şeriata inanan bir hâkim... Düşüncesi bile hafakanların basmasına neden oluyor. Bunları ayıklamak çok zor. Son çıkarılmak istenen kanun hükmünde kararname ile bile zor. Çünkü müfettişler, iddialar ve duyumlar üzerine harekete geçecek. Konuyu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun önüne götürecek. Kurul, maddi delillere bakacak. Yeterli görecek mi? O kadar kolay değil" (129).

Çırakman'ın açıklamalarına en önemli destek, dönemin Barolar Birliği Başkanı Prof.Dr. Eralp Özgen'den gelmiştir:

"Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, 312'nci maddenin kaldırılmasını isteyenleri, 'Demokrasiye değil, şeriatçı diktatörlüğe hizmet etmekle' suçladı. Özgen, 'ülkemizde irtica tehlikesi hâlâ sürmektedir' dedi.

Adli Yıl açılışında Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'tan sonra kürsüye gelen Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, irticaya değinilmemesini çok sert ifadelerle eleştirdi. Özgen, Başkan selçuk'un geçen yıl 'meşruiyetini kaybettiğini' ileri sürdüğü 1982 Anayasası'nı bu yıl da hedef alması ve irtica propagandası yapanların cezalandırıldığı TCK'nın 312. maddesinin kaldırılmasını istemesi üzerine patladı. Özgen isim vermeden Selçuk'u kastederek, 'Bu düşünceleri ileri sürenler bilmelidirler ki; demokrasiye değil, şeriatçı bir diktatörlüğe hizmet etmektedirler. Demokrasi, demokrasiyi yok etme özgürlüğünü içermez' dedi.

... Özgen, Fethullah Gülen'in tutuklanmasına üzüldüğünü söyleyen Ecevit'i ise eleştirdi. Özgen, Ecevit'in, 'Yargıda aklanacağını umuyorum' sözleri için, 'İrtica ile mücadelede siyasi iradenin yetersizliğinin belirtmesi yanında Anayasa'nın 138. maddesine aykırı olarak yargıya etki olasılığını da içinde taşımaktadır' yorumunda bulundu. Salonda bir yargı mensubu, 'Çok doğru' diye seslenirken, Özgen'in sert konuşmasını törene katılan askeri hâkimler de alkışladı. Özgen, konuşmasında Ecevit'in yanısıra hükûmeti de eleştirdi. Özgen, 'Koalisyon hükûmetinin, parlamentoda gerekli çoğunluğa sahip olmasına rağmen, irtica ile mücadeleyi öngören yasa tasarılarını komisyonlarda görüşülmeden bekletilmesi, irtica ile mücadele için gerekli siyasi iradenin yeterli olmadığını göstermektedir' dedi" (130).

Yargıya sızan fethullahçı-şeriatçı kadrolar konusunda başlayan tartışmalara, dönemin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Başkanvekili Ergül Güryel de katılmıştır:

"Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Ergül Güryel, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun 'irticacılar yargıya da sızdı' suçlamasına yanıt verdi ve 'Hakimler arasından irticacı da çıkar, bölücü de' dedi. Hakimlik ve savcılık mesleğine seçilecek adayların mülakat sınavının, Adalet Bakanı'nın emrinde çalışan bürokratlardan oluşan bir heyet tarafından yapıldığını belirten Güryel, 'Bunun sonucunda yargı siyasallaşıyor. Bakan hangi siyasi görüşteyse sınavı o görüşe sahip adaylar kazanıyor' dedi. Mülakat sınavlarının bir çoğunda hangi adayın sınavı kazanacağının önceden belirlendiğini de ifade eden Güryel, SABAH'a yaptığı açıklamada şunları söyledi: 'Sınavı kazanmanın kriteri başarı olmadığı için mesleği gerçekten hak eden bir çok aday mülakat sınavında eleniyor. Siyasi görüşleri sayesinde sınavı kazanan kişilerin bir çoğunun güvenlik soruşturmaları ise sağlıklı yapılmıyor. Bunun sonucu yaşam tarzını tanımadığımız, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılığı ve ülkenin bölünmez bütünlüğü konusundaki düşüncelerini bilmediğimiz kişiler, hakim ve savcı cüppesi giyerek kürsüye çıkıyorlar. Bu yöntemle mesleğe kabul edilen hakim ve savcılar arasında irticacı da çıkar, bölücü de" (131).

Bu tartışmaların gündemde olduğu dönemde, "T.B.M.M.'nde 107 Fethullahçı milletvekili" olduğu önesürülürken (132), Cumhurbaşkanı Sezer'in, Valiler Kararnamesi hakkında dönemin Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'a, "Eğer irtica ile mücadele bu kadar önemliyse, siz de irticaya bu kadar karşıysanız, o zaman valiler kararnamesini bana getirmemeniz gerekirdi. Çünkü bu valiler arasında Fethullahçılar var" dediği, Basında yer bulmuştur (133).

Fethullahçıların yargıdaki en önemli stratejik hedefi, "hasım"larını susturmada, caydırmada, maddi anlamda korkutup köşeye sıkıştırmada, çok yönlü etkisizleştirmede kilit olarak değerlendirdikleri ve bu anlamda en çok işlerinin düştüğü Yargıtay 4. Hukuk Dairesi olmuştur. Gerek 4. Hukuk Dairesi'nde ve gerekse Hukuk Genel Kurulu'nda yer alan üyelerin laik hukuk sisteminden yana çoğunluğu oluşturmaları, fethullahçılar için bir talihsizlik olduğu kadar, Cumhuriyet rejimi açısından da bir şans olarak nitelendirilmelidir. Normali de budur. Zira, hiçbir onurlu hakim ve savcı, fethullahçılarla, fethullahçılara karşı mücadele verenler arasında "tarafsız" konumunda yer alamaz. Nedenine gelince, hakim ve savcılar, laik hukuk sisteminden, kamu düzeninin korunmasından, Atatürk ilke ve devrimlerinin sürekliliğinden taraftır. Hatırlanacağı üzere, şeriatçı TV kanalları dışında hemen tüm TV kanallarında teşhir edilen bir kasedinde, müritlerine hitaben tavsiyelerde bulunan Fethullah Gülen, Türkiye'deki tüm yargı mensuplarına yapılabilecek en ağır hakaret suçunu işlemiştir:

"... Belki bizim aczimiz bu yani orada icabında Mahkemenin altını üstüne getireceksin, avucuna alacaksın, arkadaşlara diyorum ki ben bin döktürecektim, belki geriye biri dönecek. Bu dershaneleri üstad destekleriz yani, bir milyar vereceksiniz, 10 milyon tazminat davası alacaksınız. Önemli olan mahkûm ettirmektir yani, Avukat da kiralayacaksınız, HÂKİM DE KİRALAYACAKSINIZ..." (134).

Türkiye'de hâlâ "kadı"lık sisteminin özlemini çeken, hâkimleri "kiralanacak bir meta" olarak gören ve nitelendiren benzeri şeriatçı sapkınlara karşı, Büyük Atatürk, 9 Ekim 1925'de, sanki bugünü görerek, Cumhuriyet Savcılarına şöyle sesleniyordu:

"Her uygar ve çağdaş devlette olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Adliyesi'nde de, Cumhuriyet Savcılarını yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım. Devrim savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve yükselme yeteneği veren en son ve en uygar ilkelerin bir ifadesi ve Türk Ulusu'nun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelenin eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibarıyla da Türk Ulusu'nun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Savcılarımızın, DEVRİM GEREKLERİ ETRAFINDA, EN KISKANÇ VE UZAKLARI GÖREN HASSAS NÖBETÇİLER OLMALARINI, ASIL GÖREVLERİNDEN SAYARIM.... YÜKSEK AMACA YÖNELİK HERHANGİ BİR SUİKAST FAİLİNİN DURMAKSIZIN KOVUŞTURULMASI VE KOVUŞTURMANIN, ULUSUN BÜTÜN HAKLARI TATMİN VE TAZMİN EDİLİNCEYE KADAR, HAKİM ÖNÜNDE DE KAYGI VE ISRARLA SÜRDÜRÜLMESİNİ VE SONUÇLANDIRILMASINI İSTERİM.... YAKIN TARİHİMİZDE VE ESKİ ZAMANLARDA, DİNLERİN; ZORBA HÜKÜMDARLARIN, RAHİPLER VE ÇIKAR SAĞLIYANLARIN ELİNDE BİR BASKI ARACI OLMASI GİBİ, ÇAĞIMIZDA KESİNLİKLE İZİN VERİLEMEZ VE HOŞ GÖRÜLEMEZ. DEVRİME KARŞI KOYAN MUHALEFETİN ÖZGÜRLÜKTEN VE YASADAN YARARLANMAYA HAKKI YOKTUR. BİREYİN DEĞİL, BİREYLERİN TAMAMINI İFADE EDEN TOPLUMUN VE DEVLETİN YARARI, HER DÜŞÜNCE VE KAYGIDAN ÖNCE GELMELİDİR. SINIRSIZ BİREYSEL ÖZGÜRLÜK VE KİŞİSEL ÇIKAR PEŞİNDE OLANLAR, KENDİ EMELLERİNİ, ÇIKARLARINI ULUSUN YÜKSEK ÇIKARLARI VE ÖZGÜRLÜĞÜNDEN ÜSTÜN TUTANLARDIR. SINIRSIZ KİŞİSEL ÖZGÜRLÜKLER, KİŞİSEL ÇIKARLAR, UYGAR VE DÜZENLİ TOPLUMLARI, DEVLETLERİ YIKARAK ANARŞİYİ VE ÇOĞUNLUKLA DA ZORBALIĞI YARATIR..."

İnsanın aklına ister istemez gelir, Atatürk'ün Cumhuriyet Savcısı olma özelliğine, cesaretine, iradesine, kararlılığına, aydınlığına sahip kaç hukukçu var, ülkemizde?!. İşte bunun için Fethullah Gülen, müritlerine hedef gösteriyor: "Mülkiyede ve Adliyede kadrolaşın!.." Cumhuriyet Savcıları'nın büyüteç altına alınması; sadece müritlerin değil, tarafsızlık (!) adına görevini yapmayarak sessiz kalanların, Cumhuriyete ihanete sırtını dönenlerin de ayıklanmasını gerekli ve öncelikli kılmaktadır. Diğer taraftan, Atatürk'ün Cumhuriyet Savcısı olma onurunu üzerinde taşımak, günümüzde çok yönlü saldırı ve iftiraya maruz kalma riskini de beraberinde getirmektedir. Örneğin, Yargıtay'ın son iki dönemdeki Cumhuriyet Başsavcıları Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu, özellikle şeriatçı, ikinci cumhuriyetçi ve bölücü odakların boy hedefi olma onurunu ve kaderini paylaşmışlardır. Aynı şekilde, Adli yılın açılışı sırasında, "Bugün bir tarikat lideri, hayali ihracatçılar, banka soyguncuları gibi Amerika'da yaşıyor. Bu, geçmişte Humeyni olayında görüldüğü gibi, ABD'nin çıkarları doğrultusunda yönlendirilip Türkiye'ye gönderilirse bunun hesabını kim verecek? Bunun Humeyni gibi geri gönderilmeyeceğini kim kestirebilir? Bir tarikat lideri için bu bir açılımdır, diyerek hoşgörüye sığınılmasından endişe ediyorum" diyen Zonguldak Cumhuriyet Başsavcısı Hayati Önder, dünyanın hemen her yerine dağılmış örgütlü fethullahçı müritlerin çirkin protestolarına maruz kalmıştır.

Cumhuriyet Tarihimizde, hırsızların, hortumcuların, rüşvetçilerin, bölücülerin, Batı destekli terör örgütlerinin, işbirlikçi politikacıların ama en çok da fethullahçıların hedefi konumundaki isim, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel olmuştur. Yüksel, özellikle son dönemde, halk deyimi ile "kifayetsiz-muhteris" kimi siyasilerin marifetiyle Adalet Bakanlığı'nca en çok soruşturma açtırılan, şeriatçı basında adından en çok bahsedilen Cumhuriyet Savcısı olmuştur. Atatürk'ün Cumhuriyet Savcısı olmanın çok zor olduğu, zaten bilenlerce takdir edilmektedir. Nuh Mete Yüksel aleyhine yürütülen kampanyalar, O'nun mesleki gurur ve onuruna, kişilik haklarına, hatta ailesine yönelmiştir. Bu kampanyalara, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk de, dolaylı destek verme konumuna düşürülmüştür. Nasıl mı? İşte, bu konuda kanaat oluşturmaya yetecek sadece bir tek örnek!..

Aynı zamanda Ankara 2 Nolu DGM'de görülen Fethullah Gülen davasının da savcılığını yürüten Nuh Mete Yüksel'i korkutma ve yıldırma girişimlerinin sonuç vermemesi üzerine, fethullahçı istihbaratçılar, Cumhuriyet Tarihimizde ilk defa bir hukuk adamına yönelik planlı operasyon gerçekleştirmişlerdir. Bu operasyonun ilk adımında, Yeni Şafak gazetesinde, Nuh Mete Yüksel'e ait olduğu iddia edilen meçhul bir kasetten söz edilmiştir. Ardından, aynı gazetenin yazarlarından Fehmi Koru, sakil bir pişkinlikle, "Böyle bir kargaşada DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in örgüte -fethullahçılara (N.H.)- hiç bulaşmadığına inanmak çok güç; hem de malûm, yarın öbürgün , biri çıkar da, 'Nuh Mete de...' derse, inanın hiç şaşırmayacağım" mesajını vermiştir (135). Daha sonra da, bu kaset. Nuh Mete Yüksel'e kargo yoluyla gönderilerek, telefonla da şantaj girişiminde bulunulmuştur. Şantaj haberi, ilk kez Star gazetesinde, Saygı Öztürk tarafından köşeyazısında -isim vermeksizin- kamuoyuna duyurulmuştur. İşte, malûm kasedin, kimi polis memurları tarafından Çağdaş Eğitim Vakfı'nın kasasından "elleriyle koymuş gibi" bulunuvermesiyle, şantaj aşamasından, "tasfiye" aşamasına geçilmiştir. "Tasfiye" aşamasında devreye dolaylı sokulan, yönlendirilen isim, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk olmuştur. Türkiye'de "şartlı salıverme" kapsamında onbinlerce kaatilin, gaspçının, saldırganın, tecavüzcünün, sahtekârın aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşmasının siyasal ve bürokratik müsebbiblerinden biri olan Adalet Bakanı, suçlulara gösterdiği "hamilik" yaklaşımını, Nuh Mete Yüksel için göstermekten kesin bir biçimde kaçınmıştır. İşte, Milliyet yazarı Tuncay Özkan'ın bu çifte standarda haklı tepkisi:

"... Şimdi Nuh Mete Yüksel ile ilgili açıklamasını hayretle okudum. Keşke susmayı başarsaymış. O şantaj amaçlı kaset kendilerine de ulaşmış. Ne yapmış kendileri, işi hemen Teftiş Kurulu'na havale etmişler. Ben onun yerinde olsam, ikide bir açtığı soruşturmalarda makamıma çağırıp öyle değil böyle olmalı diye fikir beyan ettiğim savcıyı arar, 'Biz hukukçumuzu şantaja, montaja, konploya, kumpasa, ayak oyunlarına yedirmeyiz. Gerçeği buluruz, çıkartırız. Siz adil yargılama görevinize devam edin. Özel yaşamları bu kadar ucuz harcanacak duruma düşürmeyiz' derdim. Kumpasın arkasını arardım.

Bakan Bey ne yapmış? Kasedi almış. Büyük olasılıkla izlemiş (çünkü bir yargı beyanı var) ve diyor ki: 'Kaset bize de iletildi. İddiaların incelenmesi için Teftiş Kurulu Başkanlığı'na havale ettik. Biz de gerçeklerin ortaya çıkmasını bekleyeceğiz. Diliyorum ki montaj olsun'.

İyi de Sayın Bakan, tutun ki bu kaset montaj ya da değil! Ne olacak yani? Ne fark eder?

Bir savcının veya siyasetçinin veya herhangi bir bürokratın şantaj amaçlı böylesi bir olayda harcanması mı gerekiyor? Şantajı yapanlar değil de özel yaşamının gizi şantajla, montajla ortaya dökülmek istenen savcı veya herhangi biri mi suçlu olacak? Yazıktır... Bu anlayış Türkiye'yi bitirir. Buna Adalet Bakanı veya adalet mekanizması, hukukçular prim verirse, hepimizin evlerine gizli kamera koyar bu şantaj çeteleri, yatak odalarımızı teşhire başlar. Bu alçaklığı, pespayeliği, belden aşağı vurmayı haklı çıkartacak bir tek sözü dahi hiçbir hukukçu veya siyasetçiye yakıştıramam.

'Diliyorum ki kaset montaj olsun' ne demek Sayın Türk? Kasedi izleyince başka bir kanıya mı kapıldınız? Size başka bir bilgi mi ulaştı? Size bu kaset nasıl geldi? Kimler getirdi? Bu kasedi kim çekmiş?Nasıl çekmiş? Nasıl üretmiş? Niye üretmiş? Niye Nuh Mete Yüksel? Neden şantaj? Niye size yollanmış?Neden bu kadar oyun? Nedir bunca komplonun sebebi? Bunları hiç düşündünüz mü?

... Size, tanıdığım Hikmet Sami Türk'e bu açıklamaları, tavrı, tutumu hiç yakıştıramadım. Ben sizin hukukçu kimliğinizi, insan özelliğinizi kinden, intikamdan, hırstan arınmış bulurdum. Yanıldım mı yoksa Sayın Türk? Yoksa siz hâlâ o eski fezlekenin (Sayın Hüsamettin Özkan ile ilgili Halk Bankası fezlekesi) intikamını alma umudunda mısınız? Şantajcılar bunu bildikleri için mi kaset size iletildi yoksa? Bakanlığınızın verdiği kınama cezası yetmez mi sizce?

... Türkiye'deki bütün savcıları. Yargıçları, avukatları, baroları, hukukçuları, adalet adamlarını, sivil toplum örgütlerini, siyasetçileri özel yaşam teşhirine, şantaja karşı durmaya çağırıyorum. Gizli kaydedilen ses kasetleri orda burda yayımlanan herkes buna karşı sesini yükseltmeli. Nuh Mete Yüksel'i sevsin sevmesin, yaptıklarını beğensin beğenmesin özel yaşama saygı gereği, şantaja, montaja, tehdide hukuku etkileme çabasına karşı olma inancıyla insanların bu olayda şantajcılara karşı saf tutmaları gerekiyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Nuh Mete Yüksel'e karşı girişilen bu alçak saldırıyı kendisine yapılmış saymalıdır. Bu tuzak ve şantaj ters çevrilip hazırlayanların suratına bir tokat gibi, bir boş eldiven gibi vurulmalıdır. Bu yapılırsa Türkiye'de bundan sonra hiç kimse şantajcılıkla hukuku veya bir başka kurumu ve kişiyi etkisizleştirme acizliğini göstermeye kalkamayacaktır.

Şimdi bir Türkiye Cumhuriyet Başsavcılığı Kurumu olsaydı, bu şantajı yapanlar saklanacak delik arardı. Ama ne yazık ki, hâlâ bu kurum yok ve savcılar sahipsiz" (136).

Tuncay Özkan, tespitleri ile, Türk Hukuk sisteminin en önemli zaafına işaret etmiştir. Gerçekten de, kimi siyasiler ve de bürokratlar, "emir kulu" gibi gördükleri Cumhuriyet Savcıları'na karşı, işlerine gelmediğinde yaptırım uygulamayı, cezalandırmayı, bir "güç gösterisi" olarak değerlendirmektedirler. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun yargıya sızan fetuhullahçılarla ilgili değerlendirmeleri sonrasında, bu konuda tipik bir örnek yaşanmıştır. İçişleri Bakanlığı genelgesi çerçevesinde Ankara Valiliği, Vural Savaş'ın yanısıra, Fethullah Gülen davasının görüldüğü Ankara 2 Nolu DGM Başkanı Hüseyin Eken'in, aynı Mahkemenin üyesi Mehmet Maraş'ın ve Savcı Nuh Mete Yüksel'in koruma amaçlı araçlarını geri istemiştir. Oysa, 1999'da toplam 406.260 litre yakıt tüketen araçlardan Turgut Yılmaz, Özer Çiller, Semra Özal ve daha nicelerine tahsis edilmiş olanlar için geri isteme sözkonusu olmuş mudur? Örneğin, Mehmet Ağar'a 6, Tansu Çiller'e 5, Ünal Erkan'a 4, Abdülkadir Aksu ile Murat Başesgioğlu'na 3'er araç tahsis edilmiştir. Bu kişilere, size 1 araç da çok, denilmiş midir?

Saygı Öztürk, Nuh Mete Yüksel'e de gönderilen şantaj kasedi ile ilgili gelişmeleri Star gazetesindeki köşe yazısında ele alırken, konu ile ilgili yargı kararıyla birlikte, Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Daire Başkanlığı'nın raporuna da yer vermiştir:

"Savcılara yönelik şantajın boyutlarının nerelere kadar vardığı dün mahkeme kararıyla da ortaya çıktı. Demek ki bir yandan savcıların telefonları dinleniyor, bir yandan şantaj kasetleri açıklanıyor. Şantajla karşı karşıya olan isimlerden birisi de Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel. Dün Yüksel'le sohbet ediyor, kasedin içeriğini konuşuyorduk. Neden kendisine böyle bir şantaj yapılmak istendiğini de Nuh Mete Yüksel Star'a şöyle açıklıyor:

'İrticaya karşı yürüttüğüm inceleme ve soruşturmalar, beni onlara hedef yaptı. Ama bunları da aşacağım. Beni montaj seks kasetiyle vurmaya çalıştılar. Bunların hesabı da, yapanlardan sorulacak'.

Şantaj kaseti Nuh Mete Yüksel'e geçen hafta kargoyla gönderildi. Nuh Mete Yüksel'e kaset ulaştığı sırada, kaseti gönderenlerden birisi telefonla aradı. Kasetin, içeriğini belirtti ve izledikten sonra kendisini bir daha arayacaklarını söyledi. Savcı Yüksel, telefonla konuştuğu kişiye, yaptıklarının hesabının adalet önünde mutlaka sorulacağını belirtti. 'Beni yolumdan kimse çeviremez' diye bağırdı. Diğer savcılar, Yüksel'in bu kadar sinirlendiğine bu güne kadar tanık olmamışlardı. Savcılar, Yüksel'in odasına gidip onu yatıştırdılar. Kaset, izleme gereği bile duyulmadan, incelenmesi için Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Daire Başkanlığı'na gönderildi.

... İşte Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'e 'kasetli şantaj' yapıldığı mahkeme kararıyla da belgelendi. İşte o karar:

'Ankara DGM Başsavcılığı'nın 6.6.2002 tarih 6.6.2002 tarih ve 2002/3644 Muh. Sayılı yazısında DGM C. Savcısı Nuh Mete Yüksel'in görevi nedeni ile yürütmekte olduğu soruşturmada şantaj aracı olarak kullanılmak istenen video kasetinin posta ile kendisine gönderildiği, bu kaset aracılığı ile yürütmekte olduğu soruşturmaların engellenmeye çalışıldığı belirtilerek, dosya içerisinde bulunan kasetin montaj olduğunun Jandarma Genel Komutanlığı'nın Kriminal Daire Başkanlığı raporunda belirlenmiş olduğundan ...CMUK'un ekli evrakı tetkik edildi.

Gereği düşünüldü.

Ankara DGM C. Savcısı Nuh Mete Yüksel'e gönderildiği belirtilen ve yaptığı soruşturmalarla ilgili olarak şantaj aracı olarak kullanılmaya çalışıldığı anlaşılan dosyada mevcut 1 adet Raks VHS tip (Seri No: 21032P13E-30) video kaset üzerinde Jandarma Genel komutanlığı tarafından düzenlenen Ekspertiz raporunda oda içerisine yerleştirilen gizli bir kamera vasıtasıyla çekilen video görüntülerinin toplam uzunluğunun 4 dakika 52 saniye olarak tespit edildiği ve görüntülenen her karesinin montaj olduğu belirtilmiştir.

DGM C. Savcısı olarak görevli olan Nuh Mete Yüksel ile ilgili olarak montaj görüntüler ile düzenlendiği belirtilen video kasetinin yayını halinde terör suçları ile ilgili olarak yapılan soruşturmalara etki edeceği anlaşıldığından ilgili kasetin ulusal ve mahalli televizyon ve yazılı basında yayınlanmasının CMUK'un 86. maddesi gereğince yasaklanmasına, sözkonusu kasete soruşturma sonucuna kadar el konulmasına, karar ve ekli evrakın DGM C. Başsavcılığı'na iadesine, itirazı kabil olmak üzere karar verildi. 7.6.2002" (137).

Yukarıdaki yargı kararı, fethullahçı istihbaratçıların planlı operasyonuna ciddi bir darbe vurmuştur. Yayın yasağı kararı, Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven Yaşer'le ilgili montaj kaseti yayınlayan şeriatçı kanalların heveslerini sonuçsuz bırakmıştır. Üstelik Mahkemenin, sözkonusu kaseti, fethullahçıların var olduğu kuşkusunu uyandıran Emniyete ait Kriminoloji birimine değil de, bilimsel ve objektifliğinden kuşku duyulmayan Jandarma Kriminoloji Laboratuvarına göndermesi, fethullahçı istihbaratçıların başka bir hayal kırıklığı uğramalarına neden olmuştur.

Bu ülkede, bir Cumhuriyet Savcısı'na böylebine iftira, tehdit ve şantaj gerçekleştirilebiliyor ve bu yasadışı operasyon, kimi medya marifetiyle geniş kitlelere ulaştırılabiliyorsa; Adalet Bakanı "seyirci"yi oynamanın da ötesinde, mağdur Cumhuriyet Savcısı için soruşturma açtırıyorsa; bu montaj kasetin, İstanbul'da cemaatin eğitim faaliyetlerinden sorumlu M.Ö. adlı Fethullah Gülen'in manevi varisi marifetiyle hazırlandığı, çoğaltıldığı ve dağıtıldığı duyumlarının üzerine gidilmiyorsa, hatta hiçbir şey yapılmıyorsa -ki mutlaka yapılacaktır- bu geçici başarı, tamamiyle fethullahçı istihbaratçıların operasyonel gücünden, cemaatin ekonomik ve siyasal gücünden ve de devlet içine sızmış kadrolarının gücünden kaynaklanmaktadır.

Kaynak: Hablemitoğlu Web Sitesi Yazıları Bölümü / Köstebek
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Alman İstihbaratı ve Kaplancılar / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:49

Alman İstihbaratı ve Kaplancılar

Alman İç İstihbarat Servisi'nin kontrol ve güdümünde Türkiye karşıtı eylemlerini sürdüren gruplar...

Alman İç İstihbarat Servisi'nin kontrol ve güdümünde Türkiye karşıtı eylemlerini sürdüren PKK, Dev-Sol, TİKKO, Milli Görüş Teşkilâtı gibi terör örgütü ve radikal grupların arasında "Kaplancı"ların mümtaz (!) bir yeri vardır. Kendi Anayasasında Komünist Partisi'nin kurulmasına olanak tanımayan Alman Devleti, Türkiye'den kaçan tüm komünist terör örgütlerinin militanlarına -sığınmacı statüsü ile maaşa bağlayarak- destek vermekte; yine Anayasasına göre laikliği temel kural kabul eden bu devlet, Türkiye'deki tarikatların ve mezhepsel yapılanmaların kendi ülkesindeki uzantılarına da adeta kol-kanat germektedir. Bırakınız uzak geçmişi, Hitler döneminin en yüzkızartıcı insan hakları ihlâllerinin hâtıraları ve müzeye dönüştürülen toplama kampları gibi somut izleri dururken; Türkiye ile ilgili olarak, "Ermeni", "Pontus", "kekoçülük" gibi çarpıtılmış etnik sorunları bahane ederek insan hakları sorgulamasında bulunabilmektedir.

Kesin olan gerçek şu ki, Alman Devleti, sadece Alman kökenli vatandaşları için bir "Hukuk Devleti"dir. AB ülkeleri dışında kalan "arka bahçe" ya da bir başka ifadeyle "hayat alanı" içindeki ülkeler içinse bir "Faşist Devlet"tir. Bu çifte standart, Alman ırkçılığı ile özdeşleşen devlet politikasının tipik göstergesidir. Sadece Türkiye'den şu veya bu şekilde gidip de Alman İç İstihbarat Servisi'nin kontrol ve güdümünde eylem koyan komünist, bölücü, mezhepçi-şeriatçı militanlar için tanınan hak ve özgürlükler, Alman Devletinin hasım yüzünü ortaya koymaktadır:

1. Türkiye'de terör olaylarına karışıp da hakkında "kırmızı bülten" çıkarılmış onbinlerce terörist, suç dosyalarındaki cinayet ya da benzeri suç fiillerine bakılmaksızın, iade edilmek bir yana, "sığınmacı" statüsünde kabul görüp, sosyal yardımlarla bizzat Alman Devleti tarafından beslenmektedir. En son yaklaşık 30.000 Türk vatandaşının ölümünden sorumlu Abdullah Öcalan'ın yargılanması ile ilgili olarak bu ülkenin takındığı tutum, bir hukuk devleti olmanın ötesinde, oportünist bir faşist devletin tüm belirtilerini ortaya koymaktadır.

2. Almanya'daki ve de AB ülkelerindeki uyuşturucu trafiğinin önemli bir bölümünü, "sığınmacı" statüsünde kabul edilmiş militanlar gerçekleştirmektedir. Keza, boyutları büyük meblağlara ulaşan haraç, kalpazanlık, beyaz kadın, kaçak göçmen ve illegal silah ticareti, siyasal cinayet, kamu malına zarar, hırsızlık, çevre kirliliği, yasadışı gösteri gibi suçların önemli bir bölümü, sözkonusu sığınmacı statüsü tanınmış militanlar marifetiyle işlenmektedir. İşlenen bu suçlarla, yakalanıp da cezaya çarptırılanların oranına bakıldığında, Almanya, "fail-i meçhuller" açısından dünyanın en ileri (!) ülkesidir.

3. Eylemleriyle Türkiye'ye ait sefaret binalarına, THY ve Turizm Bürolarına zarar vermenin de ötesinde ileri gidenler, yani sınırları önceden belirlenmiş suç işleme hakkını (!) suistimal ederek Almanya'nın imajını zedeleyenler, özel mülke zarar verenler ya da kamu mallarını tahrip edenler, -bazı hallerde- gözaltına alınabilmektedir. Ancak, yargılama süreci başlamadan Alman İç İstihbarat Servisi'nin militan gözlemcisi konumundaki avukatları devreye girmekte; servisin kontrol ve güdümünü ve de tetikçiliğini üstlenenler salıverilmektedir. Böylece, onbinlerce militan, Alman "derin devleti"nin mutlak gözetiminde tasmalanmaktadır. Sınırdışı ya da Türkiye'ye iade işlemi, militanlar yerine, basit ve önemsiz disiplin suçları işlemiş Türk işçi çocukları için uygulanmaktadır.

I. BND VE ALMANYA'DAKİ TÜRK ŞERİATÇILARI

1970'lerin başlarına kadar, Türkiye'nin etnik ve dinsel sorunları ile ilgili sosyal istihbarat çalışmaları yürüten ve bu çalışmalar için bağlantılı akademisyenleri (filolog, tarihçi, sosyal antropolog vb.) kullanan Alman İç İstihbarat Servisi, bu yıllardan itibaren ajitasyon faaliyetlerine hız vermiştir. Nedenine gelince, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu gibi konularda bütün Avrupa ülkeleri gibi Almanya'nın da Türkiye'ye husumet göstermesi üzerine, Türk Basınında bazı kalemler bir kampanya çağrısında bulunmuşlardı: "Türk işçileri, Alman bankalarındaki tasarruf mevduatlarınızı hemen çekin ve Türkiye'deki bankalara yatırın!". İşte bu kampanyanın Alman ekonomisini zora soktuğunu; Alman Devletinin imaj ve otoritesine zarar verdiğini saptayan Alman İç İstihbarat Servisi, Türk sağı ile doğrudan ilgilenmeye başlamıştır. İlk hedef, liderliğini M. Serdar Çelebi'nin yaptığı Avrupa Türk Dernekleri Federasyonu olmuştur. Türkiye aleyhine Avrupa'da yürütülen her türlü kampanyaya karşı dev kitlesel protesto eylemleri ile karşılık veren bu örgütü pasifize etmek, mümkünse de parçalamak için, yöneticileri büyüteç altına alınmıştır. Gerek, "Papa Suikastı" olayına adı karışan Serdar Çelebi ve gerekse uyuşturucu trafiği ile ilişkili bazı üst düzey yöneticiler ve aktif üyeler, Alman İç İstihbarat Servisi marifetiyle gözaltına alınarak sorgulanmış ve bağlantılı avukatlar kanalıyla "serbestiyet ve siyasal dokunulmazlık" karşılığı bu kişiler ülkücülüğü terk ile "siyasal islamcılığa" kanalize edilmişlerdir. Avrupa'daki Türklerin en etkili sivil toplum örgütü olan Federasyon, bu suretle önce amacını ve etkinliğini yitirirken ardından ikiye bölünerek pasifize edilmiştir. Alman İç İstihbarat Servisi, ayrıca, Türklük bilincine karşı mezhep bilincini egemen kılmaya yönelik stratejisinin gereği, Türkiye dahil Avrupa'daki en güçlü Alevi örgütlenmesine -kendi ülkesinde- olanak vermiştir.

Alman İç İstihbarat Servisi'nin destek verdiği ve maşa olarak kullandığı en önemli şeriatçı yapılanma, tüm Almanya'da ve pek çok Avrupa ülkesinde ve Türkiye'de örgütleşme sürecini tamamlamış olan "Milli Görüş Teşkilâtı"dır. 1970'lerin başından itibaren Almanya'daki Türk işçileri arasında örgütlenme çalışmalarını sürdüren bu örgüt, Türklük bilinci yerine dinsel bilinci; milliyetçilik yerine ümmetçiliği öngördüğü için Alman İç İstihbarat Servisi'nin şemsiyesi altına alınmakta gecikmemiştir. Türkiye'de Anayasa Mahkemesi kararları ile kapatılan Milli Nizam Partisi, Milli Selâmet Partisi ve Refah Partisi'nin Avrupa'daki uzantısı olarak ortaya çıkan -yeni adıyla- "İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı", kısa bir sürede "Hamas", "Hizbullah" gibi terörist örgütlerin yanısıra, başta Libya, Suudi Arabistan, İran, Afganistan, Malezya, Kuveyt, Pakistan gibi ülkelerin yönetimleriyle de doğrudan ilişki kuracak; Çeçenistan ve Bosna'da silahlı çatışmalarda yeralacak ölçüde güç ve itibar kazanmıştır. Alman İç İstihbarat Servisi, "İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı" aracılığıyla, başta Türkiye olmak üzere, tüm İslam Dünyasındaki şeriatçı yapılanmalara nüfuz edebilmektedir. Bu teşkilâtın özellikle de A.B.D. karşıtı "Hamas", "Hizbulllah" gibi örgütlerle organik ilişki içinde bulunması, bölgede A.B.D. ile çıkar çatışması halini sürdüren Almanya için stratejik bir avantajın elde tutulması anlamına gelmektedir.

Alman İç İstihbarat Servisi'nin "İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı"na sağladığı siyasal ve lojistik desteği şöyle özetlemek mümkündür:

1. Alman Devleti, Milli Görüş Teşkilâtının Türk işçileri arasında nüfuz ve itibarını arttırarak daha da güçlenmesini sağlamak için Köln'de "Şeyhülislâmlık" kurmalarına izin verdiği gibi resmi makam olarak da tanımıştır. Ancak, Almanya'daki Türk Konsolosluklarının verebileceği resmi evrakın bir bölümünü (özel hukuka ilişkin olanları yani evlenme akdi, çocuk belgesi, özel beyan onayı vb.) bu "Şeyhülislâmlık" makamının (!) verebilmesini mümkün ve geçerli kılmıştır. Teşkilâtın tarihsel ve ideolojik özlemini gösteren bu makamın (!) varlığı, Almanya ile aramızdaki ikili antlaşmaların yeniden gözden geçirilmesi gereğini gündeme getirmiştir. Ancak nedense, Türkiye bu oldu-bitti durumunu sineye çekmenin ötesinde misilleme kararlılığını gösterememiştir, gösterememektedir de.

2. Alman İç İstihbarat Servisi, bu teşkilâta, gerek Almanya içinde ve gerekse delegasyon olarak gittikleri ülkelerde "koruma", "rezervasyon", "para transferi" ve "protokol" hizmetleri sunmaktadır. Ayrıca, her yıl yapılan Hac organizasyonunun yanısıra, Türkiye'deki genel seçimler için onbinlerce üyesinin uçaklarla taşınmasının yarattığı tüm sorunlar, Alman İç İstihbarat Servisi kanalıyla çözümlenmektedir. Suudi Hükûmeti, Türk Hükûmeti'ne koyduğu hac kotasını Milli Görüşçülere uygulamayarak itibar ve güç desteği verirken; diğer taraftan da Almanya ile yazılı olmayan bir dayanışma sergilemektedir. Almanya ise, bu teşkilâtın üyelerinin genel seçimlerde Türkiye'ye taşınmasına aracılık etmekle, Türk siyasal yaşamına dolaylı da olsa müdahale gücünü elde etmektedir. Bu karmaşık ve çok taraflı çıkar ilişkisinin tek mağduru vardır, o da yüzbinlerce saf vatandaşının kendisine düşman edilmesine seyirci kalan Türk Devletidir.

3. Alman İç İstihbarat Servisi, son beş yıldır Milli Görüşçülerin imaj mühendisliğini de üstlenmiştir. Köln'de düzenlenen kongreler, stadyumlarda en az 30.000 ile 50.000 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen "Barış ve Kardeşlik Şenliği" gibi adlar taşıyan etkinliklerle tabana maledilmeye çalışılmaktadır. M. Sabri Erbakan'ın Genel Başkanlığını üstlendiği bu teşkilât, hatipleri itibariyle kapatılan Refah Partisinin Avrupa'daki sesi olma havasını da sürekli olarak pompalamaktadır. Alman İç İstihbarat Servisi, bu teşkilâtın hatiplerine ve üst düzey yöneticilerine ikâmet iznini hiç ama hiç sorun çıkarmaksızın sağlamaktadır. Hasan Mezarcı, Şevki Yılmaz gibi isimlerin Almanya'da bu kadar uzun süreyle nasıl kalabildiğinin başka bir açıklaması bulunmamaktadır. Türk Devleti bu hain odağın üst düzey maşalarına karşı ne gibi önlem almaktadır? Acıdır, önlem almadığı gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekili olarak dokunulmazlık zırhına bürünmelerini; daha fazla kitlelere ulaşıp zehirleme fırsatına sahip olmalarını karşı Türk Basını, haklı bir biçimde Merve Kavakçı, Oya Akgönenç gibi A.B.D. vatandaşlarının üzerine giderken, Alman İç İstihbarat Servisi'nin maşalığını yapan bu teşkilâtın üst düzey yöneticilerinden T.B.M.M.'nde milletvekili olanları ise atlamaktadır. "İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı"nın bırakın laik Türkiye aleyhtarı söylemlerle dolu yerel toplantılarını, stadyum toplantılarında sarfedilen sözlerden dolayı teşkilât yöneticilerinin D.G.M.'de yargılanmaları işten bile değildir. Yeter ki Cumhuriyet Savcıları görevlerini ihmal etmesinler.

II. BND VE KAPLANCILAR

Alman İstihbarat Servisi, Milli Görüşçüleri, uzun vadede, daha ziyade legal görünüşlü faaliyetlerde kullanmaktadır. Bir başka ifadeyle, tetikçilik yaptırarak yıpratmayı düşünmemektedir. Bu itibarla, şeriatçı militanlık alanındaki boşluğun doldurulması, "Kaplancı"lara bırakılmıştır.

Almanya'daki en radikal islâmi grup olarak bilinen "Kaplancı"ları tanımak için önce müteveffa lideri Cemalettin Kaplan'ın, nam-ı diğer "Kara Ses"in bilinmesi gerekir:

1926'da Erzurum'un İspir ilçesinin Dangis köyünde doğan Cemalettin Kaplan'ın etnik kökeni ile muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Türklükten nefreti sabit olan bu meczup, cahil mollaların köy evlerinde (sözde medreselerde) dini eğitim (!) aldıktan sonra nurcularla münasebet tesis etmiştir. Erzurum'da, Kırkıncı Hoca, fethullahçıların lideri Hocaefendi (!) gibi "nurdaş"ları ile aynı eğitimi (!) paylaşan Kaplan, yurdun pek çok yerinde imamlık, vaazlık yaptıktan sonra, Türk Devletinin kendini savunma mekanizmasının işlemeyişinden de yararlanarak oldukça önemli görevlere gelmiştir. Sırayla ilkokul, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitiren ve yaklaşık 40 yaşında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden de mezun olan meczup, oğlu tarafından kaleme alınan biyografisine bakıldığında, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde "Müfettiş", "Personel Dairesi Başkanı", "Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı", "Adana Müftülüğü" gibi nitelik isteyen işlevsel görevlerde bulunmuştur. 12 Eylül döneminde, Adana'da açmış olduğu illegal medresenin Sıkıyönetim Komutanlığınca farkedilmesinden sonra, re'sen emekliye sevkedilen Cemalettin Kaplan, medresesindeki eğitimi (!) noksan kalan 400'ü aşkın özel seçilmiş İmam-Hatip Lisesi öğrencisinin eğitimini tamamlamak amacıyla Almanya'ya gitmiştir. Başlangıçta, Kaplan'daki cevheri (!) keşfedemeyen Alman İç İstihbarat Servisi, turist olarak ya da kaçak yollardan Almanya'ya girmeye çalışan öğrencilerinin bir kısmını sınırdışı etmiştir.

Cemalettin Kaplan'ın Almanya'da ilk sığındığı teşkilât, "Milli Görüş Teşkilâtı" olmuştur. Başlangıçta, bu teşkilâtın "Fetva Komisyonu Reisliği"ni yapan Kaplan, ihanet yolundaki yarışta, derin ilmine (!) duyduğu özgüven, megalomani ve de liderlik hırsı ile bu teşkilâttan koparak "Avrupa İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliği"nin kurucu başkanlığını üstlenmiştir. 1983'den itibaren Köln'de Ulu Cami adını verdikleri sözde dinsel mekânda -gerçekte örgüt merkezi- kurduğu medresede "Kaplancı" yetiştirmeye başlayan Cemalettin Kaplan, bir süre sonra Alman İç İstihbarat Servisi'nin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Türkiye'den Almanya'ya kaçak yollardan giren ya da turist vizesiyle gelip de geri dönmek istemeyenleri ağına düşüren Cemalettin Kaplan, bu suretle mürit sayısını 3.000'li rakamlara ulaştırmıştır. Alman İç İstihbarat Servisi, sözkonusu müritleri "sığınmacı" statüsünde kabul etmiş, ancak çalışma izni vermeyerek tüm mesailerini Kaplan'ın emrine hasretmelerini sağlamıştır. Müritlerini "mücahit" ve "mücahide" olarak tanımlayan Kaplan, bunların askeri disiplin içinde eğitimi (özellikle bomba eğitimi) konusunda mesafe katettikten sonra "Milli Görüş Teşkilâtı" ile tüm organik ilişkisine son vererek, yine Köln'de "Federe İslam Devleti Reisliği"ni ilân etmiştir. Hemen akabinde de "Emir'ül-Mü'minin ve Hilâfet'ül-Müslimin"liğini yani Hilâfet Devleti Reisliğini ve Halifeliğini açıklamıştır. Video ve ses bantları ile tüm Avrupa'ya ve Türkiye'ye ulaşarak mürit sayısını arttırmaya çalışan Cemalettin Kaplan, bir yandan da Türk Devletine karşı savaş ilânını öngören cihat fetvalarını peşpeşe yayınlamıştır. Nurcuların ve fethullahçıların "bölge imamları" esasına kurulu teşkilât yapısını biraz değiştirerek "bölge emirleri" tayin eden meczup, Milli Görüşçülerin "Şeyhülislamlığı"nın üstünde kendini "Halife" ilân ederek Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerine miras (!) kavgasına girişmiştir. Gerek bu iki şeriatçı yapılanma arasındaki giderek çatışmaya dönüşen rekabeti sonlandırmak ve gerekse hilafet törenini (!) televizyonlardan izleyen Türk kamuoyunun ve Dışişleri Bakanlığı'nın tepkilerini absorbe edebilmek için Alman İç İstihbarat Servisi bir kez devreye girerek göstermelik önlem almıştır: O da, Alman polisi Köln'deki külliyeyi (cami, yatakhane, medrese, aşhane vb.) bir kez basmış; müritleri dışarı çıkardıktan sonra suç delilleri aramıştır. Tabii ki bulamayarak çekilmiştir.

Cemalettin Kaplan'ın ölümünden sonra, Türk Devletinin şeriatçı yapılanmalara karşı nasıl hazırlıksız olduğu cenaze töreni sırasında anlaşılmıştı. Bu Türklük ve Türk Devleti düşmanı meczubun cenazesi, müritlerinin eşliğinde Türkiye'ye getirilmiş ve ailesinin-müritlerinin talebi üzerine resmi bayram günü toprağa verilmiştir. Niçin resmi bayramdan önce ya da sonra değil, sorusuna hiçbir resmi makam cevap verememiştir.

Cemalettin Kaplan'ın ölümünden sonra bu şer yuvasında taht-post kavgası başlamıştır. Babasının makamının (!) doğal miras hakkı olduğunu savunan "küçük kaplan" Mehmet Metin Müftüoğlu'na rakipler çıkmıştır. Örneğin, küçük kaplanı hırsızlık, yolsuzluk ve ehliyetsizlikle suçlayan Dr. Halil İbrahim Sofu, Cemalettin Kaplan'ın en önemli yardımcısının kendisi olduğunu söyleyerek isyan bayrağı açmıştır. Örgütün dağılma tehlikesi karşısında, küçük kaplan inisiyatifi ele alarak bu iktidar kavgasını en radikal biçimde sonlandırmıştır. Nasıl mı? Önce, 15 Mayıs 1996'da Ayhan Ayan adında bir işadamı, ardından bir ay sonra 19 Haziran 1996'da örgütün bir başka etkili ismi Hasan Basri Gökbulut'un eşi Zübeyde Gökbulut ve son olarak da en etkili muhalif aday Halil İbrahim Sofu 7 Mayıs 1997'de hayli dramatik biçimde öldürülmüştür. Failler mi?!. Alman polisi ve dolayısıyla Alman İstihbarat İç Servisi, bu cinayet dosyalarını "fail-i meçhul" dosyalar arasına katmıştır. Ve sonra bir daha örgüt içinden hiç kimse, yeni halife (!) Metin Müftüoğlu'na karşı sesini bile yükseltememiştir.

Alman İç İstihbarat Servisi, "Kaplancı"lar adıyla bilinen bu cahil sürüye, Alman Devletinin kulu ve tetikçisi olmaları bağlamında altyapı desteği vermektedir:

1. Örgüte gayrıresmi yoldan büyük meblağlar akıtılmaktadır. Müritlere ücretsiz televizyon ve video temin edilmektedir. Keza, eğitim (!) kasetleri ücretsiz olarak Avrupa ve Türkiye'ye dağıtılmaktadır.

2. Almanya'da yakalanan şeriatçı söylemli ve kılıklı kaçak Türklere, "sığınmacı" statüsüne geçebilme şartı olarak kaplancıların adresi gösterilmektedir. Böylece, örgütün mürit kaynağı Alman İç İstihbarat Servisi marifetiyle kurumamaktadır.

3. Alman İç İstihbarat Servisi, "kaplancı"lara internet üzerinde bir türlü çökertilemeyen ve sürekli yenilenen bir web sitesi tahsis etmiştir (http://www.hilafet.org). Sitedeki bilgiler, Türkçe, Arapça, kekoçe, İngilizce, Fransızca, Holllandaca, Farsça dillerinde verilmektedir. Ayrıca, periyodiklerin yanısıra, geniş kitlelere ulaşılmasına olanak sağlamak üzere bir de Televizyon kurulmuştur. Hakk TV, Fransız "Telecom 2 D" uydusundan kiralanan kanal üzerinden (11.598 - 1848 MHz) deneme yayınlarını sürdürmektedir. Şimdilik sadece Pazar günleri müteveffa Cemalettin Kaplan'ın eski video bantları ile "küçük karases" Metin Müftüoğlu'nun Köln Camiindeki vaazları banttan ya da canlı olarak yayınlanmaktadır. Türk Devleti'nin yetkili resmi kurumları, sevindirici bir duyarlılıkla, tıpkı Med-TV'de olduğu gibi, Hakk TV için de diplomatik ve teknik müdahaleye Şubat 1999'un başı itibariyle başlamıştır.

SONUÇ:

Karasesçiler ya da nam-ı diğer kaplancılar konusunda Alman İç İstihbarat Servisi, ektiğini biçmeye başlamıştır. Türkiye müdahalede çok geç kalmıştır. Ancak zararın neresinden dönülürse de kârdır. Başta Sakarya olmak üzere, özellikle Doğu Anadolu'da ve de özellikle etnik sorunu olan vatandaşlarımız arasında hızla örgütlenmeye başlayan ve son operasyonlarla önemli darbeler yiyen "Hizbullah"ın alternatifi gözüyle bakılan kaplancılar, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi ve Malatya İnönü Üniversitesi başta olmak üzere pekçok üniversitede seslerini duyuracak konuma gelmişlerdir. Türban konusuna destek vermeyen tek radikal şeriatçı örgüt olarak, kadınlar için İslami giyim olarak sadece ve sadece kara çarşafı öngörmektedirler. Sivas yakınlarında zaman ayarlı bombanın otobüs hareket halindeyken patlamasıyla önplana çıkan çarşaflı mücahideleri (!), Anıtkabir'e 10 Kasım 1998'de uçakla gerçekleştirilecek intihar saldırısı ve de Fatih Camiinde yapılacak provakasyon girişimi izlemiştir. Kaplancı tehlike, sadece Almanya'daki işçilerimiz için sözkonusu olmaktan çıkmış, hiç şüphesiz kapımıza kadar gelmiştir.

Türk Dışişlerinin kaplancılar hakkında Alman Devleti nezdindeki girişimleri, her zamanki gibi "beklemeye" alınmıştır. Nasıl mı? Karlsruhe Federal Başsavcısının talebiyle Alman polisi, Köln'deki örgüt merkezine sözde habersiz bir baskın yapmıştır. İçeride bulunan evraklara elkonulurken, Mehmet Metin Müftüoğlu önce gözaltına alınmış, arkasından tutuklanmıştır. Örgütün (pardon Alman İç İstihbarat Servisi'nin) parasını zimmetine geçirerek yolsuzluk yapmakla ve bir de Türkiye'nin talebine uygun olarak "terör örgütü" kurmakla suçlanan "küçük karases"in sorgulaması nedense hala sürmektedir. Anlaşılan Alman İç İstihbarat Servisi'nin avukatları yönlendirme ve güdülendirme pazarlığını henüz bitirememişlerdir. Bu gecikmede, sorgulamada sürekli sinir krizleri geçiren Metin Müftüoğlu'nun psikolojik bozukluklarının payı da olsa gerektir.

Türkiye, PKK başta olmak üzere TİKKO, Dev-Yol gibi terörist-komünist örgütlere ve de şeriatçı yapılanmalara büyük destek veren Alman İç İstihbarat Servisini yakın takibe almak zorundadır. Misilleme kaçınılmaz olmuştur:

1. Doğu Anadolu'da ve Karadeniz Bölgesinde faaliyet gösteren Alman İç İstihbarat Servisi elemanlarına (bilim adamı, gazeteci gibi hangi kimliğe sahip olurlarsa olsun) olası bir pazarlığa konu teşkil etmek üzere sınırdışı edilmenin ötesinde ve Türk konukseverliğine uygun bir tarzda kalıcı ve de caydırıcı biçimde ağırlanmaları sağlanmalıdır.

2. Başta kaplancılar olmak üzere, milli görüşçülerin ve diğer yasadışı terör örgütlerinin tüm aktif kadrosunun elemanları yakın takibe alınmalı; konsolosluklarda pasaport temditleri yapılmamalı; Türkiye'ye girenler de sınır kapılarında saptanarak derhal tutuklanıp mahkemeye sevkedilmelidir. Bu gibi sağ-sol-bölücü militanlara yargı kararıyla yurtdışına çıkış yasağı getirilmelidir.

3. Tıpkı Arnavutluk'da olduğu gibi, Alman İç İstihbarat Servisi'nin faaliyetlerinden rahatsız olan uygun ülkelerle bilgi alışverişine dayalı işbirliğine gidilmelidir.

4. Mehmet Metin Müftüoğlu'nun ısrarlı bir biçimde iadesi istenilmelidir. Kaplancı iktidar savaşımı sırasında öldürülen üç Türk vatandaşının dosyaları sık sık gündeme getirilip bilgi istenmelidir. Bu konuda kamuoyunun desteği için Basına sürekli bilgilendirme hizmeti sunulmalıdır.

5. Alman İç İstihbarat Servisi bağlantılı Alman Üniversiteleri ve de vakıfları adına Türkiye'nin sosyal yapısı ile ilgili proje yürüten Türk bilim adamları ve fakülte bölümleri saptanmalı; sosyal istihbarata yönelik bilgi akışı durdurulmalıdır. Aynı şekilde, Dışişleri, İçişleri gibi stratejik önemi büyük olan bakanlıklarda ya da ilgili kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan personelin güvenlik soruşturmalarında Alman İç İstihbarat Servisi bağlantılı vakıflardan burs alıp almadıkları değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

6. Almanya'daki Türkiye yanlısı Türk kuruluşları ile koordineli çalışma sürdürülürken, Alman İç İstihbarat Servisi mağduru, derin devlet olgusundan rahatsızlık duyan Alman demokratları yöntemine uygun tarzda örgütlenmeli ve her yönden desteklenmelidir.

7. Almanya'nın neden olduğu sorunların izalesi için, ilgili devlet kuruluşlarının üst düzey yetkililerinin katılacağı -sürekli sekretaryaya sahip- bir kriz merkezi kurulmalıdır. Bu merkezin hareket yeteneğini arttırmak için normal bütçe ödenekleri yerine örtülü ödenek devreye sokulmalıdır. Konu acildir, çünkü Almanya, bugün sadece kendi ülkesindeki Türk işçilerini parçalayıp bölmekle, Türkiye aleyhine kullanmakla kalmıyor; Türkiye'nin ideolojik, etnik ve mezhepsel sorunlarını da kaşıyor, iç işlerimize alenen müdahale ediyor. Balkanlarda, Orta Asya'da, İslam Dünyasında ve hatta sınır komşularımızda hep karşımıza çıkıyor, çıkarlarımızı tehdit ediyor, hasım devletleri örgütlüyor...

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Gülen Yapılanmasının Tehdit Potansiyeli ve Varisleri / Dr. Necip HABLE

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:50

Gülen Yapılanmasının Tehdit Potansiyeli ve Varisleri / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Gülen Yapılanmasının Tehdit Potansiyeli ve Varisleri

Lütfen, aşağıdaki haberi tüm dikkatinizle okuyunuz:

“Tedavi maksadı ile Amerika’da bulunan Fethullah Gülen Hocaefendi’yi depremden iki gün sonra ziyaret etme imkânım oldu. Onun halini gördükten sonra depreme üzülmediğim ve hiçbir şey yapmadığım kanaatine vardım. Türkiye’den kendisine ulaşan veya kendisinin ulaşabildiği herkese deprem bölgelerine gitmelerini ve bir amele gibi çalışmasını rica ediyordu. Yardım kampanyalarının açılmasını ve herkesin gücü yettiğince buna katılmasını istiyordu. TÜPRAŞ’taki yangının sürdüğü haberini aldıkça yerinde oturamıyordu. Onun bu telâşı karşısında yangının yan odada olduğunu sanırdınız. Afet anında ezan okumanın Allah’ın rahmetini ihtizaza getireceğini ve afeti durduracağını hatırlatarak yangını canlı yayından izleyen bir iki arkadaşa EZAN OKUMALARINI söyledi. Yangının kontrol altına alındığı haberi gelene kadar gerginliği dinmedi. Tabii onu takip eden doktorunun da...”.

Lütfen düşününüz, bu hocaefendi (!) kendini T.C. Diyanet İşleri Başkanı’nın da üstünde Papa’ya eşit, istediğinde randevu alıp görüşebilen en üst İslâm Temsilcisi konumunda görüyor, A.B.D. ve müritleri tarafından da böyle lânse ediliyor... Eğitimi? Yok!.. Tabii Erzurum’un köylerindeki nur medreselerinde aldığı dersler (!) eğitim sayılırsa... Resmi statüsü? O da yok!.. Sadece devrim yasalarına göre kullanması yasaklanan hocaefendi (!)unvanı var; bir de vaizlikten aldığı bir emekli aylığı!.. Kendi deyimi ile “fakirin bir dikili ağacı bile yok” ... Ama aylardır A.B.D.’nde mütevazı emekli aylığı ile mucizeler gerçekleştiriyor: Mayo Klinikte tedavi görüyor; 24 saat doktorunu yanından ayırmıyor; eyalet eyalet geziyor. Emekli maaşı bir türlü bitmek bilmiyor, bu nedenle de tedavisi (!) uzadıkça uzuyor... Oysa en az müritleri kadar, DGM Savcısı Sayın Nuh Mete Yüksel de, Askeri Savcılık da kendisini özlemle bekliyor ama nedense bir turlu çok sevdiğini söylediği vatanına dönmüyor, dönemiyor... Haberde, asil dikkati şu çekiyor: TÜPRAŞ yangınının sönmesi için yanındakilere ezan okutturuyor. Duygusal açıdan bakarsanız, samimi olarak üzüntü duyan bir kişinin normal dışı tepkiler göstermesi doğal. Anlayış ve saygıyla karşılamak mümkün. Ancak, kendisini “Dünya İmamı” olarak gören bir kişinin bilinçli bir biçimde bilmesi gerekir ki, ezan, sadece ve sadece namaz vakti için yapılan bir çağrıdır. Aksi yorum, gerek öz, gerek biçimsel ve gerekse de mantıksal açılardan İslâmiyet’e uygun değildir. Geçmişte ezanin cahilce yorumlanmasıyla ortaya çıkan bazı uygulamalar, geleneğe dönüşse de din dışıdır, bid’atdır.

İslâmiyet’in, akla mantığa ve bilime en fazla önem veren din olduğu gerçeğinden hareketle, TÜPRAŞ yangınını söndürmenin yolu, vakit dışı ezan okutmaktan geçmez. Nereden geçer? İleri teknoloji ile üretilmiş yangın söndürücü kimyasallardan; eğitilmiş ve deneyimli bir ekibi sürekli hazır tutmaktan ve de acilen dış yardim talebinde bulunmaktan geçer. Ezani amaç ve işlevi dışında bir çaresizlik, acizlik alternatifi olarak kullanmak ayıptır, günahtır. Oysaki Fethullah Gülen istese, milli servetin böylesine göz göre göre heba olmasından samimi olarak acı duymuş olsaydı -ki hâlâ yapabilir- ağlamak, inlemek yerine müritlerini harekete geçirebilirdi. Nasıl mı? TÜPRAŞ zararının 200 milyon dolar olduğu açıklandığında, organizasyonunun mal varlığı olan en az 25 milyar doların zekâtının bu amaçla kullanılmasını isteyebilirdi. Zaten samimi Müslüman halkın dini duygularını istismar ederek toplanılan bu servetin % 2,5 üzerinden zekâtının 625 milyon dolar olduğu dikkate alındığında, kalan 400milyon dolar ile depremzedelerin acılarının önemli ölçüde giderilmesi bile söz konuşu olabilirdi. Ama bu yapılmadı. New York’ta otel süitinde vakit dışı ezan okutuldu, gözyaşı döküldü, vicdanlar “tatmin” oldu... Ya Türkiye’deki fethullahçılar ne yaptı? Kesin olan şu ki hoca efendilerinin emirlerini yerine getirerek amelelik yapmadılar.

Zaman Gazetesi, diğer gazeteler gibi bir yardim kampanyası açtı, yine samimi dindarların ellerini ceplerine atmasını istedi. Hatırlayacaksınız, deprem felâketinin ilk üç günü diğer şeriatçılar gibi fethullahçılar da fiilen ortada yoktu: Bir cenaze namazı kıldıracak, cenaze sahiplerini manevi açıdan teselli edecek, bir Yasin-i Şerif okuyacak din görevlisi ya da gönüllüsü bulunamadığından, cenazeler greyder kepçeleri ile toplu mezarlara fırlatıldı. Bu görüntülerin televizyonlarda yayınlanmasının sonrasında, Valilik emirleriyle çeşitli illerdeki müftüler ve din görevlileri re’sen deprem mahallerine gönderildiler. Fethullahçılar ise Adapazarı, Düzce, İzmit merkez olmak üzere bir süre depremzedelere hizmet verdiler. Tıpkı, sundukları en temel insani hizmette bile tarikat ya da cemaat propagandası yapan IHH, AIMGT ve diğer şeriatçı yapılanmalar gibi. Sonra, ne oldu bilinmez, deprem mahallerindeki fethullahçılar, Cumhuriyet Gazetesinden Sayın Hikmet Çetinkaya’nın da saptamasıyla, “birden ortadan çekildiler”. Ve nihayet, 18 Eylül sabahı deprem mahallerindeki çadır kentlerde ya da derme çatma kulübeler içinde yasamaya çalışan depremzedeler, girişlerin önüne bırakılmış bir broşür ile karsılaştılar. Sıcak bir çaya bile hasret bu insanlar, yaralarına belki merhem olur ümidiyle bu broşürleri okudular:

”...İnşallah bu hadise güzel yurdumuzun temizlenmesine ve manevi beraatına bir alâmet diye telâkki ediyoruz..... Hazret-i üstadımızın 1939’ da zelzele hakkındaki yazılarında, ‘Ramazan-i Şerif’in teravih vaktinde kemal-i neşe ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazen kızların sesleriyle, radyo ağzıyla mübarek merkez-i İslâmiyetin her kösesinde cazibedarane işitilmesi, bu korku azabını netice verdi.....

İnsan hakları, demokrasi kuralları, serbestlik ve özgürlük ve kadın hakları gibi ileri sürülen şeyler ise hakikatte ahlâksızlığa, müstehcenliğe yol açmak için istimal edile gelmiş ve halen ayni menfi yolda istimal edilen şeylerdir..... Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarında daha ziyade ilişiyor.... Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlık gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için,o zelzelenin devam etmesi gibi bir çok emarelerin delâletiyle bu hâdışe ehl-i imanı hedef edip onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.

Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki veçhi var. Bir: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için ta’cil edildi. İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli Müslüman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlup olmak fırsatıyla, ehl-i zığındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var.”

Yukarıdaki akil ve mantık dışı, alabildiğince bozulmuş, bir Türkçeyle kaleme alınan bu satırların sahibinin, Hazret-i üstadları (!) Said-i Kurdi, nam-i diğer Said Nursi olduğunu bilmeyenler tahmin de edemeyebilirler... Broşüre bakıldığında, uzun uzadıya kaynak aramak gerekmiyor. Said-i Kurdi’nin risalelerinden, 1939 Erzincan depremi ile ilgili paragraflardan alınmış bu cümleler, 27Ağustos-1 Eylül 1999 tarihli “Zaman” gazetesinde aynen yayınlanıyor.; akabinde de depremzedelere dağıtılan broşürlerde... Fethullahçıların takiyyeyi bırakarak iyice pervasızlaştığı bir kere daha anlaşılıyor. Artık savunmada değiller.

Türk Silâhlı Kuvvetleri ile Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlı kurum ve kuruluşlara, kısaca devlete karşı sistematik ama henüz adi konulmamış bir savaşım başlatıyorlar, hem de üç ayrı koldan... Start veren kişi, şimdilik bu örtülü savaşımı cephe gerisinden, hem de epeyce gerisinden, A.B.D.’den idare ediyor...

POLİTİK VE BÜROKRATİK PLATFORMDAKİ SAVAŞIM

Fethullah Gülen ve organizasyonuna karşı T.B.M.M.’nde -Hükûmet- Muhalefet cepheleri dahil- karşı çıkan, laik hukuk sisteminden yana tavır alan bir tek parti yok. Hatta, doğru dürüst, onurlu ve yurtsever tepki koyan bir tek milletvekili bile söz konuşu değil. Meclis dışındaki CHP’ye ise son aylarda büyük bir ikinci cumhuriyetçi katilimi gözleniyor. Fethullahçıların en büyük desteğinin ikinci cumhuriyetçiler olduğunu ise herkes biliyor. Hukûmet, Milli Güvenlik Kurulu’nun başlatmış olduğu 28 Şubat sürecini durdurabilmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Örneğin, fethullahçı oldukları öne sürülen yaklaşık 35 vali ve 300’e yakın kaymakamın merkeze alınmalarını sağlayacak atama kararnamesi hâlâ çıkarılmış değil. Gerekçe olarak öne sürülüyor ki bu doğru değil. Sadece 4 Emniyet Müdürü ile sınırlı tutulan Emniyetteki tasfiye, şu sıralarda tersine isletilmekte. Yaklaşık 80 -bir kısmı fethullahçı- emniyet mensubu hakkında açılan soruşturmalar da ciddi bir sonuca bağlanmış değil. Şeriatçılara taviz vermeyeceğini her fırsatta tekrarlayan İçişleri Bakanı artık kesinlikle güven vermiyor. En az 600 fethullahçı Emniyet Müdüründen söz ediliyor. Fethullahçı Emniyet Amirleri, Başkomiserler, Komiserler, Komiser Yardımcıları ve Polis memurları cabası. Tasfiyeye önce İstihbarat, Bilgi-İşlem, Personel, Polis Akademisi, Koleji ve Polis Okullarından başlanması ve aşağılara inilmesi gerekiyor.

Aynı şekilde, yurtdışında sefaret korumasında görevlendirilen emniyetçi kadronun tümüyle geri çekilmesi ve durumlarının gözden geçirilmesi öneriliyor. Bunlar yapılmadığı gibi, bu süreçte, örneğin Ankara’daki fethullahçı emniyetçilerin şimdiki müdür vekili ile en rahat ve en güçlü dönemlerini yaşadıkları iddia ediliyor. Bu durumun İçişleri Bakanı tarafından da bilindiği, bu yüzden bir tepki gelir endişesiyle vekâleten atama ile yetinildiği kaydediliyor. Bu gevşeklik ve kokuşma sadece İçişlerinde mi? Elbette ki hayır!.. Başbakanlık, Tarım, Kültür, M.E.B. ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının kadrolarındaki fethullahçıların tasfiye endişesinden kurtulup, aksine yüksek moralle çalışmalarını sürdürdükleri gözlemleniyor. Kamuoyunun deprem felâketine olan ilgisi, fethullahçıların ve de onları destekleyen siyasilerin islerine yarıyor. İşin olumlu taktik tarafı, DGM’nin soruşturması ağır işliyor. “Dünya İmamı”nın yanı sıra bazı “Bölge İmamları”nın A.B.D.’nde olduğu biliniyor. Ya fethullahçı hiyerarşide yer alan diğer örgüt yöneticileri?

Örneğin, “Sivil İstihbarat Servisi”. Hani, organizasyona muhalif asker-sivil kadrolar hakkında en mahrem kişisel bilgileri -anekdot düzeyinde bile olsa- toplayacak; ses ve görüntü bantlarını, dışketleri tasnif ederek bir “İstihbarat Bankası” oluşturacak ekipten söz ediliyor. Üstelik ekibin çekirdeğini de emniyetteki fethullahçı istihbaratçıların oluşturduğu; fethullahçı “telekulakçı”ların kendi deyimleriyle Nakşibendi “telekulakçı”larını tasfiye ettirdikten sonra bu servise daha rahat biçimde bilgi ve belge-kaset aktarmaya devam ettikleri de öne sürülüyor. M.G.K.’na verildiği öne sürülen hayali “Fethullah Gülen Raporu”nu hazırlayarak kitleleri provoke etmeyi amaçlayanların bu servis elemanları olduğu iddia edilmekte. Keza, son haftalarda ortaya atılan ve Hüsamettin Özkan ile Mesut Yılmaz hakkında MIT tarafından bilgi toplanıldığını ima eden sahte raporun da yine bu servis elemanlarınca tezgâhlandığı kaydediliyor. Özellikle son sahte MIT raporundan amaç, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne karşı tavır alan Mesut Yılmaz’ın giderek keskinleşmesi. Hiç şüphesiz bu iddiaların tümü resmi bir soruşturma gerektirecek kadar önemli.

Batı Çalışma Grubunun tasfiye edileceğini, 28 Şubat surecinin sona erdiğini söyleyerek basta fethullahçılar olmak üzere tüm şeriatçılara çiçek gönderen Mesut Yılmaz’ın, son kaset olayından sonra Fethullah Gülen’in lehine yaptığı konuşmalar ise demokrasi ve laiklik adına utançla hatırlanıyor. En son, Genel Kurmay Başkanı Sayın Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat gerekirse bin yıl sürer” açıklaması ile bir kez daha sarsılan Fethullahçıların fırsatçılığı ve militanlığı, Yargıtay Birinci Başkanı Sami Selçuk’un konuşması ile bir kere daha ortaya çıkmış durumda.

Zaman, Aksiyon, Akit basta olmak üzere tüm şeriatçı basının, PKK’nın, ÖDP’nin ve tüm ikinci cumhuriyetçilerin ortak desteğini alan ve hatta Nazlı Ilıcak tarafından “gönüllerdeki Cumhurbaşkanı adayı” ilân edilen Sami Selçuk’un bu anlamlı çıkısının analizinin çok iyi yapılması gerekir. Şeriatçı tehlikeyi yok sayacak kadar tarihimizi ve toplumsal yapımızı bilmeyen; Diyanet İşleri Başkanlığı’nı gereksiz görüp, tarikatların kendi okullarını açmasını talep eden Abant Toplantısı katılımcısı Selçuk’un, fethullahçıların gönüllerindeki söylemleri dillendirdiği apaçık ortada. Zaman ve Aksiyon’un nüshaları incelendiğinde bu ilinti tüm açıklığı ile ortaya çıkıyor. Hatta, daha da ileri gidiliyor: Abant Toplantıları, T.B.M.M.’nin de üstünde gösterilerek, 1982 Anayasası’nın yerine yeni anayasanın Abant Toplantısı katılımcıları tarafından hazırlanması öneriliyor.

Kısaca, Fethullah Gülen’in ne pahasına olursa olsun ille de ADLIYE ve MÜLKİYEDE kadrolaşmaktan söz edişinin bos olmadığı anlaşılıyor... Fethullahçıların Sami Selçuk olayının sonrasında takiyyeyi ve savunmayı bırakarak devlete karşı adi konulmamış savaş açmalarının temelindeki en önemli hareket noktası şu: Meclise, bürokrasiye ve de ekonomiye ağırlıklarını koymuş olmalarına, ABD gibi süper güce sahip bir ülkenin desteğini arkalarına almalarına rağmen, bir başka ifadeyle ulaşabilecekleri en üst güç sınırında bulunmalarına karşılık, Fethullah Gülen neden Türkiye’ye dönemiyor? İşte halihazırdaki pervasızlıklarının dayandığı neden bu. Bu yüzden sürekli açık veriyorlar; bir başka ifadeyle, geleceklerine ipotek koydurmaya, battıkça batmaya devam ediyorlar...

EKONOMİK PLATFORMDAKİ SAVAŞIM

Fethullahçılar yaklaşık 300 şirket ve holding, yıllık 600 trilyonluk ciro ve 25 milyar dolar tahmin edilen servetleriyle, sadece dinsel alanda değil, ekonomik alanda da vurdukları yerden ses getiren, üstelik dış ticaret becerileri olan girişimcileri ile dünyaya açılan büyük bir imparatorluk (!). Fethullahçı organizasyonun çökertilmesi için sadece siyasal desteklerinin kesilmesi ya da yasal önlemlerin alınması yetmiyor. Para musluklarının da kapatılması gerekiyor. 28 Şubat kararları çerçevesinde alınması gereken önlemler henüz alınmış değil. ISHAD faaliyetini sürdürüyor.

Samanyolu Televizyonu neredeyse dünyanın önemli bir bölümünden seyrediliyor. Zaman gazetesi 13 ülkede basılıyor. Biraz azalmasına rağmen “himmet paraları” yine halktan yasadışı biçimde toplanıyor; yurtdışındaki okullara ve şirketlere para transferi yasadışı yollardan gerçekleştiriliyor. Fethullahçı okulların, dershanelerin, yurtların ve ışık evlerinin sayısı ve etkinliği giderek artarken, M.E.B.’nin göstermelik denetimleri (Atatürk köşesinin olup olmadığı vb.)formalitenin yerine gelmesi kabilinden sürüp gidiyor. 28 Şubat surecinde fethullahçı kurumlara vurulan tek darbe de şu: YÖK’ün Fatih Üniversitesi’ne kaynak aktarımını kesmesi. İşte bu darbelerin nitelik ve nicelik acısından arttırılması gerekiyor. Bunlar yapılmadığı için de devlet, kendi imkânlarını kullanarak kendisini yok etmek isteyenleri çaresizlik içinde seyrediyor; savunma mekanizmasını harekete geçiremiyor...

Fethullahçı Organizasyonun ekonomik gücünü ortaya koyan dramatik ama tipik bir örnek: Ekonomik çıkarların, ulusal çıkarların önüne nasıl geçebileceğinin, hatta din faktörünü bile yok saydırtabileceğinin tipik bir kanıtı:

”Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretleri, iş yerimizde bizleri ziyaret etmek lütfunda bulunmuş olmanızdan dolayı sahsım ve arkadaşlarım adına teşekkürlerimi arz etmeyi borç bilirim.Uğurlu kademli olduğuna gönülden inandığım teşrifleriniz sırasında sarfetmiş olduğunuz veciz cümleler bizleri düşündürmüş ve zihinlerimizde yeni ufuklar açmıştır. Lütfettiğiniz ve Ulu Tanrı’nın ismi ile veciz deyimleri ihtiva eden güzel tablo, çalışma odamın duvarını süslemektedir. Ayrıca armağan ettiğiniz çok değerli amber tespih ve nadide ipek halıyı bir hâtıranız olarak aile ocağımızda muhafaza edeceğim. Bu nazik ve anlamlı jestinizden dolayı ayrıca şükranlarımı arz ederim. Yüce Peygamberimizin “Hediyeleriniz, Muhabbeti Artırır” deyiminden hareketle zatıâlilerinize sunduğum, 1500 yıllık Ortadoğu’nun kutsal topraklarında yapılan kazılarda çıkan orijinal bir kandil ile Merhum Tunca üstadımızın bir hat eserini sizlere olan saygımızın ve sevgimizin ifadesi olarak lütfen kabul buyurmanızı istirham eder, emirlerinize intizâren en derin saygılarımı sunarım. Üzeyir Garih”.

Görüldüğü gibi, işadamı Üzeyir Garih’in bu mektubunda yer alan ve müridâne bir havada yazılmış cümleleri hak etmek için Fethullah Gülen ne yapmıştır? Elbette ki, bir ziyaret esnasında verilen tespih-tablo ve ipek hali için övgü düzmeyecek kadar zengindir Üzeyir Garih. üstelik, herhangi bir emekli vaize randevu vermeyecek, hele hele mukabil hediyelerle birlikte yukarıdaki mektubu yazmayacak kadar da meşguldür kendileri.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde, laik hukuk sisteminden yararlanarak özgürce ve eşitçe is yaşamını sürdüren Sayın Garih’in Fethullah Gülen’e bu nezaketi gösterirken, şeriatçı yapılanmalara karşı duyarlılığı olan Türk kamuoyunu da dikkate alması; esas saygıyı Cumhuriyetin temel ilkelerine göstermesi gerekirdi. Diyebilirsiniz ki, ne var bunda, karşılıklı bir hediye alışverişi ve oldukça ince bir teşekkür mektubu. Hayır, hepsi o kadar değil. Eksik olanı bizzat Fethullah Gülen ifade ediyor: “Bir Musevi (Üzeyir Garih) Moskova’da sizin teşvikinizle açılan bir okula yardım ederse onu ne cemiyet çerçevesine, ne cemaat çerçevesine oturtmak mümkün değil”.

Kısaca, Üzeyir Garih, Rusya Federasyonu ve Orta Asya’daki yatırımlarını güvence altına almak için, şeriatçı olduğunu bildiği bir yapılanmanın Moskova’da açtığı lisesini finanse ediyor. Bir nevi haraç (himmet parası) ya da Osmanlı döneminde gayrimüslimlerin ödediği cizyeyi hem de gönüllü olarak ödüyor. Sadece o mu? Örneğin Sakıp Sabancı, son kaset olayı ile Fethullah Gülen’in maskesinin düşmesinin sonrasında bile ona sahip çıkıyor: “Sayın Hocam Fethullah Bey, yıllardan beri gündemdeydi. Pat diye sürpriz olarak gelmedi” diyerek Gülen’in kendisi gibi bu ülkeye hizmet verdiğini deklare ediyor. Sakıp Sabancı’nın tarikatçı olduğunu ya da sonradan intisap ettiğini elbette ki iddia etmek mümkün değil. Ancak, yurtiçi ve yurtdışı iş bağlantılarından kaynaklanan ekonomik çıkar hesapları, Sakıp Sabancı’yı böyle konuşturuyor. Bir başka ifadeyle de paranın dini ve milliyeti ve de devleti olmadığını bir kez daha gözler önüne seriyor...

Türk Devletinin, ekonomik platformda fethullahçı organizasyona ve diğer ekonomik gücü olan şeriatçı yapılanmalara karşı kısa vadede alması gereken önlemler şöyle özetlenebilir:Bu tur yapılanmalarla doğrudan ya da dolaylı ilgili şirketlerin hesaplarına acilen el konulmalıdır. Geriye donuk olarak azami 5 yıllık yasal süre içindeki tüm girdiler ve çıktılar, para transferlerinin mevzuata uygunluğu tek tek kontrol edilmelidir. Bu islerle görevlendirilecek Maliye elemanlarının secimi ve denetimine ilişkin esaslar belirlenmeli ve buna uyulup uyulmadığı sıkı sıkıya takip edilmelidir. Özellikle ISHAD, Akyazılı Orta ve Yüksek Eğitim Vakfı, Türkiye Öğretmenler Vakfı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Asya Finans, Feza, Çağ, İlim, Fetih, Işık gibi dernek, vakıf ve şirketler yasal biçimde büyüteç altına alınırken, organizasyonla ilişkisi bilinen tüm dersaneler, kurslar, yurtlar ve de ışık evleri takip ile mutlaka ve mutlaka kapatılmalarıdır. Ayni şekilde, fethullahçı organizasyon içindeki şirketlere ve vakıflara kaynak aktaran, ihale veren bürokratlar da soruşturma kapsamına dahil edilmelidir.

Bu önlemler alınmazsa ne olur?!. Fethullahçı kurum ve kuruluşlardaki ekonomik düzeyde geometrik büyümeye en tipik örnek, Akyazılı Orta ve Yüksek Eğitim Vakfıdır ki, kuruluş senedinde yer alan mal varlığı ile günümüzdeki serveti arasındaki inanılmaz fark, bu konuda bir fikir vermeye yetecektir:1972’de İzmir’de (Bahçelievler 502/2 Sokak, No: 39) Nef’i Akyazılı ve esi Pembe Zehra Akyazılı, Naci Sencekicer, Mehmet Sevimlican, Osman Sarıoglu, Yusuf Pekmezci, Ekrem Uğur, Zeki Sakman ve Mehmet Fidan tarafından oluşturulan Akyazılı Orta ve Yüksek Eğitim Vakfı’nın başlangıç sermayesi 229.747 TL.’na tekabül eden İzmir Karşıyaka’da iki katli bir bina, Bozyaka mevkiinde 1620 metrekarelik bahçe içinde tek katli bir koy evi ve yine ayni mevkide 415 metrekarelik bir arsadan ibarettir.

Oysa, aradan gecen 27 yıl içinde, vakfın sahip olduğu öğrenci yurtlarının dokumu şöyledir.Ankara’da: Malazgirt Öğrenci Yurdu, Fidan Öğrenci Yurdu, o. Düşüngel Öğrenci Yurdu, İzmir’de: Işıklar Öğrenci Yurdu, Bergama Öğrenci Yurdu, Ortaköy Öğrenci Yurdu, Halil Rifat Pasa Öğrenci Yurdu, Kemalpaşa Öğrenci Yurdu, Eskişehir’de: Sivrihisar Öğrenci Yurdu ve M. Güngör Öğrenci Yurdu,Adapazarı’nda: Ersoy Öğrenci Yurdu ve Akyazı Erkek Öğrenci Yurdu,Gümüşhane’de: Ahmet Ziyauddin Öğrenci Yurdu,Kütahya’da: Hisar Öğrenci Yurdu,Afyon’da: Şuhut Öğrenci Yurdu, Dinar Öğrenci Yurdu, Emirdağ Öğrenci Yurdu,Kayseri’de: Seyid Burhaneddin Öğrenci Yurdu, Keykubat Öğrenci Yurdu ve Bünyan Öğrenci Yurdu,Kocaeli’nde: Yuvacık Öğrenci Yurdu,Uşak’ta: Günkaya Öğrenci Yurdu ve Karahalli Öğrenci Yurdu,Aydın’da: Fatih 1 Öğrenci Yurdu ve Fatih 2 Öğrenci Yurdu,Sivas’ta: Buruciye Öğrenci Yurdu,Bayburt’ta: Şehit Osman Öğrenci Yurdu,Milas’ta: Hafize Hatun Öğrenci Yurdu,Konya’da: Seydi Mahmut Hayrani Öğrenci Yurdu, Isparta’da: Sidre Öğrenci Yurdu,Balıkesir’de: Kayapa Öğrenci Yurdu,Erzurum’da: Zinnuni Öğrenci Yurdu,Denizli’de: Cevherpasa Öğrenci Yurdu ve Şuller Öğrenci Yurdu,Muğla’da: Sahidi Öğrenci Yurdu,Manisa’da: Bilgin Öğrenci Yurdu, Akhan Öğrenci Yurdu, Yılmaz Öğrenci Yurdu, Alaşehir Öğrenci Yurdu,Burdur’da: Üçgen Öğrenci Yurdu ve Mehmet Akif Öğrenci Yurdu,Erzincan’da: Yeşilırmak Öğrenci Yurdu ve sonradan açılmış olabilecek diğer öğrenci yurtları. Akyazılı Orta ve Yüksek Eğitim Vakfı’nın kuruluşta 9 kişilik mütevelli heyetinin bugünkü sayısı 282 kişi.

Bugün sadece İzmir’de 27 arsa, 45 bina, bir dershane ve 5 yurdu bulunan ve Türkiye genelinde trilyonlarla ifade olunan gayrimenkul zengini Vakıf, fethullahçı organizasyonun medarı iftiharı konumunda. Kısaca, yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, fethullahçı organizasyonun ekonomik kaynakları, müdahale olmadığı takdirde geometrik biçimde büyümektedir. Bu ekonomik kaynakların rasyonel bir öncelikle, özellikle de insan eğitiminde kullanılması, tehlikenin giderek büyümesine yol açmaktadır.

DİNSEL PLATFORMDAKİ SAVAŞIM

Özellikle Sami Selçuk’un ülke gerçeklerini yeterince yansıtmayan, ancak Bati’nin uzun süredir dayattığı reçeteyi yineleyen talihsiz beyanlarından olumlu yönde cesaretlenen fethullahçıların, geniş cephe taktiğine başvurdukları gözlemleniyor. Strateji değişikliklerinin gerekçesi ise şu açıklamaya dayanıyor: “Bu ülkede sokaktaki ‘İslâmcı’, ‘kekoçü’, ‘dinci’, ‘vatan haini’ ve diğerleri, Avrupa Birliğine girmeyi, hem de bir 28 Şubat tarihinde girmeyi devlete yön veren güçten daha fazla istiyor”.

Devlete yön veren gücün Türk Silâhlı Kuvvetleri olduğunu bilmeyen yok. Demokrasinin ve ülke-ulus bütünlüğünün önünde en büyük tehlikeyi oluşturan basta fethullahçılar olmak üzere tüm şeriatçılar, bölücüler, sözde ilerici sosyalistler, dönek solcu olarak tanımlanan ikinci cumhuriyetçiler, ortak deyimleriyle Te Ce’ye karşı ittifak görünümündeler. Hem de demokrasi, barış, hoşgörü, insan hakları gibi evrensel değerlerin arkalarına alarak... Hatta o kadar ki, “devlete karşı islenen suçların affedilmesi ve olum cezasının kaldırılması; Doğu ve Güneydoğu bölgesinin yasam koşullarının düzeltilmesi” gibi talepleri içeren 49 demokrat (!) aydının (!) imzaladığı “Simdi Tam Zamanı Çağırıyoruz” baslıklı deklarasyona fethullahçılara acık destek veren isimlerin de katılması, Zaman gazetesinde önemli bir haber olarak yer alıyor.

Diğer imzacılara baktığınızda gözlerinize inanamıyorsunuz: Örneğin, Abdulmelik Fırat, Ahmet Türk, Ufuk Uras, Tarik Ziya Ekinci, Mehmet Altan, Gülay Göktürk ve diğerleri. Bir de, Zaman gazetesinin yakın zamana kadar Fethullah Gülen aleyhine yazdığı kitaplardan dolayı “komünist-ateist-bölücü” olarak afişe etmeye çalıştığı Faik Bulut. Kimi keko faşisti, kimi ikinci cumhuriyetçi, kimi İnsan -pardon PKK- Hakları Derneği yöneticisi, kimi sosyalist. İster istemez sorguluyorsunuz, nerede her fırsatta Türk milliyetçiliğini savunduğunu öne süren; kekoçülere ve her turlu bölücülere, komünistlere, ateistlere karşı olduklarını açıklayan; şehit ailelerini her fırsatta istismar ile provoke eden; kendilerini modern alp-erenler olarak lanse ederek Türk sağını bunca yıl iğfale den fethullahçılar? Sonra fethullahçı olarak adlandırılan bu yapılanmanın, amacına ulaşabilmek için tipik makyevelist bir anlayış içinde, bırakın Papayla ya da Ortodoks Rum Patriğiyle, şeytanla bile işbirliği yapabileceğini kestirebiliyorsunuz...

İşte fethullahçıların sergilediği bu ahlâki düzey, dinsel platformda da kendini gösteriyor. Bugüne kadar, nurculuktan çıktıklarını ancak onu aştıklarını; tarikat olmadıklarını; olsa olsa “sivil toplum(cemaati)” olarak nitelendirilebileceklerini söyleyen fethullahçılar, Kıvrıkoğlu Paşa’nın son kararlılık demeci ile birlikte, Bediüzzaman olarak nitelendirdikleri şahsın risalelerine periyodiklerinde daha fazla atıfta bulunmaya başladılar. Bir başka ifadeyle takiyyeden vazgeçerek nurcu kimliklerine yeniden büründüler. Fethullahçıların siyasal koşulların değişmesi nedeniyle asıllarına dönmeleri, geniş cephe ya da sol literatürde “birleşik cephe” diye adlandırılan yeni taktiklerini engellemiyor, aksine güçlendiriyor. Örnegin, fethullahçılar,17 Eylül 1999 tarihli “Zaman”da çıkan “Bir Manevi Dinamik: Tunahan” başlıklı yazıyla, bugüne kadar yıldızlarının hiç barışmadığı bir düşman kardeşe, Şuleymancılar’a barış çubuğunu şu cümlelerle uzatıyorlar:

”Mücadelesinin önemini bugünlerde daha iyi kavrıyoruz. Bugünlerde, yani bastığımız toprak ayaklarımızın altından kayarken ve Kur’an eğitimine sınırlama getirilirken... O bu uğurda hayatini ortaya koydu ve bir omur mücadele verdi. Süleyman Hilmi Tunahan, temel manevi dinamiklerimizden. Onun gibi dinamikler bundanböyle gündemimizde daha fazla yer almalı. Onların mesajlarını şimdi, ruhların iyice hassaslaştığı şu günlerde daha iyi anlıyoruz. Manevi dinamiğin ne demek olduğunu da... Kocabir omur Kur’anı öğretmeye adandı. Bu uğurda çektiği sıkıntıların haddi hesabi yok. O kadarki arzu ettiği yere bile defnedilmesi engellendi. Naaşı polis zoruyla Karacaahmet Mezarlığına götürüldü... Kur’an eğitimine konan engeller ve bugünlerde dellenen toprak, onun gibi manevi dinamiklere olan ihtiyacı ortaya çıkarıyor...”.

Oysa biliyoruz ki, Türkiye Cumhuriyeti için kuruluşundan itibaren önemli bir tehdit oluşturmuş sahte din tüccarları: Said-i Kurdi, Şeyh Sait, Seyyit Abdülkadir, Kemal Pilavoğlu, Süleyman Hilmi Tunahan, Cemalettin Kaplan, M. Zahid Kotku ve onların günümüze kadar ulaşan çıkıntıları. Sadece, laik hukuk düzenine karşı değil, şeriatçı cephede egemenlik tesis için birbirleriyle de kavgaya tutuşmuşlar. Süleymancı, babası faraza nurcuysa cenaze namazına gitmemiş; Nakşibendi, kendi tarikatının hatta cemaatinin dışındakilere gerçek Müslüman gözüyle bakmamış; nurcu, Said-i Kurdi’nin şefaati (!) sayesinde cennette öncelikli yer alacağına inanmış; rufai, kadiri ve vücutlarına sis batırarak Allah katında ne denli makbul olduklarının provalarını yapmış...

Bunlar, İslâmiyeti kendi islerine geldiği gibi yorumlarken, hem Müslümanlar arasında fırkacılığa ve bölünmeye yol açmışlar, hem de çok yönlü inanılmaz bir sömürü mekanizması kurtararak milyonlarca saf ve cahil insanimizi kandırmışlar, sömürmüşler. Cahil insanlar da din tüccarı sahte şeyhlerini tabulaştırarak Allah’a şirk koştuklarının; devlete ihanet ettiklerinin farkına bile varmamışlar... Daha geçenlerde Nurcuların liderlerinden biri olan Mehmet Kutlular, fethullahçıların, yurtdışında –Alman Anayasa Koruma Örgütü (İç İstihbarat Servisi-BfV) destekli- Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı Türk Devleti tarafından kullanıldığını belirtirken; istihbaratçı nurcuların fethullahçı cemaate katıldıklarını, kendilerinin bu duruma alet olmadıklarını ima ediyordu.

Şimdi, aynı fethullahçılar, düne kadar yerin dibine batırdıkları Süleyman Hilmi Tunahan’ın olum yıl dönümünde bugün övgüler düzmektedirler. Bunun adi riyakârlık ve de hiç şüphesiz ahlâksızlıktır. Bugün Süleyman Hilmi Tunahan’ın torununa ve Kemal Kacar’a uzatılan barış çubuğu, yarınsa Haydar Baş’a, Abdulkadir Şaşmaz’a, Esad Cosan’a, Musa Topbaş’a, Enver Ören’e, Ali Yüksel’e, Necmeddin Erbakan’a, Mehmet Fırıncı’ya, Cüppeli Ahmet’e, Nazım Kıbrisi’ye, Mehmet Kutlular’a, Mehmet Kırkıncı’ya, Muhammed Sıddık Dursun’a, Metin Kaplan’a, İzzettin Yıldırım’a, Mehmet Kurdoğlu’na Ramazan Yılmaz’a, Ali Kalkancı’ya, Müslüm Gündüz’e ve diğer çıkıntılara uzatılabilecektir. Fethullahçı organizasyonun makyavelist yaklaşımı dış ilişkilere de yansıdığında Türkiye Cumhuriyeti, 76 yıllık tarihi boyunca karşılaştığı en büyük tehdit odağı ile var olma savaşına girmek zorunda kalacaktır. Bugün, A.B.D. güdümüne giren, yarin çıkarları gerekiyorsa pekalâ Almanya, İngiltere, İran, Suudi Arabistan, hatta Libya ya da bir başka ülkenin güdümüne girebilir. Buna hiç kuşku yok...

Başta fethullahçılar olmak üzere, halk tabiriyle “birbirinin gözünü çıkarmaya hazır” diğer tarikat ve radikal yapılanmaların, ortak çıkarları çerçevesinde bütünleşme tehlikesine karşı alınabilecek en etkili önlem, halkın bilgilendirilerek aydınlatılmasıdır. Bu işin öncülüğünü hiç şüphesiz ki Diyanet İşleri Başkanlığı yapacak; İlâhiyat Fakültelerindeki gerçek bilim adamları da katkıda bulunacaktır. Oysaki, Anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı asli görevini yerine getirmekten uzun yıllardan bu yana korkuyla kaçınmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük şanssızlığı ve de eksikliği, devletine sahip çıkacak cesarete ve kişiliğe sahip yeterli vatansever din görevlilerinin yetiştirilememiş olmasıdır.

Cumhuriyet yönetimi altında irticai faaliyetlerin 76 yıldan bu yana sürmek teolduğunu; tarikat ve radikal İslâmi grupların gerçek dinde yeri olmadığını en iyi bilen Diyanet İşleri Başkanları, bugüne kadar dengelerin bozulmasından korktuklarından, tarikat ve benzeri yapılanmaların üzerine gidememişlerdir. Örneğin, Süleymancılar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın atadığı imamların (İmam Hatipli ve de İlâhiyat mezunları dahil) arkasında namaz kılmayı öteden beri reddetmekte; el koydukları camilere atanan din görevlilerini kaçırtmak için de alenen dövmektedirler. Ayni şekilde, sözde Diyanetin denetimine rağmen, 800’ün üzerinde Kur’an Kursu ve Pansiyonu ile adeta bir dokunulmazlık zırhı içinde körpe beyinleri Atatürk ve Cumhuriyet aleyhine yıkamaya devam etmektedirler. Fethullahçılar, devletin dinden elini çekmesini isteyerek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını dillendirmektedirler. Nakşîler camilerini ayırmışlardır. Milyonlarca saf-dindar insanimiz, bu odakların elinde dinine ve devletine karşı yabancılaştırılmaktadır. Bütün bu dinsel yapılanmalara ve ihanetlere karşı suskun kalan hali hazırdaki Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Nuri Yılmaz, Fethullah Gülen’in İslâm Temsilcisi sıfatıyla Papa ile görüşmesini bile tepkisiz-yutkunarak seyretmekle yetinmiştir.

Camiler kışla, minareler süngü, müminler devletine karşı düşman neferi, İmam Hatip Liseleri ve İlâhiyat Fakülteleri şeriatçı yapılanmaların on bahçesi olurken, en az türedi şeyhler kadar cesaret ve basiret gösteremeyen Sayın Yılmaz, ulusumuzun kendilerine gösterdiği saygıyı hak etmemektedir. Tıpkı, Börekçizade Rıfat Efendi’den sonra gelen, -islerinde ehil de olsalar- devletine ve rejimine gereğince sahip çıkamayan, tarikatlarla açıktan açığa mücadele edemeyen diğer “ürkek” Diyanet İşleri Başkanlarının da saygıyı hak etmedikleri gibi: Topu topu sadece 1960’li yılların basında Nurcuların dindışı eylem ve söylemlerini ortaya koyan bir kitapçık yayınlanmış; birde 12 Eylül döneminde Süleymancıların oluşturduğu tehditle ilgili olarak talep üzerine Milli Güvenlik Konseyi’ne bir rapor sunulmuş, hepsi o kadar. Şimdiki Başkanın tarikatlarla ilgili kamuoyuna mal olmuş bir mücadele programı yok. Merkezi vaazlarda, hutbelerde bu konuya yer verileceğine ilişkin bir bilgiye de rastlanmıyor. Oldukça yetişmiş bir psikolojik mücadele uzmanını danışman kadrosuna istihdam etmiş olsa da kendisinden yeterince yararlanamadığı anlaşılıyor.

Yaygın bir izleyici kitlesine sahip olmayan bir televizyonda (BRT) çıkıp da:

“Tarikatlara gerek yok.... Geçmişte tarikat dünya sevgisini bırakmaktı. Şimdi bakıyoruz, cemaat haline gelmiş tarikatlar her turlu konfor içinde, zevk ve sefa içinde. Dini bilmeyen, cehalet içinde yüzen insanlar şeyhlik postuna oturmuşlardır. Dini samimi olarak, birey olarak yasayan insanları ayırt ediyorum. Dini öğrenmek isteyen herkes dini yasayabilir. Allah ile kul arasına kimse giremez. Dini yasamak için tarikatlara gerek yok, zorunluluk yok... İbadette yeter ki samimi ol, bunlar olay çıkarmak dinle devleti, milleti, cumhuriyeti karşı karşıya getirmek istiyorlar. Oynanan oyun budur. Kimse Cumhuriyetle İslâmiyeti karşı karşıya getirmesin” demesi yeterli olmuyor.

Sayın Diyanet İşleri Başkanı’nın yüreklilikle çıkıp “bunlar”ın kim olduklarını, din dışı uygulama örnekleriyle birlikte, tüm kitle iletişim araçlarından yararlanarak sürekli bir biçimde açıklaması gerekiyor. Açıklayamadığı için her yıl yüz binlerce saf insanimiz bu din tâcirlerinin ağına düşüyor; Diyanete bağlı camilerdeki cemaat sayısı da buna bağlı olarak sürekli azalıyor. Diyanetin asli görevi kuşkusuz sadece camilere din görevlisi atayıp vakit namazlarını eda ettirmekten ibaret değil. Sayın Başkanın Diyanet kadrosundaki ya da yurtdışındaki örgütlü Süleymancı, Kaplancı, Milli Görüşçü gibi yapılanmalara karşı verdiği mücadele olması gerekenin çok ama çok gerisinde.

Bu açıdan önünde iki seçenekten birini seçmek durumunda: Ya acizliğini kabullenerek istifa edecek veya görevden alınmayı bekleyecek, ya da Börekçizade’den sonra hiçbir Diyanet İşler Başkanı’nın yapamadığını yaparak halkıyla ve devletiyle bütünleşerek şeriatçı yapılanmalara karşı açıktan mücadele edecektir. Bu ikinci tercih, sadece sorumlu, vatansever bir bürokrat için değil, temsil ettiği kitleler için Allah’a karşı da bir borçtur, yükümlülüktür. Sayın Mehmet Nuri Yılmaz ve bu göreve getirilenler bu ülkede en az Fethullah Gülenler kadar cesur ve kararlı olmadırlar; yaygın dinsel eğitimi ve halkla ilişkileri Fethullah Gülenlerden daha iyi yürütmelidir, derken ne kendisine ne de makamına haksizlik etmiş sayılmıyoruz...

FETHULLAHÇI YAPILANMANIN HRİSTİYAN VE YAHUDİ DESTEKÇİLERİ

Fethullahçıların en büyük ortak hayali, Fethullah Gulen’in vatanına tıpkı Ayetullah Humeyni gibi dönmesi ve hemen iktidar koltuğuna oturması. Kendisini kurbanlar keserek karşılamak istiyorlar. Kaset olayından sonra “çözülen” fethullahçıların söylemlerine göre, cemaat üyeleri, Fethullah Gülen’in idamla yargılanabileceğini ihtimal görmekle birlikte, infazın söz konusu olmayacağında hemfikirler. Malûm iç ve dış desteklerine güveniyorlar. En çok da Hıristiyan Dünyasının (Katolik ve Ortodoks) ve Musevilerin tepki göstereceğinden eminler. Kayıtsız şartsız desteğinden emin oldukları yabancı ruhaniler ise şunlar: Papa II.Jean Paul ile en önemli yardımcısı Kardinal Francis Arenzi (Dinlerarası Diyalog Konseyi Başkanı), New Yok Başpiskoposu Kardinal John O’Connor, A.B.D. Katolik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sidney Griffith, Prof. Dr. Dale Eickelman, Dr. Thomas Walsh, Neil Albert Salonen, Richard Rubinstein, İsrail Hahambaşısı Dahsi Doron, Fener Rum Patriği Bartholomeos. Fethullahçılara göre A.B.D. yönetiminin garantili güvence verdiği Hıristiyan ve Musevi ruhanileri, İslam Dünyasında muhatap olarak yalnızca kendilerini tanıyorlar ve dayanışma gösteriyorlar.

Fethullahçıların bu işbirliği ve dayanışma ya da tâbiyet konuda hiç de abartma yapmadıklarına ilişkin iki örneği son günlerde yasamış bulunuyoruz. Örneğin, Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhani Reisler Kurulu Genel Sekreteri Monsenyör Georges Marovitch, sanki üzerine düsen vazifeymiş gibi, 20 Eylül 1999’da yaptığı bir açıklamayla Fethullah Gülen’in Nobel Barış Ödülü’ne lâyık olduğunu açıklamış ve kendisine övgüler yağdırmıştır. Ertesi günü de, Fethullahçı “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı”nın İstanbul’da Cemal Reşit Rey Salonu’nda düzenlediği “Birlikte Yasama Sanatı Hoşgörü 700 Sempozyumu”na, Türkiye’deki fethullahçıların ve yandaşlarının ve de muhiplerinin yanı sıra, Türklere düşmanlığı ile anılan Fener Rum Patriği Bartholomeos, Katolik Cemaati Ruhani Reisler Kurulu Başkanı Lui Pelatre, Genel Sekreteri Georges Marovitch, Musevi Hahambaşı Vekili İshak Haleva, Salom Gazetesi yazarı Yusuf Altıntaş, Ermeni Patriği Temsilcisi Kirkor Damatyan, Süryani Cemaati Temsilcisi Dr. Ayhan Başaranlar katılarak söz ile yoğun alkış almışlardır.

Fethullahçıların en büyük korkuları şu: Fethullah Gülen, kalp hastası, seker ve sekere bağlı göz rahatsızlığı ile yüksek tansiyon hastası. Türkiye’ye döndüğünde, tedavisine ilişkin ciddi kuşkuları ve endişeleri var. Örneğin, Türk Askeri Doktorlarına güvenmiyorlar. Korktuğundan değil, sırf bu nedenle A.B.D.’nde beklemeyi tercih ettiğini ifade ediyorlar. İçlerindeki tek teselli verici umut, “donuşunun muhteşem olması”, yani doğrudan iktidar koltuğuna oturması... Tabii ki saçma bir umut ama şeyhlerini “Dünya İmamı” statüsüne lâyık görenlerin umutlarına engel olmak da kesinlikle mümkün değil... Bugünlerde, Fethullah Gülen’in sağlık durumuna ilişkin çelişkili haberlerin gelmesi, yapılanmanın basına vekil olarak kimin gececesine ilişkin tahminlerin yürütülmesine yol acıyor.

Bilindiği gibi, Fethullah’ın A.B.D.’ye kaçmasından(pardon tedaviye gitmesinden-N.H.) sonra, organizasyonu ayakta tutan himmet paralarında oldukça hissedilir bir azalmanın olduğu hiç kimsenin meçhulü değil. Organizasyon, özellikle medya bölümünde çalışanlara zaman zaman maaş ödemekte bile zorlanıyor. Yurt içinde organizasyondan kadrolu olarak maaş alan personelin (İstişare Grubu, Coğrafi Bölge İmamları, ülke-Bölge-İl-İlçe İmamları, Semt-Mahalle İmamları, Ev İmamları -Yurt müdürleri ve yardımcıları ile ışık evleri sorumluları-, Danışmanlar, Ser rehberler, Belletmenler, Okul-Dershane-Kurs Mudur ve yardımcıları, öğretmenler, yabancı personel, müstahdemler, teknik elemanlar, medya çalışanları, sağlık personeli -doktorlar, hemşireler, yardımcı sağlık personeli-, organizasyona dahil vakıf, dernek ve aracı kuruluşların yönetici ve çalışanları) yanı sıra yurtdışındaki temsilcilere, okul mudur ve yardımcılarına, yerel öğretmen ve personele, kuryelere, okulların bakımını sağlayan teknik personele de muntazaman her ay maaş ödeniyor. Ancak kaç kişiye maaş ödendiğine ilişkin bilgiler net bir rakamı ifade etmese de birbirine yakın. En az 50.000 maaş alan personelden söz ediliyor. Hali vakti yerinde olup da maaş talep etmeyen, emekle katkıda bulunan gönüllülerin sayısı bu rakama dahil değil.

Yurt içinde ve dışında bağışlanan ya da satın alınan gayrimenkullerin yanı sıra kiralanan binlerce gayrimenkulün aylık isletme harcamaları (kira, bakim, elektrik, şu, ısınma, telefon, teknik ekipman, laboratuar ekipmanı, yatakhane-yemekhane ekipmanı, temizlik, sağlık ekipmanı vb.), ulaşım giderleri (taşıma araçları alimi, yakıt ve bakim-onarım giderleri, uçak biletleri vb.), yiyecek-içecek, sosyal ve kültürel etkinlik masrafları dikkate alındığında, fethullahçı organizasyonun ortalama aylık giderinin 1999 yılı rakamlarıyla en az 25-35.000.000.000.000TL (25-35 trilyon TL) arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu aylık harcama tutarı, organizasyonun 25 milyar dolar ifade edilen ana sermayesine, yıllık ortalama 600 trilyon TL olarak ifade edilen ciroya ve de gerçek miktarı saptanamayan himmet gelirlerine vurulduğunda öylesine önemli bir rakam olarak değerlendirilmiyor. Ancak, dış yardımların kesilmesinin, himmet paralarındaki azalmanın kronikleşmesi durumunda bu saadet zincirinin kopmasının ve organizasyonun paramparça olmasının kaçınılmazlığına dikkat çekiliyor. Kısaca, Fethullah Gülen’in yokluğu, organizasyonun yumuşak karnını oluşturan para musluğunun başında “mutemet” ellerin olmasını gerekli kılıyor.

FETHULLAHÇI YAPILANMANIN VARİSLERİ

İşte, Fethullah Gülen’in boşluğunu dolduracak adayların şu sıralarda yeniden gündeme gelmesinin nedeni bu. Ancak, Fethullah Gülen henüz sağken, yakın çevresinden hiç kimsenin vekâleten bile olsa adaylığını ilân etme “cüretini” ve “hürmetsizliğini” göstermesi beklenmiyor. Ancak, yine de örtülü kulis çalışmaları kapsamında bazı isimlerin daha sik telâffuzu ve bu isimlere daha çok ve daha özel saygı gösterilmesi biçiminde bir ayrışmaya gidiliyor. Bu ayrışma sonunda açığa çıkan isimler ve bu isimlerle ilgili yorumlar, meslek grupları ve kişiler acısından en şanssızdan en şanslıya doğru söyle: Öğretim üyelerinin hiç sansı bulunmuyor.

Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Kurucu Heyeti ve Yönetim Kurulu ile Abant Toplantılarına katılanlar içinde yer alan, kamuoyunca isimleri bilinen akademisyenlere şans verilmemesinin nedeni şu: Vârisin mutlaka ve mutlaka risale-i nurları hatmetmiş, bir başka ifadeyle nur mekteplerinin rahle-i tedrisinden geçmiş olması gerekiyor. Bu olmazsa olmaz türünden bir koşul. İhsan Kalkavan, Mehmet Emin Hasırcılar, Sadık Pishan, Tahsin Tekoğlu, Ömer Faruk ve Selçuk Barksan, Asım Ülker, Mustafa Kavurmacı, Naci Altınbüken, Abdulkadir Konukoğlu, Rıza Nur Meral, Mustafa Kahraman, Ünal Kabaca gibi işadamları arasında ön plana çıkan tek isim İlhan İşbilen. Hocaefendi (!) ile geçmişe dayalı bir hukuku olduğu söyleniyor. Fethullah Gülen’in adi geçene gösterdiği ilgi ve saygı, cemaati de bu yönde etkilemekle birlikte en önemli dezavantajı risale-i nur eğitiminin “kifayetsiz” olması.

Organizasyonun lokomotifi sayılan Akyazılı Orta ve Yüksek Eğitim Vakfı’nda yurt müdürlüğünden mütevelli heyet başkanlığına kadar yükselip deneyim kazanan, sonra da fethullahçı medyanın oluşturulmasında tüm sorumluluğu tek başına üstlenen İlhan İşbilen, Fethullah Gülen ile Vatikan’a gittikten sonra şu sıralarda ortalarda görünmemeye başladı. Otoriter ama agresif kişilik yapısı ile “toparlayıcı” olamayacağı konuşuluyor.Harun Tokak için “seviyeli ama karizma sahibi olamaz” değerlendirmesi yapılırken, Ömer Okçu için “menfaatini bilen küçük esnaf ”, Alaattin Kaya için “hocaefendiyi muhbir olarak deşifre ettiği için gözden düştü”, İsmail Büyükçelebi içinse “kişisel hırsı olmayan, politikadan anlamayan,dünya gerçeklerinden kopuk sade bir hayat yasayan samimi bir mütedeyyin, iyi bir hatip” değerlendirmeleri yapılıyor. Geriye bir tek aday kalıyor: Abdullah Aymaz, takma adıyla İsmail Yediler.

Fethullah Gülen’in en sevdiği, güvendiği ve bilinçli olarak ileriye hazırladığı öğrencisi. Ancak, Erzurumlu değil Kütahyalı). Çocuk yaslarından itibaren hep Fethullah Gülen’in yanında olduğu; risale-i nurları en iyi tefsir edecek seviyede bulunduğu; dünyayı öğrenmesi için bizzat Gülen tarafından A.B.D. ve Avustralya’ya gönderildiği kaydediliyor. Zaman gazetesinin New York Temsilciliğinin yanı sıra, Avustralya’da cemaat oluşturulması ve okul açılmasında önemli rol oynayan Aymaz, sosyal yönü gelişmiş; dengeli halkla ilişkiler yürütebilen, iyi yabancı dil bilen biri olarak da nitelendiriliyor. Abdullah Aymaz’ın Patrik Bartholomeos’un yanı sıra A.B.D.’ndeki Yunan lobisi ile dirsek temasında olduğuna ilişkin haberler hâlâ hatırlarda. Özellikle de Yunan asilli Andrew Manatos’un A.B.D. üst düzey yöneticilerine gönderdiği Abdullah Aymaz için yardim talep ettiği mektup, Türk Basınında da yer almıştı.

Abdullah Aymaz’ın, Türkiye karşıtı senaryolar hazırladığı bilinen “Barış Etüdleri Enstitüsü”nün yanı sıra, Henry Barkey, Graham Fuller gibi unlu C.I.A. elemanları ile olan temasları da Zaman gazetesi tarafından “gazeteci kimliğinin gereği” olarak değerlendirilmiş ve tekzip yoluna gidilmemişti. İste, A.B.D.’nin en ilgili makamları ve en ilgili yetkilileri ile görüşme tecrübesine sahip; Yunanlılarla pervasızca dayanışma içine girebilen; batıyı tanıyan ve iyi yabancı dil bilen; eğitimcilik ve gazetecilik tecrübesi olan; halen Zaman Gazetesinin Genel Yayın Müdürlüğü’nün yanı sıra köse yazarlığı da yapan; dinlerarası hoşgörü adına organizasyonun Katolik, Ortodoks ve Musevi Dünyası ile ilişkilerini kotaran; kati ve ödünsüz bir nurcu: Abdullah Aymaz...

Fethullahçılara göre, ileride uzlaşmayı kabul etmeyen yaşlı ve sorunlu-huysuz nur cemaati liderlerinin (Mehmet Kutlular, Mehmet Kırkıncı, Muhammed Sıddık Dursun, İzzettin Yıldırım, Mehmet Kurdoğlu vd.) bu fani hayattan ayrılmalarından sonra tüm Nur cemaatlerini tek çatı altında toplayacak kişi, ancak Fethullah Gülen ya da gıybetinde Abdullah Aymaz olabilir, deniliyor. Ancak, öte yandan Fethullah Gülen, daha henüz hayattayken yerine vekil gösteremeyeceğini, bunun dinen çok ağır bir sorumluluk getirdiğini, kendisinin bu manevi yükü kaldırmaya hazır olmadığını da ifade etmeyi ihmal etmiyor. Bir başka ifadeyle yerini en sevdiğine bile bırakmaya niyeti yok...

HENÜZ BELİRSİZ VARİS ABDULLAH AYMAZ’IN AYMAZLIK DÜZEYİ

Büyük bir olasılıkla, Fethullah Gülen’den sonra organizasyonun basına geçecek olan Abdullah Aymaz’ı, tanımanın, kapasitesini, bilimden ne anladığını, en basit ve doğal olayları yorumlama düzeyini, Türkçe dil bilgisini, belki biraz da zekâ katsayısını, dinsel megalomanisinin olup olmadığını ve benzeri özelliklerini saptamanın en kestirme yolu, hiç şüphesiz yazdıklarını okumaktan geçmektedir. Bu en “seçkin” fethullahçının yazdıklarının çoğunluğu, Said Nursi’den yaptığı sadeleştirilmemiş alıntılardan oluşmakta, kendisi sadece bazen konuyla hiç ilgisi olmayan küçük yorumlar eklemekle yetinmektedir.

Bu arada organizasyona bağlı Nil yayınları arasında “Sen Yusuf musun?” adlı çok “anlamlı” ve “yüksek düzey ürünü” bir kitabi da yayınlanan bu geleceğin fethullahçı organizasyon lider aday-adayının rasgele seçilmiş orijinal yorumlarından bazıları (aynen):

“Yine Bediüzzaman Hazretleri, insanin üzerinde hukuku olanların sırasını anlatırken sağ elini uzatıp söyle demiştir: ‘Baş parmak hukukullah, işaret parmak hukuk-i Resulullah, orta parmak hukuk-i üstad, yüzük parmak hukuk-i valide, küçük parmak hukuk-i peder’. Dikkat edilirse, üstadın yani öğretmenin, hocanın hakkının hemen ön sıralarda olduğu böylece tespit edilmiş oluyor”. “Ağlayışlarımız bir duaya dönerek arşı ihtizaza getirirse ümit ediyorum ki, afatlar durur; seyyiatimiz hasenata tebdil edilir ve makus talihimiz değiştirilerek önümüze hayırlı ve engin ufuklar açılır”.

“1968 Fırtınası Türkiye’de eserken, gerek bizim öğrenciliğimiz yıllarında gerekse ondan sonra devam eden dönemde durmadan gençliğin kalp ve kafasına şüphe ve tereddütler ekildi. Maalesef inkâr zakkumları da yetiştirildi. Arkasından anarşi ve terör, eğitim yuvalarımızın ve bütün ülkemizin kabuğu haline geldi. O zamanlar bilhassa Albert Camus gibi inkârcı yazarların kitaplarını okumak moda haline getirilmişti; gençler harıl harıl onları okuyor ve inançları onlardan edindikleri vesveseleri, şeytani bir plan ve sinsi bir organize ile yaygın hale getiriyorlardı. Bilhassa Veba romanı çok meşhurdu. İşte o dönemde bu zehirli düşüncelere karşı bizler panzehiri Risale-i Nur Külliyatı’nda buluyorduk. Bu bakımdan bela ve musibetlerin hikmetleri hakkında sadece 14. Söz’ün Zeyli değil, bütün külliyata yayılan hakikatler dertlerimize deva oluyordu”.

“Sorulara başlanmadan önce şunlar ifade edilmiş: (Manevi ve ehemmiyetli bir canipten, şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüzi suale karşı, yine manevi ihtar yardımıyla cevaplar kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız içmalen kısacık yazılacak.... Evet, Sodom ve Gomore’yi mahveden günahlar ve benzerleri bu günlerde belki bazı şahısların organizesi altında yapılıyor, ama medyanın büyük bir kısmı farkına varmadan bunları popüler hale getiriyor, insanların çoğu da bunları tepkisizce okumak ve izlemekle bunları desteklemiş oluyorsa, iste fiilen olmasa bile iltizamen veya ilhaken iştirak etmiş olurlar. Ayni şekilde devlete ve devlet menfaatlerine rağmen bazıları yanlış yönlendirmelerle bir milleti zorla‘Hem Allah’ına hem Peygamberine karşı asi vaziyetine’ sokarlarsa yine ayni şeyi yapmış olurlar”.

“Yıl 2044. Sızıntı’nın kapaklarını süsleyen feza şehirleri, artık bilim-kurgu turu hayaller olmaktan çıkmış. Otuz yıl önce hayal bile edilemeyen gelişmeler yaşanıyor. O zamanlar emeklemekte olan ilim, simdi maratonunu yarılamış durumda. Aymaz Feza Şehri’nden Ali ile Akyüz Beldesi’nden Abdullah, Cuma namazını Ay’da eda etmek için sözleşmişler. Randevuları uzayda gerçekleşiyor. Mudakkik delikanlılar, gerçekten çok dakik. Ne de olsa zamanın esrarını keşfetmişler. Selâmlaşma ve kısa ve samimi bir hal hatır sorduktan sonra Ali söze başlıyor: ’Dün Merkez ’deki sunucuyla bağlantımda Mesnevi-i Nuriye’ deki ‘Harici ve Zihni Hakikatler’ bahsiyle alâkalı çok enteresan bir şerhe rastladım. Abdullah: Evet, o bahsi hatırladım. 11. Mesnevi hatmimizde, bu mevzuda çok feyizli bir kognitif intikal ve epistemik keşf tecrübe etmiştik, değil mi? Ali: Evet, biinayetillah. İşte o orijinal yorumu, hususi hiper-metnime ilâve ettim. İnşaallah bu mevzuda bir makale hazırlayıp Kulli-Net’e göndermeyi düşünüyoruz. Abdullah: ‘Ortak literatür sunucusu’nda bir tarama yapmakta fayda var. Burada mutalâa edilmesi gereken müşterek bir külliyat oluştu. Ali: Evet. Ruhumuzun heykeli ikame edilmeye başlandığından bu yana, samimi sanatçıların hazırladıkları belgeselleri, hologramlarla seyretmek, o zamanı bizzat yasıyormuş hissini veriyor. Farazi ortamın bu kadar gelişeceği düşünülmüyordu, değil mi? Abdullah: Daha çok şey düşünülmüyordu , maalesef. Ruh mimari, ‘riyazi düşünce’ üzerinde tahsidat yaparken fenada fani olan insancıkların holistik nazarlarını ve sosyal ferasetlerini dumura uğratmaları çok acı ve ibretli gerçekten. Üstad’ın ‘bedbaht’ diye adlandırdığı kitleye bunları da dahil edebiliriz belki de. Ali: Evet, niyetlerini saflaştırmayanların talihli oldukları söylenemez. Abdullah: Birazdan Ay üssüne ineceğiz. Namazdan sonra tesbihatı yeni açılan tefekkür merkezinde yaparız. Ali: Cevsen’i de meteor yağmurunu seyrederken okuruz. Abdullah: İnşaallah. Kemerleri bağla, iniyoruz”.

Yorumsuz birkaç alıntı, varis aday-adayı Abdullah Aymaz hakkında mutlaka bir fikir veriyor. En iyisi ve en seçkini buysa... diyorsunuz ve cümlenin gerisini lütfen siz tamamlıyorsunuz...

SONUÇ

(A.B.D. Modeli-Öngörüleri ve Fethullahçı Yapılanmanın Yok edilmesi – Önlem Önerileri):

A.B.D.’ni yönetenlerin, gerek kendi ülkelerindeki ve gerekse Asya, Avrupa ülkelerindeki tarikatlara yönelik olarak geliştirdikleri bir model söz konuşu. Modelin amacı, tarikatları, birer sivil toplum örgütü, gönüllü kuruluş (N.G.O.) olarak yeniden yapılandırmak; mevcut düzene karşı uysallaştırmak. Kısaca böyle özetlemek mümkün. Her şeyden önce yapılanmanın bir sistematiği var. Öncelikle bireyin toplumsallaşması ile başlatılan süreç, suya bir taşın atılmasıyla oluşan halkalar gibi bireyi kuşatan çevreler yaratmaya dayanıyor. Bu çevreler, eğitim, sağlık, teknolojiye dayalı iletişim kanalları, ekonomi, politika ve kültürel gereksinimleri karşılıyor. Tüm bu çevreleri de kuşatan ve kendi inanç-düşünce sistemine göre oluşturulan bu toplumsal yapıya işlevsellik kazandırılması, siyasal erkte yani devlet yönetiminde de bir uzlaşmayı ya da paylaşmayı gerekli kılıyor.

Fethullahçıların bu modele uydurulmaya çalışılmasının yarattığı problemlerin temelinde, gerek Türk Toplumunun ve gerekse İslâmiyetin baskın karakterlerinin farklılığı yatıyor. Batıda, mevcut tarikatlar ve benzeri dinsel yapılanmalar içinde devleti ele geçirmeye, siyasal rejimi değiştirmeye yönelik örnekler marjinal kabul ediliyor. Siyasal İslâmın kendi kurallarına göre devlete tümüyle egemen olması esas; toplumsal bir uzlaşı ve egemenliğin demokratik çerçevede paylaşımı söz konusu değil. Fethullahçılar, diğer şeriatçı yapılanmalar gibi, demokrasi ve özgürlük istiyorlar ama sadece kendileri ve kendileri gibi düşünenler için. İktidara giden yolun önce insana yapılan yatırımdan geçtiğinin; bir sonraki aşamada da toplumsal yaşamı düzenleyen “mülkiye ve adliye”nin ele geçirilmesinin en son aşamada da devletin ele geçirilmesinin bulunduğunu bizzat Fethullah Gülen ima ile ifade ediyor.

Kısaca, A.B.D.’nin Washington’dan biçtiği yeni model gömlek, Mormon, Moon, Scientology gibi tarikatlara uyarken, Talibanlardan fethullahçılara kadar uzanan siyasal İslâmcı yapılanmalara ise doğalarının gereği çok dar geliyor ve bir şekilde bir süre idare ettikten sonra patlıyor; sonra da fethullahçı örneğinde öldüğü gibi o ülkeye toplumsal irin yayılıyor... İşin aslına bakılırsa A.B.D.’nin Avrupa ve Asya tarikatlarına öngördüğü model, bazı hallerde kendi tarikatlarına da uymuyor. Ancak, A.B.D., kendi kamu güvenliğine yönelik farklı bir yapılanmayı legal bir biçimde kontrol altına alacağı yerde, Davidian tarikatı örneğinde olduğu gibi, liderinden en küçük ferdine (bebeklere) kadar yakarak yok ediyor; bir başka ifadeyle sorunu en radikal biçimde çözümlüyor. Ama ayni A.B.D., Türkiye’de Refah Partisi’nin kapatılmasından,İstanbul eski belediye Başkanı’nın görevden alınmasına kadar pek çok örnekte, hem de yargıya müdahale pahasına saygısızca karışabiliyor. Hiç şüphesiz, bu çelişkinin yeri geldiğinde hatırlatılması gerekiyor... Fethullahçı suç organizasyonu A.B.D.’den, Süleymancılar, Milli Görüşçüler-Nakşibendiler Almanya’dan, yine Nakşibendilerin bir bolumu İngiltere’den ve Suudi Arabistan’dan, Hizbullahçılar İran’dan yönlendirilirken, Türk Devleti, soruna tek tek lokal çözümler aramak yerine bir mücadele sistematiği oluşturmak; buna uygun stratejiler geliştirmek zorunda kalıyor.

Bu tür şeriatçı, bölücü ve benzeri marjinal yapılanmalarla mücadelede yapılması gerekenlere ilişkin birkaç somut öneri:

1. Almanya’da olduğu gibi, bir “Anayasayı Koruma Kurumu” mutlaka oluşturulmalıdır. Bütçesi, siyasal baskı olasılıklarına karşı “Örtülü Ödenek” bünyesinde oluşturulan; kendi kadrosunda alanında uzmanlaşmış personeli (tarihçileri, ilâhiyatçıları, sosyologları, psikologları, psikolojik savaş teknisyenlerini, reklâmcıları, basın ve halkla ilişkiler uzmanları, hukukçuları,siyaset bilimcileri, bilgi-işlemcileri, stratejistleri, askeri danışmanları, kendi kolluk görevlileri, hizmet içi eğitimcileri vb.) bünyesinde bulunduran ve de Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, M.G.K., Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, M.I.T., Emniyet Genel Müdürlüğü, D.G.M., Valilikler ve diğer ilgili birimler ile koordinasyonu sağlayacak -yasal yaptırım gücü olan- yapılanmayı içerecek böyle bir Anayasal Kurumun kurulması kaçınılmaz bir gereklilik halini almıştır. Kritik görevlere yapılacak atamalarda, bu kurumun onayı, yasal zorunluluk haline getirilmelidir. Böyle bir kurum, Türk Devleti’nin kendisini savunma mekanizmasını, hukuk sistemi içinde çalıştırmasına olanak sağlarken, mevcut hukuk sisteminde olası bir zaafa da yol açmayacaktır. Böylece, Almanya, A.B.D., İngiltere ya da diğer Batılı ülkelerde olduğu gibi, hangi siyasal parti iktidara gelirse gelsin, devletin temel politikaları değişmeyecek; siyasal rejimin değiştirilmesi riski söz konusu bile olmayacaktır. Bu suretle ülkemizde istismara açık demokrasi ve laiklik tartışmaları da büyük ölçüde sona erecektir.

2. Kısa vadede ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürleri ile İl ve İlçe Müftüleri başlangıç olmak üzere, kritik görevlerdeki tüm devlet personelinin aşamalı olarak Milli Güvenlik Akademisi’nde hizmet içi kursa alınmaları sağlanmalıdır. Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde yeni bir yapılanma ile İrtica Daire Başkanlığı kurulmalıdır. Bu dairenin nitelikli personeline devlete bağlılığını kanıtlamış, İslâm dışı şeriatçı yapılanmalar konuşunda uzman, dinsel terminolojiye hâkim, tercihen Arapça ve Farsça bilen İlâhiyat mezunları da dâhil edilmelidir.

3. Gerek Türk Silâhlı Kuvvetleri ve gerekse Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde şeriatçılık konuşunda uzmanlaşmış personelden azami faydayı sağlamak için, kışla-karargâh ya da bölge atamalarında, önceden olduğu gibi aynı ihtisas görevinde devamları sağlanmalıdır.

4. Ama önce ve de öncelikle, bir kararlılık göstergesi olarak eskilerin deyimiyle -ibret-i âlem olsun diye- fethullahçı organizasyon dağıtılmalıdır...

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

! Cumhuriyet'e Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri / Dr. Necip H

Mesaj tarafından GökBörü Çarş. 19 Ara. 2012 - 23:53

Cumhuriyet'e Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri / Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Cumhuriyet'e Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri

Rüşvetin belgesi olur da Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet belgesi olmaz mı? Elbette olur. İşte böyle tipik bir belgeden rastgele seçilmiş alıntılar:

- Araştırmanız sırasında insan haklarının bozulması konusunda bilgi toplarken, askeri veya polis birliğinin hangi bölümünün bu işle ilgisi olduğunu sorunuz. Biz suçlu, suçun mahiyeti, hangi tarihte işlendiği, suçun nerede işlendiği ve kurbanın adı hakkında bilgi toplamağa çalışıyoruz.

- Eğer doğrudan bir birliği tespit edemezseniz, birliğe işaret edebilecek başka bilgiler toplamağa çalışınız. Örneğin: Ne tip silahlar kullanıldı? Askeri birlik operasyonunu hangi şehirden yürüttü? Üssü neredeydi? Askerler hangi yoldan ilerlediler? Üniformaları nasıldı? Onların üniformalarının üzerindeki rütbeler ve araçlarının üzerindeki işaretler nelerdi?

- Bilgilerinizi şu adrese gönderiniz: Officer for Turkey, Department of Democracy, Human Rights and Labor, United States Department of State, Washington, DC 20520.

Bu belgede, Türk vatandaşlarından Türk Silahlı Kuvvetler ve Polis Teşkilâtı mensupları hakkında -muhbirlik değil- resmen casusluk yapmaları istenilmektedir. Kim tarafından? Sözde dost ve müttefik ABD tarafından. Türk insanını ülkesi ve devleti aleyhine casusluğa azmettiren bu Türkçe belge, gizli yöntemlerle mi dağıtılmaktadır? Hayır!.. Tam aksine halka açık mekânlarda, izinli toplantılarda, tarikat ve cemaat mekânlarında, kamu kurum ve kuruluşlarında, legal dernek ve siyasal partilerde, kısaca hemen her yerde. Sorumluları hakkında MİT, Emniyet ya da Cumhuriyet Savcılıklarınca başlatılmış yada hâlâ sürdürülmekte olan -bilinen- resmi bir takibat sözkonusu mudur? Kesinlikle hayır!..

Bu belge, şu gerçeği ortaya koymuştur: Türkiye, çok acıdır ama bir casus cennetidir. ABD, Almanya, İngiltere, İran ve benzeri ülkelerin casusları, Türkiye sözkonusu olduğunda, almış oldukları eğitimlerindeki "gizlilik" gibi teknik düzeydeki temel hususları bir kenara bırakarak, pervasızca "icra-i faaliyet" gösterebilmektedirler. Anlaşılan, casus-etki ajanı bulmak için klasik yöntemlere, örneğin, Fulbright, Konrad Adenauer, Heinrich Böll, Georgetown, Hoover, Tubingen gibi vakıf, enstitü, üniversitelerde özel seçime ve eğitime gerek kalmamıştır. Çünkü, ülke yönetiminde mevcut yerli işbirlikçilerinin sağladıkları "dokunulmazlık" sayesinde casusluk mesleği, tekniğe ihtiyaç duyulmayacak yöntemlerle adeta arabeskleştirilerek dejenere edilmiştir, tabiri caizse ayağa düşürülmüştür. Nasıl mı? Gönüllü casus aday adaylarının irtibat kurabilecekleri adres ve telefonlar verilerek!..İşte, Washington'da telefonla ulaşabileceğiniz iyi derecede Türkçe bilen resmi görevlinin adı Mauerau Greenwood. Kendisiyle görüşmek, pardon Türk Silahlı Kuvvetlerini ve Türk Polisini şikâyet etmek için önce 600 Pennsylvannia Avenue. SE, 5. Washington DC 20003 adresindeki "Amnesty International USA" binasına giderek 5. kattaki odasında yüzyüze konuşabilirsiniz. İsterseniz, (202) 544.02.00 nolu telefondan dahili 222 numaralı telefonu isteyerek bizzat bir öngörüşme ile randevu da alabilirsiniz. Diyelim ki, Türkiye'desiniz. Ve yol paranız yok, ABD sefaretinden vize alabilmek için deklare edebileceğiniz bir mal beyanına da sahip değilsiniz. İşte bu durumda, çaresiz olduğunuzu hiç düşünmeyin, çünkü Greenwood ile öngörüşmeyi yaptıktan itibaren CIA'nın "müşfik kanatları" tarafından şefkatle (!) sarıldığınızı ve tüm kapıların -Delta ve TWA'ya ait uçak kapıları dahil- size açıldığını görürsünüz.

Gerçeği tam ifade etmek gerekirse, Greenwood amatör muhbirlerle-casus aday adayları ile ilgilenmektedir. PKK ve benzeri kürtcü örgüt militanlarının aynı prosedüre tabi olarak bu kapılardan geçebilmesi için Henri Barkey'den 1 ; Fethullahçıların ve diğer şeriatçı mürit militanların da Graham Fuller'den randevu ve onay alması gerekmektedir. Bu CIA görevlilerinden en çok meşgul edileni, hiç şüphesiz ki Graham Fuller'dir. Özellikle fethullahçılar, hocaefendilerini ziyaret etmek ve de mümkünse hocaefendilerinin soluk aldığı havayı soluklamak ve çevresinde küçük bir koloni oluşturabilmek için Graham Fuller'i öylesine yoğun biçimde aramışlardır ki, fazla mesaiden bunalan bu CIA görevlisi, geçtiğimiz ay içinde Pennsylvania'daki FBI mülkü çiftlikte ağırlanan hocaefendiyi (!) ziyaret etmiş ve giderek büyüyen başvuru sorununun çözümüne somut katkılarda ya da önerilerde bulunmasını istemiştir 2 .

Her neyse, biz yine sözkonusu belgemize dönelim. Diyelim ki, ABD'ne gitmek için şartlarınız uygun değil. Üstelik ille de Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet etmek ya da en azından devletinizi gammazlamak istiyorsunuz. Belge, size bu olanağı da hazır altın tepsi içinde sunuyor. Hem de ingilizce bilmenize bile gerek yok. Türkçe ihbar mektubunuzun formu bile hazır:


MEKTUP ÖRNEĞİ

(BURAYA TARİH KOYUN)

Sayın Madeleine Albright

Dışişleri Bakanı

Amerika Birleşik Devletleri Dış İşleri Bakanlığı

Vaşington, DC 20520

Sayın Bakan Albright,

Dış Operasyonlara Ödenek Ayrılması hakkındaki kanunun 570 ci maddesi olan Leahy Kanunu ile ilgili olarak bir güvenlik birliği tarafından insan haklarına aykırı hareket edildiği dikkatimizi çekmiş bulunuyor. Bu kanıt konusunda size bilgi vermek istiyor ve burada adı geçen birliğe Leahy Kanununun uygulanıp uygulanmaması gerektiğine karar vermek amacıyla bir tahkikat başlatılmasına gereğini arz ediyoruz.

(BELİRLİ GÜVENLİK BİRLİĞİNİN İNSAN HAKLARINA AYKIRI DAVRANMASI HAKKINDA DETAYLI BİLGİYİ YAZIN)

Bu konuyu gözden geçireceğiniz için çok teşekkür ediyoruz.

(İMZALAYIN).


I. TÜRKİYE'DE İHANET KAVRAMININ KURUMSALLAŞMASI

Dört sayfalık bu ihanete azmettirici belgenin alenen dağıtıldığı ilk yer, İstanbul Barosu'nca düzenlenen uluslararası bir toplantı. Toplantının davetlilerine bakıldığında, hiçbirinin bu belgenin içeriğine ters düşmeyecek isimlerden oluştuğu görülüyor: Anne Burley (Amnesty International USA Avrupa Seksiyonu Başkanı), Yücel Sayman (yorumsuz), Akın Birdal (yorumsuz), Yılmaz Ensaroğlu (yorumsuz), P. Dankert (Avrupa Parlamentosu Türkiye Delegasyonu Başkanı), Derek Evans (A.I.-USA Avrupa Seksiyonu Sekreteri), Şanar Yurdatapan (yorumsuz), Helsinki Yurttaşlar Derneği, HADEP, İHD, Mazlum-Der gibi kuruluşların Güneydoğu şube yöneticileri, Almanya Dış İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde Türkiye'de etnik ve dinsel bölücülükle doğrudan ilgili espiyonaj ve provokasyon faaliyetlerini sürdüren, Türkiye'nin Güney Doğusunda "Kürdistan"ı ve de başkenti olarak da Diyarbakır'ı "de facto" pozisyonunda kabul ve ilân eden Konrad Adenauer Vakfı ile Heinrich Böll Vakfı temsilcileri-uzmanları ve daha pekçokları.

Yücel Sayman'ı Türk kamuoyu İstanbul Barosu Başkanı olarak tanır. Daha ötesi pek bilinmez. Örneğin, Türk Anayasası'nın ve Türk Cumhuriyeti'nin ruhunu oluşturan "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur" hükmünü erozyona uğratacak uluslararası toplantılar 3 düzenlediği; buralarda Hasip Kaplan'dan (yorumsuz) Lars Peter Schmidt gibi artık deşifre olmuş Alman istihbaratçılarına kadar pekçok ünlüyü (!) konuşturduğu -tabii ki bu toplantılara hasbelkader ççağrılan Prof.Dr. Mümtaz Soysal gibi Cumhuriyet aydınlarını tenzih ederiz-; F tipi cezaevleri konusunda hemen her kanalda konuşmalar yaparken, koğuş tipi cezaevlerinde örgütiçi infaz kapsamında -üstelik sorgulama ve infaz aşamaları kaydedilen- işkence ile öldürülen mahkûmların yaşama haklarına hiç ama hiç değinmediği; keza, bölücü ve şeriatçı teröristlerce şehit edilen güvenlik görevlilerinin ve geride bırakmış oldukları ailelerinin temel insan hakları ile hiç mi hiç ilgilenmediği; ulusal gurur ve onur, bağımsızlık, laik hukuk sistemi gibi kavramları yok ve gereksiz saydığı; örneğin, türbana destek verirken, türbana karşı hukuksal mücadele verdiği için vahşice öldürülen meslekdaşı Gümüşhane Barosu Başkanı'nı gözardı ettiği; keza Sivas Katliamına karşı suskun kaldığı ve bu yüzden şeriatçı basının ve de Baro içindeki yandaşlarının tam desteğini 4 aldığı gibi hususları bilenlerin sayısı oldukça azdır.

Yücel Sayman'ın tüm bu faaliyetlerine rağmen İstanbul Barosu'na ikinci kez seçilmesi, Türkiye'de gerçek insan haklarının, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğinin de üstünde olduğu gerçeğini, istismar-ihmal ve suistimal boyutuyla ortaya koyan en tipik örneklerden biridir. Türkiye, bu haliyle -pardon vurdumduymazlığıyla- dünyanın özgürlükleri en sınırsız ülkesidir. Türkiye, Cumhuriyeti özgürlükler adına yıkmaya çalışanların, savunmaya çalışanlardan daha özgür ve güçlü olduğu garip bir ülkedir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesi, ABD ve AB ülkeleri dahil, kamu güvenliği gerekçesiyle kayıtlara geçmiş, sürekli izlemede tutulan bireylerine sınırsız özgürlük tanımazlar. IRA taraftarı olduğundan kuşku duyulan birinin sözde özgür ve özerk BBC'den konuşma yapması mümkün değildir, hatta dolaylı haber olarak bile verilmesi olanaksızdır. ABD'nde "sol" damgası vurulan aydınların maruz kaldıkları baskılar (taciz ölçüsünde izleme, kamu görevi ve askerlik yaptırmamak, pasaport sınırlamaları vd.) artık hiç kimsenin meçhulü değildir. Keza, kamu düzeninin korunması, Almanya'da Anayasa dokunulmazlığı ölçüsündedir; rejim karşıtlarının tipik ve bilinen bir örnek olarak Bader Meinhoff çetesi üyelerinde olduğu gibi yaşama hakları bile sözkonusu edilemez ve kimse de Alman Devleti'ni imaen bile olsa suçlayamaz.

A.B.D. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, A.B.D. çıkarları açısından risk ifade eden ülkelere ve de kişilere, bu yılın başında son derecede net bir gönderme yapmıştır: "ABD'nin belleği sonsuzdur!". Yüzde yüz doğrudur ve haklıdır. Büyük devletlerin belleğinin dostu ve düşmanları için sonsuz olması gerekmektedir. Ya Türkiye'nin?!. Türk Devletinin bir süredir yönetildiği çapsız yöneticiler ve etki ajanları sayesinde belleği güdükleştirilmiştir, hatta sıfırlandırılmıştır. Daha dün Yaşar Kemal'in Türkiye'ye, Türk Devletine, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne hakaretler yağdıran söylemlerini, bugün unuttuk, unutturulduk. Yarın da Şevki Yılmaz'ı, Yaşar Kaya'yı, Mehmet Sabri Erbakan'ı, Metin Kaplan'ı, Hasan Mezarcı'yı, Taner Akçam'ı, Halil Berktay'ı, Cengiz Çandar'ı, Nazlı Ilıcak'ı, Mehmet Eymür'ü, Merve Kavakçı'yı, belki de Abdullah Öcalan'ı ve de onbinlerce şehidimizin acısını unutacağız, unutturulacağız. Türkiye, işte bu olgu nedeniyle uyanamamakta, derlenip toparlanma fırsatı bulamamaktadır. Politika, Basın ve daha pekçok alanda Türk Devletinin belleğini yokeden etki ajanları bizi yönetmeye, ülkenin gündemini belirlemeye, kamuoyu oluşturmaya devam etmektedirler. Bunca Devlet, Türklük ve Cumhuriyet düşmanı şeriatçı ve ayrılıkçı-etnik ırkçının yanısıra, bu statükonun devamından yana olan dış ülkelerin de lojistik desteği eklendiğinde, bu kara yazgının biz örgütsüz-dağınık Cumhuriyet aydınları tarafından değiştirilmesi hayli zor görünmektedir.

Ya Atatürk?!. Atatürk döneminde Türk Devleti'nin belleği sonsuzdur. Adı farklı olsa da ihanet sahiplerinin adlarından oluşan ilk andıcı hazırlama ve gereğini yerine getirme onuru Atatürk'e aittir 5 . O'nun "150'likler Listesi" olarak anılan bu ilk memosunda isimleri yazılı 150 vatan haini, Türk vatandaşlığından çıkarılarak sınırdışı edilmiştir. Atatürk, bu bellekle uyumlu "misilleme politikaları" üreterek uygulamaya sokmuştur: Etabli sorunu, Musul sorunu, sefaretlerin Ankara'ya nakli sorunu, Osmanlı dış borçlarının ödenmesi sorunu, yabancılara ait okullarda tarih ve Türkçe derslerinin Türk öğretmenleri tarafından Türkçe okutulmaları sorunu, Pozantı-Nusaybin demiryolu hattının devletleştirilmesi sorunu, Uluslararası Boğazlar Komisyonu sorunu, Türkiye dışında yaşayan Türklerin insan hakları sorunları, Hatay sorunu ve daha pekçok sorunda, Atatürk Türkiye'si, İngiltere, Fransa, Yunanistan gibi devletlere istediğini yaptıracak, sorunların çözümünü dikte ettiği biçimde sonuçlandırılacak misilleme politikalarını hayata geçirmiştir. Bu dönemin çok iyi bilinmesi, günümüz yöneticilerinin güdük ve kısır ve de teslimiyetçi politikalarının daha iyi teşhirine imkân verecektir.

Türkiye'de çok ayrıntıya ve örneklendirmeye gitmeye gerek yok, tüm dış odakların akredite ettikleri, hatta Türkiye Cumhuriyeti'nin kurumlarından bile üstün tuttukları ve güvenilir buldukları, sözde insan hakları savunucularının toplandıkları dernekler ikiye ayrılır: Azınlık ırkçısı sosyalistlerin derneği, azınlık ırkçısı şeriatçıların derneği. Peki sorarsınız, hiç mi Cumhuriyet aydınlarının, gerçek insan hakları savunucusu entellektüellerin kurdukları kuruluş yok?!. İsterseniz kurmayı deneyin, tabii Valilikten ve dış faaliyet izni için Bakanlar Kurulu'ndan onay alabilirseniz. Kurdunuz diyelim, dış basını bıraktık, önce Türk Basındaki etki ajanlarının barikatını aşıp da sesinizi duyurma şansınız var mı? Kesinlikle yok!.. Sözde insan hakları savunucu örgüt temsilcileri, konuk devlet adamları, diplomatları Türkiye'ye geldiklerinde İHD, Mazlum-Der ve Fener Patrikhanesi'nden sonra sizi de ziyaret ederek dinlerler mi? Asla!.. Yurtdışındaki insan hakları ihlallerini saptamak ve müdahalede bulunmak için maddi güç bulabilir misiniz? Tabii ki hayır!.. Yanıtları belli bu soruları arttırmak mümkün. Neden hesap sorma, devletin kendi kendini savunma mekanizmasını harekete geçiremiyoruz?!. Ve hangi nedenle ve ne süreyle, gerçek çapını ve kapasitesini bildiğimiz malûm politikacılara, gazetecilere, sözde sanatçılara, şeriatçı ve bölücü medya kuruluşlara, vakıflara, derneklere, tekke ve zaviyelere, örgütlere, espiyonaj ve provokasyon amaçlı dış vakıf temsilciliklerine, casus diplomatlara ve sahtekâr-ikiyüzlü insan hakları sömürücülerine -sözde demokrasi adına- tahammül etmek zorundayız? Daha hangi süreyle altımızın oyulduğunu, bağımsızlık ve özgürlüğümüzün altımızdan kayıp gidişini sessiz-sonuçsuz çığlıklar atan seyirciler gibi izlemek durumunda kalacağız?!.

II. A.B.D. DERİN DEVLET YAPILANMASI VE ANDIÇ TRAFİĞİ

ABD, sonsuz belleğe, derin devlet kavramı ile bütünleşen ve birbirleri ile uyumlu çalışan kurumları sayesinde sahip bulunuyor. ABD'nin iç ve dış tehdit odaklarının -tabiri caizse- çetelesini tutan, izleyen, raporlaştıran ve sonra da gereklerini yerine getiren kurumlar ağının zirvesinde Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) yeralıyor. ABD Başkanı, bu Konseyin de Başkanlığını yürütüyor. Altında ise Başkan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı ve Savunma Bakanı bulunuyor. İstihbarat konularında CIA Başkanı, askeri konularda da Genel Kurmay Başkanı, bu Konseyin "dışarıdan" ancak "sürekli-değişmez" danışmanı statüsünde görev yapıyor. 6 Ayrıca, derin devletin zirvesinde, NSC gibi yürütme yetkisi olmayan, ancak NSC'nin yol haritasını saptayan, bir başka ifadeyle A.B.D. ulusal güvenliğinin ilkelerini ve stratejisini belirleyen Amerikan Ulusal Güvenlik Komisyonu da son iki yıldır ülkenin geleceğinde önemli rol oynuyor 7 . Pentagon, CIA, FBI, DIA, NSA, SDDS, CFR gibi doğrudan iç ve dış güvenlikten sorumlu kurumlar da, belirlenmiş sınırlar içinde ve rekabet etmeksizin yasal fonksiyonlarını yerine getiriyorlar 8 . Tüm bu kurumlar, derin devletin gücünü temsil ediyorlar.

Ya işin mutfak kısmı?!. Dış Temsilciliklerden gelen raporlar, Amnesty International USA ve benzeri sözde NGO'lara gelen ihbar metinleri, her türlü istihbari bilgiler, bölgelere ve konularına göre tasnif edildikten sonra, ilgili alt kurumlara değerlendirme için gönderiliyor. Örneğin, Türkiye sözkonusu olduğunda, özellikle Amerikan Üniversitesi ve Georgetown Universitesinin yanısıra, yarı müstakil olarak da Birleşik Devletler Barış Enstitüsü (USIP) -ki burada Andıç kurbanı (!) diye takdim edilen Cengiz Çandar'ın yanısıra Mark Grossman, Morton Abramowitz gibi Türkiye'de bilinen isimlerin görev yaptığı önesürülüyor- ile Edgar Hoover Enstitüsü, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (CSIS), Küresel Barış Merkezi, keko Enstitüsü gibi alt kurumlar devreye sokuluyor. Bu alt kurumların toplantılarında ise Türklerden özellikle fethullahçı-nurcu kesim adına Dr. Hakan Yavuz, Prof.Dr. Şerif Mardin, kürtlerle ilgili Prof.Dr. Doğu Ergil, nakşilerle ilgili Merve Kavakçı, Elisabeth Özdalga, joker olarak da Cengiz Çandar, en sık rağbet ile davet edilen edilen isimler olarak dikkat çekiyor. Bu alt kurumlarda etkili olan ABD'li istihbaratçılar arasında ise Dr. Chomsky, Henri Barkey, Paul Henze, Graham Fuller, Dr. Michael Gunter, Richard W. Murphy, Francis J. Ricciardone gibi isimler başı çekiyor. Değerlendirilen tüm kişiler ve kurumlar, ülke (ABD) çıkarları açısından dost-düşman sınıflanmasına sokulduktan sonra, önerilerle birlikte bir rapor halinde bir üst makama gönderiliyor. Bir başka ifadeyle, Türkiye'de kullanılacak etki ajanlarının belirlenmesi, lojistik destek sağlanması, bu memorandumların gereğini yerine getirmekle yükümlü sözkonusu alt kurumlar tarafından gerçekleştiriliyor. Özetle söylemek gerekirse, her gün yüzlerce bilgilendirme-değerlendirme raporunun ve de memorandumun (andıç) döndüğü bir trafik sözkonusu 9 . Ve A.B.D. tarihinde hiç kimse çıkıp da, birinci derecede gizliliğe sahip bu andıçları deşifre etmiyor, hele hele hazırlayan kurumları ve yetkililerini mahkemeye verecek bir sapkınlığa tevessül etmiyor. En basitinden, çok sıkı bir istihbarat araştırmasından sonra akredite edilmiş yabancı basın mensuplarının, doğal olarak en çok ilişkide bulunacakları Dışişleri Bakanlığı binasının ilk iki katından yukarıya çıkmalarına izin verilmediğini kimse sorgulayamıyor. Ya bizde?!. Nedense, ikiyüzmilyonu aşkın ABD vatandaşı arasından, Nazlı Ilıcak, Cengiz Çandar, Gülay Göktürk, Recai Kutan, Deniz Baykal, Mehmet Barlas, Mesut Yılmaz, Fehmi Koru ve benzerleri gibi bir tek bile demokrat (!) çıkmıyor. Tabii bu nasıl demokratlıksa!..

III. ETKİ AJANI BORSASINDA SERBEST PİYASA EKONOMİSİ KOŞULLARI VE PAZARLAMA YÖNTEMLERİ

Türkiye'de devlete ihanet etmenin dayanılmaz hafifliği içinde, en küçük çıkar karşılığı kendisini -tüm birikimleri ve deneyimleri ile- isteyene kiralamaya hazır nice aydın bulunmakta. Bunlardan yurtdışında bulunan Mehmet Eymür gibi kimileri, kurduğu internet sitesinde, eskiden çalıştığı kurumun ve de devletin gizli bilgi ve belgelerini fabrikasyon mamule dönüştürerek pazarlama yapmakta ve de Henri Barkey sayesinde amacına ulaşmakta. Kimileri, ABD'nden yazı yazdığı gazete sorumlusunu tehdit edebilecek pervasızlık göstermekte. Sözde insan hakları kuruluşlarında görev alarak kendini CIA, BND, MI6'ya pazarlama çalışanların haddi hesabı ise belli değil. Ülkemizde resmen bir etki ajanı-casus borsası oluşmuş durumda. Eskiden, Yunanistan'a ve de Almanya'ya kaçan aşırı sol örgütlerin militanları kendilerini bu devletlerin servislerine pazarlarlardı. Sonra onları, Almanya'ya kaçan ülkücülerden bir grup (bu grup daha sonra menzilci oldu) ile hemen hemen tüm şeriatçı yapılanmalar izledi. Şimdi ise, moda, milliyetçi-muhafazakâr kesimle ikinci cumhuriyetçilerin bu borsada yeralması. Yurtdışındaki Türkiye ve Türk düşmanlığına, etnik ve dinsel bölücülüğe, ekonomik sömürüye, her alandaki çifte standarda, hatta ve hatta tipik bir örnek olmak üzere Alman ırkçıları tarafından Solingen'de diri diri yakılan vatandaşlarımıza ses çıkarmayanlar, şimdilerde daha da pervasızlaşarak gerçek içyüzlerini hem de kıvırmaksızın teşhire başladılar.

Türkiye'deki etki ajanı borsasının en iddialı pazarlamacıları, siyasal islâmcılar; en iddialı cemaati ise, hiç şüphesiz fethullahçılar 10 . Fethullah Gülen, Türkiye'den kaçmadan -pardon şeker, tansiyon, anjin, mantar ve de prostata yakalanmadan- önce, Lynne Emily Webb adında bir A.B.D.'li kadın yazarın ABD ile ilişkisini sorgulayan sorusuna şu cevabı veriyordu: "... Asya'daki bazı okullarda, Amerikalı öğretmenlerin çalışması buna delil olabilir mi? Amerikalı, Alman, İngiliz, kısaca her milletten öğretmen veya başka tür görevli dünyanın her tarafında, Türkiye'deki çeşitli okullarda, hattâ bazı hassas Türk resmi dairelerinde çalışmıyor mu? Meselâ, istihbarat teşkilâtımız olan MİT'in CIA ve MOSSAD'la şu veya bu şekilde münasebeti olduğu ve bazı konularda işbirliği yaptıkları bir vakıa değil mi? Aynı şekilde, Türk ordusu NATO içinde Amerika ordusu ile yakın işbirliği içinde değil mi?" 11 . Görüldüğü gibi, dış odaklarla ilişkiye girmek, kendisine kıtmir (köpek) diyecek kadar mütevazi (!) bir ilkokul mezununda, MİT ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile bir ve eş düzeyde tutacak, kıyaslayacak megolomaniyi yaratabiliyor. Müritlerinin kimi çıkarlarından, kimi düşük IQ'sundan, kimi küçük yaştan itibaren risalei nur eğitimiyle akıl ve mantık yürütme yetisi güdük bırakıldığından ve de tüm inançları-fikirleri bir tek şeyh üzerine bina edildiğinden, tartışılması mümkün olmayan kavramları bile değişen durumlara kolayca ve de ahlaksızca adapte ettirebiliyorlar. Örneğin: Vatan kavramı gibi...

Daha düne kadar ABD ve Avrupa'dan bahsederken, "Şeytan Amerika", "Gavur-Şer Cephesi", "Batı Kulübü", "Zalim ve Kefere Avrupa", "Tek Dişi Kalmış Canavar" tanımlamalarını kullanan şeriatçılar, şimdilerde, ABD'ne ve AB ülkelerine övgüler düzüyorlar, merhametlerine sığınıyorlar, mahkemelerine gidiyorlar; bir yandan öz vatanlarını pazarlarken, diğer yandan öz devletlerini acımasızca şikâyet ile ihbar ediyorlar, tazminat davaları açıyorlar. Düne kadar "ittihadı islâm"dan başka hiçbir amaç teleffuz etmeyenler, bugünlerde AB'ye girilmesi doğrultusunda yoğun propaganda sürdürüyorlar. Ne değişti?!. Fikirlerin değişebileceğini varsayalım. Ya vatan, bayrak, bağımsızlık, özgürlük gibi kavramlar?!. Bunların değişmesi mümkün mü?!. Cumhuriyet aydınları için asla ama Cumhuriyet düşmanları-etki ajanları için binlerce kez evet!..

Zaman gazetesinden hiç yorumsuz bir alıntı:

"Bu ülke her geçen gün daha fazla yaşanmaz hale geliyor. Bu sınırlardan çıkıp bir yerlere gitmek isteyenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bu ülkeyi yaşanmaz kılanlar ise zaten bunu arzu ediyor olmalılar ki 'yanlışlıklar komedyası' sürdürülüyor, devam ediyor.

'PKK ile mücadele'de yapılan yanlışlar nasıl Kürtlerin önemli bölümünü PKK'ya doğru itti ise 'irtica ile mücadele'de yapılan kasıtlı yanlışlar halkın önemli bölümünün 'vatan-millet-Sakarya' kavramlarında önemli ölçüde aşınmaya, değişikliğe yol açıyor....

Çevreme bakıyorum da ne kadar çok insan Yeşil Kart başvurusunu sabırsızlıkla bekliyor. ABD bu yıl 1011 Türk'e kura ile yeşil kart verecek. Her yıl Türkiye'den Yeşil Kart başvurularına katılım çığ gibi büyüyor. (Bu arada Yeşil Kart kurasına katılmak isteyenler için başvurular 3 Ekim-1 Kasım tarihleri arasında yapılıyor. Geniş bilgi için http://www.state.gov adresine bakılabilir).

... Psikolojik savaşı liseli-üniversiteli kızların başörtüleri üzerinden yapıyorlar. Çocukların karşısına eli silahlı polisleri çıkarıyorlar, çatılara keskin nişancılar yerleştirerek topluma korku veriyorlar. Böyle muameleye tabi tutulan, İslâmın emri ile derin devletin kanunsuz emirleri arasında tercihe zorlanan insanların ne yapmaları beklenir, vatan-millet-devlet hakkında ne düşünürler ki?... Bunların yaşanmaya başladığı bir toplumda yaşamak istememek, vatanı terk etmek normal olmalı.

Vatan sevgisi mi dediniz?

Almanya'ya göç bize 'Doğduğun yer mi yoksa doyduğun yer mi vatandır?' sorusunu doğru cevaplandırmamızı sağlamıştı. AMERİKA İSE VATANI, 'DAYAK YEMEDİĞİN YERDİR' DİYE TANIMLAMAMIZA YARIYOR! Galiba bu tanım daha fazla efradını cami, ağyarını mani!..

Evet evet, galiba ben de böyle düşünmeye başladım. 'Beni Türkiye'de bilmem kim sömüreceğine Brüksel sömürsün. Hiç değilse Brüksel dövmüyor, sadece sömürüyor!" 12 .

Görüldüğü gibi, nakşibendilerin ve şafiilerin öndegelenlerinden kimileri çıkıp, "zekât ve fitrelerinizle A.B.D.'ne talebe gönderin, okutun, dinini-diyanetini orada öğrensin" kampanyaları açarken, esas maşa fethullahçıların bu ihanet yarışında geride kalmayacakları zaten beklenmekteydi. Ama bu kadar da değil, fethullahçıların bunca yıldır sızdıkları, üst yönetimini adeta ele geçirdikleri, mitinglerde şeriatçılara hoşgörüyle yaklaşıp memurlara ya da öğrencilere kıyasıya copla girişen kimi polislerden şikâyet etmeleri bir başka çelişkiyi demogoji biçiminde ortaya koymuyor mu? Farklı din renk ve ırktan oldukları için ölesiye dövülenler, gözü iyi görmeyen tek tanık ifadesiyle idam edilenler, keza klu-klux-klan örgütünce ateşe verilen zenciler, dikenlitellerle çevrili toplama merkezlerinde yaşamak zorunda bırakılan kızılderililer, hukukdışı bir yargılama sürecinden sonra hapiste işlemediği bir suçtan dolayı sırf Türk olduğu için yatmak zorunda bırakılan Fügen Gülertekin gibileri nerede yaşamakta? Uzayda mı, yoksa ABD'de mi?!. "Beni Türkiye'de bilmem kim sömüreceğine Brüksel sömürsün" diyebilmek hangi ulusal gururun, hangi milliyetçi-mukaddesatçılığın, hangi sağcılığın, hangi istiklâl duygusunun tezahürü?!. Bu gibilerin boyunlarına şu yafta asılmış sanki, yeni vatanlarının diliyle; "for rent or for sale"...

Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının kendilerini yabancı servislere pazarlama faaliyetleri, doğrudan-aracısız yöntemlerle ve alenen gerçekleştiriliyor. Görüyorsunuz, izliyorsunuz ama hiçbir şey yapamıyorsunuz... Çünkü devleti maalesef sizler yönetmiyorsunuz...

IV. İŞBİRLİKÇİLERİN KESİNTİSİZ ETKİNLİKLERİ

Eğer duyarlı ve tepkili bir Cumhuriyet aydını iseniz ve de bildiklerinizi konferanslar yolu ile halkınıza duyurmak istiyorsanız, önce devlete ve rejime bağlı olması gereken Türk polisinin engellemelerini aşmak zorundasınız. Kimi sizden nüfus kâğıdı fotokopisi, kimi ikâmetgah ilmuhaberi, kimi de kamu görevlisi olduğunuzu bilse de sabıkasızlık belgesi ister. Bir başka ifadeyle, pavyon sanatçılarına uygulanan prosedürü aynen size de uygulamaya çalışırlar, sırf izni yokuşa sürmek ve sizi aşağılamak için. Sonra konuşmanızı kaydederler ve yeri geldikçe de tacizden kaçınmazlar. Ya bunca bölücü-şeriatçı toplantı-konferans-panel-sempozyum için?!. Duymazsınız bile. Ya Atatürk'ün Cumhuriyet Savcıları ? 13 . Ya devletin valisi mi, cemaatin valisi mi belli olmayanlar?!. Bunlar bizim değişmez yazgımız mı diye sorar, bizi yöneten etki ajanlarına sadece lânetler yağdırırsınız, hepsi o kadar. Elinizden başka şey gelmez, gelemez, getirtmezler...

İşte bu ay içinde yani Kasım 2000 içinde yapılacak işbirlikçi etkinliklerinden sadece biri: "Düşünce Özgürlüğü İçin 2. İstanbul Buluşması". Şahsıma e-posta yoluyla gönderilen davetiyenin, aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Alternatif Toplum Merkezi, Disk, Greenpeace, İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der, ÖDP, KESK, İstanbul Barosu, KOMKAR, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, MÜSİAD, İnsan Yerleşimleri Derneği, Sivil Anayasa Girişimi, Liberal Demokrat Partisi gibi tüzel kişiliğe sahip dernek, sendika ve siyasal partilerin yanısıra, Avrupa İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı'nın Genel Başkanı ve Necmeddin Erbakan'ın yeğeni Mehmet Sabri Erbakan'a 14 , Korkut Özal'a, Hasan Celal Güzel'e, Mehmet Doğan'a ve daha pekçoklarına gönderildiğini görebilirsiniz. Programı hiç yorumsuz bilgilerinize sunuyorum:

"DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN 2. İSTANBUL BULUŞMASI PROGRAM TASLAĞI:

Düşünce Suçuna Karşı Girişim, İnsan Hakları Derneği, MAZLUM-DER.

20 Kasım Pazartesi 10:00-13:00 ve 15:00-18:00 D.Ö. ve Uluslararası İnsan Hakları Konsepti.

Şu ana kadar kesinleşen konuşmacılar:
Şanar Yurdatapan (Düşünce Suçu'na Karşı Girişim Sözcüsü),
Hüsnü Ündül (İHD Gen. Bşk.),
Yılmaz Ensaroğlu (MAZLUM-DER Gen. Bşk.),
Prof. Gencay Gürsoy (İHV Yön.Kur. Üyesi),
Prof. Hüseyin Hatemi (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi),
Hasan Celal Güzel (M. Eğitim ve Devlet eski Bakanı, YDP kurucusu),
Murat Bozlak (HADEP eski Genel Başkanı).

21 Kasım Salı İstanbul: 10:00-13:00: Düşünce Özgürlüğü, Kültür, Sanat, Edebiyat ve Medya.

Şu ana kadar kesinleşen konuşmacılar:
Cengiz Bektaş (Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı),
Dr. Nazif Öztürk (Yazarlar Birliği Başkanı),
Ahmet Hakan (Kanal-7 Haber Md.),
Varlık Özmenek (Gazeteci, Yeni Gündem yazarı),
Lale Mansur (Oyuncu).

15:00-18:00: D.Ö. ve Uluslar arası Hukuk Normları.

Şu ana kadar kesinleşen konuşmacılar:
Yücel Sayman (İstanbul Barosu Başkanı),
Av. Osman Ergin (İstanbul Barosu Başkan Yrd.),
Prof. Mustafa Erdoğan (Anayasa Hukuku Profesörü),
Av. Ergin Cinmen (Yurttaş Girişimi).

Önemli: Bugün Voltaire'in 306 Doğum Gününü kutlayacak ve onuruna 306 mumlu bir pasta üfleyeceğiz.

21 Kasım Salı Ankara: İnsan Hakları kuruluşları temsilcileri konuklardan oluşan bir heyet Ankara ve Çankırı'ya giderek, hapisanedeki tanınmış düşünce suçlularıyla kapatılma tehdidi altındaki partilerin genel merkezlerine ve hapse girmek tehdidi altındaki parti liderlerine dayanışma ziyaretlerinde bulunacak.

Katılımı kesinleşmiş yabancı konuklar:
Jean Daniel Kahn: Uluslar arası Af Örgütü Türkiye Raportörü,
Jonathan Sugden: İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) Avrupa Koordinatörü,
Hugh Poulton: 19. Madde (Article 19) Türkiye Raportörü,
Eugene Schoulgin: PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi (PEN WIPC) Başkanı,
Claudia Roth: Alman Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı,
Angelika Graf: Alman Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu üyesi,
Monica Brudlewski: Alman Parlamentosu İnsan Hakları Komitesi üyesi,
Baroness Udin: Birleşik Krallık Parlamentosu Lordlar Kamarası üyesi,
Lord Paten: Birleşik Krallık Parlamentosu Lordlar Kamarası üyesi,
Tilman Zülch: Baskı Altındaki Halklar Uluslararası Cemiyeti (GfbV) Genel Başkanı,
Wolfgang Jungheim: Uluslararası Katolik Barış Hareketi (Pax Christi) temsilcisi,
Erkin Alptekin: BM'de Temsil Edilmeyen Milletler Cemiyeti (UNPO) Gen.Sekr.,
Prof. Fadila Memişoviç: BM Kadınlara Yönelik Şiddet Komisyonu Üyesi ve GfbV Bosna Sek. Başkanı,
Lucina Kathmann: Meksika (Sen Miguel) PEN Temsilcisi,
Georgios Nakratzas: Azınlık Hakları Savunucusu, Yazar, Yayıncı,
Mehmet Doğan: IGMG Menschenrechtsbeauftragter.

Konuşmalar simultane olarak Türkçe ve ingilizceye çevrilecek, bu iki dilde kulaklıklarla izlenebilecektir. Yaklaşık 10 dakikalık ilk konuşmalar sırasında, eğer konuşmacı kabul ederse kendisine -yazılı olarak- soru da yöneltilebilecektir. Buluşma toplantıları boyunca komisyon çalışmaları ve bir sonuç bildirisi hazırlanması sözkonusu değildir. Tüm konuşmalar sonradan basılacak ve yayınlanacaktır.

Yer: ERESİN OTELİ, Millet Cad. Topkapı-İSTANBUL".

Davetiyedeki bilgiler bu kadar. Katılımcılar ve konuşmacılar hakkında yorum yapmaya hiç gerek yok. Kimlerin kimlerle "dans ettiği" ortada. Katılımcıların ağırlanacağı ve toplantının yapılacağı Topkapı Eresin Oteli, beş yıldızlı bir otel. Türkiye'de Mazlum-Der'in normalde kolay kolay altından kalkamayacağı bir fatura sözkonusu. Sponsoru davetiyede belirtilmemişse de Alman katılımcıların çoğunlukta oldukları dikkate alındığında -geçmiş deneyimlere dayanarak- "Konrad Adenauer Vakfı" ya da "Heinrich Böll Vakfı" olma olasılığı son derecede büyük. Ancak katılımcılar arasında yokluğu dikkat çeken isimler de var. Örneğin, Bayan Mitterand, Yaşar Kaya, Murat Karayılan, Kızıl Danny, Estella Schmid, Andrew Penney, Metin Kaplan, Eric Lubbock, Kendal Nezan, Fethullah Gülen, Van der Meer, Lasse Budtz, Andonis Naksakis, Mehmet Eymür, Ramon Montavani, Jirinovski, Milosoviç, Saddam, Hamaney ve daha pekçokları da davet edilmiş olsa, toplantının tam amacına ulaşması daha bir sözkonusu. Daha önceden yani toplantı öncesinde yurtdışı delegasyonların vahiy gelmişçesine hazır bir sonuç bildirisi ile gelmeleri tepkiye neden olduğundan bu defa bir sonuç bildirisine gerek duyulmayarak lütfedilmiş. Daha geniş bilgi, pardon talimat almak isteyenler için de bir internet adresi verilmiş: http://www.ffox.org Bu toplantının bir başka acı tarafı, Dışişleri Bakanlığı tarafından Türkiye'ye girmesi yasaklanan sicilli Türk düşmanları arasında yer alan -bu arada yabancı katılımcıların hangissi Türk düşmanı değil ki?- Jonathan Sugden'in davet edilmesi ve onun da kabul etmesi ile listeye dahil edilmesi. Nerede Türk Devleti'nin iradesi ve yaptırım gücü, nerede Türk Devletinin kararlarına saygı, diyorsunuz ister istemez. Yabancı katılımcılar arasında yer alan Erkin Alptekin, CIA bağlantılı bir kuruluşta çalışan deneyimli (!) bir Doğu Türkistan kökenli uzman. Mehmet Doğan ise, Federal Alman Anayasası'nı Koruma Örgütü (BfV) korumasında, Alman Devletinin tam destek ve güdümünde "Alman İslâmı" modelinin yaratılmasına hizmet eden, Türk ve Türkiye düşmanı, bu ülkedeki en büyük ve tehlikeli şeriatçı örgüt olan, aynı zamanda F.P. uzantısı kabul edilen "İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı"nın insan hakları uzman-temsilcisi 15 .
GökBörü
GökBörü
.::Tengri::.


.::Tengri::.


Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Azerba10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Gencat10
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro10
Yaş Yaş : 43
Cinsiyet Cinsiyet : Erkek
Nerden Nerden : Azerbaycan
Lakap Lakap : kaan
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 13/09/80
 Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? Atsız´ın hangi kitaplarını okudunuz? : Türk Ülküsü
İletiler: İletiler: : 1035
Üyelik Tarihi Üyelik Tarihi : 16/06/11
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Pro1010
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ 617300
Nurcuların Mahkumiyet Belgesi ve İmralı Davetiyesi Dr Necip HABLEMİTOĞ Ile10

https://www.teknoloji-gunlugu.com/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz