Avrupa Birliği'ne neden "HAYIR" 1
1 sayfadaki 1 sayfası
Avrupa Birliği'ne neden "HAYIR" 1
ÖNSÖZ ayrıntılı bilgi Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği; tarihimizin yönünü değiştirecek, yaklaşık bütün kültür unsurlarımızda dönüşümlere sebep olacak geniş kapsamlı, derin içerikli bir girişim.
Büyük önemine rağmen, "Avrupa Birliği'ne Neden Hayır" isimli ilk yayında da değinildiği gibi; bugüne kadar, kararlar verilirken hiç bir akademik araştırmaya, hiçbir stratejik enstitünün görüşüne başvurulmamış, TBMM'ne sonradan sadece bilgi verilmiş, geniş tabanlı danışmalarda bulunulmamıştır.
"Siyaset Meydanı" TV. programını yöneten Ali Kırca, "Ulusal Programın" yayımlanmasından birkaç gün önce, AB Genel Sekreterinden, canlı yayında bir konu hakkında açıklama istemiş, olumsuz cevap almıştır. Vurgulamak istediğimiz; çalışmaların son ana kadar kapalı tutulmuş olmasıdır.
Daha önceki jeopolitik kapsamlı yayınlarda, AB konusuna bölüm ayırmakla yetinilmişti. "Avrupa Birliğine Neden Hayır" isimli yayın ise bütünü ile AB'ye ayrılmıştır. Bu ilk yayında; sadece Kıbrıs, Ege... gibi güncel sebeplerle değil; coğrafya, tarih ve kültür içerikli olarak, jeopolitik düzeyde gerekçelerle AB'ye temelden karşı çıkılmıştır.
Yayın geniş şekilde yankılanmış, konuşulmuş, bir yıl geçmeden ikinci baskısı yapılmış; açıklanan gerekçeler ele alınarak tek satırına karşı çıkılmam ıştır. Bugün de bütün ayrıntıları ile geçerliğini korumaktadır. AB'ye temelden karşı çıkan yayın olduğu için gelecekte belge değeri kazanabilir.
Gerçekte AB yandaşları; Kıbrıs, Ege, üniter yapı, Bizans, Ermeni iddiaları, bağımsızlığımız, egemenliğimiz gibi konulara hiç yanaşmıyor, AB üyeliğinin bu duyarlı sorunları nasıl etkileyeceği üzerinde durmuyorlar. Sanki reddeden varmış gibi, sadece genel olarak insan haklan ve demokrasi üzerinde duruyorlar. ışin acı yanı, AB üyeliğinin bu alanlarda bizi geliştireceğini, eğiteceğini savunuyorlar. Sivas Kongresi sırasında benzer fikirler "Manda" başlığı altında tartışılıyordu.
Aynı konuda, ikinci bir yayına gereksinme duyulması, ara dönemdeki gelişmeler sebebiyledir
Jeopolitik ortam çok sık değişmiyor. Bu nedenle de dikkatleri güncel konular üzerinde yoğunlaştırmak, yayını küçülterek okunulabilirliğini artırmak için jeopolitik değerlendirme bir başka yayına ertelenmiştir.
Bu yayında; güncel anlaşmazlık konulan; Atatürkçülük ve Türk Devrimi; Katılım Ortaklığı Belgesindeki sorunlar; din ve Patrikhane dertleri ile Gümrük Birliği üzerinde durulmuştur.
Birinci yayında bulunan ekler bu ikinci yayına alınmamış, gerekli olan başka ekler konmuştur. Birinci yayındaki eklere bu yayın okunurken ihtiyaç duyulabilir.
ılk yayından sonraki gelişmeler arasında, gerçekleşen birçok olay, gelişmeleri etkilemiş ve aşamalandırmıştır: Zirve toplantıları (Nice, Laeken) Maastricht kararlarının bir uygulaması olarak ortak para biriminin (Euro) kullanılmaya başlanması, Türkiye'ye Katılım Ortaklığı (KO) belgesinin verilmesi, Türkiye'nin uyumunu içeren "Ulusal ProgranV'ın sunulması.
Ara süredeki gelişmeler; bazı konuları aydınlatmış, bazılarını öne çıkarmış, daha açık yorum yapılmasına olanak sağlamıştır.
ılk yayının kapağındaki AB bayrağını içeren şekil, her üye ülke için bir yıldız olduğu varsayımına göre çizilmiştir. Geçen zaman içinde 12 yıldızın hiç değişmeyeceği anlaşıldı. Konu, "AB'nin Hıristiyan Bayrağı" başlıklı bölümde ele alınmıştır.
Eleştirilerine açık olduğum değerli okuyuculardan, bu yayını önceki ile birlikte değerlendirmeleri ve yayının tamamını okumalarından başka bir dileğim yok.
SUAT ıLHAN
GİRİŞ
Dört mevsimi birarada yaşayan coğrafyamız; güzelliği, zenginliği ve eşsiz konumu ile, kendisine ruh veren Türk insanını bir ananın üretkenliğinde ve cömertliğinde yüzyıllardır destekliyor.
Acaba Avrupa Birliği üyeliğini isteyerek; coğrafyamıza, yüzyılların efendisi tarihimize; anıtsal kültürümüze bağlılıkta kusur mu işliyoruz?
Atatürk'ün bize kazandırıp emanet ettiği, kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayalı; tam bağımsız Cumhuriyetimizi Avrupalıların yetki ve insafına emanet ederken hata yapmıyor muyuz?
Egemenliğimizi ve bağımsızlığımızı paylaşacağımız Avrupa; yüzyıllarca Türkü "öteki" tam Türkçesi ile "hasım" saymaktan vaz mı geçti?
Avrupa Birliği; Avrupa'yı hatıraları ile yaşayan bir bölge olmaktan kurtarabilecek mi? Emperyalizm ve sömürgeciliğin bu zengin müzesi, yeni bir etkinliğin odağı olabilecek mi? Avrupa, devam eden bir düşüş içerisinde mi, yoksa düşüşten sonra başlayan bir yükselişin boyun noktasında mı bulunuyor? Dinamik bir yerde mi yoksa durgunluğun çırpınışı içerisinde mi?
Bütün bu sorular sağlam jeopolitik araştırmalara dayalı cevaplara kavuşturulmamıştır.
çok yönlü bir kavşakta bulunuyoruz. Seçeneği bol, bir ölçüde önü az görülen evrensel ölçülerde canlı bir jeopolitik yapılanma durağındayız. Hızlı düşünülmesi, fakat doğru önlemler üretilmesi gereken bir dönüm noktasındayız.
Avrupa Birliği üyesi olmayı istemek büyük değişikliklere, hatta dönüşümlere sebep olacak çok zor bir karar. Bir iki kişinin siyasi tercihine; büyük bir milletin tarihi ve geleceğe yönelik kaderi emanet edilmemeli.
Anayasa ıhlali
Anayasamızın 90'ıncı Md. (Ek-B) 4'üncü paragrafı ihlal edilerek; Helsinki Kararlan, Katılım Ortaklığı Belgesi ve bunlara göre hazırlanan Ulusal Program Anayasada ve diğer yasalarda yüzlerce değişikliği ve yeni yasaları gerektirdiği halde "Bir kanunla uygun bulunmaları" gerçekleştirilmemiştir. Bu bir anayasal ihlaldir. AB üyeliği ile ilgili anlaşmalar -1963 Ankara anlaşması hariç-Anayasanın gereği yerine getirilmeden yürürlüğe konmuştur.
Yapılan eksik işlemlere gerekçe olarak Gümrük Birliğinde "Karar", Ulusal Programda "Program" isminin kullanılması gösteriliyor. ısmi ne olursa olsun yasa değişikliğini gerektiren ve dış ülke veya ulusüstü birimlerle yapılan her tür sözleşmeye 90'ıncı md. (Ek - B) hükümleri uygulanmalıdır.
Meydan Laroussa'da Andlaşma şu şekilde açıklanıyor: "Bir fiilin yapılması için iki kişi veya daha çok kimse arasında karşılıklı söz vermek." Hukuki anlam: "ıki veya daha çok hükümet arasında imzalanan yazılı sözleşme". Gümrük Birliği de, Ulusal Program da bu tanımlarla örtüşüyor.Bu sebeple her iki metni de TBMM'nin "Bir kanunla uygun bulması" gerekiyor.
Ansiklopedide şu açıklamalar da bulunuyor: "Bir antlaşma iki veya daha çok devletler hukuku üyesini, düzenlenecek meselede ortak hükümlerle bağlayan ve tarafların uyarlı hareketlerini kaydeden bir uyuşmadır." Görüldüğü gibi taahhütleri içeren bütün uyuşmalar, iki veya daha fazla devletler hukuku üyesinin katılımı ile yapılmışsa bu bir antlaşmadır (veya anlaşma). "Gümrük Birliği" ve "Ulusal Program" gibi belgelerin ismi "anlaşma" olmasa da yapılan iş bir anlaşmadır. 90'ıncı md. gereğince, kanun değişikliklerini gerektirdikleri için, her ikisini de TBMM'nin "Bir kanunla uygun bulması" gerekiyor. Bu sebeple her iki anlaşmanın da geçerlilikleri tartışmalıdır.
Gözetilen Amaç (Aradıklarımız)
Avrupa Birliği üyeliğinin götüreceklerinin tartışılması; demokrasimizin ve insan haklarının gelişmesini istememek anlamında yorumlanmamalıdır.
1919 yılından bu yana evrimleşerek gelişen Türk Devriminin ve bunun dayanağı olan Atatürkçü Düşünce Sisteminin amacı; tam bağımsız, kayıtsız şartsız millet egemenliğine sahip, he'r çağda çağdaş demokratik yapı ve kişiye yönelik haklardır. Atatürk açıklanan bu amaçla kişiliğini özdeşleştirmiştir: "Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir."
Bağımsızlığımızı, egemenliğimizi koruyarak demokratik yapımızda ve insan haklarında bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz gelişmeler; ülkemizin, toplumumuzun yaşadığımız üstünlüklerini ve doğu dünyasına örnek gösterilmesini sağlayan vazgeçilmez değerlerimizdir. Demokratik yapı ve insan haklarında katedeceğimiz geliş meler gelecekte de temel değerlerimiz olmaya devam edecektir. Anlatılmaya çalışılan şu: AB üyeliğine "hayır derken, bu büyüklüklerden ve güzelliklerden vazgeçmiyoruz. Sadece, Atatürk'ün kurduğu bağımsız, millete menliğine dayanan Cumhuriyetimiz ve ülkemizin bütünlüğü korunmaya çalışılıyor.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği ve gençliğe emanet ettiği bağımsız yapımız; ülkemizi ve ulusumuzu AB'nin tehditlerine, Batı'nın düşünce ve politikalarının bir aracı,hatta hastalığı olan emperyalist emellerine karşı güvence sağlayacak ilk engeldir. önlenmesi mümkün olmayan küreselleşmenin getirilerinden yararlanıp götürülerine karşı direnebilmek için de bağımsız olmamız gerekiyor, Sadece bağımsız bir Türkiye, AB'nin kendi amaçlarına gün ekonomik ve sosyal politikalarına karşı koyabilir. Bağımsızlığımızı koruyarak, AB dış politika yörüngesinnden ve yönlendirmesinden kurtulur; kendi bağımsız politikalarımızı yapar ve uygulayabiliriz.
Kısaca, varlığımızı korumamız ve gelişmemiz; AB politik vesayetindeki bir Türkiye ile değil, bağımsız Türkiye ile mümkündür.
AB'ne "hayır" demeyip, kapısında umutla beklediğimiz için seçenekli politikalar üretemiyoruz.
Aradığımız, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti korumak ve aynı zamanda her çağda çağdaş değerlere sahip olmaktır.
AB'ne üye Olma Beklentisinin Getirdiği Sorunlar
Türkiye'nin AB üye adaylığı ve gerçekleşirse üyeliği sebebi ile karşı karşıya kaldığı ve kalacağı sorunlar yedi başlık altında toplanabilir. Bu sorunlara güvenli yanıtlar bulmak zorundayız.
1. Katılım Ortaklığı belgesinde bulunan "Siyasi Kriterlerle" ilgili sorunlar:
Kıbrıs ve Ege'deki haklarımızın korunması; Türkiye'nin üniter yapısının, bütünlüğünün korunması; Göç sorunu...
Bölücülük konusundaki gelişmeler ve Kıbrıs çıkmazı AB'ye verilen tavizlerin eseridir. AB üyeliği yandaşları bu sonuçlarla öğünemezler.
2. Avrupa Parlamentosu ve diğer alt birimleri tarafından Türkiye hakkında alınan düşmanca kararlar. Bu kararların bir kısmı Ek A'ya çıkarılmıştır.
3. Ermeni iddialarmdaki gelişmeler ve Avrupalılar tarafından Bizans'a verilen can suyu.
4. 2500 yıldan daha uzun bir süre içinde, yeryüzünün zamanındaki bütün coğrafyalarında oluşan; bütün büyük kültürlerle gerçekleştirilen alış-verişlerle (çin, Hint, Orta Doğu, Anadolu, Avrupa... kültürleri) gelişen, zenginleşen; gizemli, görkemli, özgün kültürümüzün (Dil, tarih, din, sanat, folklor, örf-adet-gelenek, devlet yapısı, askerlik...) Avrupa kültürü içerisinde eritilmesi (bütünleşmesi, entegrasyonu).
5. AB'nin sosyal ve ekonomik sorunları ile dış politika ilke ve uygulamalarına ilelebet bağlı kalınacak olması.
6. Atatürkçü düşünce ve Türk Devrim uygulamasından (Tam bağımsızlık; kayıtsız, şartsız millet egemenliği... gibi) sapma ve ödün verilmesi.
7. Türkiye AB üyesi olduktan sonra zayıflatacakları, etkisizleştirecekleri ilk kurum; yüzyıllardır sıkıntısını çektikleri, bundan sonra da amaçlarına engel olarak görecekleri "Türk Ordusu" olacaktır.
Türk tarihinin ve ulusal yaşamamızın yönünü değiştirecek, beş bin yılda oluşmuş Türk Kültüründe dönüşüme sebep olacak böylesine büyük bir karar, Avrupa Parlamentosunda parlamenter olmak gibi, kişisel siyasi amaçlara mahkum edilmemeli, edilememeli.
Bazı Güncel Sorunlarda Durum
Bu yayında öncelik ve ağırlıkla, ülkemizle ilgili güncel (real politik) ve yaşamsal sorunlar ele alınmış, aşağıya bu konuların bir kısmı hakkında kısa sonuçlar çıkarılmıştır:
AB'nin ilk ve ana dayanağı olan Roma Anlaşmasının 3 üncü Md. C. fıkrasına göre: "Kişiler, hizmetler ve sermayelerin serbest dolaşımına ilişkin engellerin kaldırılması" gerekmektedir. Bu hüküm Avrupa Birliğini var eden temel ilkedir. Kuzey Kıbrıs ile Güney Kıbrıs arasında varılacak anlaşmaya bu ilkeye aykırı olarak konulacak her türlü hüküm; Kuzey Kıbrıs ister güney Kıbrıs ile isterse Türkiye ile birlikte AB üyesi olsun; Avrupa Parlamentosu, Konsey veya Adalet Divanı tarafından iptal edilecek, kuzey ve güney arasındaki hudut kaldırılacak; bu durum KKTC'nin ve orada yaşayan 200 bin insanımızın sonu olacaktır.
Katılım Ortaklığı belgesi; Ege Denizi ile ilgili sorunların (sınır sorunları) görüşmeler yolu ile 2004 yılına kadar çözülmemesi durumunda, sorunun Adalet Divanına götürülmesini öngörmektedir. Yunanistan da bunu istiyor: Biliyorlar ki, konu Adalet Divanına gittiği takdirde sorun Yunanistan lehine 15-0 karara bağlanacaktır. AB muhipleri, böyle bir karar karşısında Türk Kamuoyu önünde kendilerini nasıl savunacaklar? özür dilemeleri yetmez.
Türkiye'nin bütünlüğünü, ulusumuzun birliğini boğacak birçok öneri Katılım Ortaklığı içindeki üyelik şartları arasında bulunuyor, AB organları ve görevlileri her fırsatta bu ölçütleri Türkiye'nin önüne koyuyorlar.
AB bugüne kadar çeşitli girişimleri sonucunda, bütünlüğümüzü ve birliğimizi tehlikeye sokan bir yığın gelişmeye sebep olmuştur.
Birçok ulusal parlamento sözde Ermeni Soykırımı'nı kabul etmiştir. Avrupa Parlamentosu onlardan bir adım ileri giderek, soykırımın varlığını kabul etmiş, ek olarak Türkiye'nin de kabul etmesini karara bağlamıştır. Bu karar konuyu ikinci aşamaya taşımıştır. Bundan sonraki aşamalar tazminat ve toprak talebidir. üye olmamızdan sonra bu aşamalarla ilgili kararlar sürpriz olmayacaktır. Bu da bir AB getirişidir.
ılki 1929'da, 19'uncusu 1998'de Boğaziçi üniversitesinde, 20'ncisi 2001'de Fransa Cumhurbaşkanı J. Chi-rac'm başkanlığında Paris'te yapılan Bizans toplantıları kulislerinde; Fener Rum Ortodoks Kilisesi yerine; Aya-soiya Müzesi Merkez, ıstanbul Surları hudut olan bir Rum Ortodoks Devleti'nin kurulması; Sultan Ahmed Camisi yıkılarak altındaki Bizans kalıntılarının gün yüzüne çıkarılması görüşülüyor. Anadolu'daki eski - yeni bütün kiliseler canlandırılmaya çalışılıyor. Bütün bu girişimler, AB üyesi Türkiye'de çok daha kolay ve başarılı şekilde uygulanacaktır.
Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'in AB üyeliği sonunda uğrayacağı kayıplar kendi bölümünde geniş şekilde işlenmektedir.
AB'nin Gelişme Yönü
AB'de gelişme; a. derinleşerek b. yaygınlaşarak sürdürülüyor.
Kurumlar yeni yetkilerle donatılırken, üyeler arası bağları güçlendirici önlemler alınarak içerik destekleniyor. Aynı zamanda yeni üyelerle kapsam yaygınlaştırılıyor.
şüphesiz ki gelişmenin en önemli ayağı mali sorunlar: Bütçeye, üye ülkelerden her birisinin ne kadar katkıda bulunacağı; bölgesel politikalara kaynak ayrılması; yeni üyelerin sebep olacağı ek giderler; tek para'nın getireceği sorunlar, ıngiltere, ısveç ve Danimarka'nın para birimine dahil olmaması; Euro'nun dolar karşısında 1.17'den 0.89'a değer kaybı, tarım alanında çözümsüz sorunlar, ekonomiyi etkileyen sosyal tepkiler (Grevler vb.); göç sorunu... gibi zaman içinde ve AB genişledikçe çoğalacak bir yığın dert, iç ve dış tartışmalara, sürtüşmelere sebep olacaktır. Bu sorunları sayfalarla uzatmak mümkün.
Herhalde günümüzdeki en önemli sorunlardan ikisi; kaybedilen uluslararası etkinlik ve henüz askeri güce sahip olunamamasıdır. Alman Başbakanı Gerard Schroder çare olarak federatif sisteme geçişi öneriyor. Bu öneri, Maastricht'te alınan "Avrupa Parlamentosu ve diğer AB birimlerinin yetkilerinin artırılması" kararının uygulamaya konmasını gerektiriyor.
Nice toplantısında, Avrupa Parlamentosunun yetkilerinin Avrupa Konseyi yetkileri ile eşitlenmesi kararma değinilmişti. Avrupa Konseyi'nin bir senato haline getirilmesi öneriler arasında bulunuyor. Merkezi AB birimlerinin yetkilerinin artışı, üye ülkelerin bağımsızlık ve egemenliklerinin gerilemesini getirecektir.
AB'nin Geleceği ile ılgili Göstergeler
En az araştırdığımız konu Avrupa'dır.
Avrupa 21'inci yüzyılda, geçmiş yüzyılların Avrupası ile aynı değil. Avrupa dışı dünya da eskisinden çok farklı.
Avrupa'nın egemenlik ve sömürüsünden kurtulmuş, değişmiş, gelişmiş başka bir dünya var. AB'nin hesaba katması gereken; ABD, çin, Japonya, Afrika, Orta Doğu, Güney Doğu Asya... gibi değişik yapılarda güçler oluştu. Bunlar artık, Avrupa'nın hizmetinde değil; bir anlamda tam karşısındalar. Avrupa ise, 20'nci yy.da yaşadığı iki dünya harbinde ve soğuk harpte çok ciddi kayıplara uğradı.
Birçok Batılı araştırıcı Avrupa'nın geleceğini çok parlak görmüyor. Bu konu ilk kitapta "Avrupa Tükeniyor mu?" başlığı altında ele alınmıştır. Konu çok içerikli ve kapsamlı. Düşünmeye davet için, bu yayında Avrupa'nın geleceğini etkileyebilecek konuların sadece başlıklarının sayılması ile yetinilecektir.
o AB kendisine hayat ve güç veren; bir anlamda kimliğinin bir parçası haline gelen bütün sömürgelerini kaybetmiştir. önemli ve yeterli hiçbir stratejik kaynağa sahip değildir.
Ham madde, ucuz işçi ve pazar ihtiyacı içinde bulunuyor. Bu üç eksik, AB için her dönemde ve her koşulda ciddi sorunlar yaratacak önemde alanlar.
o AB'nin noksanlarını gidermesi; petrol ve diğer stratejik kaynaklara yeterli miktarda, uygun fiyatlarla ulaşabilmesi için, ABD'nin dünya üzerindeki emperyalist etkinliğine ihtiyacı devam ediyor. Bu desteğin devamlı ve garantili olacağı varsayılamaz.
o AB henüz NATO olanakları dışında askeri güce sahip değildir. Terör ve güvenlik alanında ABD'nin varlığı AB için önemini uzun süre korumaya devam edecektir.
o AB'nin dış politika ilkeleri belirginleşememıştir. o AB'nin kuruluşundan önce, Avrupalı ülkeler arasındaki rekabet, konu ve alan olarak daha yaygındı. Avrupa'daki olumlu gelişmelerin sebeplerinden birisiydi. örnek olarak silah sanayiindeki yarışma, teknoloji ve endüstrinin gelişmesinde itici bir etki yaratıyordu.
Bugün AB içindeki rekabet, aynı yasal ortama ve aynı koşullara bağımlı oldukları için daha durgun, heyecansız olmakta, rekabet birbirlerine engel olma şekline dönüşebilmektedir.
o AB içinde, çeşitli alanlarda üyeler arasındaki farklı uygulama, onların deyimi ile çok vitesli sistem (yönetimde farklı temsil, para birliğinde ve gümrüklerde üyeler arasında farklı uygulama...) ve kültür konularında giderilemeyen ayrılıklar yeni sorunlara kaynak olabilecek yapı özellikleridir.
o Almanya'nın artan etkinliği, belirleyici, yönlendirici davranışları ayrıca AB içindeki gruplaşmalar sorun kaynakları olabilir.
o ısteğini yitirmiş AB odağında, tarihi hırsları depreşmiş Almanya'nın tutumu ve girişimleri birliğe zarar verebilir.
o Avrupa'nın yapı ve gelenek olarak emperyalist uygulamalara bağımlılığının yaratacağı sorunlar göründüğünden daha ciddi kayıplara sebep olabilir.
o Yeni üyelerin ekonomik, sosyal ve politik külfetleri olacaktır.
o AB'nin geleceği ile ilgili olarak, ABD ile karşılaştırmalı rakamlar Radikal gazetesinde (19 Mart 2001) yayımlanmıştır:
Milli gelirden bilgi ve iletişim teknolojisine ayrılan pay: ABD % 8.6; AB % 6.1.
ınternete bağlı ilk okul oranı:ABD % 95; AB %45 Bilgisayara sahip olma: ABD % 52; AB% 25
Patent çıkarma giderleri: ABD'nin AB'den 15 kat fazla
Yeni kurulan şirketlere katılım: ABD'de AB'den 3 kat fazla
ışsizlik oranı: ABD % 4, AB % 9
AB'nin sorunlarım artıran, çapraşık ve karmaşık duruma sokan konuların sayısı elbetteki çok daha fazla.
Vurgulanmaya çalışılan; üyesi olmak için çırpındığımız Avrupa Birliğini yeterince tanımadığımız; gelişme yönünü ve eğilimini dikkate almamamız.
şurası kesin ki; Avrupa 18-20'nci yy.ların Avrupa'sının yerinde ve etkinliğinde değil. Mevcut yapısı, olanakları ve gelişen diğer evrensel güç odakları sebebiyle eski etkinliğine kavuşması da beklenmemelidir.
Avrupa yardım istenecek değil, yardım edilmesi gereken bir geleceğe eğilimli görünüyor.
Avrupa'nın bugün sahip olduğu bilgi ve deney birikimi, sosyal disiplin, sermaye birikimi, girişimci ruh; kaybedilmesi mümkün, değişken unsurlar olarak düşünülmelidir.
Avrupa Birliğinde Belirsizlikler
AB içinde, bazı yayınlarda "çok viteslilik" olarak adlandırılan ve farklı hıza sahip üyelerin farklı aşamalarda olabileceğini anlatan bir uygulama, bir yönü ile belirsizlikler yaşanmaktadır.
üyelik Durumları Arasındaki Farklar:
Tam üyeler: Almanya, Fransa, ıngiltere, ıtalya, ıspanya, Hollanda, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Lüksemburg, ısveç, Danimarka, Avusturya, Finlandiya, ırlanda.
Resmi üye Adayları
: ıleri görüşme aşamasında olanlar: Polonya, Macaristan, çek Cumh., Malta, Güney Kıbrıs, Estonya.
Görüşmeye Yeni Başlanılan üye Adayları: Slovakya, Slovenya, Romanya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan.
Türkiye'ye Katılım Ortaklığı verilmiş ve Türkiye Ulusal programı hazırlamıştır.
Kararsızlar: ısviçre, Norveç, ızlanda.
Bekletilenler: Hırvatistan, Bosna-Hersek, Yugoslavya, Arnavutluk, Makedonya, Moldova.
Belirsiz ülkeler: Rusya, Ukrayna, Belarus, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan.
Tek Para Birimine Geçiş Farklılıkları
: Euro'ya geçenler: Fransa, Almanya, ıtalya, ıspanya, Hollanda, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Lüksemburg, Avusturya, Finlandiya.
Eııro'ya Geçişini Erteleyenler: ıngiltere, ısveç, Danimarka.
Nice Zirvesinin Getirdiği Uyumsuzluklar:
Nice Zirvesi üyelerin AB yönetimindeki temsil oranlarını belirleme işlevi sebebiyle zor geçmiştir. Almanya ve diğer ağırlıklı ülkeler, 2010 yılından önce katılım oranlarını belirleyerek, ileride doğabilecek tartışmaları önlemiş oldular.
Bu toplantıda AB'nin 2010 yılındaki üye sayısı da belirlenmiştir.
üye sayısı, 12 aday ülkenin katılımı ile sınırlanmıştır. Türkiye adaylar arasında bulunmamaktadır. Türkiye'nin 2010 yılından sonraki durumu hakkında da bir açıklama yoktur. Bir ara, AB dönem başkanı Fransa Dışişleri Ba-kanı bir açıklama yapacağı duyurulmuş, fakat gerçekleşmemiştir. Onun yerine Fransa Meclisi Dışişleri Komisyon Başkanı François Loncle "Tarihi ve coğrafi özellikleri dikkate alınınca Türkiye AB'ye hiçbir zaman giremez" demiştir.
Nice kararları 2010 ve sonrası içindir ve bu kararlar içinde Türkiye yoktur. Türk yetkililer kararın değiştirilmesi için, AB dış kapı eşiğinin önünde bekleşiyorlar. Olan bizim ulusal onurumuza oluyor.
Avrupa Komisyonunda Temsil;
2005 yılına kadar her üye ülkenin komisyonda bir temsilcisi olacak: Almanya, ıngiltere, Fransa, ıtalya 30'ar oyla en yüksek hakka sahipler. Malta, Lüksemburg, Kıbrıs Rum kesimi 3'er oy ile en az oy hakkına sahip bulunuyorlar.
Toplam oy sayısı 321, nitelikli çoğunluk 231(% 71.9) olacak.
Komisyon başkanlarını Avrupa Parlamentosu belirleyecek.
Avrupa Parlamentosu Komisyon başkanı'nın yetkilerini artırabilecek, Komisyon başkanı bir üyenin görevine son verebilecek.
Konseyde Temsil
Halen 87 olan üye sayısı 12 aday ülkenin katılımı ile 345'e yükselecek. Nitelikli oy çokluğu: 255 oy (%74.6).
üyeler: Almanya (29), ıngiltere (29), Fransa (29), ıtalya (29), ıspanya (27), Hollanda (13), Yunanistan (12), Belçika (12), Portekiz (12), ısveç (10), Avusturya (10), Danimarka (7), Finlandiya (7), ırlanda (7), Lük-semburg (4).
Adaylar: Polonya (27), Romanya (15), çek Cumhuriyeti (12), Macaristan (12), Bulgaristan (10), Slovakya (7), Litvanya (7), Letonya (4), Slovenya (4), Estonya (4), Kıbrıs Rum kesimi (4), Malta (3).
Avrupa Parlamentosunda Temsil.
Nice toplantısında alacağı kararlar tavsiye niteliğinden çıkarılarak "Konseyinkilerle" eşit düzeye getirildi.
Mevcut 626'üye sayısı, adayların katılımı ile 738'e yükselecek (Parantez dışındaki rakamlar bugünkü mevcutları, parantez içindeki rakamlar l Ocak 2004 yılından sonraki mevcutları gösteriyor): Belçika 25 (22), Danimarka 16 (13), Almanya 99 (99), Yunanistan 25 (22), ıspanya 64 (50), Fransa 87 (72), ıtalya 87 (72), ırlanda 15 (12), Lüksemburg 6 (6), Hollanda 31 (25), Portekiz 25 (22), ıngiltere 87 (72), Avusturya 21 (17), Finlandiya 16 (13), ısveç 22 (18). Toplam 626 (535). Adaylar ile toplam 732 üye olacak.
Adayların Parlamenter Sayısı: çek Cumhuriyeti 20, Macaristan 20, Polonya 50, Romanya 33, Bulgaristan 17, Estonya 6, Letonya 8, Litvanya 12, Slovenya 7, Slovakya 13, Güney Kıbrıs 6, Malta 5.
Görüldüğü gibi AB içindeki birçok konuda, üyeler arasında farklılık yaratılmıştır. Bu farklılıkların nasıl bir gelişme göstereceği, hangi sonuçlarla karşılaşılacağı bilinmiyor.
AB'de Halktan Kopuk Gelişme
AB'deki kararların halkın katkı ve katılımına olanak vermeden alınması eleştirilere sebep oluyor.
Avrupa kamuoyunun bazı çevrelerinde "Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete" görüşü yayılıyor.
Europen Voice gazetesi "AB vatandaşlarının görüşlerinin dikkate alınmadığı kanısında olmaları çok ciddi sorun yaratıyor" şeklindeki tesbitinden sonra, "AB anlaşma, tüzük ve yönergelerinin halkın anlayacağı dilden olması gereği üzerinde" duruyor ve "Herşeyden önce kamuoyuna saygı ve vatandaşa görüşlerinin dikkate alındığının gösterilmesi gereğini" vurguluyor.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Nicole Fontain'e göre "Hazırlık yapılmaksızın euro'ya geçiş halk ayaklanması bile çıkarabilir."
Göteborg'daki liderler zirvesinde küreselleşme karşıtlarının yaptıkları gösterilerin değerlendirilmesi isteniyor.
Türkiye'de kamuoyu tamamen dışlanmıştır. ön sözde bir örnek olarak Ulusal Program'ın nasıl gizlilik içinde hazırlanıldığına değinilmişti. Kaldı ki, bazı çevrelere göre 90 bin, bazı çevrelere göre 120 bin sayfa olan AB mevzuatı, bugün (2002) Türkçeye çevrilmemiştir. Sadece halk değil, bizi apar topar 12 yıldızlı AB bayrağı altına toplamaya çabalayan, kararlar alan yöneticilerimiz de bunlardan habersiz.
Ortak Kültür Unsurlarında Gelişmeler
Bazı yetkililerin "Bugün AB'yi kurmaya başlasak, kültürden başlardık" dediklerine önceki yayınlarda da yer verildi.
Uluslararası birlik kurulmasında; birleşen coğrafyanın oluşturduğu bütünlük ve kültür unsurlarında ortak değerlere sahip olunması olmazsa olmaz koşullardandır.
AB oldukça güçlü bir coğrafi bütünlük içeriyor. üç tarafı, Kara Deniz'i de dikkate alırsak daha fazlası güvenli sınırlara dayalı. Bu bütünlük birliğin zaman içinde güçlenmesine katkıda bulunacak bir değerdir.
Kültür unsurlarından ortak değer olarak Hıristiyanlığın öne çıkarılmasına çalışıldığı ve bu konuya büyük özen gösterildiği görülebiliyor. Avrupa Birliği bayrağının Hıristiyanlıkla ilgili bazı ilkeleri simgelediği ilgili bölümde açıklanmaktadır. AB on iki yıldızı kağıt Euro'lara da, madeni Euro'lara da konmuştur. Böylece AB, Hıristiyanlık etrafında kuvvetli bir birlik sağlamaya, ortak kültür unsurlarını din unsuru yolu ile güçlendirmeye çalışıyor.
AB ortak kültür unsurlarında en fazla sorun olan, dil farklılıklarıdır. Avrupa'da nüfusun yarısı ikinci bir dil biliyor. Her üç Avrupalıdan birisi ıngilizce biliyor, Fransızca % 15, Almanca % 9, ıspanyolca % 5 ikinci dil olarak biliniyor. Doğu Avrupa'da Rusça bilenler fazla. AB tercüme işlerine yılda 300 milyon dolar harcıyor. Sorun ortada.
AB içinde, diğer kültür unsurlarında ekonomik, politik, sosyal entegrasyon sebebiyle ortak değerlere ulaşılması, zaman içinde çözülebilir. Fakat siyasi, özellikle ekonomik rekabet konusunda, uyumlu ortamın korunması kolay olmayacaktır.
Türkiye coğrafyasının, Avrupa coğrafi bütünlüğünü tamamlamadığı görülebiliyor. Türkiye'nin coğrafi konumunun taban oluşturduğu Türkiye jeopolitik konumu, AB için bazen çözümsüz sorunlar taşıyacaktır. örnek olarak Türkiye'nin Kafkasya, ıran, Irak, Suriye, Orta Doğu, Orta Asya, Rusya gibi ülke ve bölgelerle ilgili sorunları, büyük ölçüde AB sorununa dönüşecek. Avrupa'nın böyle bir sonucu üstlenmesi kolay değil.
Türkiye'nin üye olması AB'ni en fazla kültür alanında yeni karar ve çalışmalara yönlendirecektir.
Türkiye ise, büyük ve gizemli kültürümüzün AB kültürü ile entegrasyonu sonucu, kültür boşluğu (Cultural lac), kültür yozlaşması ve kültür erozyonu ile karşı karşıya kalacak, ve bunlarla başetmeye çalışacaktır. Büyük olasılıkla Türk yetkililer bu konuyu da kendi başına, kendi haline, başıboş bırakacaktır.
Bizi Ne Kadar ıstiyorlar?
önceki yayına, Fransa eski Cumhurbaşkanı Giscard d'Estaing; CDU (Alman Sosyal Birlik Partisi) eski başkanı ve eski Başbakan Kohl'ün; aynı partinin Avrupa politikası sözcüsünün; Almanya eski başbakanlarından Helmuth Schmith'in... Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan sözlerinden alıntılar yapılmıştı. Bu tür açıklamalar ne yazık ki durmuyor. Bizim yöneticilerimiz ve bazı çevrelerimiz bu ağır sözleri anlamak istemiyorlar, hafife alıyorlar, topluma önemsiz göstermeye çalışıyorlar.
H. Kohl, Avrupa Halk Partilerinin (ETP) Berlin'deki 14'üncü Kongresinde; Avrupa Birliği'nin Hristi-yanlık değerlerinden vazgeçmemesi gerektiği üzerinde tekrar durmuş, Avrupa'nın Antik Hümanizm ve Hristi-yan dünya görüşü temelleri üzerinde kurulduğunu tekrar etmiş, şunu söylemiştir: "Hristiyan dünya görüşü ve Hris-tiyanlık değerlerinin olmadığı bir Avrupa benim Avru-pam değildir."
Zirve toplantısı sebebiyle Nice'de bulunan Fransa Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı François Loncle "Tarihi ve özellikleri dikkate alınınca Türkiye AB'ye hiçbir zaman giremez" demiştir.
Almanya'nın eski başbakanlarından Helmuth Sch-mith, ilk yayına alınan konuşmasından sonra "Avrupa 'nını Kendini ıdamesi - 21'inci Yüzyıl ıçin Perspektifler" isimli bir kitabı yayımlamıştır.
H. Schmith bu defa Türkiye'nin AB üyesi yapılmaması hakkındaki görüşlerine gerekçeler göstermiştir. "Türkiye'nin nüfusu, şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak. 21. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye'nin nüfusu Fransa ve Almanya'nın toplamı kadar olacak. Türkiye'yi AB'ye almak isteyenlerin bu rakamları akıllarında tutmaları lazım." "Türkiye'nin Suriye, ıran ve Irakla sınırı var ve Yunanistan ile yüzyıllardır sürtüşmektedir ki bu sürtüşmenin tek sebebi Kıbrıs değildir. Türkiye bölgede kendi çıkarları olduğu için Ortadoğu'da yaşanan her savaşa endirekt de olsa katılmıştır.", "Türkiye ile Rusya arasındaki yüzyıllardır süren kin, özellikle Orta Asya'daki cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanması sonrası, her an yeniden canlanabilir." "Türkiye'nin AB'ye alınması bağlamında gözden kaçırılmaması gereken önemli kültürel farklar da var." "Türkiye ile Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok daha derindir." "Aslında Türkiye'ye karşı açık kartlarla oynamak yerinde olurdu."
ıngiliz The Guardian gazetesi 11 Eylül 2001'de ABD'nde gerçekleştirilen terör olayını "11 Eylül 1683"te-ki Viyana yenilgisinin Müslümanlar tarafından alınan intikamı olarak değerlendirmiştir. Gerçek bir fikir çirkinliği ve sosyal cehalet.
Bütün bu yetkililerin söylediklerine ve bazı araştırmalara göre, Avrupalıların sadece % 30'undan daha azı tarafından desteklenmesine rağmen, Türkiye'nin AB üyeliği gerçekleşirse; AB üyesi olarak ne tür zorluk, dışlama, aşağılama, horlama ile karşı karşıya kalacağımızı, çok zaman yalnızlığa itileceğimizi, her zaman "öteki" muamelesi göreceğimizi, kulis oyunları ile Türkiye üzerindeki her tür emellerini gerçekleştirmeye çalışacaklarını ve gerçekleştireceklerini düşünmeliyiz.
Bütün bu kötü sonuçlar; elbetteki, bildikleri yabancı dile güvenerek, Avrupa Parlamentosunda üye olmayı umanların hayallerinin yanında küçük kalıyor.
15 üye ülkede yapılan kamuoyu yoklamasında, aday ülkelerden hangilerinin üyeliğinin istendiği sorulmuş ve şu sonuçlar alınmıştır: Norveç'i isteyenler % 70, ısveç'i % 69, Malta'yı % 50, Kıbrıs'ı % 44 (Kuzey Kıbrıs ile birlikte), Türkiye en az istenen ülke (13'üncü) % 30.
Türkiye AB ilişkileri bağıtlı olarak 40 yıla ulaşmıştır (1963 Ankara Anlaşması). Başka Jıiçbir ülke ile üye olmadan yapılmayan; üye adaylarına uğrayacakları kayıpları telafi için büyük yardım yapılan gümrük birliği, Türkiye ile gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlara rağmen Türkiye, aralarında soğuk harpten sonra Varşova Paktı üyelerinin de bulunduğu 12 aday ülkeden daha avantajsız ve olumsuz bir konumda, AB'nin eşiğinin dışında bekletilmekte, zaman zaman horlanmakta, zaman zaman birşey-ler verilmektedir.
Nice zirve toplantısında; AB'nin 2010 yılına kadarki yapılanması kararlaştırılmış; üyelerin ve aday ülkelerin yeniden yapılanma içindeki yerleri; Avrupa Parlamentosu, Komisyon ve Konsey içindeki kontenjanları belirlenmiştir. 2010 yılında nihayetlendirilecek bu yapılanmada Türkiye'ye hiç yer verilmemiştir. Kararlarda AB'nin 2010 yılından sonraki genişlemesi hakkında da hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Ancak, bizim AB üyeliği yanlısı yetkililerimizin girişimi ile, Türkiye'nin bağımsızlığını veya başka sistemler içerisinde olmasını istemeyen AB yetkililerinin oluru ile, "AB'nin genişlemesine dair deklarasyonun" l'inci sayfasına şu dipnotun ilave edilmesine karar verilmiştir: "Bu tablolar sadece katılım müzakerelerine fiilen başlanmış olan aday ülkeleri gözönüne almakta dır." Türkiye'de bu ifadeye dayanarak AB üye adaylığı canlı tutulmaya çalışılıyor. Nice kararlan incelendiği zaman Türkiye'ye resmen "Hayır" dendiği anlaşılabilir.
AB Türkiye'yi diğer 12 aday ülkeden ayırmış, tanı üyelik müzakereleri kapsamına bile almamıştır. Diğer 12 aday ülkenin AB içinde sindirilmesi 2010'dan çok sonra mümkün olabilir.
AB içinde genişlemeden sorumlu Verheugen, katılım müzakerelerinin; Türkiye siyasi kriterleri yerine getirmeden başlayamıyacağını vurgulamaktadır. Bu açıklama; Kıbrıs'tan, Ege'den vazgeçmeden, Türkiye'nin bölünmesi ve Bizans'ın canlandırılması için gerekli ortam oluşmadan Türkiye ile müzakere yapılmayacağı şeklinde anlaşılabilir.
Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Dr. Hans, ıohaim Vergau "Türkiye'nin tam üyeliğinin AB'nin kimliğini büyük ölçüde değiştireceği açıktır. Türkiye hiçbir aday grubuna sığmamaktadır." demiştir.
Aynı görüş birçok Batılı yetkili tarafından yaralayıcı şekilde defalarca açıklandı.
AB'nin Türkiye'den ne istediğini, en iyi olarak AB Konsey temsilcisi Bayan Karen Fogg'un faaliyetlerinden çıkarabiliriz. Avrupa Parlamentosu kararları (Ek -A), Karen Fogg'un çalışması ve amaçları ile örtüşüyor; birbirlerini doğruluyor ve birbirlerini tamamlıyorlar. Bunlar ortak olunması düşünülen bir ülkeye reva görülmemeli. Ek- A'da bir kısmı açıklanan Avrupa Parlamentosu kararları, AB yetkililerinin çirkin ve haksız açıklamaları karşısında sessiz kalmamış, ulusal onurumuz korunma-mıştır. Türkiye istenmeyen ortak olarak ebedi üye adayı durumundadır. "Hayır" diyecek cesaret gösterilemiyor.
AB üyeliği'nin Seçenekleri
Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye açısından sakıncaları söylendiği zaman genellikle aynı soru ile karşılaşılıyor:
AB üyeliğinin seçeneği (alternatifi) ne? Veya; AB değilse ne?
Soru çoğunlukla kendilerinin belirlediği seçeneklerle tamamlanıyor: Bağdat mı? Kumları petrol bulaşığı Orta Doğu çölleri mi?... Bu kinayeli cevaplar; cevap şeklindeki sorular yanlış.
Karşı karşıya bulunduğumuz durum iki seçeneklidir:
1. Türkiye'nin AB üyesi (eyaleti) olması.
2. Atatürk'ün kurduğu; tam bağımsız, kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayalı ulusal Türk devletinin korunması.
AB üyeliğinin eyalet olarak nitelenmesinin sebebi bu yayının bütününde veriliyor: Atatürkçülüğün Sonu; Katılım Ortaklığı Tuzakları; Bizans'a verilen Can Suyu; Gümrük Birliği mi, Müstemleke Anlaşması mı? ve Ek -A.
Aranan ve sorulan, aslında dış politika seçenekleridir.
Türkiye AB üyesi olursa, AB dış politikaları dümen suyunda politikalar üreteceğiz. Seçeneksiz, rahat ve kolay bir dış politika çizgisi olacak. AB'nin amaçlarına yönelik davranışlar sergileyeceğiz. AB'nin dış politika seçenekleri üzerinde ciddi bir etkide bulunabilmeyi beklemememiz gerekir.
ıkinci durumda; Türkiye'nin Atatürk'ün kurduğu, tam bağımsız, kayıtsız şartsız ulus egemenliğine dayalı ulus devlet niteliğimizi korumamız halinde; devamlı olarak değişecek ve gelişecek dış politika seçeneklerine sahip olacağız.
Türkiye coğrafyasının, Türk tarihinin, Türk kültürünün özellikleri Türkiye'ye başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar çok seçenek sunar: Türkiye; ABD ile, AB ile, Rusya ile, Orta Asya ülkeleri ile, Alt Kıta ülkeleri ile Orta Doğu ile, Kafkas ülkeleri ile... zaman içinde şartlan değişen ve gelişen politik ilişkiler kurabilir. Karadeniz Ekonomik ışbirliği (KEıB), Ekonomik ışbirliği Teşkilatı (ECO-EKıT), ıslam Konferansı, Türk Dünyası, Güney Doğu Avrupa ışbirliği (Balkanlar, GAıB)... gibi kuruluşlar da etkili - etkisiz birer seçenektir.
AB üyesi olsak da Avrupa bize birşey vermeyecek, bizim için birşey yapmayacaktır. Türk Devriminin de amacı olan her çağda çağdaş olma hedefine ancak kendi çalışmalarımız ve kendi gücümüzle ulaşabileceğiz.
AB üyesi olmayıp bağımsız kalmamız halinde AB ile olan ilişkilerimiz; AB üyesi olmamız durumundan çok daha sağlıklı olacaktır.
1. BöLüM
ATATüRKç ü LüK SON LANDIR I LIYOR
Atatürkçü Düşünce Sistemi; ıstiklal Harbini, istiklal Harbi sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyetini, öncesi Türk Toplumunu şekillendiren, belirleyen bütün olayların, bütün olguların düşünce tabanını oluşturur.
Kurulan devleti ve toplumu büyük ölçüde yeniden inşa eden Atatürkçü düşünce sistemi; vazgeçilemez, paylaşılamaz, zayıflamasına göz yumulamaz ilkelere dayanır. Bu ilkeler aynı zamanda kurulan devletin ve toplumun kimliğini belirlemektedir.
Toplumların seçip benimsedikleri düşünce sistemleri; en etkili kültür unsuru değeri kazanırlar ve diğer bütün kültür unsurlarını şekillendirirler.
2876 Sayılı Kanunun 6'ncı Md..b fıkrası gereğince "Milli Kültür Unsurlarını tespit etmek" görevi Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Yüksek Kuruluna verilmiştir.
Atatürk Kültür Merkezi tarafından oluşturulan bir "Bilim Kurulu" Türk Kültür Unsurlarını tespit etmiş ve Başbakan'ın başkanlığında toplanan "Yüksek Kurul" tarafından onaylanmıştır.
Onaylanan listede Atatürkçülük birinci kültür unsuru olarak (Toplumu oluşturan temel düşünce sistemi) belirlenmiştir.
Konu ile ilgili yayının ön Sözünde şu açıklama bulunmaktadır.
"Atatürkçü Düşünce, milli kültür unsurları arasında özel değeri ve önemi olan bir konudur. Her şeyden önce, Atatürkçü Düşünce, Türk Milletinin tarihten çıkardığı bir sonuçtur, bir düşünce ürünüdür. Türk Milletinin tarihi gelişmeler içindeki birikimi Atatürkçü Düşünce'yi ortaya çıkarmıştır. Bağımsız devletimizin kuruluşunun, milli egemenliğe dayanan özgürlüğümüzün, modernleşmeye açık laik zihniyet yapımızın kaynağını oluşturan Atatürkçü Düşünce Sistemi tümüyle Türk milli hayatının gereklerini belirlemektedir. Atatürkçü Düşünce, Türk milli hayatının olduğu kadar, Türk milletinin geleceğinin de her türlü tehlikelere karşı bir teminatıdır."
"Atatürkçülüğü anlamadan Türk devlet ve toplum yapısını, düşünce ve davranışlarımızı belirlemek mümkün değildir. Atatürkçülük bağımsız kültür unsurlarımızdan biridir. Diğer bütün kültür unsurlarım etkilemiştir ve diğer bütün kültür unsurlarımızı şekillendirmeye devam etmektedir..."
Türk devleti ve toplumu millet egemenliğine dayandırılmış, bağımsız olarak yapılandırılmıştır.
Atatürkçülüğün, Atatürkçü düşünce sisteminin dayanak ve aynı zamanda kaynakları olan ilkeler, Avrupa Birliği'ne üye olmamız halinde büyük ölçüde kayıplara uğrayacak, toplum ve devlet üzerindeki etkinliklerini yitirecekler.
Atatürk'ün; devletin ve toplumun kuruluş harcına koyduğu, millet egemenliğinin ve bunun vazgeçilmez, doğal koşulu olan bağımsızlığın AB birimleri ile paylaşılması; bu erdemli özelliklerden yoksun kalacak olan ülkemizi Avrupa Birliği'nin bir eyaleti durumuna sokacaktır.
AB üyesi olduktan sonra uymak zorunda olduğumuz yasaların önemlilerini; her vesile ile Türk düşmanlığını açığa vurmuş olan Avrupa Parlamentosu yapacak ve biz uygulamak zorunda kalacağız. Bunlara ek olarak, Türkiye'ye karşı daima çifte standart (iki yüzlü davranış) uygulayan Avrupalıların, Avrupa Birliğinin uygulama organlarının, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyinin kararları Türk Hükümetinin kararlarının önüne geçecektir.
Atatürk'ün kurduğu ve bize emanet ettiği "Cumhuriyet" yukarıda açıklanan köle yapılı Cumhuriyet değildir. Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayanır ve tam bağımsızdır.
Avrupa Birliği üyesi olmamız halinde Atatürk'ün kurduğu kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayalı bağımsız cumhuriyetimiz mahiyet (nitelik, vasıf, öz, asıl, esas..) değiştirecektir.
Egemenliğin karşılıklı devredileceği doğru. üzerinde durduğumuz iki husus var:
Birincisi; AB üyesi olan Türkiye, tarihi ve kültürel sebeplerle, AB içinde daima "öteki" (hasım) işlemi görecek, her konuda kulis oyunları ile, "Doğu Sorunu" ve "Megali idea" amaçlan yönünde yok oluşa doğru götürülecektir.
ıkincisi; bu Anayasal değişikliklerden sonra, artık, TC. Atatürk'ün kurduğu tam bağımsız ve kayıtsız şartsız millet egemenliğine sahip özellikleri taşımayacak. Bağımsızlık ve egemenliği AB ile paylaşmak ve aynı zamanda Atatürk'e ve ilkelerine bağlı olmak mümkün değildir. Bu iki hal birbirine karşıdır.
Avrupa Birliği yetkili birimlerinde, henüz üye dahi olmadığımız halde Türkiye aleyhine alman kararlar Türk-ış tarafından yayımlanan Ek-A'daki "Avrupa Birliği Türkiye'den Ne ıstiyor" isimli broşürde yayımlanmıştır.
Türkiye hakkında alınan kararların içeriği ve üslubu ulusal onurumuza saldırı düzeyindedir. Bu suçlamalara Türk Hükümetinden, TBMM'nden, Adalet organlarımızdan, kısaca yasama, icra ve yargı güçlerinden hatta basından cevap verilmemiş olması çok üzücüdür.
Türkiye AB üyesi olmadığı için broşürdeki kararlar bizi bağlamıyor ve uygulamıyoruz. Fakat üye olduğumuz zaman bu kararlar birer birer bize dayatılacak. Belki de, üyeliğimizin onaylanması için, üyeliğin onay makamı olan Avrupa Parlamentosu tarafından daha önce alınmış olan Ek-A'daki bütün kararlar üyelik şartı olarak önümüze konacak. Karşı karşıya kalınacak ortamı anlamak için bu kararları çok iyi incelemeliyiz.
AB üyesi olduğumuzda, AP'nda üyelerimiz bulunacak. Fakat sonuç değişmeyecek. 700 kişilik parlamentoda 80 .üyemiz kulis oyunları ile daima azınlıkta bırakılacak ve Türkiye ile ilgili kararları aleyhimize çıkarmayı başaracaklar. Yaşanan Haçlı zihniyeti ve Doğu Sorunu politikası, yine tarihten kaynaklanan Türkleri "öteki" sayma içgüdüsü devamlı olarak bizim aleyhimize davranmalarına sebep olacaktır. Neler yapabileceklerinin en iyi örneği bugün almış oldukları kararlardır.
AB üyesi olduğumuz sürece bütün AB organlarının üzerimizde yaptırım yetkisi ve gücü olacak, alınan kararları mutlaka uygulamak zorunda olacağız.
TBMM yasama yetkilerini Avrupa Parlamentosu ile, TC Hükümeti icra ile ilgili yetkilerini AB Konsey ve Komisyonu ile, yargı organlarımız yetkilerini Adalet Divanı ile paylaşacaklar.
Maastricht'te alınan önemli kararlardan birisi: "Mevcut AB (o tarihte AT) kurumlarının, bu arada Avrupa Parlamentosunun yetkilerinin artırılması" dır.
AB organlarının yetkilerinin artırılması ulusal kuruluşların (TBMM, TC Hükümeti, Türk yargı organları) aleyhine olacak, üye ülkelerin eyalet olma özelliği gittikçe belirginleşecek; egemenlik ve bağımsızlığımız giderek cılızlaşacaktır.
Bağımsız bir ulusu; hiçbir getirişi olmayacak bir federasyonun eyaleti haline getireceğiz.
Bağımsızlık Savaşı Sırasında Mandacılarla Yapılan Mücadele
4 Eylül 1919 günü açılan Sivas Kongresinde, 8 Eylül 1919 günü Manda konusu tartışılmaya başlanmıştır.
Daha önce Kafkas Tümen Kumandanı olan Arif Beyin, Erzurum'da bulunan Atatürk'e Amasya'dan çektiği telgrafta şu açıklamalar bulunuyor: "Bağımsızlık elbette istenir ve tercih edilir. Ancak, tam bağımsızlık istediğimiz takdirde, vatanın birçok parçalara ayrılacağı kesin ve şüphesizdir. şu halde, iki üç ili içine almaktan ibaret olan bağımsızlığa, vatanımızın bütünlüğünü garanti altına alacak yabancı bir devletin himayesi (mandaterlik) elbette tercih edilir.", "Belirli süre için Amerikan mandası istenmesinin" yararlı olacağım açıklıyor ve Amerikan temsilcisi ile görüştüğünü, temsilcinin bütün bir milletin sesi olarak Amerika'ya duyurulmasını istediğini söyledikten sonra "Bazı şartlar çerçevesinde" Wilson'a, Senato'ya başvurulmasını teklif ediyor."
M. Kemal Amasya'da bulunan Bekir Sami Bey'e çektiği telgrafta "Kongrede (Erzurum) devlet ve milletin bağımsızlığı ısrarla savunuluyor" dedikten sonra; tam bağımsızlığın vatanı birçok parçalara ayıracağı görüşünün nereden kaynaklandığı; vatanın bütünlüğünden maksadın, memleketin mi yoksa egemenlik haklarının mı olduğunu soruyor, Amerikalılar gibi ıngilizlerin de mandaterlik politikası güttüklerini belirterek aralarındaki farkı ve ıstanbul Hükümetinin görüşlerinin bildirilmesini istiyor.
Bu ilk yazışmalardan sonra Bekir Sami Bey, Halide Edip, 12'nci Kor. k. (Afyon) Selahattin Paşa, 20'nci Kor. K. (Konya) Ali Fuat Paşa, Kara Vasıf arasında konu ile ilgili yazışmalar olmuştur.
Turgut özakman, A. Taner Kışlalı'yı anma töreninde Mütareke döneminde Refik Halil'in şunları söylediğini belirtiyor: "Bizim için tutulacak tek kurtuluş yolu, ıngiltere ile beraber yürümektir." Ali Kemal "Avrupa ile başa çıkmayı asırlardan beri Asya'nın hangi kavmi başardı ki, biz başarabilelim?"; Refi Cevat (Ulunay) "Tek çare galiplerle uyuşmak ve anlaşmaktır." Rıza Tevfik "Medeniyeti temsil eden ıngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır."; Mustafa şerif Paşa "Umumun arzusu, ıngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir."
Mustafa Kemal her iki Kor. K. nına (12'nci ve 20'nci) Erzurum'dan 21.8.1919 tarihinde çektiği telgrafta şunları bildirecektir: "ıstanbul'da çeşitli partilerin Amerikan Komisyonuna verilmek üzere aldıkları kararlar, burada Hey'et-i Temsiliye'mizce son derece üzüntü ve esefle karşılandı.". Ali Fuat Paşa bir telgrafında amacın milletin birliği, vatanın bütünlüğü, istiklal ve hakimiyetin elde edilmesi olduğunu açıklıyor. M. Kemal cevabında "Amerikan mandasını kabul durumunda bu gaye korunmuş olabilir mi?" diye soruyor (19.8.1919).
Konu Sivas Kongresinde tartışılır. Atatürk "Her halde içeride ve dışarıda istiklalimizi (bağımsızlık) kaybetmek istemiyoruz" hatırlatması ile görüşmeleri yönetmektedir.
Refet Paşa bugünkü AB taraftarlarının düşüncelerine benzeyen şu görüşleri ileri sürüyor: "Yirminci yüzyılda, beş yüz milyon lira borcu, harap bir memleketi, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak on beş milyon lira geliri olan bir millet için bir dış dayanak olmadan yaşamak imkanı olamaz." "O halde, Amerikan mandası her şeyden önce bir kefil ve yardımcı bulmak için gereklidir."
Bugün AB üyeliğini isteyenlerle paralellikler açık olarak görünüyor.
Amerikan Araştırma Komisyonu üyeleri ıstanbul'da ızzet Paşa'ya (Savunma Bakanı) şunu söylüyorlar: "Eğer siz Erzurum ve Sivas Kongrelerine Amerikan Mandasını istettirecek olursanız, Amerika Osmanlı mandasını kabul edecektir."
Görüldüğü gibi tartışılan ve Manda isteyenlerin karşısına konulan: Bağımsızlık, egemenlik ve ülke bütünlüğüdür. Bugün AB'ye Hayır diyenlerin de istediği; bağımsızlığı, millet egemenliğini, ülke bütünlüğünü koruyan bir düşünce ve seçenektir.
Anayasamızda Egemenlik Hakkı
Anayasamızın 1-3 maddelerinin değiştirilemiyeceği, değişiklik teklifinin dahi yapılamayacağı 4'üncü madde de açıklanmıştır. 2'nci madde "Başlangıçta açıklanan temel ilkelere" atıfta bulunmaktadır. Başlangıç bölümünün 4'üncü paragrafında da "Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu" belirtilmiştir. Bilindiği gibi Başlangıç bölümü Anayasanın bir parçası olarak geçerlidir.
6'ncı Egemenlik maddesinin ilk fıkrası şöyledir: 'Egemenlik Kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz."
21 Ocak 1921 tarihli Anayasa'nın 1'inci maddesi şöyledir: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. ıdare Usulü; halkın mukadderatını bilfiil idare etmesi esasına dayanır."
Daha sonraki bütün Anayasalarda (1961, 1982) aynı hüküm bulunmaktadır. Bu husus Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinden birisidir.
Bugünkü TBMM binasının toplantı salonunda, başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda ve Anıtkabir'in Atatürk'ün mozolesine çıkan merdivenlerinin orta yerinde "Hakimiyet Kayıtsız şartsız Milletindir" yazıyor.
AB üyeliğimiz bütün bu hükümlerde değişiklik gerektiriyor. Nitekim birçok AB üyesi ülke Anayasalarının ilgili maddelerinde değişiklik yapmıştır: Fransa (Md.88/1), ıtalya (Md.11), Almanya (Md.24), Yunanistan (Md.28 / 2), ıspanya (Md.93).
Türkiye Avrupa Birliği Derneği Genel Bşk. Prof. Dr. Haluk Günuğur basında yayımlanan şu Anayasa değişikliğini önermektedir: "Türk Milleti egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle bizzat veya uluslararası ya da uluslar üstü kuruluşlarla ortaklaşa kullanır."
Verilecek ödünler tek bir gerekçeye dayandırılıyor: Diğer uluslar egemenlik, sonuç olarak bağımsızlıklarından nasıl bir şeyler veriyorsa biz de vermeliyiz; gerçekten de karşılıklı alış veriş, paylaşma söz konusu.
Avrupa'nın diğer ülkeleri ile Türkiye aynı tarihi yaşamadılar, aynı kültürel ve politik konumda değiller. Türkiye kendisini, varlığını koruyabilmek için egemen ve bağımsız olmak zorundadır. Tarihimizin ve coğrafyamızın desteğinden, Türkiye dışındaki stratejik ve jeopolitik olanaklarımızdan yararlanabilmemiz için bağımsız olmamız gerekir. AB içinde olacak bir Türkiye ile diğer bir Avrupalı üye ülkenin konumu, durumu, şartları aynı olmayacaktır.
Atatürk ilkeleri ve devrimleri tam bağımsız olarak yaşatılıp geliştirilebilir.
ATATüRKçü DüşüNCEDE VE TüRK DEVRıMıNDE MıLLET EGEMENLığıNıN, BAğIMSIZLIğIN YERı
Türk Devriminin ilk yıllarında benimsenen 6 ilke (Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik, ınkılapç) CHF nizamname (tüzük) ve programlarında açıklanmıştır:
1923 Nizamnamesinin 2'nci maddesinde, Halkçılık ismi konmadan ifade edilmiştir.
1927 CHF Nizamnamesinin 1'inci maddesinde üç ilke (Cumhuriyetçi, Halkçı, Milliyetçi) sayılmış, 3'üncü maddesinde ise Laiklik ilkesi ismi konmadan açıklanmıştır.
1931 programının 1'inci maddesinde Laiklik, ismi konarak, Devletçilik ve Devrimcilik eklenerek 6 ilke tamamlanmıştır.
1937 yılında ıç ışleri Bakam şükrü Kaya'nın önerisi ile 6 ilke Anayasaya hüküm olarak girmiştir. Daha sonraki Anayasalarda (1961, 1982) ilkelere yer verilmemiş, CHP ilkeleri olarak korunmuştur.
Cumhuriyeti kuran partinin dayanak ve amaçlarını belirleyen bu ilkelerin her birisinin kapsam ve içeriği Atatürk tarafından da değişik zamanlarda açıklanmıştır. Fakat Atatürk hiçbir zaman Türk Devrimini bu altı ilke ile sınırlandırmamıştır.
Atatürk bu ilkelere ruh ve can veren; onları şekillendiren; birleştirici, bütünleştirici harcı oluşturan dayanak ve amaçları ise Samsun'a çıktığı tarihten itibaren belirtmiş, anlam ve değerlerini tekrar tekrar açıklamış, vazgeçilmezliklerini ömrü boyunca vurgulamıştır.
Atatürk'ün ömrü boyunca işleyerek gündemde tuttuğu, hiç ödün vermeyerek bütün uygulanmalarında gözettiği, kutsallaştırdığı konuları şu şekilde toplamak mümkündür: Tam bağımsızlık; kayıtsız şartsız ulusal egemenlik; hukukun üstünlüğü; akılcılık- bilimcilik. Bu konular altı ilkeye de kaynak ve destek olmuştur. Altı ilkenin her birisi, bu konuların oluşturduğu taban ve ortamdan yoksun olarak düşünülemez, var olamaz.
örnek olarak; tam bağımsızlık ve millet egemenliğinden yoksun olan bir Cumhuriyet, Atatürk'ün kurduğu ve amaçladığı Cumhuriyet değildir. Millet egemenliğine tam bağımsızlığa, hukukun üstünlüğüne, akılcılığa - bilimciliğe dayanmayan Cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, milliyetçilik, laiklik, devrimcilik düşünülemez. Bu sebeple, devrimimizin altı temel ilkesi, bu ilkelerle kurulan devlet, öz suyunu tam bağımsızlık, millet egemenliği hukukun üstünlüğü ve akılcılık - bilimcilikten almıştır diyoruz.
Atatürk'ün kurmayı düşündüğü devlet için açıkladığı ilk iki kaynak ve dayanak: Ulusal Egemenlik ve Bağımsızlıktır.
Atatürk bu iki amacı, zaman içerisinde; Tam Bağımsızlık, Kayıtsız şartsız Millet Egemenliği şeklinde geliştirmiş, "Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir" diyerek bu iki ilkeyi kendi kimliği ile özdeşleştirmiş, zirveye yerleştirmiştir.
ıki ana ilke birbirlerine bağımlıdır; birisi var olduğu kadar diğeri de vardır. Bağımsızlık ve ulusal egemenliğin birisinde görülecek gerileme diğerini de geriletir. örnek olarak Millet egemenliği dış güçlerle paylaşılmış ise, bağımsızlıktan söz edilemez. Bunun gibi bağımsızlığın bir dış odakla paylaşılması halinde millet egemenliği anlamını ve etkinliğini kaybeder.
Ulusal Egemenlik (Milli Hakimiyet) ile onun ayrılmazı ve değişkem olan Bağımsızlık (ıstiklal) Atatürk'ün ilk önce açıkladığı ve hayatı boyunca vurguladığı, çok duyarlı olduğu konulardır.
Toplum bir ailenin (Osmanlı) ve onun kurduğu dar kadronun (oligarşik) kontrolünden kurtarılacak; iktidar, bütün millet tabanına genişletilerek devredilecekti. ılk önce yapılması gereken bu işin ismi, Ulusal Egemenlikti (Hakimiyet-i Milliye, Milli Hakimiyet).
Bağımsızlık (ıstiklal) ayrı bir devlet olabilmenin,kalkınabilmenin, çağdaşlaşabilmenin, kişisel ve ulusal onurumuz adına vazgeçilmez diğer şartı idi.
"Arzumuz dışarıda bağımsızlık, içeride kayıtsız şartsız milli egemenliği korumaktır." "Bir tek karar vardır. O da milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti tesis etmek." sözleri Atatürk'ündür.
ıstiklal Harbi tam bağımsızlık ve millet egemenliği için yapılmıştır.
Atatürk bu iki temel vazgeçilmezi şu sıra ve şekilde açıklamaya başlamıştır:
22 Mayıs 1919; Sadarete Rapor (Samsun'a çıktıktan 3 gün sonra):
"Millet birlik olup, hakimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır." Bu açıklama Milli hakimiyetin ve ulusal devletin ilk işaretidir. Gerçekte Türk Devriminin de ilk işaretidir.
26 Mayıs 1919; valiliklere, mutasarrıflıklara tamım (Samsun'a çıktıktan bir hafta sonra):
"Milli ve siyasi bağımsızlığımızın kurtarılması." Bu açıklamada bağımsızlığın ilk işaretidir.
28 Mayıs 1919; 3'üncü, 15'inci, 20'nci Kolordu Komutanlarına (Samsun'a çıktıktan dokuz gün sonra):
"Milletin esaretten kurtuluşu, hakim (egemen) ve müstakil (bağımsız) olarak topraklarımızda yaşayabilmek..." Egemenlik ve bağımsızlığın birlikte değerlendirdiği ilk konuşmadır.
l Haziran 1919; Sadaret Makamına (Samsun'a çıktıktan 11 gün sonra, aynı makama 2'nci açıklama) "Milletin milli bağımsızlığı korumaya kararlı olduğu..." Sadarete 22 Mayıs tarihli raporunda ulusal egemenliği, bu raporunda ise ulusal bağımsızlığı vurgulamaktadır.
3 Haziran 1919; Harbiye Nezaretine (Samsun'a çıktıktan 14 gün sonra)
"Bağımsızlık ve milli mevcudiyeti..."
Aynı gün Kor K. ve Valilere
"Devlet ve milletin tam bağımsızlığı."
Bu metinde Atatürk bağımsızlığı ilk defa tanı bağımsızlık olarak belirtmektedir.
Atatürk yaşamı boyunca bu iki ilkenin üzerinde durmuş vazgeçilmezliklerini vurgulamaya devam etmiştir. ıki konu hakkındaki açıklamalarından bazıları aşağıya çıkarılmıştır.
Ulusal Egemenlik ile ilgili olanlar:
"Milli egemenliğimizin hatta bir zerresini bozmak niyetinde bulunanların kafalarını parçalayacağınızdan eminiz."
"Kayıtsız şartsız tabiriyle belirtilen egemenliği milletin üzerinde tutmak demek bu egemenliğin bir zerresini, sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir."
"Egemenlik hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez."
Avrupa Birliği hayali ile Anayasa'nın ulusal egemenlikle ilgili 6'ncı maddesine kayıt ve şart ekleyenler Atatürk'e karşı olan bir hareketin öncülüğünü yaptıklarını bilmeliler. Gerçekte biliyorlar, hem de çok iyi biliyorlar. Suçlarını hafifletmek için "Büyük bir egemenliğin parçası olacağız." diyorlar. Bu savunma şekline Türkçemizde "özürü kabahatinden büyük" denir.
Atatürk'ün ulusal bağımsızlıkla ilgili açıklamalarından birkaç örnek:
"Tam bağımsızlık, bugün bizim üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir."
"Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye maruz olamaz."
"Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir."
"Bu millet bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır, yaşayamaz, yaşamayacaktır."
"Türk devletinin bağımsızlığı mukaddestir." "Esas, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir."
ılk Ulusal Andımızın (Misak-ı Milli) son maddesi (6'ncı Md..) bağımsızlık şartını açıklar.
20'nci yüzyılın en tanınmış tarihçisi, tarih felsefecisi ıngiliz Arnold Toynbee "Milli Misakı" Türk ulusunun "Bağımsızlık Bildirisi" olarak tanımlar. Erzurum programının ışığı altında Mustafa Kemal tarafından hazırlanarak millet vekillerine verilmiş ve son Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından Milliyetçilerin bir zaferi olarak 28 Ocak 1920 günü kabul edilmiştir.
Misak-ı Milli Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk Devrimi'nin temel belgelerinin en önemlilerindendir. Daima dikkate alınıp savunulmuştur. AB üyeliği sonucu Avrupa Birliği ile bağımsızlığımızı paylaşmamız bu belgeyi de unutmamızı gerektirecektir.
Bağımsızlık ve egemenlik Türk Devrimi ile ve Türkiye Cumhuriyeti ile özdeştir. Yabancılarla paylaşmadan onur ilkelerimiz olarak korunmalıdır. Bağımsızlık ve özgürlük Atatürk'le beraber bütün ulusun karakteri olmuştur.
Ulusumuzun kurtuluşunu, devletimizin kuruluşunu sağlayan savaşa: Bağımsızlık Savaşı (ıstiklal Harbi) ismi verilmiştir.
Ulusal marşımıza bağımsızlık ismi konmuştur: ıstiklal (bağımsızlık) Marşı.
Atatürk eserini gençliğe emanet ettiği, bir vesayet niteliğinde ve niceliğindeki konuşmasına şöyle başlar:
"Ey Türk Gençliği!
"Birinci vazifen Türk bağımsızlık (ıstiklal) ve Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir." Bağımsızlık ilkesinin korunması gerektiğini bir sayfalık konuşmada 4 defa vurgular. Bağımsızlığı korumalarım gençlere görev olarak verir. (Ek - C)
Ulusal Egemenlik ve Bağımsızlığın Avrupa Birliği kurumları ile paylaşılması Atatürkçülüğün Cumhuriyetin ve ulusal devletimizin alacağı ölümcül bir yara olacaktır.
TBMM'nin yetkilerinin bir kısmını alarak bir üst yasama organımız durumuna yükselecek olan Avrupa Parlamentosu'nun bugüne kadar aldığı kararlardan birkaçının özeti aşağıya çıkarılmıştır. Bu örnekler üye olduğumuz zaman nelerle karşılaşacağımızın işaretleridir,
Avrupa Parlamentosu, Kıbrıs'taki Türk birliklerini işgal kuvveti olarak isimlendirmiş; birkaç defa Türkiye'ye çekilmesi kararını almıştır.
Sözde Ermeni jenositini kabul etmiş; Türkiye'nin de kabul etmesini kararlaştırmıştır.
PKK'ya yataklık yapmıştır.
Türkiye aleyhine alınan kararların bir kısmı Ek -A'da toplanmıştır.
Türkiye'ye karşı haçlı zihniyeti ile bakmaya devam eden, Doğu Sorunu artığı düşünceler taşıyan, sonuç olarak Türkiye'ye düşmanca bakan böyle bir parlamentoya, Türkiye üzerinde yasama yetkisi verilemez.
AB üyeliğinin bazı taraftarları, 1920'lenn bağımsızlık ve egemenlik anlayışı ile bugünkü anlayış ve uygulamanın farklı olduğunu, günümüzde tam bağımsızlığın mümkün olmadığını belirtiyorlar.
Bu görüşün doğru yanı elbette var. Uluslararası hukuktaki ve küreselleşmedeki gelişmeler bütün ülkelerin bağımsızlıklarından bir şeyler almıştır. Ancak AB üyeleri, bağımsızlık ve egemenliklerinin çok daha fazlasını AB'nin kurumlarına devretmek zorundalar. Küreselleşmenin sebep olduğu ve olacağı bağımsızlık ve ulusal egemenlikteki kayıp, AB üyeliğinin sebep olacağı aşınmadan kıyaslanamayacak kadar az olacaktır.
Avrupa Parlamentosunda alınan KKTC'deki askeri gücümüzü çekme kararını üye olmadığımız için uygulamıyoruz. Fakat AB üyesi olduğumuz takdirde AP'nun Ek-A'da açıklanan bütün kararlarını uygulamak mecburiyetinde kalacağız. Avrupa Parlamentosu, Komisyonu ve Konseyinin kararlarına, Tarihi Doğu Sorunu uygulaması olsa da uymak zorunda olacağız.
Görüldüğü
Büyük önemine rağmen, "Avrupa Birliği'ne Neden Hayır" isimli ilk yayında da değinildiği gibi; bugüne kadar, kararlar verilirken hiç bir akademik araştırmaya, hiçbir stratejik enstitünün görüşüne başvurulmamış, TBMM'ne sonradan sadece bilgi verilmiş, geniş tabanlı danışmalarda bulunulmamıştır.
"Siyaset Meydanı" TV. programını yöneten Ali Kırca, "Ulusal Programın" yayımlanmasından birkaç gün önce, AB Genel Sekreterinden, canlı yayında bir konu hakkında açıklama istemiş, olumsuz cevap almıştır. Vurgulamak istediğimiz; çalışmaların son ana kadar kapalı tutulmuş olmasıdır.
Daha önceki jeopolitik kapsamlı yayınlarda, AB konusuna bölüm ayırmakla yetinilmişti. "Avrupa Birliğine Neden Hayır" isimli yayın ise bütünü ile AB'ye ayrılmıştır. Bu ilk yayında; sadece Kıbrıs, Ege... gibi güncel sebeplerle değil; coğrafya, tarih ve kültür içerikli olarak, jeopolitik düzeyde gerekçelerle AB'ye temelden karşı çıkılmıştır.
Yayın geniş şekilde yankılanmış, konuşulmuş, bir yıl geçmeden ikinci baskısı yapılmış; açıklanan gerekçeler ele alınarak tek satırına karşı çıkılmam ıştır. Bugün de bütün ayrıntıları ile geçerliğini korumaktadır. AB'ye temelden karşı çıkan yayın olduğu için gelecekte belge değeri kazanabilir.
Gerçekte AB yandaşları; Kıbrıs, Ege, üniter yapı, Bizans, Ermeni iddiaları, bağımsızlığımız, egemenliğimiz gibi konulara hiç yanaşmıyor, AB üyeliğinin bu duyarlı sorunları nasıl etkileyeceği üzerinde durmuyorlar. Sanki reddeden varmış gibi, sadece genel olarak insan haklan ve demokrasi üzerinde duruyorlar. ışin acı yanı, AB üyeliğinin bu alanlarda bizi geliştireceğini, eğiteceğini savunuyorlar. Sivas Kongresi sırasında benzer fikirler "Manda" başlığı altında tartışılıyordu.
Aynı konuda, ikinci bir yayına gereksinme duyulması, ara dönemdeki gelişmeler sebebiyledir
Jeopolitik ortam çok sık değişmiyor. Bu nedenle de dikkatleri güncel konular üzerinde yoğunlaştırmak, yayını küçülterek okunulabilirliğini artırmak için jeopolitik değerlendirme bir başka yayına ertelenmiştir.
Bu yayında; güncel anlaşmazlık konulan; Atatürkçülük ve Türk Devrimi; Katılım Ortaklığı Belgesindeki sorunlar; din ve Patrikhane dertleri ile Gümrük Birliği üzerinde durulmuştur.
Birinci yayında bulunan ekler bu ikinci yayına alınmamış, gerekli olan başka ekler konmuştur. Birinci yayındaki eklere bu yayın okunurken ihtiyaç duyulabilir.
ılk yayından sonraki gelişmeler arasında, gerçekleşen birçok olay, gelişmeleri etkilemiş ve aşamalandırmıştır: Zirve toplantıları (Nice, Laeken) Maastricht kararlarının bir uygulaması olarak ortak para biriminin (Euro) kullanılmaya başlanması, Türkiye'ye Katılım Ortaklığı (KO) belgesinin verilmesi, Türkiye'nin uyumunu içeren "Ulusal ProgranV'ın sunulması.
Ara süredeki gelişmeler; bazı konuları aydınlatmış, bazılarını öne çıkarmış, daha açık yorum yapılmasına olanak sağlamıştır.
ılk yayının kapağındaki AB bayrağını içeren şekil, her üye ülke için bir yıldız olduğu varsayımına göre çizilmiştir. Geçen zaman içinde 12 yıldızın hiç değişmeyeceği anlaşıldı. Konu, "AB'nin Hıristiyan Bayrağı" başlıklı bölümde ele alınmıştır.
Eleştirilerine açık olduğum değerli okuyuculardan, bu yayını önceki ile birlikte değerlendirmeleri ve yayının tamamını okumalarından başka bir dileğim yok.
SUAT ıLHAN
GİRİŞ
Dört mevsimi birarada yaşayan coğrafyamız; güzelliği, zenginliği ve eşsiz konumu ile, kendisine ruh veren Türk insanını bir ananın üretkenliğinde ve cömertliğinde yüzyıllardır destekliyor.
Acaba Avrupa Birliği üyeliğini isteyerek; coğrafyamıza, yüzyılların efendisi tarihimize; anıtsal kültürümüze bağlılıkta kusur mu işliyoruz?
Atatürk'ün bize kazandırıp emanet ettiği, kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayalı; tam bağımsız Cumhuriyetimizi Avrupalıların yetki ve insafına emanet ederken hata yapmıyor muyuz?
Egemenliğimizi ve bağımsızlığımızı paylaşacağımız Avrupa; yüzyıllarca Türkü "öteki" tam Türkçesi ile "hasım" saymaktan vaz mı geçti?
Avrupa Birliği; Avrupa'yı hatıraları ile yaşayan bir bölge olmaktan kurtarabilecek mi? Emperyalizm ve sömürgeciliğin bu zengin müzesi, yeni bir etkinliğin odağı olabilecek mi? Avrupa, devam eden bir düşüş içerisinde mi, yoksa düşüşten sonra başlayan bir yükselişin boyun noktasında mı bulunuyor? Dinamik bir yerde mi yoksa durgunluğun çırpınışı içerisinde mi?
Bütün bu sorular sağlam jeopolitik araştırmalara dayalı cevaplara kavuşturulmamıştır.
çok yönlü bir kavşakta bulunuyoruz. Seçeneği bol, bir ölçüde önü az görülen evrensel ölçülerde canlı bir jeopolitik yapılanma durağındayız. Hızlı düşünülmesi, fakat doğru önlemler üretilmesi gereken bir dönüm noktasındayız.
Avrupa Birliği üyesi olmayı istemek büyük değişikliklere, hatta dönüşümlere sebep olacak çok zor bir karar. Bir iki kişinin siyasi tercihine; büyük bir milletin tarihi ve geleceğe yönelik kaderi emanet edilmemeli.
Anayasa ıhlali
Anayasamızın 90'ıncı Md. (Ek-B) 4'üncü paragrafı ihlal edilerek; Helsinki Kararlan, Katılım Ortaklığı Belgesi ve bunlara göre hazırlanan Ulusal Program Anayasada ve diğer yasalarda yüzlerce değişikliği ve yeni yasaları gerektirdiği halde "Bir kanunla uygun bulunmaları" gerçekleştirilmemiştir. Bu bir anayasal ihlaldir. AB üyeliği ile ilgili anlaşmalar -1963 Ankara anlaşması hariç-Anayasanın gereği yerine getirilmeden yürürlüğe konmuştur.
Yapılan eksik işlemlere gerekçe olarak Gümrük Birliğinde "Karar", Ulusal Programda "Program" isminin kullanılması gösteriliyor. ısmi ne olursa olsun yasa değişikliğini gerektiren ve dış ülke veya ulusüstü birimlerle yapılan her tür sözleşmeye 90'ıncı md. (Ek - B) hükümleri uygulanmalıdır.
Meydan Laroussa'da Andlaşma şu şekilde açıklanıyor: "Bir fiilin yapılması için iki kişi veya daha çok kimse arasında karşılıklı söz vermek." Hukuki anlam: "ıki veya daha çok hükümet arasında imzalanan yazılı sözleşme". Gümrük Birliği de, Ulusal Program da bu tanımlarla örtüşüyor.Bu sebeple her iki metni de TBMM'nin "Bir kanunla uygun bulması" gerekiyor.
Ansiklopedide şu açıklamalar da bulunuyor: "Bir antlaşma iki veya daha çok devletler hukuku üyesini, düzenlenecek meselede ortak hükümlerle bağlayan ve tarafların uyarlı hareketlerini kaydeden bir uyuşmadır." Görüldüğü gibi taahhütleri içeren bütün uyuşmalar, iki veya daha fazla devletler hukuku üyesinin katılımı ile yapılmışsa bu bir antlaşmadır (veya anlaşma). "Gümrük Birliği" ve "Ulusal Program" gibi belgelerin ismi "anlaşma" olmasa da yapılan iş bir anlaşmadır. 90'ıncı md. gereğince, kanun değişikliklerini gerektirdikleri için, her ikisini de TBMM'nin "Bir kanunla uygun bulması" gerekiyor. Bu sebeple her iki anlaşmanın da geçerlilikleri tartışmalıdır.
Gözetilen Amaç (Aradıklarımız)
Avrupa Birliği üyeliğinin götüreceklerinin tartışılması; demokrasimizin ve insan haklarının gelişmesini istememek anlamında yorumlanmamalıdır.
1919 yılından bu yana evrimleşerek gelişen Türk Devriminin ve bunun dayanağı olan Atatürkçü Düşünce Sisteminin amacı; tam bağımsız, kayıtsız şartsız millet egemenliğine sahip, he'r çağda çağdaş demokratik yapı ve kişiye yönelik haklardır. Atatürk açıklanan bu amaçla kişiliğini özdeşleştirmiştir: "Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir."
Bağımsızlığımızı, egemenliğimizi koruyarak demokratik yapımızda ve insan haklarında bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz gelişmeler; ülkemizin, toplumumuzun yaşadığımız üstünlüklerini ve doğu dünyasına örnek gösterilmesini sağlayan vazgeçilmez değerlerimizdir. Demokratik yapı ve insan haklarında katedeceğimiz geliş meler gelecekte de temel değerlerimiz olmaya devam edecektir. Anlatılmaya çalışılan şu: AB üyeliğine "hayır derken, bu büyüklüklerden ve güzelliklerden vazgeçmiyoruz. Sadece, Atatürk'ün kurduğu bağımsız, millete menliğine dayanan Cumhuriyetimiz ve ülkemizin bütünlüğü korunmaya çalışılıyor.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği ve gençliğe emanet ettiği bağımsız yapımız; ülkemizi ve ulusumuzu AB'nin tehditlerine, Batı'nın düşünce ve politikalarının bir aracı,hatta hastalığı olan emperyalist emellerine karşı güvence sağlayacak ilk engeldir. önlenmesi mümkün olmayan küreselleşmenin getirilerinden yararlanıp götürülerine karşı direnebilmek için de bağımsız olmamız gerekiyor, Sadece bağımsız bir Türkiye, AB'nin kendi amaçlarına gün ekonomik ve sosyal politikalarına karşı koyabilir. Bağımsızlığımızı koruyarak, AB dış politika yörüngesinnden ve yönlendirmesinden kurtulur; kendi bağımsız politikalarımızı yapar ve uygulayabiliriz.
Kısaca, varlığımızı korumamız ve gelişmemiz; AB politik vesayetindeki bir Türkiye ile değil, bağımsız Türkiye ile mümkündür.
AB'ne "hayır" demeyip, kapısında umutla beklediğimiz için seçenekli politikalar üretemiyoruz.
Aradığımız, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti korumak ve aynı zamanda her çağda çağdaş değerlere sahip olmaktır.
AB'ne üye Olma Beklentisinin Getirdiği Sorunlar
Türkiye'nin AB üye adaylığı ve gerçekleşirse üyeliği sebebi ile karşı karşıya kaldığı ve kalacağı sorunlar yedi başlık altında toplanabilir. Bu sorunlara güvenli yanıtlar bulmak zorundayız.
1. Katılım Ortaklığı belgesinde bulunan "Siyasi Kriterlerle" ilgili sorunlar:
Kıbrıs ve Ege'deki haklarımızın korunması; Türkiye'nin üniter yapısının, bütünlüğünün korunması; Göç sorunu...
Bölücülük konusundaki gelişmeler ve Kıbrıs çıkmazı AB'ye verilen tavizlerin eseridir. AB üyeliği yandaşları bu sonuçlarla öğünemezler.
2. Avrupa Parlamentosu ve diğer alt birimleri tarafından Türkiye hakkında alınan düşmanca kararlar. Bu kararların bir kısmı Ek A'ya çıkarılmıştır.
3. Ermeni iddialarmdaki gelişmeler ve Avrupalılar tarafından Bizans'a verilen can suyu.
4. 2500 yıldan daha uzun bir süre içinde, yeryüzünün zamanındaki bütün coğrafyalarında oluşan; bütün büyük kültürlerle gerçekleştirilen alış-verişlerle (çin, Hint, Orta Doğu, Anadolu, Avrupa... kültürleri) gelişen, zenginleşen; gizemli, görkemli, özgün kültürümüzün (Dil, tarih, din, sanat, folklor, örf-adet-gelenek, devlet yapısı, askerlik...) Avrupa kültürü içerisinde eritilmesi (bütünleşmesi, entegrasyonu).
5. AB'nin sosyal ve ekonomik sorunları ile dış politika ilke ve uygulamalarına ilelebet bağlı kalınacak olması.
6. Atatürkçü düşünce ve Türk Devrim uygulamasından (Tam bağımsızlık; kayıtsız, şartsız millet egemenliği... gibi) sapma ve ödün verilmesi.
7. Türkiye AB üyesi olduktan sonra zayıflatacakları, etkisizleştirecekleri ilk kurum; yüzyıllardır sıkıntısını çektikleri, bundan sonra da amaçlarına engel olarak görecekleri "Türk Ordusu" olacaktır.
Türk tarihinin ve ulusal yaşamamızın yönünü değiştirecek, beş bin yılda oluşmuş Türk Kültüründe dönüşüme sebep olacak böylesine büyük bir karar, Avrupa Parlamentosunda parlamenter olmak gibi, kişisel siyasi amaçlara mahkum edilmemeli, edilememeli.
Bazı Güncel Sorunlarda Durum
Bu yayında öncelik ve ağırlıkla, ülkemizle ilgili güncel (real politik) ve yaşamsal sorunlar ele alınmış, aşağıya bu konuların bir kısmı hakkında kısa sonuçlar çıkarılmıştır:
AB'nin ilk ve ana dayanağı olan Roma Anlaşmasının 3 üncü Md. C. fıkrasına göre: "Kişiler, hizmetler ve sermayelerin serbest dolaşımına ilişkin engellerin kaldırılması" gerekmektedir. Bu hüküm Avrupa Birliğini var eden temel ilkedir. Kuzey Kıbrıs ile Güney Kıbrıs arasında varılacak anlaşmaya bu ilkeye aykırı olarak konulacak her türlü hüküm; Kuzey Kıbrıs ister güney Kıbrıs ile isterse Türkiye ile birlikte AB üyesi olsun; Avrupa Parlamentosu, Konsey veya Adalet Divanı tarafından iptal edilecek, kuzey ve güney arasındaki hudut kaldırılacak; bu durum KKTC'nin ve orada yaşayan 200 bin insanımızın sonu olacaktır.
Katılım Ortaklığı belgesi; Ege Denizi ile ilgili sorunların (sınır sorunları) görüşmeler yolu ile 2004 yılına kadar çözülmemesi durumunda, sorunun Adalet Divanına götürülmesini öngörmektedir. Yunanistan da bunu istiyor: Biliyorlar ki, konu Adalet Divanına gittiği takdirde sorun Yunanistan lehine 15-0 karara bağlanacaktır. AB muhipleri, böyle bir karar karşısında Türk Kamuoyu önünde kendilerini nasıl savunacaklar? özür dilemeleri yetmez.
Türkiye'nin bütünlüğünü, ulusumuzun birliğini boğacak birçok öneri Katılım Ortaklığı içindeki üyelik şartları arasında bulunuyor, AB organları ve görevlileri her fırsatta bu ölçütleri Türkiye'nin önüne koyuyorlar.
AB bugüne kadar çeşitli girişimleri sonucunda, bütünlüğümüzü ve birliğimizi tehlikeye sokan bir yığın gelişmeye sebep olmuştur.
Birçok ulusal parlamento sözde Ermeni Soykırımı'nı kabul etmiştir. Avrupa Parlamentosu onlardan bir adım ileri giderek, soykırımın varlığını kabul etmiş, ek olarak Türkiye'nin de kabul etmesini karara bağlamıştır. Bu karar konuyu ikinci aşamaya taşımıştır. Bundan sonraki aşamalar tazminat ve toprak talebidir. üye olmamızdan sonra bu aşamalarla ilgili kararlar sürpriz olmayacaktır. Bu da bir AB getirişidir.
ılki 1929'da, 19'uncusu 1998'de Boğaziçi üniversitesinde, 20'ncisi 2001'de Fransa Cumhurbaşkanı J. Chi-rac'm başkanlığında Paris'te yapılan Bizans toplantıları kulislerinde; Fener Rum Ortodoks Kilisesi yerine; Aya-soiya Müzesi Merkez, ıstanbul Surları hudut olan bir Rum Ortodoks Devleti'nin kurulması; Sultan Ahmed Camisi yıkılarak altındaki Bizans kalıntılarının gün yüzüne çıkarılması görüşülüyor. Anadolu'daki eski - yeni bütün kiliseler canlandırılmaya çalışılıyor. Bütün bu girişimler, AB üyesi Türkiye'de çok daha kolay ve başarılı şekilde uygulanacaktır.
Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'in AB üyeliği sonunda uğrayacağı kayıplar kendi bölümünde geniş şekilde işlenmektedir.
AB'nin Gelişme Yönü
AB'de gelişme; a. derinleşerek b. yaygınlaşarak sürdürülüyor.
Kurumlar yeni yetkilerle donatılırken, üyeler arası bağları güçlendirici önlemler alınarak içerik destekleniyor. Aynı zamanda yeni üyelerle kapsam yaygınlaştırılıyor.
şüphesiz ki gelişmenin en önemli ayağı mali sorunlar: Bütçeye, üye ülkelerden her birisinin ne kadar katkıda bulunacağı; bölgesel politikalara kaynak ayrılması; yeni üyelerin sebep olacağı ek giderler; tek para'nın getireceği sorunlar, ıngiltere, ısveç ve Danimarka'nın para birimine dahil olmaması; Euro'nun dolar karşısında 1.17'den 0.89'a değer kaybı, tarım alanında çözümsüz sorunlar, ekonomiyi etkileyen sosyal tepkiler (Grevler vb.); göç sorunu... gibi zaman içinde ve AB genişledikçe çoğalacak bir yığın dert, iç ve dış tartışmalara, sürtüşmelere sebep olacaktır. Bu sorunları sayfalarla uzatmak mümkün.
Herhalde günümüzdeki en önemli sorunlardan ikisi; kaybedilen uluslararası etkinlik ve henüz askeri güce sahip olunamamasıdır. Alman Başbakanı Gerard Schroder çare olarak federatif sisteme geçişi öneriyor. Bu öneri, Maastricht'te alınan "Avrupa Parlamentosu ve diğer AB birimlerinin yetkilerinin artırılması" kararının uygulamaya konmasını gerektiriyor.
Nice toplantısında, Avrupa Parlamentosunun yetkilerinin Avrupa Konseyi yetkileri ile eşitlenmesi kararma değinilmişti. Avrupa Konseyi'nin bir senato haline getirilmesi öneriler arasında bulunuyor. Merkezi AB birimlerinin yetkilerinin artışı, üye ülkelerin bağımsızlık ve egemenliklerinin gerilemesini getirecektir.
AB'nin Geleceği ile ılgili Göstergeler
En az araştırdığımız konu Avrupa'dır.
Avrupa 21'inci yüzyılda, geçmiş yüzyılların Avrupası ile aynı değil. Avrupa dışı dünya da eskisinden çok farklı.
Avrupa'nın egemenlik ve sömürüsünden kurtulmuş, değişmiş, gelişmiş başka bir dünya var. AB'nin hesaba katması gereken; ABD, çin, Japonya, Afrika, Orta Doğu, Güney Doğu Asya... gibi değişik yapılarda güçler oluştu. Bunlar artık, Avrupa'nın hizmetinde değil; bir anlamda tam karşısındalar. Avrupa ise, 20'nci yy.da yaşadığı iki dünya harbinde ve soğuk harpte çok ciddi kayıplara uğradı.
Birçok Batılı araştırıcı Avrupa'nın geleceğini çok parlak görmüyor. Bu konu ilk kitapta "Avrupa Tükeniyor mu?" başlığı altında ele alınmıştır. Konu çok içerikli ve kapsamlı. Düşünmeye davet için, bu yayında Avrupa'nın geleceğini etkileyebilecek konuların sadece başlıklarının sayılması ile yetinilecektir.
o AB kendisine hayat ve güç veren; bir anlamda kimliğinin bir parçası haline gelen bütün sömürgelerini kaybetmiştir. önemli ve yeterli hiçbir stratejik kaynağa sahip değildir.
Ham madde, ucuz işçi ve pazar ihtiyacı içinde bulunuyor. Bu üç eksik, AB için her dönemde ve her koşulda ciddi sorunlar yaratacak önemde alanlar.
o AB'nin noksanlarını gidermesi; petrol ve diğer stratejik kaynaklara yeterli miktarda, uygun fiyatlarla ulaşabilmesi için, ABD'nin dünya üzerindeki emperyalist etkinliğine ihtiyacı devam ediyor. Bu desteğin devamlı ve garantili olacağı varsayılamaz.
o AB henüz NATO olanakları dışında askeri güce sahip değildir. Terör ve güvenlik alanında ABD'nin varlığı AB için önemini uzun süre korumaya devam edecektir.
o AB'nin dış politika ilkeleri belirginleşememıştir. o AB'nin kuruluşundan önce, Avrupalı ülkeler arasındaki rekabet, konu ve alan olarak daha yaygındı. Avrupa'daki olumlu gelişmelerin sebeplerinden birisiydi. örnek olarak silah sanayiindeki yarışma, teknoloji ve endüstrinin gelişmesinde itici bir etki yaratıyordu.
Bugün AB içindeki rekabet, aynı yasal ortama ve aynı koşullara bağımlı oldukları için daha durgun, heyecansız olmakta, rekabet birbirlerine engel olma şekline dönüşebilmektedir.
o AB içinde, çeşitli alanlarda üyeler arasındaki farklı uygulama, onların deyimi ile çok vitesli sistem (yönetimde farklı temsil, para birliğinde ve gümrüklerde üyeler arasında farklı uygulama...) ve kültür konularında giderilemeyen ayrılıklar yeni sorunlara kaynak olabilecek yapı özellikleridir.
o Almanya'nın artan etkinliği, belirleyici, yönlendirici davranışları ayrıca AB içindeki gruplaşmalar sorun kaynakları olabilir.
o ısteğini yitirmiş AB odağında, tarihi hırsları depreşmiş Almanya'nın tutumu ve girişimleri birliğe zarar verebilir.
o Avrupa'nın yapı ve gelenek olarak emperyalist uygulamalara bağımlılığının yaratacağı sorunlar göründüğünden daha ciddi kayıplara sebep olabilir.
o Yeni üyelerin ekonomik, sosyal ve politik külfetleri olacaktır.
o AB'nin geleceği ile ilgili olarak, ABD ile karşılaştırmalı rakamlar Radikal gazetesinde (19 Mart 2001) yayımlanmıştır:
Milli gelirden bilgi ve iletişim teknolojisine ayrılan pay: ABD % 8.6; AB % 6.1.
ınternete bağlı ilk okul oranı:ABD % 95; AB %45 Bilgisayara sahip olma: ABD % 52; AB% 25
Patent çıkarma giderleri: ABD'nin AB'den 15 kat fazla
Yeni kurulan şirketlere katılım: ABD'de AB'den 3 kat fazla
ışsizlik oranı: ABD % 4, AB % 9
AB'nin sorunlarım artıran, çapraşık ve karmaşık duruma sokan konuların sayısı elbetteki çok daha fazla.
Vurgulanmaya çalışılan; üyesi olmak için çırpındığımız Avrupa Birliğini yeterince tanımadığımız; gelişme yönünü ve eğilimini dikkate almamamız.
şurası kesin ki; Avrupa 18-20'nci yy.ların Avrupa'sının yerinde ve etkinliğinde değil. Mevcut yapısı, olanakları ve gelişen diğer evrensel güç odakları sebebiyle eski etkinliğine kavuşması da beklenmemelidir.
Avrupa yardım istenecek değil, yardım edilmesi gereken bir geleceğe eğilimli görünüyor.
Avrupa'nın bugün sahip olduğu bilgi ve deney birikimi, sosyal disiplin, sermaye birikimi, girişimci ruh; kaybedilmesi mümkün, değişken unsurlar olarak düşünülmelidir.
Avrupa Birliğinde Belirsizlikler
AB içinde, bazı yayınlarda "çok viteslilik" olarak adlandırılan ve farklı hıza sahip üyelerin farklı aşamalarda olabileceğini anlatan bir uygulama, bir yönü ile belirsizlikler yaşanmaktadır.
üyelik Durumları Arasındaki Farklar:
Tam üyeler: Almanya, Fransa, ıngiltere, ıtalya, ıspanya, Hollanda, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Lüksemburg, ısveç, Danimarka, Avusturya, Finlandiya, ırlanda.
Resmi üye Adayları
: ıleri görüşme aşamasında olanlar: Polonya, Macaristan, çek Cumh., Malta, Güney Kıbrıs, Estonya.
Görüşmeye Yeni Başlanılan üye Adayları: Slovakya, Slovenya, Romanya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan.
Türkiye'ye Katılım Ortaklığı verilmiş ve Türkiye Ulusal programı hazırlamıştır.
Kararsızlar: ısviçre, Norveç, ızlanda.
Bekletilenler: Hırvatistan, Bosna-Hersek, Yugoslavya, Arnavutluk, Makedonya, Moldova.
Belirsiz ülkeler: Rusya, Ukrayna, Belarus, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan.
Tek Para Birimine Geçiş Farklılıkları
: Euro'ya geçenler: Fransa, Almanya, ıtalya, ıspanya, Hollanda, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Lüksemburg, Avusturya, Finlandiya.
Eııro'ya Geçişini Erteleyenler: ıngiltere, ısveç, Danimarka.
Nice Zirvesinin Getirdiği Uyumsuzluklar:
Nice Zirvesi üyelerin AB yönetimindeki temsil oranlarını belirleme işlevi sebebiyle zor geçmiştir. Almanya ve diğer ağırlıklı ülkeler, 2010 yılından önce katılım oranlarını belirleyerek, ileride doğabilecek tartışmaları önlemiş oldular.
Bu toplantıda AB'nin 2010 yılındaki üye sayısı da belirlenmiştir.
üye sayısı, 12 aday ülkenin katılımı ile sınırlanmıştır. Türkiye adaylar arasında bulunmamaktadır. Türkiye'nin 2010 yılından sonraki durumu hakkında da bir açıklama yoktur. Bir ara, AB dönem başkanı Fransa Dışişleri Ba-kanı bir açıklama yapacağı duyurulmuş, fakat gerçekleşmemiştir. Onun yerine Fransa Meclisi Dışişleri Komisyon Başkanı François Loncle "Tarihi ve coğrafi özellikleri dikkate alınınca Türkiye AB'ye hiçbir zaman giremez" demiştir.
Nice kararları 2010 ve sonrası içindir ve bu kararlar içinde Türkiye yoktur. Türk yetkililer kararın değiştirilmesi için, AB dış kapı eşiğinin önünde bekleşiyorlar. Olan bizim ulusal onurumuza oluyor.
Avrupa Komisyonunda Temsil;
2005 yılına kadar her üye ülkenin komisyonda bir temsilcisi olacak: Almanya, ıngiltere, Fransa, ıtalya 30'ar oyla en yüksek hakka sahipler. Malta, Lüksemburg, Kıbrıs Rum kesimi 3'er oy ile en az oy hakkına sahip bulunuyorlar.
Toplam oy sayısı 321, nitelikli çoğunluk 231(% 71.9) olacak.
Komisyon başkanlarını Avrupa Parlamentosu belirleyecek.
Avrupa Parlamentosu Komisyon başkanı'nın yetkilerini artırabilecek, Komisyon başkanı bir üyenin görevine son verebilecek.
Konseyde Temsil
Halen 87 olan üye sayısı 12 aday ülkenin katılımı ile 345'e yükselecek. Nitelikli oy çokluğu: 255 oy (%74.6).
üyeler: Almanya (29), ıngiltere (29), Fransa (29), ıtalya (29), ıspanya (27), Hollanda (13), Yunanistan (12), Belçika (12), Portekiz (12), ısveç (10), Avusturya (10), Danimarka (7), Finlandiya (7), ırlanda (7), Lük-semburg (4).
Adaylar: Polonya (27), Romanya (15), çek Cumhuriyeti (12), Macaristan (12), Bulgaristan (10), Slovakya (7), Litvanya (7), Letonya (4), Slovenya (4), Estonya (4), Kıbrıs Rum kesimi (4), Malta (3).
Avrupa Parlamentosunda Temsil.
Nice toplantısında alacağı kararlar tavsiye niteliğinden çıkarılarak "Konseyinkilerle" eşit düzeye getirildi.
Mevcut 626'üye sayısı, adayların katılımı ile 738'e yükselecek (Parantez dışındaki rakamlar bugünkü mevcutları, parantez içindeki rakamlar l Ocak 2004 yılından sonraki mevcutları gösteriyor): Belçika 25 (22), Danimarka 16 (13), Almanya 99 (99), Yunanistan 25 (22), ıspanya 64 (50), Fransa 87 (72), ıtalya 87 (72), ırlanda 15 (12), Lüksemburg 6 (6), Hollanda 31 (25), Portekiz 25 (22), ıngiltere 87 (72), Avusturya 21 (17), Finlandiya 16 (13), ısveç 22 (18). Toplam 626 (535). Adaylar ile toplam 732 üye olacak.
Adayların Parlamenter Sayısı: çek Cumhuriyeti 20, Macaristan 20, Polonya 50, Romanya 33, Bulgaristan 17, Estonya 6, Letonya 8, Litvanya 12, Slovenya 7, Slovakya 13, Güney Kıbrıs 6, Malta 5.
Görüldüğü gibi AB içindeki birçok konuda, üyeler arasında farklılık yaratılmıştır. Bu farklılıkların nasıl bir gelişme göstereceği, hangi sonuçlarla karşılaşılacağı bilinmiyor.
AB'de Halktan Kopuk Gelişme
AB'deki kararların halkın katkı ve katılımına olanak vermeden alınması eleştirilere sebep oluyor.
Avrupa kamuoyunun bazı çevrelerinde "Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete" görüşü yayılıyor.
Europen Voice gazetesi "AB vatandaşlarının görüşlerinin dikkate alınmadığı kanısında olmaları çok ciddi sorun yaratıyor" şeklindeki tesbitinden sonra, "AB anlaşma, tüzük ve yönergelerinin halkın anlayacağı dilden olması gereği üzerinde" duruyor ve "Herşeyden önce kamuoyuna saygı ve vatandaşa görüşlerinin dikkate alındığının gösterilmesi gereğini" vurguluyor.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Nicole Fontain'e göre "Hazırlık yapılmaksızın euro'ya geçiş halk ayaklanması bile çıkarabilir."
Göteborg'daki liderler zirvesinde küreselleşme karşıtlarının yaptıkları gösterilerin değerlendirilmesi isteniyor.
Türkiye'de kamuoyu tamamen dışlanmıştır. ön sözde bir örnek olarak Ulusal Program'ın nasıl gizlilik içinde hazırlanıldığına değinilmişti. Kaldı ki, bazı çevrelere göre 90 bin, bazı çevrelere göre 120 bin sayfa olan AB mevzuatı, bugün (2002) Türkçeye çevrilmemiştir. Sadece halk değil, bizi apar topar 12 yıldızlı AB bayrağı altına toplamaya çabalayan, kararlar alan yöneticilerimiz de bunlardan habersiz.
Ortak Kültür Unsurlarında Gelişmeler
Bazı yetkililerin "Bugün AB'yi kurmaya başlasak, kültürden başlardık" dediklerine önceki yayınlarda da yer verildi.
Uluslararası birlik kurulmasında; birleşen coğrafyanın oluşturduğu bütünlük ve kültür unsurlarında ortak değerlere sahip olunması olmazsa olmaz koşullardandır.
AB oldukça güçlü bir coğrafi bütünlük içeriyor. üç tarafı, Kara Deniz'i de dikkate alırsak daha fazlası güvenli sınırlara dayalı. Bu bütünlük birliğin zaman içinde güçlenmesine katkıda bulunacak bir değerdir.
Kültür unsurlarından ortak değer olarak Hıristiyanlığın öne çıkarılmasına çalışıldığı ve bu konuya büyük özen gösterildiği görülebiliyor. Avrupa Birliği bayrağının Hıristiyanlıkla ilgili bazı ilkeleri simgelediği ilgili bölümde açıklanmaktadır. AB on iki yıldızı kağıt Euro'lara da, madeni Euro'lara da konmuştur. Böylece AB, Hıristiyanlık etrafında kuvvetli bir birlik sağlamaya, ortak kültür unsurlarını din unsuru yolu ile güçlendirmeye çalışıyor.
AB ortak kültür unsurlarında en fazla sorun olan, dil farklılıklarıdır. Avrupa'da nüfusun yarısı ikinci bir dil biliyor. Her üç Avrupalıdan birisi ıngilizce biliyor, Fransızca % 15, Almanca % 9, ıspanyolca % 5 ikinci dil olarak biliniyor. Doğu Avrupa'da Rusça bilenler fazla. AB tercüme işlerine yılda 300 milyon dolar harcıyor. Sorun ortada.
AB içinde, diğer kültür unsurlarında ekonomik, politik, sosyal entegrasyon sebebiyle ortak değerlere ulaşılması, zaman içinde çözülebilir. Fakat siyasi, özellikle ekonomik rekabet konusunda, uyumlu ortamın korunması kolay olmayacaktır.
Türkiye coğrafyasının, Avrupa coğrafi bütünlüğünü tamamlamadığı görülebiliyor. Türkiye'nin coğrafi konumunun taban oluşturduğu Türkiye jeopolitik konumu, AB için bazen çözümsüz sorunlar taşıyacaktır. örnek olarak Türkiye'nin Kafkasya, ıran, Irak, Suriye, Orta Doğu, Orta Asya, Rusya gibi ülke ve bölgelerle ilgili sorunları, büyük ölçüde AB sorununa dönüşecek. Avrupa'nın böyle bir sonucu üstlenmesi kolay değil.
Türkiye'nin üye olması AB'ni en fazla kültür alanında yeni karar ve çalışmalara yönlendirecektir.
Türkiye ise, büyük ve gizemli kültürümüzün AB kültürü ile entegrasyonu sonucu, kültür boşluğu (Cultural lac), kültür yozlaşması ve kültür erozyonu ile karşı karşıya kalacak, ve bunlarla başetmeye çalışacaktır. Büyük olasılıkla Türk yetkililer bu konuyu da kendi başına, kendi haline, başıboş bırakacaktır.
Bizi Ne Kadar ıstiyorlar?
önceki yayına, Fransa eski Cumhurbaşkanı Giscard d'Estaing; CDU (Alman Sosyal Birlik Partisi) eski başkanı ve eski Başbakan Kohl'ün; aynı partinin Avrupa politikası sözcüsünün; Almanya eski başbakanlarından Helmuth Schmith'in... Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan sözlerinden alıntılar yapılmıştı. Bu tür açıklamalar ne yazık ki durmuyor. Bizim yöneticilerimiz ve bazı çevrelerimiz bu ağır sözleri anlamak istemiyorlar, hafife alıyorlar, topluma önemsiz göstermeye çalışıyorlar.
H. Kohl, Avrupa Halk Partilerinin (ETP) Berlin'deki 14'üncü Kongresinde; Avrupa Birliği'nin Hristi-yanlık değerlerinden vazgeçmemesi gerektiği üzerinde tekrar durmuş, Avrupa'nın Antik Hümanizm ve Hristi-yan dünya görüşü temelleri üzerinde kurulduğunu tekrar etmiş, şunu söylemiştir: "Hristiyan dünya görüşü ve Hris-tiyanlık değerlerinin olmadığı bir Avrupa benim Avru-pam değildir."
Zirve toplantısı sebebiyle Nice'de bulunan Fransa Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı François Loncle "Tarihi ve özellikleri dikkate alınınca Türkiye AB'ye hiçbir zaman giremez" demiştir.
Almanya'nın eski başbakanlarından Helmuth Sch-mith, ilk yayına alınan konuşmasından sonra "Avrupa 'nını Kendini ıdamesi - 21'inci Yüzyıl ıçin Perspektifler" isimli bir kitabı yayımlamıştır.
H. Schmith bu defa Türkiye'nin AB üyesi yapılmaması hakkındaki görüşlerine gerekçeler göstermiştir. "Türkiye'nin nüfusu, şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak. 21. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye'nin nüfusu Fransa ve Almanya'nın toplamı kadar olacak. Türkiye'yi AB'ye almak isteyenlerin bu rakamları akıllarında tutmaları lazım." "Türkiye'nin Suriye, ıran ve Irakla sınırı var ve Yunanistan ile yüzyıllardır sürtüşmektedir ki bu sürtüşmenin tek sebebi Kıbrıs değildir. Türkiye bölgede kendi çıkarları olduğu için Ortadoğu'da yaşanan her savaşa endirekt de olsa katılmıştır.", "Türkiye ile Rusya arasındaki yüzyıllardır süren kin, özellikle Orta Asya'daki cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanması sonrası, her an yeniden canlanabilir." "Türkiye'nin AB'ye alınması bağlamında gözden kaçırılmaması gereken önemli kültürel farklar da var." "Türkiye ile Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok daha derindir." "Aslında Türkiye'ye karşı açık kartlarla oynamak yerinde olurdu."
ıngiliz The Guardian gazetesi 11 Eylül 2001'de ABD'nde gerçekleştirilen terör olayını "11 Eylül 1683"te-ki Viyana yenilgisinin Müslümanlar tarafından alınan intikamı olarak değerlendirmiştir. Gerçek bir fikir çirkinliği ve sosyal cehalet.
Bütün bu yetkililerin söylediklerine ve bazı araştırmalara göre, Avrupalıların sadece % 30'undan daha azı tarafından desteklenmesine rağmen, Türkiye'nin AB üyeliği gerçekleşirse; AB üyesi olarak ne tür zorluk, dışlama, aşağılama, horlama ile karşı karşıya kalacağımızı, çok zaman yalnızlığa itileceğimizi, her zaman "öteki" muamelesi göreceğimizi, kulis oyunları ile Türkiye üzerindeki her tür emellerini gerçekleştirmeye çalışacaklarını ve gerçekleştireceklerini düşünmeliyiz.
Bütün bu kötü sonuçlar; elbetteki, bildikleri yabancı dile güvenerek, Avrupa Parlamentosunda üye olmayı umanların hayallerinin yanında küçük kalıyor.
15 üye ülkede yapılan kamuoyu yoklamasında, aday ülkelerden hangilerinin üyeliğinin istendiği sorulmuş ve şu sonuçlar alınmıştır: Norveç'i isteyenler % 70, ısveç'i % 69, Malta'yı % 50, Kıbrıs'ı % 44 (Kuzey Kıbrıs ile birlikte), Türkiye en az istenen ülke (13'üncü) % 30.
Türkiye AB ilişkileri bağıtlı olarak 40 yıla ulaşmıştır (1963 Ankara Anlaşması). Başka Jıiçbir ülke ile üye olmadan yapılmayan; üye adaylarına uğrayacakları kayıpları telafi için büyük yardım yapılan gümrük birliği, Türkiye ile gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlara rağmen Türkiye, aralarında soğuk harpten sonra Varşova Paktı üyelerinin de bulunduğu 12 aday ülkeden daha avantajsız ve olumsuz bir konumda, AB'nin eşiğinin dışında bekletilmekte, zaman zaman horlanmakta, zaman zaman birşey-ler verilmektedir.
Nice zirve toplantısında; AB'nin 2010 yılına kadarki yapılanması kararlaştırılmış; üyelerin ve aday ülkelerin yeniden yapılanma içindeki yerleri; Avrupa Parlamentosu, Komisyon ve Konsey içindeki kontenjanları belirlenmiştir. 2010 yılında nihayetlendirilecek bu yapılanmada Türkiye'ye hiç yer verilmemiştir. Kararlarda AB'nin 2010 yılından sonraki genişlemesi hakkında da hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Ancak, bizim AB üyeliği yanlısı yetkililerimizin girişimi ile, Türkiye'nin bağımsızlığını veya başka sistemler içerisinde olmasını istemeyen AB yetkililerinin oluru ile, "AB'nin genişlemesine dair deklarasyonun" l'inci sayfasına şu dipnotun ilave edilmesine karar verilmiştir: "Bu tablolar sadece katılım müzakerelerine fiilen başlanmış olan aday ülkeleri gözönüne almakta dır." Türkiye'de bu ifadeye dayanarak AB üye adaylığı canlı tutulmaya çalışılıyor. Nice kararlan incelendiği zaman Türkiye'ye resmen "Hayır" dendiği anlaşılabilir.
AB Türkiye'yi diğer 12 aday ülkeden ayırmış, tanı üyelik müzakereleri kapsamına bile almamıştır. Diğer 12 aday ülkenin AB içinde sindirilmesi 2010'dan çok sonra mümkün olabilir.
AB içinde genişlemeden sorumlu Verheugen, katılım müzakerelerinin; Türkiye siyasi kriterleri yerine getirmeden başlayamıyacağını vurgulamaktadır. Bu açıklama; Kıbrıs'tan, Ege'den vazgeçmeden, Türkiye'nin bölünmesi ve Bizans'ın canlandırılması için gerekli ortam oluşmadan Türkiye ile müzakere yapılmayacağı şeklinde anlaşılabilir.
Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Dr. Hans, ıohaim Vergau "Türkiye'nin tam üyeliğinin AB'nin kimliğini büyük ölçüde değiştireceği açıktır. Türkiye hiçbir aday grubuna sığmamaktadır." demiştir.
Aynı görüş birçok Batılı yetkili tarafından yaralayıcı şekilde defalarca açıklandı.
AB'nin Türkiye'den ne istediğini, en iyi olarak AB Konsey temsilcisi Bayan Karen Fogg'un faaliyetlerinden çıkarabiliriz. Avrupa Parlamentosu kararları (Ek -A), Karen Fogg'un çalışması ve amaçları ile örtüşüyor; birbirlerini doğruluyor ve birbirlerini tamamlıyorlar. Bunlar ortak olunması düşünülen bir ülkeye reva görülmemeli. Ek- A'da bir kısmı açıklanan Avrupa Parlamentosu kararları, AB yetkililerinin çirkin ve haksız açıklamaları karşısında sessiz kalmamış, ulusal onurumuz korunma-mıştır. Türkiye istenmeyen ortak olarak ebedi üye adayı durumundadır. "Hayır" diyecek cesaret gösterilemiyor.
AB üyeliği'nin Seçenekleri
Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye açısından sakıncaları söylendiği zaman genellikle aynı soru ile karşılaşılıyor:
AB üyeliğinin seçeneği (alternatifi) ne? Veya; AB değilse ne?
Soru çoğunlukla kendilerinin belirlediği seçeneklerle tamamlanıyor: Bağdat mı? Kumları petrol bulaşığı Orta Doğu çölleri mi?... Bu kinayeli cevaplar; cevap şeklindeki sorular yanlış.
Karşı karşıya bulunduğumuz durum iki seçeneklidir:
1. Türkiye'nin AB üyesi (eyaleti) olması.
2. Atatürk'ün kurduğu; tam bağımsız, kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayalı ulusal Türk devletinin korunması.
AB üyeliğinin eyalet olarak nitelenmesinin sebebi bu yayının bütününde veriliyor: Atatürkçülüğün Sonu; Katılım Ortaklığı Tuzakları; Bizans'a verilen Can Suyu; Gümrük Birliği mi, Müstemleke Anlaşması mı? ve Ek -A.
Aranan ve sorulan, aslında dış politika seçenekleridir.
Türkiye AB üyesi olursa, AB dış politikaları dümen suyunda politikalar üreteceğiz. Seçeneksiz, rahat ve kolay bir dış politika çizgisi olacak. AB'nin amaçlarına yönelik davranışlar sergileyeceğiz. AB'nin dış politika seçenekleri üzerinde ciddi bir etkide bulunabilmeyi beklemememiz gerekir.
ıkinci durumda; Türkiye'nin Atatürk'ün kurduğu, tam bağımsız, kayıtsız şartsız ulus egemenliğine dayalı ulus devlet niteliğimizi korumamız halinde; devamlı olarak değişecek ve gelişecek dış politika seçeneklerine sahip olacağız.
Türkiye coğrafyasının, Türk tarihinin, Türk kültürünün özellikleri Türkiye'ye başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar çok seçenek sunar: Türkiye; ABD ile, AB ile, Rusya ile, Orta Asya ülkeleri ile, Alt Kıta ülkeleri ile Orta Doğu ile, Kafkas ülkeleri ile... zaman içinde şartlan değişen ve gelişen politik ilişkiler kurabilir. Karadeniz Ekonomik ışbirliği (KEıB), Ekonomik ışbirliği Teşkilatı (ECO-EKıT), ıslam Konferansı, Türk Dünyası, Güney Doğu Avrupa ışbirliği (Balkanlar, GAıB)... gibi kuruluşlar da etkili - etkisiz birer seçenektir.
AB üyesi olsak da Avrupa bize birşey vermeyecek, bizim için birşey yapmayacaktır. Türk Devriminin de amacı olan her çağda çağdaş olma hedefine ancak kendi çalışmalarımız ve kendi gücümüzle ulaşabileceğiz.
AB üyesi olmayıp bağımsız kalmamız halinde AB ile olan ilişkilerimiz; AB üyesi olmamız durumundan çok daha sağlıklı olacaktır.
1. BöLüM
ATATüRKç ü LüK SON LANDIR I LIYOR
Atatürkçü Düşünce Sistemi; ıstiklal Harbini, istiklal Harbi sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyetini, öncesi Türk Toplumunu şekillendiren, belirleyen bütün olayların, bütün olguların düşünce tabanını oluşturur.
Kurulan devleti ve toplumu büyük ölçüde yeniden inşa eden Atatürkçü düşünce sistemi; vazgeçilemez, paylaşılamaz, zayıflamasına göz yumulamaz ilkelere dayanır. Bu ilkeler aynı zamanda kurulan devletin ve toplumun kimliğini belirlemektedir.
Toplumların seçip benimsedikleri düşünce sistemleri; en etkili kültür unsuru değeri kazanırlar ve diğer bütün kültür unsurlarını şekillendirirler.
2876 Sayılı Kanunun 6'ncı Md..b fıkrası gereğince "Milli Kültür Unsurlarını tespit etmek" görevi Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Yüksek Kuruluna verilmiştir.
Atatürk Kültür Merkezi tarafından oluşturulan bir "Bilim Kurulu" Türk Kültür Unsurlarını tespit etmiş ve Başbakan'ın başkanlığında toplanan "Yüksek Kurul" tarafından onaylanmıştır.
Onaylanan listede Atatürkçülük birinci kültür unsuru olarak (Toplumu oluşturan temel düşünce sistemi) belirlenmiştir.
Konu ile ilgili yayının ön Sözünde şu açıklama bulunmaktadır.
"Atatürkçü Düşünce, milli kültür unsurları arasında özel değeri ve önemi olan bir konudur. Her şeyden önce, Atatürkçü Düşünce, Türk Milletinin tarihten çıkardığı bir sonuçtur, bir düşünce ürünüdür. Türk Milletinin tarihi gelişmeler içindeki birikimi Atatürkçü Düşünce'yi ortaya çıkarmıştır. Bağımsız devletimizin kuruluşunun, milli egemenliğe dayanan özgürlüğümüzün, modernleşmeye açık laik zihniyet yapımızın kaynağını oluşturan Atatürkçü Düşünce Sistemi tümüyle Türk milli hayatının gereklerini belirlemektedir. Atatürkçü Düşünce, Türk milli hayatının olduğu kadar, Türk milletinin geleceğinin de her türlü tehlikelere karşı bir teminatıdır."
"Atatürkçülüğü anlamadan Türk devlet ve toplum yapısını, düşünce ve davranışlarımızı belirlemek mümkün değildir. Atatürkçülük bağımsız kültür unsurlarımızdan biridir. Diğer bütün kültür unsurlarım etkilemiştir ve diğer bütün kültür unsurlarımızı şekillendirmeye devam etmektedir..."
Türk devleti ve toplumu millet egemenliğine dayandırılmış, bağımsız olarak yapılandırılmıştır.
Atatürkçülüğün, Atatürkçü düşünce sisteminin dayanak ve aynı zamanda kaynakları olan ilkeler, Avrupa Birliği'ne üye olmamız halinde büyük ölçüde kayıplara uğrayacak, toplum ve devlet üzerindeki etkinliklerini yitirecekler.
Atatürk'ün; devletin ve toplumun kuruluş harcına koyduğu, millet egemenliğinin ve bunun vazgeçilmez, doğal koşulu olan bağımsızlığın AB birimleri ile paylaşılması; bu erdemli özelliklerden yoksun kalacak olan ülkemizi Avrupa Birliği'nin bir eyaleti durumuna sokacaktır.
AB üyesi olduktan sonra uymak zorunda olduğumuz yasaların önemlilerini; her vesile ile Türk düşmanlığını açığa vurmuş olan Avrupa Parlamentosu yapacak ve biz uygulamak zorunda kalacağız. Bunlara ek olarak, Türkiye'ye karşı daima çifte standart (iki yüzlü davranış) uygulayan Avrupalıların, Avrupa Birliğinin uygulama organlarının, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyinin kararları Türk Hükümetinin kararlarının önüne geçecektir.
Atatürk'ün kurduğu ve bize emanet ettiği "Cumhuriyet" yukarıda açıklanan köle yapılı Cumhuriyet değildir. Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayanır ve tam bağımsızdır.
Avrupa Birliği üyesi olmamız halinde Atatürk'ün kurduğu kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayalı bağımsız cumhuriyetimiz mahiyet (nitelik, vasıf, öz, asıl, esas..) değiştirecektir.
Egemenliğin karşılıklı devredileceği doğru. üzerinde durduğumuz iki husus var:
Birincisi; AB üyesi olan Türkiye, tarihi ve kültürel sebeplerle, AB içinde daima "öteki" (hasım) işlemi görecek, her konuda kulis oyunları ile, "Doğu Sorunu" ve "Megali idea" amaçlan yönünde yok oluşa doğru götürülecektir.
ıkincisi; bu Anayasal değişikliklerden sonra, artık, TC. Atatürk'ün kurduğu tam bağımsız ve kayıtsız şartsız millet egemenliğine sahip özellikleri taşımayacak. Bağımsızlık ve egemenliği AB ile paylaşmak ve aynı zamanda Atatürk'e ve ilkelerine bağlı olmak mümkün değildir. Bu iki hal birbirine karşıdır.
Avrupa Birliği yetkili birimlerinde, henüz üye dahi olmadığımız halde Türkiye aleyhine alman kararlar Türk-ış tarafından yayımlanan Ek-A'daki "Avrupa Birliği Türkiye'den Ne ıstiyor" isimli broşürde yayımlanmıştır.
Türkiye hakkında alınan kararların içeriği ve üslubu ulusal onurumuza saldırı düzeyindedir. Bu suçlamalara Türk Hükümetinden, TBMM'nden, Adalet organlarımızdan, kısaca yasama, icra ve yargı güçlerinden hatta basından cevap verilmemiş olması çok üzücüdür.
Türkiye AB üyesi olmadığı için broşürdeki kararlar bizi bağlamıyor ve uygulamıyoruz. Fakat üye olduğumuz zaman bu kararlar birer birer bize dayatılacak. Belki de, üyeliğimizin onaylanması için, üyeliğin onay makamı olan Avrupa Parlamentosu tarafından daha önce alınmış olan Ek-A'daki bütün kararlar üyelik şartı olarak önümüze konacak. Karşı karşıya kalınacak ortamı anlamak için bu kararları çok iyi incelemeliyiz.
AB üyesi olduğumuzda, AP'nda üyelerimiz bulunacak. Fakat sonuç değişmeyecek. 700 kişilik parlamentoda 80 .üyemiz kulis oyunları ile daima azınlıkta bırakılacak ve Türkiye ile ilgili kararları aleyhimize çıkarmayı başaracaklar. Yaşanan Haçlı zihniyeti ve Doğu Sorunu politikası, yine tarihten kaynaklanan Türkleri "öteki" sayma içgüdüsü devamlı olarak bizim aleyhimize davranmalarına sebep olacaktır. Neler yapabileceklerinin en iyi örneği bugün almış oldukları kararlardır.
AB üyesi olduğumuz sürece bütün AB organlarının üzerimizde yaptırım yetkisi ve gücü olacak, alınan kararları mutlaka uygulamak zorunda olacağız.
TBMM yasama yetkilerini Avrupa Parlamentosu ile, TC Hükümeti icra ile ilgili yetkilerini AB Konsey ve Komisyonu ile, yargı organlarımız yetkilerini Adalet Divanı ile paylaşacaklar.
Maastricht'te alınan önemli kararlardan birisi: "Mevcut AB (o tarihte AT) kurumlarının, bu arada Avrupa Parlamentosunun yetkilerinin artırılması" dır.
AB organlarının yetkilerinin artırılması ulusal kuruluşların (TBMM, TC Hükümeti, Türk yargı organları) aleyhine olacak, üye ülkelerin eyalet olma özelliği gittikçe belirginleşecek; egemenlik ve bağımsızlığımız giderek cılızlaşacaktır.
Bağımsız bir ulusu; hiçbir getirişi olmayacak bir federasyonun eyaleti haline getireceğiz.
Bağımsızlık Savaşı Sırasında Mandacılarla Yapılan Mücadele
4 Eylül 1919 günü açılan Sivas Kongresinde, 8 Eylül 1919 günü Manda konusu tartışılmaya başlanmıştır.
Daha önce Kafkas Tümen Kumandanı olan Arif Beyin, Erzurum'da bulunan Atatürk'e Amasya'dan çektiği telgrafta şu açıklamalar bulunuyor: "Bağımsızlık elbette istenir ve tercih edilir. Ancak, tam bağımsızlık istediğimiz takdirde, vatanın birçok parçalara ayrılacağı kesin ve şüphesizdir. şu halde, iki üç ili içine almaktan ibaret olan bağımsızlığa, vatanımızın bütünlüğünü garanti altına alacak yabancı bir devletin himayesi (mandaterlik) elbette tercih edilir.", "Belirli süre için Amerikan mandası istenmesinin" yararlı olacağım açıklıyor ve Amerikan temsilcisi ile görüştüğünü, temsilcinin bütün bir milletin sesi olarak Amerika'ya duyurulmasını istediğini söyledikten sonra "Bazı şartlar çerçevesinde" Wilson'a, Senato'ya başvurulmasını teklif ediyor."
M. Kemal Amasya'da bulunan Bekir Sami Bey'e çektiği telgrafta "Kongrede (Erzurum) devlet ve milletin bağımsızlığı ısrarla savunuluyor" dedikten sonra; tam bağımsızlığın vatanı birçok parçalara ayıracağı görüşünün nereden kaynaklandığı; vatanın bütünlüğünden maksadın, memleketin mi yoksa egemenlik haklarının mı olduğunu soruyor, Amerikalılar gibi ıngilizlerin de mandaterlik politikası güttüklerini belirterek aralarındaki farkı ve ıstanbul Hükümetinin görüşlerinin bildirilmesini istiyor.
Bu ilk yazışmalardan sonra Bekir Sami Bey, Halide Edip, 12'nci Kor. k. (Afyon) Selahattin Paşa, 20'nci Kor. K. (Konya) Ali Fuat Paşa, Kara Vasıf arasında konu ile ilgili yazışmalar olmuştur.
Turgut özakman, A. Taner Kışlalı'yı anma töreninde Mütareke döneminde Refik Halil'in şunları söylediğini belirtiyor: "Bizim için tutulacak tek kurtuluş yolu, ıngiltere ile beraber yürümektir." Ali Kemal "Avrupa ile başa çıkmayı asırlardan beri Asya'nın hangi kavmi başardı ki, biz başarabilelim?"; Refi Cevat (Ulunay) "Tek çare galiplerle uyuşmak ve anlaşmaktır." Rıza Tevfik "Medeniyeti temsil eden ıngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır."; Mustafa şerif Paşa "Umumun arzusu, ıngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir."
Mustafa Kemal her iki Kor. K. nına (12'nci ve 20'nci) Erzurum'dan 21.8.1919 tarihinde çektiği telgrafta şunları bildirecektir: "ıstanbul'da çeşitli partilerin Amerikan Komisyonuna verilmek üzere aldıkları kararlar, burada Hey'et-i Temsiliye'mizce son derece üzüntü ve esefle karşılandı.". Ali Fuat Paşa bir telgrafında amacın milletin birliği, vatanın bütünlüğü, istiklal ve hakimiyetin elde edilmesi olduğunu açıklıyor. M. Kemal cevabında "Amerikan mandasını kabul durumunda bu gaye korunmuş olabilir mi?" diye soruyor (19.8.1919).
Konu Sivas Kongresinde tartışılır. Atatürk "Her halde içeride ve dışarıda istiklalimizi (bağımsızlık) kaybetmek istemiyoruz" hatırlatması ile görüşmeleri yönetmektedir.
Refet Paşa bugünkü AB taraftarlarının düşüncelerine benzeyen şu görüşleri ileri sürüyor: "Yirminci yüzyılda, beş yüz milyon lira borcu, harap bir memleketi, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak on beş milyon lira geliri olan bir millet için bir dış dayanak olmadan yaşamak imkanı olamaz." "O halde, Amerikan mandası her şeyden önce bir kefil ve yardımcı bulmak için gereklidir."
Bugün AB üyeliğini isteyenlerle paralellikler açık olarak görünüyor.
Amerikan Araştırma Komisyonu üyeleri ıstanbul'da ızzet Paşa'ya (Savunma Bakanı) şunu söylüyorlar: "Eğer siz Erzurum ve Sivas Kongrelerine Amerikan Mandasını istettirecek olursanız, Amerika Osmanlı mandasını kabul edecektir."
Görüldüğü gibi tartışılan ve Manda isteyenlerin karşısına konulan: Bağımsızlık, egemenlik ve ülke bütünlüğüdür. Bugün AB'ye Hayır diyenlerin de istediği; bağımsızlığı, millet egemenliğini, ülke bütünlüğünü koruyan bir düşünce ve seçenektir.
Anayasamızda Egemenlik Hakkı
Anayasamızın 1-3 maddelerinin değiştirilemiyeceği, değişiklik teklifinin dahi yapılamayacağı 4'üncü madde de açıklanmıştır. 2'nci madde "Başlangıçta açıklanan temel ilkelere" atıfta bulunmaktadır. Başlangıç bölümünün 4'üncü paragrafında da "Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu" belirtilmiştir. Bilindiği gibi Başlangıç bölümü Anayasanın bir parçası olarak geçerlidir.
6'ncı Egemenlik maddesinin ilk fıkrası şöyledir: 'Egemenlik Kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz."
21 Ocak 1921 tarihli Anayasa'nın 1'inci maddesi şöyledir: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. ıdare Usulü; halkın mukadderatını bilfiil idare etmesi esasına dayanır."
Daha sonraki bütün Anayasalarda (1961, 1982) aynı hüküm bulunmaktadır. Bu husus Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinden birisidir.
Bugünkü TBMM binasının toplantı salonunda, başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda ve Anıtkabir'in Atatürk'ün mozolesine çıkan merdivenlerinin orta yerinde "Hakimiyet Kayıtsız şartsız Milletindir" yazıyor.
AB üyeliğimiz bütün bu hükümlerde değişiklik gerektiriyor. Nitekim birçok AB üyesi ülke Anayasalarının ilgili maddelerinde değişiklik yapmıştır: Fransa (Md.88/1), ıtalya (Md.11), Almanya (Md.24), Yunanistan (Md.28 / 2), ıspanya (Md.93).
Türkiye Avrupa Birliği Derneği Genel Bşk. Prof. Dr. Haluk Günuğur basında yayımlanan şu Anayasa değişikliğini önermektedir: "Türk Milleti egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle bizzat veya uluslararası ya da uluslar üstü kuruluşlarla ortaklaşa kullanır."
Verilecek ödünler tek bir gerekçeye dayandırılıyor: Diğer uluslar egemenlik, sonuç olarak bağımsızlıklarından nasıl bir şeyler veriyorsa biz de vermeliyiz; gerçekten de karşılıklı alış veriş, paylaşma söz konusu.
Avrupa'nın diğer ülkeleri ile Türkiye aynı tarihi yaşamadılar, aynı kültürel ve politik konumda değiller. Türkiye kendisini, varlığını koruyabilmek için egemen ve bağımsız olmak zorundadır. Tarihimizin ve coğrafyamızın desteğinden, Türkiye dışındaki stratejik ve jeopolitik olanaklarımızdan yararlanabilmemiz için bağımsız olmamız gerekir. AB içinde olacak bir Türkiye ile diğer bir Avrupalı üye ülkenin konumu, durumu, şartları aynı olmayacaktır.
Atatürk ilkeleri ve devrimleri tam bağımsız olarak yaşatılıp geliştirilebilir.
ATATüRKçü DüşüNCEDE VE TüRK DEVRıMıNDE MıLLET EGEMENLığıNıN, BAğIMSIZLIğIN YERı
Türk Devriminin ilk yıllarında benimsenen 6 ilke (Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik, ınkılapç) CHF nizamname (tüzük) ve programlarında açıklanmıştır:
1923 Nizamnamesinin 2'nci maddesinde, Halkçılık ismi konmadan ifade edilmiştir.
1927 CHF Nizamnamesinin 1'inci maddesinde üç ilke (Cumhuriyetçi, Halkçı, Milliyetçi) sayılmış, 3'üncü maddesinde ise Laiklik ilkesi ismi konmadan açıklanmıştır.
1931 programının 1'inci maddesinde Laiklik, ismi konarak, Devletçilik ve Devrimcilik eklenerek 6 ilke tamamlanmıştır.
1937 yılında ıç ışleri Bakam şükrü Kaya'nın önerisi ile 6 ilke Anayasaya hüküm olarak girmiştir. Daha sonraki Anayasalarda (1961, 1982) ilkelere yer verilmemiş, CHP ilkeleri olarak korunmuştur.
Cumhuriyeti kuran partinin dayanak ve amaçlarını belirleyen bu ilkelerin her birisinin kapsam ve içeriği Atatürk tarafından da değişik zamanlarda açıklanmıştır. Fakat Atatürk hiçbir zaman Türk Devrimini bu altı ilke ile sınırlandırmamıştır.
Atatürk bu ilkelere ruh ve can veren; onları şekillendiren; birleştirici, bütünleştirici harcı oluşturan dayanak ve amaçları ise Samsun'a çıktığı tarihten itibaren belirtmiş, anlam ve değerlerini tekrar tekrar açıklamış, vazgeçilmezliklerini ömrü boyunca vurgulamıştır.
Atatürk'ün ömrü boyunca işleyerek gündemde tuttuğu, hiç ödün vermeyerek bütün uygulanmalarında gözettiği, kutsallaştırdığı konuları şu şekilde toplamak mümkündür: Tam bağımsızlık; kayıtsız şartsız ulusal egemenlik; hukukun üstünlüğü; akılcılık- bilimcilik. Bu konular altı ilkeye de kaynak ve destek olmuştur. Altı ilkenin her birisi, bu konuların oluşturduğu taban ve ortamdan yoksun olarak düşünülemez, var olamaz.
örnek olarak; tam bağımsızlık ve millet egemenliğinden yoksun olan bir Cumhuriyet, Atatürk'ün kurduğu ve amaçladığı Cumhuriyet değildir. Millet egemenliğine tam bağımsızlığa, hukukun üstünlüğüne, akılcılığa - bilimciliğe dayanmayan Cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, milliyetçilik, laiklik, devrimcilik düşünülemez. Bu sebeple, devrimimizin altı temel ilkesi, bu ilkelerle kurulan devlet, öz suyunu tam bağımsızlık, millet egemenliği hukukun üstünlüğü ve akılcılık - bilimcilikten almıştır diyoruz.
Atatürk'ün kurmayı düşündüğü devlet için açıkladığı ilk iki kaynak ve dayanak: Ulusal Egemenlik ve Bağımsızlıktır.
Atatürk bu iki amacı, zaman içerisinde; Tam Bağımsızlık, Kayıtsız şartsız Millet Egemenliği şeklinde geliştirmiş, "Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir" diyerek bu iki ilkeyi kendi kimliği ile özdeşleştirmiş, zirveye yerleştirmiştir.
ıki ana ilke birbirlerine bağımlıdır; birisi var olduğu kadar diğeri de vardır. Bağımsızlık ve ulusal egemenliğin birisinde görülecek gerileme diğerini de geriletir. örnek olarak Millet egemenliği dış güçlerle paylaşılmış ise, bağımsızlıktan söz edilemez. Bunun gibi bağımsızlığın bir dış odakla paylaşılması halinde millet egemenliği anlamını ve etkinliğini kaybeder.
Ulusal Egemenlik (Milli Hakimiyet) ile onun ayrılmazı ve değişkem olan Bağımsızlık (ıstiklal) Atatürk'ün ilk önce açıkladığı ve hayatı boyunca vurguladığı, çok duyarlı olduğu konulardır.
Toplum bir ailenin (Osmanlı) ve onun kurduğu dar kadronun (oligarşik) kontrolünden kurtarılacak; iktidar, bütün millet tabanına genişletilerek devredilecekti. ılk önce yapılması gereken bu işin ismi, Ulusal Egemenlikti (Hakimiyet-i Milliye, Milli Hakimiyet).
Bağımsızlık (ıstiklal) ayrı bir devlet olabilmenin,kalkınabilmenin, çağdaşlaşabilmenin, kişisel ve ulusal onurumuz adına vazgeçilmez diğer şartı idi.
"Arzumuz dışarıda bağımsızlık, içeride kayıtsız şartsız milli egemenliği korumaktır." "Bir tek karar vardır. O da milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti tesis etmek." sözleri Atatürk'ündür.
ıstiklal Harbi tam bağımsızlık ve millet egemenliği için yapılmıştır.
Atatürk bu iki temel vazgeçilmezi şu sıra ve şekilde açıklamaya başlamıştır:
22 Mayıs 1919; Sadarete Rapor (Samsun'a çıktıktan 3 gün sonra):
"Millet birlik olup, hakimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır." Bu açıklama Milli hakimiyetin ve ulusal devletin ilk işaretidir. Gerçekte Türk Devriminin de ilk işaretidir.
26 Mayıs 1919; valiliklere, mutasarrıflıklara tamım (Samsun'a çıktıktan bir hafta sonra):
"Milli ve siyasi bağımsızlığımızın kurtarılması." Bu açıklamada bağımsızlığın ilk işaretidir.
28 Mayıs 1919; 3'üncü, 15'inci, 20'nci Kolordu Komutanlarına (Samsun'a çıktıktan dokuz gün sonra):
"Milletin esaretten kurtuluşu, hakim (egemen) ve müstakil (bağımsız) olarak topraklarımızda yaşayabilmek..." Egemenlik ve bağımsızlığın birlikte değerlendirdiği ilk konuşmadır.
l Haziran 1919; Sadaret Makamına (Samsun'a çıktıktan 11 gün sonra, aynı makama 2'nci açıklama) "Milletin milli bağımsızlığı korumaya kararlı olduğu..." Sadarete 22 Mayıs tarihli raporunda ulusal egemenliği, bu raporunda ise ulusal bağımsızlığı vurgulamaktadır.
3 Haziran 1919; Harbiye Nezaretine (Samsun'a çıktıktan 14 gün sonra)
"Bağımsızlık ve milli mevcudiyeti..."
Aynı gün Kor K. ve Valilere
"Devlet ve milletin tam bağımsızlığı."
Bu metinde Atatürk bağımsızlığı ilk defa tanı bağımsızlık olarak belirtmektedir.
Atatürk yaşamı boyunca bu iki ilkenin üzerinde durmuş vazgeçilmezliklerini vurgulamaya devam etmiştir. ıki konu hakkındaki açıklamalarından bazıları aşağıya çıkarılmıştır.
Ulusal Egemenlik ile ilgili olanlar:
"Milli egemenliğimizin hatta bir zerresini bozmak niyetinde bulunanların kafalarını parçalayacağınızdan eminiz."
"Kayıtsız şartsız tabiriyle belirtilen egemenliği milletin üzerinde tutmak demek bu egemenliğin bir zerresini, sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir."
"Egemenlik hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez."
Avrupa Birliği hayali ile Anayasa'nın ulusal egemenlikle ilgili 6'ncı maddesine kayıt ve şart ekleyenler Atatürk'e karşı olan bir hareketin öncülüğünü yaptıklarını bilmeliler. Gerçekte biliyorlar, hem de çok iyi biliyorlar. Suçlarını hafifletmek için "Büyük bir egemenliğin parçası olacağız." diyorlar. Bu savunma şekline Türkçemizde "özürü kabahatinden büyük" denir.
Atatürk'ün ulusal bağımsızlıkla ilgili açıklamalarından birkaç örnek:
"Tam bağımsızlık, bugün bizim üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir."
"Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye maruz olamaz."
"Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir."
"Bu millet bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır, yaşayamaz, yaşamayacaktır."
"Türk devletinin bağımsızlığı mukaddestir." "Esas, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir."
ılk Ulusal Andımızın (Misak-ı Milli) son maddesi (6'ncı Md..) bağımsızlık şartını açıklar.
20'nci yüzyılın en tanınmış tarihçisi, tarih felsefecisi ıngiliz Arnold Toynbee "Milli Misakı" Türk ulusunun "Bağımsızlık Bildirisi" olarak tanımlar. Erzurum programının ışığı altında Mustafa Kemal tarafından hazırlanarak millet vekillerine verilmiş ve son Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından Milliyetçilerin bir zaferi olarak 28 Ocak 1920 günü kabul edilmiştir.
Misak-ı Milli Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk Devrimi'nin temel belgelerinin en önemlilerindendir. Daima dikkate alınıp savunulmuştur. AB üyeliği sonucu Avrupa Birliği ile bağımsızlığımızı paylaşmamız bu belgeyi de unutmamızı gerektirecektir.
Bağımsızlık ve egemenlik Türk Devrimi ile ve Türkiye Cumhuriyeti ile özdeştir. Yabancılarla paylaşmadan onur ilkelerimiz olarak korunmalıdır. Bağımsızlık ve özgürlük Atatürk'le beraber bütün ulusun karakteri olmuştur.
Ulusumuzun kurtuluşunu, devletimizin kuruluşunu sağlayan savaşa: Bağımsızlık Savaşı (ıstiklal Harbi) ismi verilmiştir.
Ulusal marşımıza bağımsızlık ismi konmuştur: ıstiklal (bağımsızlık) Marşı.
Atatürk eserini gençliğe emanet ettiği, bir vesayet niteliğinde ve niceliğindeki konuşmasına şöyle başlar:
"Ey Türk Gençliği!
"Birinci vazifen Türk bağımsızlık (ıstiklal) ve Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir." Bağımsızlık ilkesinin korunması gerektiğini bir sayfalık konuşmada 4 defa vurgular. Bağımsızlığı korumalarım gençlere görev olarak verir. (Ek - C)
Ulusal Egemenlik ve Bağımsızlığın Avrupa Birliği kurumları ile paylaşılması Atatürkçülüğün Cumhuriyetin ve ulusal devletimizin alacağı ölümcül bir yara olacaktır.
TBMM'nin yetkilerinin bir kısmını alarak bir üst yasama organımız durumuna yükselecek olan Avrupa Parlamentosu'nun bugüne kadar aldığı kararlardan birkaçının özeti aşağıya çıkarılmıştır. Bu örnekler üye olduğumuz zaman nelerle karşılaşacağımızın işaretleridir,
Avrupa Parlamentosu, Kıbrıs'taki Türk birliklerini işgal kuvveti olarak isimlendirmiş; birkaç defa Türkiye'ye çekilmesi kararını almıştır.
Sözde Ermeni jenositini kabul etmiş; Türkiye'nin de kabul etmesini kararlaştırmıştır.
PKK'ya yataklık yapmıştır.
Türkiye aleyhine alınan kararların bir kısmı Ek -A'da toplanmıştır.
Türkiye'ye karşı haçlı zihniyeti ile bakmaya devam eden, Doğu Sorunu artığı düşünceler taşıyan, sonuç olarak Türkiye'ye düşmanca bakan böyle bir parlamentoya, Türkiye üzerinde yasama yetkisi verilemez.
AB üyeliğinin bazı taraftarları, 1920'lenn bağımsızlık ve egemenlik anlayışı ile bugünkü anlayış ve uygulamanın farklı olduğunu, günümüzde tam bağımsızlığın mümkün olmadığını belirtiyorlar.
Bu görüşün doğru yanı elbette var. Uluslararası hukuktaki ve küreselleşmedeki gelişmeler bütün ülkelerin bağımsızlıklarından bir şeyler almıştır. Ancak AB üyeleri, bağımsızlık ve egemenliklerinin çok daha fazlasını AB'nin kurumlarına devretmek zorundalar. Küreselleşmenin sebep olduğu ve olacağı bağımsızlık ve ulusal egemenlikteki kayıp, AB üyeliğinin sebep olacağı aşınmadan kıyaslanamayacak kadar az olacaktır.
Avrupa Parlamentosunda alınan KKTC'deki askeri gücümüzü çekme kararını üye olmadığımız için uygulamıyoruz. Fakat AB üyesi olduğumuz takdirde AP'nun Ek-A'da açıklanan bütün kararlarını uygulamak mecburiyetinde kalacağız. Avrupa Parlamentosu, Komisyonu ve Konseyinin kararlarına, Tarihi Doğu Sorunu uygulaması olsa da uymak zorunda olacağız.
Görüldüğü
En son erzurumlu25 tarafından Paz 23 Ara. 2012 - 23:15 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
erzurumlu25- .::Tengri::.
-
Yaş : 45
Cinsiyet :
Nerden : Erzurum
Lakap : Vatan delisi
Doğum Tarihi : 22/04/79
İletiler: : 757
Üyelik Tarihi : 29/12/09
Avrupa Birliği'ne neden "HAYIR" 2
TÜRK DEVRİMİ VE AVRUPA BİRLİĞİ
Türk Devriminin AB üyeliği ile ne ölçüde bağdaşıp örtüştüğünün araştırılması, üyelik başvurusunun irdelenmesinde önemli bir unsur olarak değerlendirilmelidir. çünkü, Türkiye Cumhuriyeti'nin düşünce tabanım, kuruluş felsefesini Atatürkçü Düşünce Sistemi oluşturmuş, seksen yıllık uygulamayı aynı düşünce kaynağı besleyip yönlendirmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin yapısı; kaynağı Atatürkçü düşünce olan Türk Devrimine dayanır.
Avrupa Birliği üyeliği gibi devlet, toplum ve kişi yaşamında büyük dönüşümler getirecek bir kararın; Cumhuriyetimizin ana bulağı olan Atatürkçü düşünce sisteminde ne ölçüde değişikliklere neden olacağının araştırılması bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Türk Devrimi Türk Tarihinin son ve büyük evresidir.
Türk Devrimi getirdiği büyük dönüşüme (inkılap) rağmen, tarihimizin doğal akışı ile çelişmez.
Devrimimizin evrensel Batı devrimleri içindeki yeri, ve Türk Tarihi içindeki işlevi ayrıntılı biçimde çok az araştırılmıştır. Bu eksiğimiz, Devrimimizin kişi, toplum ve devlet hayatındaki çok önemli yerini, iyi değerlendire-mememize sebep oluyor.
Başka bir cepheden bakışla; şu sorular tartışılmalı; Türk Devrimi ile Avrupa Birliği üyeliği bağdaşacak mı? Yoksa, Avrupa Birliği üyeliği, Türk Devriminin düşünce tabanını oluşturan Atatürkçü Düşünce Sisteminin terk edilmesini mi gerektirecek?
Bu sorunun cevabına, Türk Devriminin, Devrimimize taban oluşturan Atatürkçü Düşünce Sisteminin tarihi ve bugünkü işlevinin belirlenmesi ile ulaşılabilir.
Türk Devrimi ilk aşamada, bağımsız ve millet egemenliğine yönelik, ulusal - doğal olarak üniter bir yapı oluşturmayı amaçlar. ıstiklal Harbi ile ve devrimlerle, evrimlerle başlayan bu yolculuk bir bütün olarak ve evrimleşerek devam etmektedir.
Bütünü ile Türk Devrimi, bir kültür atılımıdır; kültürümüzü yeni bir aşamaya ulaştıran, çağdaş değerlerle uyum arayan bir süreçtir.
önceki yayınlarda, "kültür" beşeri konuların ana etkeni olarak gösterilmiş ve şu tanımla açıklanmıştır: Kültür: Bilgi ve deney birikiminden kaynaklanan düşünce gücü, beceri ve davranış özelliğidir. Unesco'nun yaptığı bir tanım kültür olgusu'na ışık tutuyor: Kültür; "Bir insan topluluğunun kendi tarihi gelişimi konusunda sahip olduğu bilinçtir."
Uygarlık bir kültür ürünüdür. Atatürk Kültür Merkezinde oluşturulan bilim kurulu kültür unsurları olarak şu konuları belirlemiştir:
Toplumun benimsediği temel düşünce sistemi (Atatürkçülük); dil; tarih; din; bilim ve entelektüel kültür; teknoloji; sanat; adetler- örfler - gelenekler; folklor; ahlak; hukuk; devlet anlayışı, devlet yapısı; tarım; askerlik; spor; basın - yayın ve kitap.
Türk Devrimi bütün kültür unsurlarında dönüşüm (inkılap) gerçekleştirmiştir. Devrimimiz yaşamın bütün alanını kapsamaktadır. Türk devriminin büyüklüğü kapsam alanının yaygınlığı ve içeriğinin derinliğindedir.
Türk kültürünün tarihi oluşumu; hangi evrelerden (merhale) geçerek Türk Devrimi dönemine ulaştığı; bir kültür atılımı olduğunu döne döne vurguladığımız Türk Devriminin nasıl bir kültür üzerine inşa edildiği sanırım tespit edilmesi gereken ilk temel ayaklardan birisidir.
Atatürk'ün lise olgunluk sınavında, rastlantı sonucu bulunduğu ve çok beğenerek Milli Eğitim Bakanı Necati beyden eğitimine devam için yurt dışına gönderilmesini istediği, bilim tarihi hocası Aydın Sayılı'nın bu konulardaki tespitleri ilginç, gerçekçi ve önemlidir.
A. Sayılı'ya göre: "Kültürlerin özgün gücü; karşılaştıkları diğer kültürlerle sağladıkları uyum ve 'onları tasarruf etmekte gösterdikleri kabiliyet' ile başarısını kanıtlar."
A. Sayılı'nın bu ölçülerine göre Türk kültürü zorlu deneylerden geçmiş ve başarısını kanıtlamıştır.
Büyük devletler kuran diğer uluslar, bir mihverden genişlemiş, sonra aynı coğrafya'ya geri çekilmişlerdir: Romalılar, Araplar, Fransızlar, ıngilizler, Almanlar... gibi.
Türkler ise zamanın bütün coğrafyalarında, Asya'nın yaklaşık tamamında, değişik zamanlarda, hemen hemen hiç ara vermeden, farklı mekanlarda, çoğunlukla aynı anda birden fazla devlet, imparatorluk kurdular. Bu sebeple rahatlıkla kültürümüzün Avrasya (Avrupa - Asya) kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz.
Türkler dünya coğrafyasında oluşan bütün kültür ve uygarlıklarla alışveriş içinde oldular: çin, Hint, Orta Doğu (Mısır, Mezopotamya, ıslam, Hıristiyan, Musevi), Anadolu (Yunan klasik çağ), Batı (Avrupa).
Türkler ayrıca; geçmiş yüzyıllarda kültürün en önemli unsuru olan dinlerin tamamı ile yakın ilişki içerisinde olmuşlar ve bir bölümü ile bu dinleri benimseyerek yaşamışlardır: şamanizm, Gök Tanrı Dini, Budizm, Manizm, ıslamiyet, Hıristiyanlık, Musevilik.
Dünyada özgün iki alfabesi olan (Göktürk, Uygur) tek ulusuz. Prof. Talat Tekin'e göre Türkçe 12 alfabe ile yazılmıştır. Bilinen ilk büyük sözlüğümüz 1072 (Hicri 466) yılında yazılmıştır.
çok yönlü ve çok zengin bir tarih birikimine ve bilincine sahibiz.
Tanınmış Sümerolog Samuel Noah Kramer gibi Aydın Sayılı da Türk kültür tarihini Sümerlerle ilişkilendiriyor. A. Sayılı'nın değerlendirmesi: "Sümerlerin zamanımıza intikal etmiş olup Mö 2500-2200 yıl öncelerine tarihlendirilebilen bazı çivi yazısı tabletlerden derlenen bilgiler Kut kavminin hükümdar ad veya lakapları Kut'ların dilinin MS. 8'inci asrın ilk yarısında Tukyu'lardan kalma Orhun yazıtlarındaki dile çok benzeyen bir Türkçe olduğunu göstermektedir."
Sümerce'nin Türk dili ile ilişkisini arayan dilcilerden birisi de Prof. Dr. O. Nedim Tuna'dır. "Sümer ve Türk Dillenilin Tarihle ilgisi ile Türk Dillerinin Yapı Meselesi" isimli eserinde Sümercedeki 168 sözcüğün ortak olduğunu Fonetik ve Semantik delilerle açıklıyor. Daha sonraki çalışmalarında sözcük sayısını 300'e çıkarmıştır.
A. Sayılı Orhun Yazıtlarından önce "Eşik kenti yakınlarında Mö. 5'inci ve 4'üncü yy.' a ait bir kurganda yapılan kazıda elde edilen eşya arasında dış yüzeyinde 26 Runikimsi Sembol ile karşılaşılan bir gümüş tas" bulunduğunu açıklayarak şu değerlendirmeyi yapıyor: "Kemik nazarlık ve gümüş tastan hareketle: 2500 yıl önce Türkçe konuşan kavimlerin alfabelerinin bulunduğu, yazıyı bildikleri ve yaygın şekilde kullandıkları gerçeği ortaya çıkar."
Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun'a göre: "11'inci yy.da Kaşgar ve Balasagun çevresi de bir Türk Kültür çevresi olarak meydana çıkar." "1069'da Kutadgıı Bilig Balasagun'da yazılmaya başlanmış, 1070'lerde Divan-ı Lügati't Türk Bağdat'da kaleme alınmıştır." "11'inci yy.da Balkanlardaki Bizans sınırından çin ve Moğolistan içlerine kadar Türkçe konuşuluyordu."
A. Sayılı'nın bir diğer tespiti: "ıslam dini tarih sahnesinde belirdiğinde Arap dünyasının en yüksek kültür merkezi olan Mekke'de okur yazar sayısının 17'den ibaret olduğunu Belazuri gibi güvenilir bir kaynağımızdan öğreniyoruz." "Beyruni ile ıbn Sina ve ıbn Rüşd zamanlarında (XI 'inci ve XII' inci asırlar) ise Türklerin büyük katkılarıyla gelişen ıslam dünyası, uygarlık düzeyi bakımından bilim adamları ve düşünürleriyle... dünyanın en yüksek topluluğu haline gelmiş, bu durumu iyice belirginleşmiş bulunuyordu." "ıslam dünyasının yeryüzündeki bu büyük üstünlüğe tartışmasız biçimde sahip olduğu bu çağlarda Hıristiyan dünyası, tarihinin karanlık çağ adı verilen dönemi içinde bulunuyordu." "Böylece ıslam dünyası evrensel tefekkür tarihinin dört büyük aşamasından üçüncüsünü teşkil etmek durumundadır." "Evrensel tarihin zincirleme birbirine bağlı olan bu dört uygarlık yaratma atılımı şunlardır:
1. Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları aşaması.
2. Klasik çağ uygarlığı.
3. Ortaçağ ıslam dünyası uygarlığı
4. Batı Avrupa uygarlığı."
ıbn Sina, Beyruni, Farabi, Harezmi, ıbn Türk ile Türk kültürü sağlam bir bilimsel tabana kavuşmaktadır. A. Sayılı şu değerlendirmeyi yapıyor: "Ortaçağ ıslam uygarlığını kurma işinde Türklerin büyük katkıya sahip olmaları, evrensel tarihte çok şerefli bir yere sahip olma açısından büyük önem taşır." "Selçuklu çağının sonlan ile Osmanlı ımparatorluğu dönemi ilk asırlarında Orta Asya Türk dünyası da dahil olmak üzere, Batı Avrupa ile bir yarışma durumu içinde bulunmuş, bulunabilmiştir."
Avrupa'nın karanlık Ortaçağ dönemi yaşadığı, din adına öldürülen insan kemiklerinden kilise yapıldığı (Lizbon) dönemde, Türk kültürü hümanizm, çağını yaşıyordu: Mevlana "Ne olursan ol gene gel", Yunus "Sev yaratılanı yaratandan ötürü", H. Bektaş Veli "Benim Kıblem insandır.", Gül Baba "ıncinsen de incitme" diyorlardı...
A. Sayılı'ya göre: "Bundan sonra ise, Ortaçağ ıslam dünyası ve bu bütün içinde Türk dünyası giderek Avrupa'nın gerilerinde kalmaya başlamış, fakat bu durum karşısında Osmanlı ımparatorluğu Batılılaşma hareketini ilk kez başlatma ve ıslam dünyasının diğer geri kalmış toplumlarına bu bakımdan örnek olma şeklinde önemli bir öncülükte bulunabilme başarısını gösterebilmiştir."
Batı kültür ve uygarlığı, Rönesans (14-16'ncı yy); Reform (16'ncı yy); 1'inci (1641-1649), 2'nci (1688-1689) ıngiliz Devrimleri; ABD Devrimi (1774-1776); Fransız Devrimi (1789-1799); Sanayi Devrimi (1769-1850) ana yörüngesinde gelişme göstermiştir. Bu devrimlerden biri kendinden sonrakine ortam hazırlamış, kolaylaştırmış, bugüne adım adım, aşama aşama uzun zaman içinde ulaşılmıştır. Bir kültür devriminden ziyade birisi diğerini tamamlayan bir kültür ve ondan doğan uygarlık gelişmesidir.
Batı'nın günümüzde ulaştığı sonuç amaç mıdır? Batı kültürü amacına ulaşmış mıdır? Amacına ulaşsaydı 20'nci yüzyılda Komünizmi, Faşizmi, Nazizmi üretir miydi? 16-21'inci yüzyıllarda diğer dünyaya emperyalizm uygulamayı içine sindirebilir miydi?
Duraklama sürecine giren Türk kültürü 18'inci yy'ın sonlarından itibaren çağdaş kültürle uyum arayışına başlamış ve A. Sayılı'nın da belirttiği gibi Doğu dünyasına bu yolla öncülük etmiştir. Nizam-ı Cedit (3'üncü Selim1789-1808), II'nci Mahmut Yenilikleri (1808-1839), Tanzimat (1839), Islahat Fermanı (1856), I'inci Meşrutiyet (1876), 2'nci Meşrutiyet (1908). Türk yenileşme hareketi veya düşüncesi Fransız devrimi ile hemen hemen aynı tarihlerde başlamıştır.
Bütün bu çaba ve gelişmeler uygulamaya çok az yansıyan mütereddit girişimlerdir. Buna rağmen, özellikle düşünce alanında, Atatürkçü Türk Devrimine çok zayıf da olsa bir ortam hazırlanmıştır.
Batı'nın hak ve özgürlük önceliğini devletten topluma ve toplumdan kişiye veren, yüzyıllar içinde ve birbirini izleyen çok sayıda devrimsel hareketle sürdürdüğü uygulamasını, 1919'da başlayan Türk Devrimi bir defada çözmeyi amaçlamıştır. Bu zorunluluk Türk Devriminin zorluklarından, aynı zamanda büyüklüklerinden birisidir.
Türk kültürü, Batı kültürü ile devrimci yöntemlerle uyum aramaya Türk Devrimi ile başlayabilmiştir. Türk Devriminin ana amacı olan Türk çağdaşlaşması Batı'nın temel değerleri ile uyumlu fakat kendine özgüdür. şüphesiz ki Türk Devrimi Batı kültürünün uzun oluşma sürecinin deney ve düşünce birikiminden yararlanarak yetkinleşmiştir.
Türk Devrimi, öncelikle bir kültür atılımıdır. Türk kültürünün çağdaş değerlerle bezenmesini ve aynı değerlerle uyumunu amaçlar. Yukarıda da belirtildiği gibi diğer kültürlerle kendi özünü yitirmeden karşılıklı etkileşim ve uyum yetisine sahiptir.
Türk Devrimi, kültür ayrılıklarının (Batı ve Doğu kültürleri gibi) sebep olduğu gelişmişlik farklarının ortadan kaldırılmasını gerçekleştirebilecek yönde bir harekettir. Ulusal kültür unsurlarının temel yapısını koruyarak gelişmeyi sağlayabilen yöntemi belirler. Atatürk; Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Halk evlerini kurarak öz değerlerin korunmasını, çağdaş yöntemlerle kültürümüzün gelişmesini amaçlamıştır.
Türk Devriminin, diğer evrensel devrimlerle ortak yanlarını ve farklı yanlarını, başlıklarını sayacağımız özellikleri açıklayabilir.
Türk Devriminin özellikleri: Amacı, içeriği (ilkeleri), siyasi yönü, ekonomik yönü, laik ve sektiler yapısı, hukuki ve devlet yapısı, çağdaş unsurlara dayanır, fakat aynı zamanda özgün öğeler içerir. Türk Devrimi ayrıca: Devrimcidir; zor şartlarda gerçekleştirilmiştir; Türk kültür özelliklerine sahip çıkmıştır; evrensel değerler içerir ve evrensel etkinliktedir; özgündür; sınıf ayırımına dayanmaz; tabandan kaynaklanmamıştır; düşünce ve uygulama iç içe gelişmiştir, gelişmektedir; şiddete çok az başvurmuştur.
ılk antiemperyalist mücadele, ıstiklal Harbi ve çağdaşlaşma atılımını içeren Türk Devrimi ile verilmiştir.
Daha sonra da üzerinde durulacağı gibi, Türk devriminin başlangıcı Emperyalizm, Faşizm (Mussolini'nin iktidara gelişi Ocak 1925), Nazizm (Hitler 1933'te iktidarı aldı), Komünizm (Lenin Ekim 1917'de iktidara geldi) gibi Batı kültürünün yarattığı, ürettiği hastalıklı döneme, ortama rastlar. Buna rağmen Türk Devrimi Batının evrensel devrimlerinin insancıl değerleri yönündeki ilkelerini benimsemiş; bağımsızlığın, millet egemenliğinin, hukukun üstünlüğünün, akılcılığın - bilimciliğin, laikliğin, sosyal içerikli ekonominin (devletçiliğin), halkçılığın, milliyetçiliğin (ulus devletin) savunuculuğunu yapmıştır.
Türk Devrimi Batı'ya rağmen, Batı'nın çağdaş değerleri ile uyum arayan bir atılımdır.
Türk Devriminin Evrimleşmesi
Türk Devrimi'nin içerisinde devrimler, evrimler ve çoklukla evrimleşmiş devrimler vardır.
Harf devrimi (1928), kıyafet devrimi (1925 şapka), tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925), takvim ve saat değişimleri (1925), ağırlık ve uzunluk ölçülerinin değişmesi (1931), soyadı kabulü (1934) önemli bir süreye bağlanmadan gerçekleştirilen girişimler olarak devrim niteliği taşırlar.
Türk Devrimi'nin bazı atılımları yapıları gereği bir süreç sonunda gerçekleştirilebilecek özelliktedir. Bunlar evrim niteliğindedir. örnek olarak, dilimizin arınması ve gelişmeci atılımında, dilin doğası gereği ister istemez bir süreç ihtiyacı ile karşı karşıya kalınmış ve başlangıçtan itibaren, bugün dahi henüz sonuçlanmamış evrim özelliği taşıyan bir adım olmuştur.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği girişim ve atılımların çoğunluğunu devrimler ve evrimlerden sonra üçüncü bir tür olan Evrimleşen Devrimler oluşturuyor; kısaca, devrim özelliğinde başlayıp evrimleşerek devam eden atılımlar. Bu türe millet egemenliğini açıklayan siyasi devrim bir örnektir. Siyasi devrim iktidar gücünün bir aileden alınıp çağdaş şartlarda millete devredilmesini gerektiriyordu. Bu konuda amaca adım adım yaklaşılabilecekti. Buna rağmen ilk adımların ister istemez devrim niteliğinde olması gerekiyordu. Erzurum ve Sivas Kongreleri, TBMM'nin açılışı, Saltanat ve Hilafetin kaldırılması devrim niteliğinde atılımlardır. Siyasi devrimin amacı olan demokratik sistemin gerçekleşmesi için Atatürk tarafından başlatılan çok partili sisteme geçiş denemelerinden sonra 1946, 1950, 1960, 1970, 1980 aşamalarından geçilmiştir. Bu gelişme siyasi bir evrimleşme olayıdır ve devam etmektedir.
Evrimleşen devrimlerden bir diğeri de hukuk devrimi ve evrimidir. Başlangıçta hukuk alanında devrim niteliğinde birçok atılım gerçekleştirilmiştir: Anayasa, Medeni Kanun, Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu... Bütün bu yasalar birer devrimsel adımdı, fakat hukuk alanındaki çağdaşlaşma, hukuk devrimi bunlarla tamamlanmış olmuyordu. Hukuk alanında her çağda çağdaş olabilmek için devamlı bir yenilenme, gelişme içerisinde olmak gerekiyordu. Hukuk alanındaki devrimsel adımlar devam etmiştir, edecektir. Hukuk alanında da devrimimiz evrimleşerek gelişmesini sürdürmektedir.
Kültürün diğer unsurlarının çoğunda, daha Atatürk zamanında gerçekleştirilen devrimsel atılımlar evrimleşerek gelişmelerini günümüzde de sürdürmektedir. Atatürk 4'üncü CHP kurultayında (4 Mayıs 1935) çok dikkat çekici bir açıklama yapmıştır: "Türk ulusu, ancak varlığını sağlam ve derin kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi, uluslararasında tanınır."
Türk Devrimi ölçütleri (Kriterleri), AB ölçütleri
AB ölçütleri; önceki bölümde açıklanan Batı Evrensel devrimlerinin (Rönesans; Reform; AB Devrimi; ıngiliz Devrimleri; Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi...) ve Hıristiyan düşünce temelinin bugün ulaştığı son durum ve ilkelerdir denebilir.
Bu ölçütler Kopenhag'da özet olarak belirtilmiştir. Daha geniş olarak da, AB'nin Anayasasının esasını teşkil edeceği değerlendirilen "Temel Haklar şartında açıklanmaktadır.
Temel Haklar şartı 7 bölümden oluşuyor: ınsan Onuru: ınsan onurunun dokunulmazlığı; Yaşam Hakkı; ışkencenin,zorla çalıştırılmanın kaldırılması kişinin bütünlük hakkı (fiziksel, ruhsal bütünlüğün korunması).
özgürlükler Aile hayatına saygı; kişisel bilgilerin korunması; evlenme ve aile kurma hakkı; düşünce, vicdan, din özgürlüğü; ifade ve bilgilenme özgürlüğü; toplanma, dernek kurma; sanat ve bilim; eğitim; uğraşı seçme, çalışma; iş yapma; mülkiyet hakkı; sığınma.
Eşitlik: Yasalar önünde; kültür, dil ve din farkı; kadın erkek; çocuk hakları; yaşlı hakları; özürlülerin hakları.
Dayanışma: ışçilerin bütün hakları.
Yurttaşlık: Seçme seçilme hakkı, iyi yönetim, dilekçe, serbest dolaşım, diplomatik haklar.
Yargı: Bağımsız yargı, savunma hakkı, uluslararası suçlar; çift yargılanmama.
Genel Hükümler: Hakların kötüye kullanılmasını önleme, hakların korunması...
Yukarıda sayılan haklar ve ortaya konulan ölçütler insanlık idealinin gereğidir. Türkiye AB üyesi olsa da olmasa da vatandaşlarını bu hakların tamamına kavuşturmak zorundadır.
Sorun; Katılım Ortaklığı Belgesindeki siyasi kriter dayatmalarında (Kıbrıs, Ege, Türkiye'nin bölünmesi, dış göç...); Avrupa Parlamentosunun düşmanca tutumunda; Atatürkçü Düşünce ve Türk Devriminin geçersizleştirilmesinde; bir de bu bölümde işlenen büyük Türk Kültürünün Avrupa kültürü içinde eritilip (entegrasyon) folklor düzeyine indirilmesindedir.
Bu bölümde karşı çıkılan husus şudur:
2500 yıldan daha uzun bir sürede, yeryüzünün bilinen (zamanında) bütün coğrafyalarında oluşan; bütün büyük kültürlerle gerçekleştirilen alışverişler sonucu (çin, Hint, Orta Doğu, Anadolu, Mısır, Mezopotamya, Klasik çağ, ıslam (Türk), Orta çağ, Avrupa kültürleri; şamanizm, Gök tanrı, Budizm, ıslam, Hıristiyan, Musevi dinleri) gelişen; Evrimleşen Türk Devrimi ile, çağdaş değerlere yönelen ve her çağda çağdaş olmayı sağlayacak dinamik değerler kazanan, özgün yapıya sahip zengin ve güçlü TüRK KüLTüRü'nün, Avrupa kültürü içinde eritilip (entegrasyon) folklor düzeyine indirilmesine karşı çıkılıyor, daha uygunu isyan ediliyor.
TÜRK DEVRİMİ VE EMPERYALİZM
Atatürk Döneminde Batı'nın ıdeolojik Ortamı
Türk Devrımi'nin başlangıcı; Emperyalizm, Faşizm, Nazizm, Komünizm gibi Batı kültür çevresinin kendi temel ilkeleri ile (özgür düşünce ve insana verilmesi gereken değerler) ters düşen uygulamalarının güçlü olduğu zamana rastlamaktadır. Batı kültürünün oluşumu içerisinde bir karşı evre, aşama niteliğinde olan, insan onuru ile bağdaşmayan bu düşüncelerin (Faşizm, Nazizm, Komünizm) ve uygulamaların en canlı olduğu dönemde Türk Devrimi, evrensel devrimlerle oluşan Batı kültürünün çağcıl (modern) temel ilkelerini benimseyerek, savunarak ortaya konmuştur. Bu olgu Türk Devriminin özgün ve güçlü özelliklerinden birisidir.
Aynı tarihlerde, Kapitalizmin bir aracı olarak, şiddet ve zulmünü artıran Emperyalizm ise işgal ve sömürgecilikle mazlum dünya üzerine çöreklenmiş, gün gün etkinliğini artırmaya çalışıyordu.
Batı kültürü Nazizmi, Faşizmi, Komünizmi gündeme getirir, emperyalizmi yaygınlaştırırken, Türk Devrimi özgür düşüncenin, millet egemenliğinin, tam bağımsızlığın, laikliğin savunuculuğunu yapmaya başlamıştı.
Batı kültürünün getirdiği Faşizm, Nazizm, Komünizm ve Emperyalizm ile Türk Devrimi bağdaşmamıştır.
Türk Devriminin gerek başlangıç döneminde, gerekse evrimleşerek gelişme süreci sırasında, zamanının moda yönetim sistemleri ile arasında büyük ölçüde nitelik, nicelik ve öz farkı olmuştur. Nazizm, Faşizm, Komünizm ve Emperyalizmin insana ve topluma bakışı ile Atatürkçülüğün bakışı farklıdır. Toplumumuzun düşünce ve davranışlarını büyük ölçüde şekillendiren Atatürkçülükte toplum veya ulus ile insan amaçtır. Ulusal kültürümüzün bir parçası olan Atatürkçülük bu sebeplerle de evrensel niteliktedir ve evrimleşerek yaşamını, etkinliğini sürdürmektedir.
Nazizm, Faşizm ve Komünizm insanlığa vaat ettikleri hayaller yıkılmış, kolaya kaçan yarı aydınların inanç sistemleri, dinleri haline getirilen bu düşünce ve uygulamalar insanlığın, daha uygun deyimi ile Batı düşüncesinin, Batı kültürünün birer hatası olarak tarihe mal olmuşlardır.
Faşizm, Nazizm ve Komünizm insan doğasına ve onuruna ters düşen yapıları sebebiyle yenik düşüp çekilirken Atatürkçülük Türk Devrimi ile barış içerisinde, teröre başvurmadan, teokratik düzeni laik yapıya, totaliter sistemi demokratik düzene geçirmeye çalışan; akla, bilime, insan sevgisine, bağımsızlığa ve özgürlüğe dayalı bir düşünce ve uygulama olarak geri kalmış toplumlar için bir müjde gibi insanlığın yaşamına katılıyordu.
Batı kültürünün bir ürünü olan Emperyalizm 21'inci yüzyıla kadar varlığını sürdürebilmiştir. Küreselleşmeden aldığı güçle 21'inci yüzyılı da etkileyeceği anlaşılan Emperyalizm Batı'nın kazandığı savaşlar sebebiyle varlığını koruyabiliyor.
Emperyalizme karşı tarih boyu birçok mücadele verilmiştir. ılk başarılı ve etkili mücadele Türk Kurtuluş Hareketidir.
Batıya Karşı ılk Anti-Emperyalist Mücadeler
ümit Burnundan dolaşan Avrupa gücünün Hint Okyanusundaki deniz savaşlarını kazanmasından sonra, Osmanlı ımparatorluğunun kuşatılması tamamlanmış ve Asya, Avrupalılar tarafından işgale başlanmıştır.
Kıta içi devleti durumuna düşen Osmanlı ımparatorluğunun Avrupalılar tarafından küçültülmesi ve diğer kıtalara yayılmaları 16'ncı yy.dan 20'nci yy.a kadar devam etti. 20'nci yy.ın başlangıcındaki I'inci Dünya Harbi (1914-1918) Osmanlı ımparatorluğu, Avusturya - Macaristan ımparatorluğu, Alman ımparatorluğu, Rus çarlığı... gibi aile egemenliğine dayanan birçok ımparatorluğun yıkılıp dağılmaları ile sonuçlandı. Harbin sonunda sömürge imparatorlukları (ıngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika...) dünyaya egemen olmuşlar; Kapitalizmin gereksinimi olan ham madde, pazar ve ucuz işçiyi sömürgeleştirdikleri topraklardan sağlamaya başlamışlardı.
I'inci Dünya Harbinin bu yayılmacı (emperyalist) güçlerine karşı ilk başarılı mücadeleyi ıstiklal Harbi ile Türkler vermiştir.
Ruslar, çarlığın yıkılıp Komünizmin getirilişini emperyalizme karşı ilk mücadele gibi gösterirler. Gerçekte Komünist Rusya kendisi emperyalist (yayılmacı) politikaları izlemiştir.
Viyana'dan dönüşün durdurulduğu yer, Türk ıstiklal Harbinde savunmadan taarruza geçilen Sakarya hattıdır. Sakarya Meydan Muharebeleri yalnız Türk tarihinin değil dünya tarihinin de büyük bir dönüş, büyük bir doruk noktasıdır. Dünya tarihine Sakarya Meydan Muharebesi kadar değişiklik getiren savaş çok azdır.
Türk ıstiklal Harbi ile dünyada, Batı emperyalizmine karşı, yaygın şekilde Kurtuluş Harpleri dönemi başladı.
Türk Kurtuluş Hareketi Batı yayılmacılığına son veren ve gerileten bir olgudur.
Türk Devrimi ise Batıya karşı girişilen anti-emperyalist mücadele sonunda ulaştığımız, gerçekleştirdiğimiz büyük dönüşüm, büyük atılımdır. Batılılara rağmen Batı' ya yönelik bir harekettir.
Türk Devrimi, Türk Kültürünün çağdaş değerlerle zenginleştirilmesini ve güçlendirilmesini amaçlar. Batı uygarlığını yaratan Batı Kültürü ile uyum arayışıdır.
Ancak Batı Kültürünün ve Batı tarafından uygulanan Kapitalist ekonomik sistemin doğal uzantısı olan emperyalizmi Türk Devrimi reddetmiştir.
Hem Avrupa emperyalizmine hem de Rus Komünist emperyalizmine karşı ilk gerçek mücadeleyi Türkler vermiştir. Türk Devrimi emperyalizmi kendi ülkesinden uzaklaştırmış, emperyalizmden kurtuluşun verilerini, kuramını belirlemiş, düşünce tabanını oluşturmuş, emperyalizm ile mücadele için evrensel eğilimi gerçekleştirmiştir.
Anti - emperyalist mücadelenin öncüsü olan bu Türkiye, AB üyesi olarak emperyalist kampa dahil olamaz. AB üyesi veya eyaleti olarak mazlum dünyaya karşı emperyalist bir politikanın içinde yer alamaz.
AB üyeliği Türkiye'yi Avrupa emperyalizminin bir aracı haline getirecektir.
"Türkiye'nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye mühim ve büyük bir gayret sarf ediyor. çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır."
Avrupa'nın, Batı emperyalizminin bir üyesi olması halinde Türkiye; kendisini Atatürk'ün öncülük ettiği mazlum milletlerin karşısında bulacaktır. Bu sonuç bütün tarihi reddir, tarih bilincimizi rahatsız eden bir çelişkidir. Sonuçta büyük bir tarihi hatadır.
Küreselleşmenin Desteklediği Emperyaliz
2000'li yıllarda emperyalizm yeni bir ivme kazandı. Amaç, hırs ve acımasızlığı aynı. 21'inci yüzyıl emperyalizminin 19'uncu yy. ve 20'nci yy.ın ilk yarısındaki yoldaşından farkı, kullandığı araç ve uyguladığı yöntemdedir. Taraflarda (sömüren ve sömürenlerde) fazla bir fark yok.
Avrupa Birliği emperyalist kanadın gene tam odağında duruyor. Ancak bu defa ABD korumasında ayakta kalabiliyor.
21'inci yüzyıl emperyalizminin tetikçiliğinin sorumlularından birisi küreselleşmedir.
Gerçekte küreselleşme olgusu yavaş, cılız daima olmuştur. Soğuk harpten sonra (10 Kasım 1989), üst üste çakışan olaylar ve gelişmeler küreselleşmeye çok uygun bir ortam yarattı. Küreselleşmeyi coşturan koşullar şu başlıklar altında toplanabilir: Ulaştırma ve iletişim alanındaki büyük ve hızlı gelişme; Doğu Bloku'nun çökmesi, SSCB'nin dağılması sonucu 3'üncü dünya ülkelerinin Batı Dünyası karşısında seçeneksiz, dayanaksız kalmaları; teknoloji, bilgi birikimi ve sermayenin Batı'nın (ABD ve AB) tekelinde olması; Batı'nın ham madde, ucuz işçi ve pazar ihtiyacının artması; 3'üncü dünyanın ve Doğu'nun sömürü altında geri kalmışlığı; uluslararası ticaretin artması; uluslararası hukukun gelişmesi; ülkeler arası ekonomik yarışın hızlanması...
Bu olgular küreselleşmeyi hızlandırmış ve dizginsiz bir yaygınlaşma ortamı doğmuştur.
Sanayi Devriminin (1769-1850 veya 1750-1830) başlangıcında işçiler; henüz örgütlenmedikleri, hukuki dayanakları olmadığı için ana malalar (sermayedarlar) tarafından acımasızca kullanılmış, kadın ve çocuklar çok küçük ücretlerle 16-20 saat çalıştırılmışlardır.
Zaman içinde işçiler örgütlenmiş, yasal güvencelere kavuşturulmuştur.
Günümüzde, ana malcı işçiyi değil; bilgi birikimi, teknoloji ve sermaye sahibi ülkeler; ham madde, ucuz işçi ve pazara sahip daha az gelişmiş ülkeleri ve toplumları sömürmeye başlamıştır. Sanayi devriminin başlarında nasıl ki ortam ana malanın yararına işçilerin zararına ise, bugün de ortam kapitalist dünyanın yararına diğer dünyanın zararına çalışıyor. Uluslararası hukuk mazlum ülke ve toplumları korumuyor. Ayrıca mazlum dünya kendi arasında örgütlenmiş değil.
Uluslar üstü hukuku Batı belirliyor. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Bankası gibi kuruluşları Batı kuruyor, yönetiyor, yönlendiriyor. Bağnaz bir Batıcı olan S. P. Huntington IMF hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor: "Batı IMF ve diğer milletlerarası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi iktisadi menfaatlerini terviç ediyor ve uygun olanını kendisinin düşündüğü ekonomik politikaları diğer milletlere zorla kabul ettiriyor."
Dış yatırımcılarla, yatırım yapılan ülke veya kurum arasındaki anlaşmazlıkların doğal mahkemeler dışında, Batılı güç odaklarının kontrolündeki "Tahkim Kurullarına" verilmesi sermaye için büyük güvencedir.
Küreselleşmenin emperyalizme katkısı ile ilgili birkaç örnek.
En fakir ile en zengin arasında kişi başına düşen gelirdeki fark, 1985 yılında 76 kat iken, 1998 yılında 228 kat olmuştur.
En zengin 20 ülke uluslararası üretimin % 86'sını gerçekleştirirken en fakir 20 ülke % 1'ini gerçekleştirebiliyor.
89 ülke on yıl öncesine göre gerilemiştir.
Batı' ya karşı ilk antiemperyalist mücadeleyi veren Türkiye'nin AB üyeliği; tarihi ile, misyonu ile, kültürü ile çelişki yaratır. Bu bir saf değişikliğidir.
Türkiye AB üyesi olduğu takdirde sömürülmek için daha uygun bir ortamda olacak. üstüne üstlük, mazlum dünya bakışına emperyalizmin bir üyesi hatta aracı görüntüsü verecektir.
II.BöLüM
KATILIMIN ORTAKLIğI TUZAKLARI
Avrupa Konseyi Kararı şeklinde, Türkiye'ye, ilkeler, öncelikler, ara hedefler ve koşullara ilişkin bir belge (Katılım Ortaklığı) verilmiştir.
Türkiye'den de, Müktesabatın üstlenilmesine ilişkin bir "Ulusal Program" hazırlayarak, önceliklerin ve ara hedeflerin belirlenmesi istenmiştir.
Katılım Ortaklığının amacı ve Ulusal Program hakkında, belgede şu açıklama yapılıyor: "Katılım Ortaklığı, aday devletlerin üyelik hazırlıklarına yardımda kullanılacak bir dizi politika amacının temelini oluşturur", "Ulusal Program Katılım Ortaklığının ayrılmaz bir parçası olmamakla beraber, belgenin kapsadığı öncelikler Katılım Ortaklığına uymalıdır."
Görüldüğü gibi siz ulusal programı nasıl hazırlarsanız hazırlayın, AB Katılım Ortaklığını esas alıyor. Ulusal Programa, karşı hükümler konması AB'yi hiç ilgilendirmiyor. Hatırlayalım: Bizim Ulusal Programa ilgi dahi göstermediler. çünkü onlar Katılım Ortaklığını Konsey kararı olarak çıkardılar, değiştirmeyi düşünmüyorlar.
Türkiye'ye Farklı ışlem
KO'nın Açıklayıcı andıcında "Türkiye AB'ne diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılması mukadder bir aday ülkedir" dendiği halde; mali yardım konusunda, Kıbrıs konusunda, azınlıklar konusunda, Gümrük Birliği anlaşması hükümlerinde, Avrupa Parlamentosu kararlarında eşit değil; "öteki" "Hasım" muamelesi yapılıyor.
örnek olarak: Topluluk Türkiye'ye "Kıbrıs" konusunun çözülmesini, siyasi kriterler arasında koşul olarak gösterdiği halde; Güney Kıbrıs'a böyle bir koşul ileri sürmeden üyelik müzakerelerini başlatmıştır. AB Kıbrıs sorununda açıkça Rum yönetiminin yanında yer almaktadır. Kıbrıs'ın tamamının Rum kontrolü altına sokulmasına çalışmaktadır. Bu tutum Avrupa'nın Haçlı Seferlerinden bu yana Kıbrıs ile ilgili emellerinin sonucu ve gereğidir.
Kıbrıs'taki Türk kuvvetlerini işgal kuvveti olarak isimlendiren Avrupa, Ermenistan'ın haksız olarak işgal ettiği Azerbaycan toprakları hakkında susuyor, kısaca Ermeni işgalini onaylıyor.
Diğer ülkelere milyonlarca dolar yardım yapan AB, Türkiye'ye Gümrük Birliği anlaşması ile vermeyi kabul ettiği üç beş dolarlık yardımı Yunanistan'ın vetosunun arkasına saklanarak vermiyor.
AB başka ülkelerdeki azınlıklar konusunda hemen hiçbir işlem yapmazken; Türkiye'de kendi yorumu ile varlığını kabul ettiği, sayısı belirsiz azınlıkların hamisi gibi hareket ediyor.
AB; kabul edilmiş anlaşmaların gereği olan serbest dolaşım hakkını Türkiye'ye kullandırmamaktadır.
Bütün diğer ülkelerdeki terör örgütlerini, teröristler listesine aldığı halde PKK'yı ve DHKPC'yi dışarıda bırakmış, bunları terörist saymamıştır. Sayın Ecevit bu sonuca "Hayret" ettiğini söylüyor. Ben de Sn. Ecevit'in hay ret etmesine hayret ediyorum. çünkü AB'nin tutumu Türkiye'ye karşı diğer davranışları ile çok tutarlı. Daha önce eğitim, para, silah, araç-gereç... vererek destekledikleri, örgüt başını koruyup sakladıkları, Türkiye'deki faaliyetlerini politikalarının bir parçası olarak gördükleri PKK'yı terörist ilan etmeleri çelişki olurdu. Listeye almaları halinde, terörizme destek veren, yataklık yapan ülkeler durumuna düşerlerdi. Onlar bu örgütlerle Türkiye'yi bölmeye çalıştılar. ıleride de aynı amaçla kullanacakları bir örgütü nasıl olur da terörist ilan ederler?
PKK'nın gizli bir listede olduğunu söylüyorlar. Bazıları, Türk toplumunu aldatmaktan zevk alıyor: her halde gizli gizli gülüyorlar.
Bu açık olay bile bir kısmımızı uyarmaya yetmiyor. AB kurumlarından Türkiye'nin yararına karar çıkması çok zor, belki de mümkün değil. üye olursak bu durum değişmeyecek. Büyük olasılıkla aleyhimize ağırlaşarak devam edecek. çünkü üye olduğumuz takdirde, AB bütün organları ile üzerimizde yaptırım yetkilerine sahip olacak.
Katılım Ortaklığı'nın Ağırlıklı Konulan
Katılım Ortaklığı'nda Türkiye'den beklentilere, "Kısa vade" "Orta vade" şeklinde zamana bağlı öncelik verilmiş.
"Açıklayıcı Andıç'ta (3'üncü paragraf) insan haklan, sınır uyuşmazlıkları ve Kıbrıs konularına "özellikle atıfta bulunarak" bu konulardaki siyasi kriterlerin karşılanması yönündeki ilerlemeye ağırlık verileceği açıklanmaktadır. Ağırlık verilen üç konu; Kıbrıs ve Ege'nin Yunanistan'a verilmesi ile, Türkiye'nin bölünmesine sebep olacak isteklerdir.
Kıbrıs ve Ege Sorunları
Kıbrıs konusu ile ilgili açıklamalar: AB'nin Kıbrıs sorunu ile birlikte genel niyetlerini belirleyen, Türkiye'ye yönelik politikalarının ip uçlarını veren önemli örneklerden birisidir
Avrupa Birliği ile Güney Kıbrıs ve Yunanistan üçlüsünün Kıbrıs politikaları, farklı sebeplere ve farklı gerekçelere dayanıyor. Buna rağmen her üçünün amacı aynı sonuçta buluşuyor, örtüşüyor. Her üçü de, Türklerden arındırılmış Kıbrıs'a egemen olmayı planlıyor; her birisi kendi olanakları ile ve işbirliği içerisinde, ortak amaçlı politika uyguluyor.
Avrupa Birliği için Kıbrıs'ın önemi, jeostratejik, jeopolitik konumundan; stratejik ve politik etkinliğinden kaynaklanıyor.
Kıbrıs'ın AB kontrolünde olması kendisine şu yararları sağlayacaktır: AB'nin stratejik güvenliği daha ileriden sağlanmaya başlanacak; Doğu Akdeniz, Anadolu ve Orta Doğu'da (özellikle Suriye, ürdün, Filistin, ısrail, Mısır...) bölgesel düzeyde; Süveyş Kanalı yolu ile evrensel düzeyde etkinliği genişleyecek, kontrolü artmış olacak; Orta Doğu petrolleri üzerinde ABD gücüne dayanan sömürü düzenini günü geldiğinde kendi üstünlüğüne alarak ABD'ne bağımlılığını azaltabilecek, petrol ihtiyacını karşılama işlevini zaman içinde güvenceye alma olanağı doğacak; Türkiye üzerindeki etkinliği artacak; stratejik değeri yükselecek; ıran, Irak, keko sorunu, ve Ermenistan ilişkilerine yakınlaşacak. Kutsal topraklar üzerinde etkinliği artacak, Kıbrıs üzerindeki bin yıllık mücadeleyi Batı'nın lehine çözmüş olacak...
Kıbrıs Yunanistan'ın da dününde, bugününde çok önemli bir yer işgal ediyor.
Yunanistan şu kuruluş aşamalarından geçmiştir: 1821 Mora ayaklanması ve işgali;39 1830 Bağımsızlığın ilanı; 1869 ıngiltere'den yedi adayı almaları; 1890 Teselya ve Narda'nın Yunanistan'a verilmesi; 1897 sınır düzeltmesi; 1908 Girit'in alınması; 1913 Makedonya, Epir, Batı Trakya ve Ege adalarının40 işgali; 1919- 1922 Anadolu'yu işgal girişimi; 1941 Oniki adanın alınması.
Bir yüzyılda kurulup gelişen Yunanistan'ın izlediği Megali Idea'nın bundan sonraki hedefleri Kıbrıs, Ege egemenliği ve ıstanbul'dur. Bu amaçlan için Avrupa Birliği olanaklarından büyük ölçüde yararlanarak önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Ege Denizinin Anadolu yakası egemenliği, ıstanbul surları içinde bir din devletinin kurulması, ve Pontus devletinin kurulması için de AB'nin sağlayacağı ortam ve olanaklardan yararlanmaya çalışılacaktır.
Kıbrıs'ın tamamının Rumların yönetimine girmesi, Megali Idea'nın önemli bir ara adımı, aşaması olacak. Böylece Kıbrıs Rumları çok daha güçlenecek, Yunanistan AB ile birlikte yukarıda sayılan büyük politik ve stratejik olanaklara kavuşacaktır. Megali Idea'nın diğer amaçlan (Ege Denizi, ıstanbul, Anadolu, Pontus...) üzerinde yoğunlaşma olanakları bulacaklar; Türkiye güney yanından da kuşatılmış olacak, füze, uçak ve denizden tehdit altında tutulabilecek; petrol çıkış merkezi olan ıskenderun körfezi kontrol altına alınmış olacak; Türkiye'ye karşı Ermeni ve bölücülük konuları daha kolay desteklenebilecek; bunlar ve diğer konularda ıran, Irak, Suriye ve Ermenistan'la Türkiye aleyhine işbirliği kolaylaşacak...
AB'nın, Yunanlıların ve Kıbrıs Rum'larının bu amaçlara ulaşmaları; Kuzey Kıbrıs'taki Türklerin, bütün Kıbrıs'a egemen olacak Rumların arasında azınlık durumuna düşürülmesi, zayıflatılmaları ve Kıbrıs'tan kaçırılmaları ile mümkün olabilecektir.
Yunanistan'ın ve Kıbrıslı Rumların amacı, Adadaki Türkleri önce azınlık haline getirmek, sonra dışarıya gönderilmelerini sağlamak, dış dünyaya (AB ve ABD) çıkışlarını çekici kılmaktır.
Bunu sağlamanın kolay ve emin yolu olarak, bütün ada sathında mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımını görüyorlar. Bu sebeple BM Genel Sekreteri'nin son anlaşma şartları arasına bu hükmü koyduruyorlar; aynı hususları içerecek federasyon tezi üzerinde duruyorlar, kuzey bölgesi ile beraber AB'ne girmek istiyorlar; hiç olmazsa Türklere de Güney Kıbrıs vatandaşları haklarını vermeye çalışıyorlar...
Türkiye AB üyesi olursa zaten Kuzey ve Güney Kıbrıs arasında hudutlar kalkacağı için amaçlarına ulaşmış olacaklar.
Mal, sermaye ve hizmetlerin Kuzey ve Güney Kıbrıs arasında serbest dolaşımı, Güneydeki Rumların Kuzeye gelip gerekirse mahkeme kararları ile eski mallarına sahip olmalarına sebep olacak, kalan malları da, korkutarak vs. yolla satın alacaklar ve Türklerin AB ülkelerine gitmelerinin ortamını hazırlayacaklar.
Roma Anlaşmasının 3 c fıkrasındaki bir ilke (mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı) hiçbir anlaşma ile ortadan kaldırılamıyacağı için; Kuzeye Güney Kıbrıs arasında varılacak anlaşmaları AB birimleri uygulatmıyacaktır.
KKTC'nin yok olmasını göze almadan Türkiye'nin AB üyeliğini düşünmemesi gerekir. AB üyeliğini isteyenler gerçekte bunu biliyorlar ve KKTC'ni masaya koyarak tehlikeye, riske atıyorlar. Sayın Denktaş görüşmelere katılması için zorlanıyor. Kıbrıs'ın kaybından doğacak so rumluluk çok büyüktür. Bu büyük sorumluluğu AB muhipleri taşıyamaz.
Katılım Ortaklığı Belgesinde Kıbrıs ve Ege
Katılım Ortaklığında Kıbrıs ile ilgili olarak hazırlanan ilk metin ve itirazımız üzerine daha güçlendirilmiş olarak yazılan son metindeki hükümler aşağıya çıkarılmıştır.
ılk metinde "Kısa Vade Siyasi Kriterler" başlığı altında ve son (11'inci) paragraf olarak Kıbrıs konusu şu şekilde ifade edilmişti: "Siyasi diyalog çerçevesinde, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması sürecinin başarılı bir sonuca ulaştırılması yönündeki çabalarının kuvvetle desteklenmesi".
ılk metinde Kıbrıs sorununun bu şekilde bulunmasını kabul etmeyip, Başbakan tarafından "AB ile ilişkilerimizi gözden geçirmemiz kaçınılmaz olacaktır" denmesi üzerine (Ek - D), madde başı "Siyasi Kriterler" yerine "Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler" şeklinde değiştirilmiş, Kıbrıs ile ilgili hüküm son paragrafta iken vurgusu arttırılarak, takviye edilerek ilk paragrafa alınmıştır. Hüküm her anlamda daha güçlü hale getirildiği halde ilk sözden dönülmüş ve KOB kabul edilmiştir. Kabul edilen yeni hüküm ve başlığı şu şekildedir: Başlık: "Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler", hüküm: "Helsinki sonuçları uyarınca siyasi diyalog çerçevesinde BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Sorunu'na kapsamlı bir çözüm bulunması sürecinin başarılı bir sonuca ulaştırılması yönündeki çabalarının Helsinki sonuçlarının 9a paragrafında değinildiği şekilde kuvvetle desteklenmesi".
Birinci metni haklı olarak reddeden (Ek - D) Hükümetimizin daha ağırlaştırıldıktan sonraki ikinci metni niçin kabul ettiğini anlamak mümkün değildir.
Kıbrısla ilgili hükümdeki ağırlaştırmaya birinci metinde bulunmayan Ege Sorunu ile ilgili ("Orta Vade"ler arasına) yeni bir hüküm eklenmiştir:
"Helsinki sonuçları uyarınca, Siyasi Diyalog çerçevesinde BM şartı'nda belirlenen uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözümü ilkesi altında çözümlenmemiş tüm sınır anlaşmazlıklarını ve ilgili diğer konulan çözmek yolunda her çabayı Helsinki sonuçlarının 4'üncü paragrafında belirtildiği şekliyle göstermesi"
Sonradan eklenen ve Başbakan ve yakınları tarafından kabul edilen bu hükme ve atıf yapılan Helsinki anlaşmasına göre Ege'deki Türk-Yunan anlaşmazlıkları 2004 yılından sonra Adalet Divanı'na götürülecek. Kabul edenler dahil herkes biliyor ki, sorun Adalet Divanında 15-0 Türkiye'nin aleyhine Yunanistan'ın lehine çözülecektir. O halde ilk metni niçin reddettik, ikinci metni neden kabul ettik? Bunun cevabını ben de bulamıyorum.
Yunanlılar, Ege sorununu 2004 yılında Adalet Divanına götürmek için oyalama içindeler. Adalet Divanına gidilmesi Yunanlıların isteği idi. Adalet Divanında Türkiye aleyhine karar çıktığı zaman Ege Yunanlıların olacak. O zaman bugünkü AB üyeliği yanlıları dünyanın neresine kaçacaklar?
Adadaki iki toplumun sorunu olan ve BM ile çözüme kavuşturulmaya çalışılan Kıbrıs sorunu, yanlış politika ve diplomatik hataların sonunda bir Türk-AB sorunu haline getirilmiş, eski anlaşmalar da yaralanmıştır.
Avrupa ınsan Hakları Mahkemesi 10 Mayıs 2001'de Kıbrıs Rum Kesiminin Türkiye'ye karşı başvurusunu karara bağladı. Türkiye'nin Avrupa ınsan Hakları sözleşmesinin bir dizi hükmünü ihlal ettiği sonucuna ulaştı. Türkiye'yi 13 madde altında suçlu buldu. Adanın güneyine giden Rumların mal ve mülklerine ulaşma haklarının engellenmesi nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiği sonucuna ulaştı.
1996'da sonuçlanan Louzidou davasında da, bu kişinin kuzeyde kalan mal ve mülklerine ulaşmasının engellendiği kararı alınmıştı.
Kıbrıs'ı ve Ege'yi göz göre göre tehlikeye atan sorumlular ve bunu çeşitli yollarla destekleyen eski diplomatlar, sebep olacakları kayıpların sorumluluğunu taşıyacaklar, uğrayacağımız kayıpların hesabını Kıbrıs şehit ailelerine de veremeyeceklerdir. Kıbrıs'taki 160 bin Türk'ü tekrar göç etmeye mecbur bırakmak onlara karşı büyük haksızlık olur.
Türk-ış'in yayımladığı AB niyetlerini açıklayan Ek-A'daki AB'nin Kıbrıs Kararları uyarıcı olmalıdır, şehitlerle, Ordumuz ile kurtarılan bölgeyi ve üzerinde yaşayan 160 bin insanımızı, politikacılarımız ve diplomatlarımızın hataları ve ilgisizlikleri sebebiyle Yunanlılara ve AB'ye bırakmamalıyız.
Bilinmelidir ki, AB'nin mal, sermaye ve kişilerin serbest dolaşım vazgeçilmez ilkesi durdukça, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye'nin AB üyesi olması halinde bütün Kıbrıs'ın bir Yunan adası olması önlenemez.
Türk Devriminin AB üyeliği ile ne ölçüde bağdaşıp örtüştüğünün araştırılması, üyelik başvurusunun irdelenmesinde önemli bir unsur olarak değerlendirilmelidir. çünkü, Türkiye Cumhuriyeti'nin düşünce tabanım, kuruluş felsefesini Atatürkçü Düşünce Sistemi oluşturmuş, seksen yıllık uygulamayı aynı düşünce kaynağı besleyip yönlendirmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin yapısı; kaynağı Atatürkçü düşünce olan Türk Devrimine dayanır.
Avrupa Birliği üyeliği gibi devlet, toplum ve kişi yaşamında büyük dönüşümler getirecek bir kararın; Cumhuriyetimizin ana bulağı olan Atatürkçü düşünce sisteminde ne ölçüde değişikliklere neden olacağının araştırılması bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Türk Devrimi Türk Tarihinin son ve büyük evresidir.
Türk Devrimi getirdiği büyük dönüşüme (inkılap) rağmen, tarihimizin doğal akışı ile çelişmez.
Devrimimizin evrensel Batı devrimleri içindeki yeri, ve Türk Tarihi içindeki işlevi ayrıntılı biçimde çok az araştırılmıştır. Bu eksiğimiz, Devrimimizin kişi, toplum ve devlet hayatındaki çok önemli yerini, iyi değerlendire-mememize sebep oluyor.
Başka bir cepheden bakışla; şu sorular tartışılmalı; Türk Devrimi ile Avrupa Birliği üyeliği bağdaşacak mı? Yoksa, Avrupa Birliği üyeliği, Türk Devriminin düşünce tabanını oluşturan Atatürkçü Düşünce Sisteminin terk edilmesini mi gerektirecek?
Bu sorunun cevabına, Türk Devriminin, Devrimimize taban oluşturan Atatürkçü Düşünce Sisteminin tarihi ve bugünkü işlevinin belirlenmesi ile ulaşılabilir.
Türk Devrimi ilk aşamada, bağımsız ve millet egemenliğine yönelik, ulusal - doğal olarak üniter bir yapı oluşturmayı amaçlar. ıstiklal Harbi ile ve devrimlerle, evrimlerle başlayan bu yolculuk bir bütün olarak ve evrimleşerek devam etmektedir.
Bütünü ile Türk Devrimi, bir kültür atılımıdır; kültürümüzü yeni bir aşamaya ulaştıran, çağdaş değerlerle uyum arayan bir süreçtir.
önceki yayınlarda, "kültür" beşeri konuların ana etkeni olarak gösterilmiş ve şu tanımla açıklanmıştır: Kültür: Bilgi ve deney birikiminden kaynaklanan düşünce gücü, beceri ve davranış özelliğidir. Unesco'nun yaptığı bir tanım kültür olgusu'na ışık tutuyor: Kültür; "Bir insan topluluğunun kendi tarihi gelişimi konusunda sahip olduğu bilinçtir."
Uygarlık bir kültür ürünüdür. Atatürk Kültür Merkezinde oluşturulan bilim kurulu kültür unsurları olarak şu konuları belirlemiştir:
Toplumun benimsediği temel düşünce sistemi (Atatürkçülük); dil; tarih; din; bilim ve entelektüel kültür; teknoloji; sanat; adetler- örfler - gelenekler; folklor; ahlak; hukuk; devlet anlayışı, devlet yapısı; tarım; askerlik; spor; basın - yayın ve kitap.
Türk Devrimi bütün kültür unsurlarında dönüşüm (inkılap) gerçekleştirmiştir. Devrimimiz yaşamın bütün alanını kapsamaktadır. Türk devriminin büyüklüğü kapsam alanının yaygınlığı ve içeriğinin derinliğindedir.
Türk kültürünün tarihi oluşumu; hangi evrelerden (merhale) geçerek Türk Devrimi dönemine ulaştığı; bir kültür atılımı olduğunu döne döne vurguladığımız Türk Devriminin nasıl bir kültür üzerine inşa edildiği sanırım tespit edilmesi gereken ilk temel ayaklardan birisidir.
Atatürk'ün lise olgunluk sınavında, rastlantı sonucu bulunduğu ve çok beğenerek Milli Eğitim Bakanı Necati beyden eğitimine devam için yurt dışına gönderilmesini istediği, bilim tarihi hocası Aydın Sayılı'nın bu konulardaki tespitleri ilginç, gerçekçi ve önemlidir.
A. Sayılı'ya göre: "Kültürlerin özgün gücü; karşılaştıkları diğer kültürlerle sağladıkları uyum ve 'onları tasarruf etmekte gösterdikleri kabiliyet' ile başarısını kanıtlar."
A. Sayılı'nın bu ölçülerine göre Türk kültürü zorlu deneylerden geçmiş ve başarısını kanıtlamıştır.
Büyük devletler kuran diğer uluslar, bir mihverden genişlemiş, sonra aynı coğrafya'ya geri çekilmişlerdir: Romalılar, Araplar, Fransızlar, ıngilizler, Almanlar... gibi.
Türkler ise zamanın bütün coğrafyalarında, Asya'nın yaklaşık tamamında, değişik zamanlarda, hemen hemen hiç ara vermeden, farklı mekanlarda, çoğunlukla aynı anda birden fazla devlet, imparatorluk kurdular. Bu sebeple rahatlıkla kültürümüzün Avrasya (Avrupa - Asya) kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz.
Türkler dünya coğrafyasında oluşan bütün kültür ve uygarlıklarla alışveriş içinde oldular: çin, Hint, Orta Doğu (Mısır, Mezopotamya, ıslam, Hıristiyan, Musevi), Anadolu (Yunan klasik çağ), Batı (Avrupa).
Türkler ayrıca; geçmiş yüzyıllarda kültürün en önemli unsuru olan dinlerin tamamı ile yakın ilişki içerisinde olmuşlar ve bir bölümü ile bu dinleri benimseyerek yaşamışlardır: şamanizm, Gök Tanrı Dini, Budizm, Manizm, ıslamiyet, Hıristiyanlık, Musevilik.
Dünyada özgün iki alfabesi olan (Göktürk, Uygur) tek ulusuz. Prof. Talat Tekin'e göre Türkçe 12 alfabe ile yazılmıştır. Bilinen ilk büyük sözlüğümüz 1072 (Hicri 466) yılında yazılmıştır.
çok yönlü ve çok zengin bir tarih birikimine ve bilincine sahibiz.
Tanınmış Sümerolog Samuel Noah Kramer gibi Aydın Sayılı da Türk kültür tarihini Sümerlerle ilişkilendiriyor. A. Sayılı'nın değerlendirmesi: "Sümerlerin zamanımıza intikal etmiş olup Mö 2500-2200 yıl öncelerine tarihlendirilebilen bazı çivi yazısı tabletlerden derlenen bilgiler Kut kavminin hükümdar ad veya lakapları Kut'ların dilinin MS. 8'inci asrın ilk yarısında Tukyu'lardan kalma Orhun yazıtlarındaki dile çok benzeyen bir Türkçe olduğunu göstermektedir."
Sümerce'nin Türk dili ile ilişkisini arayan dilcilerden birisi de Prof. Dr. O. Nedim Tuna'dır. "Sümer ve Türk Dillenilin Tarihle ilgisi ile Türk Dillerinin Yapı Meselesi" isimli eserinde Sümercedeki 168 sözcüğün ortak olduğunu Fonetik ve Semantik delilerle açıklıyor. Daha sonraki çalışmalarında sözcük sayısını 300'e çıkarmıştır.
A. Sayılı Orhun Yazıtlarından önce "Eşik kenti yakınlarında Mö. 5'inci ve 4'üncü yy.' a ait bir kurganda yapılan kazıda elde edilen eşya arasında dış yüzeyinde 26 Runikimsi Sembol ile karşılaşılan bir gümüş tas" bulunduğunu açıklayarak şu değerlendirmeyi yapıyor: "Kemik nazarlık ve gümüş tastan hareketle: 2500 yıl önce Türkçe konuşan kavimlerin alfabelerinin bulunduğu, yazıyı bildikleri ve yaygın şekilde kullandıkları gerçeği ortaya çıkar."
Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun'a göre: "11'inci yy.da Kaşgar ve Balasagun çevresi de bir Türk Kültür çevresi olarak meydana çıkar." "1069'da Kutadgıı Bilig Balasagun'da yazılmaya başlanmış, 1070'lerde Divan-ı Lügati't Türk Bağdat'da kaleme alınmıştır." "11'inci yy.da Balkanlardaki Bizans sınırından çin ve Moğolistan içlerine kadar Türkçe konuşuluyordu."
A. Sayılı'nın bir diğer tespiti: "ıslam dini tarih sahnesinde belirdiğinde Arap dünyasının en yüksek kültür merkezi olan Mekke'de okur yazar sayısının 17'den ibaret olduğunu Belazuri gibi güvenilir bir kaynağımızdan öğreniyoruz." "Beyruni ile ıbn Sina ve ıbn Rüşd zamanlarında (XI 'inci ve XII' inci asırlar) ise Türklerin büyük katkılarıyla gelişen ıslam dünyası, uygarlık düzeyi bakımından bilim adamları ve düşünürleriyle... dünyanın en yüksek topluluğu haline gelmiş, bu durumu iyice belirginleşmiş bulunuyordu." "ıslam dünyasının yeryüzündeki bu büyük üstünlüğe tartışmasız biçimde sahip olduğu bu çağlarda Hıristiyan dünyası, tarihinin karanlık çağ adı verilen dönemi içinde bulunuyordu." "Böylece ıslam dünyası evrensel tefekkür tarihinin dört büyük aşamasından üçüncüsünü teşkil etmek durumundadır." "Evrensel tarihin zincirleme birbirine bağlı olan bu dört uygarlık yaratma atılımı şunlardır:
1. Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları aşaması.
2. Klasik çağ uygarlığı.
3. Ortaçağ ıslam dünyası uygarlığı
4. Batı Avrupa uygarlığı."
ıbn Sina, Beyruni, Farabi, Harezmi, ıbn Türk ile Türk kültürü sağlam bir bilimsel tabana kavuşmaktadır. A. Sayılı şu değerlendirmeyi yapıyor: "Ortaçağ ıslam uygarlığını kurma işinde Türklerin büyük katkıya sahip olmaları, evrensel tarihte çok şerefli bir yere sahip olma açısından büyük önem taşır." "Selçuklu çağının sonlan ile Osmanlı ımparatorluğu dönemi ilk asırlarında Orta Asya Türk dünyası da dahil olmak üzere, Batı Avrupa ile bir yarışma durumu içinde bulunmuş, bulunabilmiştir."
Avrupa'nın karanlık Ortaçağ dönemi yaşadığı, din adına öldürülen insan kemiklerinden kilise yapıldığı (Lizbon) dönemde, Türk kültürü hümanizm, çağını yaşıyordu: Mevlana "Ne olursan ol gene gel", Yunus "Sev yaratılanı yaratandan ötürü", H. Bektaş Veli "Benim Kıblem insandır.", Gül Baba "ıncinsen de incitme" diyorlardı...
A. Sayılı'ya göre: "Bundan sonra ise, Ortaçağ ıslam dünyası ve bu bütün içinde Türk dünyası giderek Avrupa'nın gerilerinde kalmaya başlamış, fakat bu durum karşısında Osmanlı ımparatorluğu Batılılaşma hareketini ilk kez başlatma ve ıslam dünyasının diğer geri kalmış toplumlarına bu bakımdan örnek olma şeklinde önemli bir öncülükte bulunabilme başarısını gösterebilmiştir."
Batı kültür ve uygarlığı, Rönesans (14-16'ncı yy); Reform (16'ncı yy); 1'inci (1641-1649), 2'nci (1688-1689) ıngiliz Devrimleri; ABD Devrimi (1774-1776); Fransız Devrimi (1789-1799); Sanayi Devrimi (1769-1850) ana yörüngesinde gelişme göstermiştir. Bu devrimlerden biri kendinden sonrakine ortam hazırlamış, kolaylaştırmış, bugüne adım adım, aşama aşama uzun zaman içinde ulaşılmıştır. Bir kültür devriminden ziyade birisi diğerini tamamlayan bir kültür ve ondan doğan uygarlık gelişmesidir.
Batı'nın günümüzde ulaştığı sonuç amaç mıdır? Batı kültürü amacına ulaşmış mıdır? Amacına ulaşsaydı 20'nci yüzyılda Komünizmi, Faşizmi, Nazizmi üretir miydi? 16-21'inci yüzyıllarda diğer dünyaya emperyalizm uygulamayı içine sindirebilir miydi?
Duraklama sürecine giren Türk kültürü 18'inci yy'ın sonlarından itibaren çağdaş kültürle uyum arayışına başlamış ve A. Sayılı'nın da belirttiği gibi Doğu dünyasına bu yolla öncülük etmiştir. Nizam-ı Cedit (3'üncü Selim1789-1808), II'nci Mahmut Yenilikleri (1808-1839), Tanzimat (1839), Islahat Fermanı (1856), I'inci Meşrutiyet (1876), 2'nci Meşrutiyet (1908). Türk yenileşme hareketi veya düşüncesi Fransız devrimi ile hemen hemen aynı tarihlerde başlamıştır.
Bütün bu çaba ve gelişmeler uygulamaya çok az yansıyan mütereddit girişimlerdir. Buna rağmen, özellikle düşünce alanında, Atatürkçü Türk Devrimine çok zayıf da olsa bir ortam hazırlanmıştır.
Batı'nın hak ve özgürlük önceliğini devletten topluma ve toplumdan kişiye veren, yüzyıllar içinde ve birbirini izleyen çok sayıda devrimsel hareketle sürdürdüğü uygulamasını, 1919'da başlayan Türk Devrimi bir defada çözmeyi amaçlamıştır. Bu zorunluluk Türk Devriminin zorluklarından, aynı zamanda büyüklüklerinden birisidir.
Türk kültürü, Batı kültürü ile devrimci yöntemlerle uyum aramaya Türk Devrimi ile başlayabilmiştir. Türk Devriminin ana amacı olan Türk çağdaşlaşması Batı'nın temel değerleri ile uyumlu fakat kendine özgüdür. şüphesiz ki Türk Devrimi Batı kültürünün uzun oluşma sürecinin deney ve düşünce birikiminden yararlanarak yetkinleşmiştir.
Türk Devrimi, öncelikle bir kültür atılımıdır. Türk kültürünün çağdaş değerlerle bezenmesini ve aynı değerlerle uyumunu amaçlar. Yukarıda da belirtildiği gibi diğer kültürlerle kendi özünü yitirmeden karşılıklı etkileşim ve uyum yetisine sahiptir.
Türk Devrimi, kültür ayrılıklarının (Batı ve Doğu kültürleri gibi) sebep olduğu gelişmişlik farklarının ortadan kaldırılmasını gerçekleştirebilecek yönde bir harekettir. Ulusal kültür unsurlarının temel yapısını koruyarak gelişmeyi sağlayabilen yöntemi belirler. Atatürk; Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Halk evlerini kurarak öz değerlerin korunmasını, çağdaş yöntemlerle kültürümüzün gelişmesini amaçlamıştır.
Türk Devriminin, diğer evrensel devrimlerle ortak yanlarını ve farklı yanlarını, başlıklarını sayacağımız özellikleri açıklayabilir.
Türk Devriminin özellikleri: Amacı, içeriği (ilkeleri), siyasi yönü, ekonomik yönü, laik ve sektiler yapısı, hukuki ve devlet yapısı, çağdaş unsurlara dayanır, fakat aynı zamanda özgün öğeler içerir. Türk Devrimi ayrıca: Devrimcidir; zor şartlarda gerçekleştirilmiştir; Türk kültür özelliklerine sahip çıkmıştır; evrensel değerler içerir ve evrensel etkinliktedir; özgündür; sınıf ayırımına dayanmaz; tabandan kaynaklanmamıştır; düşünce ve uygulama iç içe gelişmiştir, gelişmektedir; şiddete çok az başvurmuştur.
ılk antiemperyalist mücadele, ıstiklal Harbi ve çağdaşlaşma atılımını içeren Türk Devrimi ile verilmiştir.
Daha sonra da üzerinde durulacağı gibi, Türk devriminin başlangıcı Emperyalizm, Faşizm (Mussolini'nin iktidara gelişi Ocak 1925), Nazizm (Hitler 1933'te iktidarı aldı), Komünizm (Lenin Ekim 1917'de iktidara geldi) gibi Batı kültürünün yarattığı, ürettiği hastalıklı döneme, ortama rastlar. Buna rağmen Türk Devrimi Batının evrensel devrimlerinin insancıl değerleri yönündeki ilkelerini benimsemiş; bağımsızlığın, millet egemenliğinin, hukukun üstünlüğünün, akılcılığın - bilimciliğin, laikliğin, sosyal içerikli ekonominin (devletçiliğin), halkçılığın, milliyetçiliğin (ulus devletin) savunuculuğunu yapmıştır.
Türk Devrimi Batı'ya rağmen, Batı'nın çağdaş değerleri ile uyum arayan bir atılımdır.
Türk Devriminin Evrimleşmesi
Türk Devrimi'nin içerisinde devrimler, evrimler ve çoklukla evrimleşmiş devrimler vardır.
Harf devrimi (1928), kıyafet devrimi (1925 şapka), tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925), takvim ve saat değişimleri (1925), ağırlık ve uzunluk ölçülerinin değişmesi (1931), soyadı kabulü (1934) önemli bir süreye bağlanmadan gerçekleştirilen girişimler olarak devrim niteliği taşırlar.
Türk Devrimi'nin bazı atılımları yapıları gereği bir süreç sonunda gerçekleştirilebilecek özelliktedir. Bunlar evrim niteliğindedir. örnek olarak, dilimizin arınması ve gelişmeci atılımında, dilin doğası gereği ister istemez bir süreç ihtiyacı ile karşı karşıya kalınmış ve başlangıçtan itibaren, bugün dahi henüz sonuçlanmamış evrim özelliği taşıyan bir adım olmuştur.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği girişim ve atılımların çoğunluğunu devrimler ve evrimlerden sonra üçüncü bir tür olan Evrimleşen Devrimler oluşturuyor; kısaca, devrim özelliğinde başlayıp evrimleşerek devam eden atılımlar. Bu türe millet egemenliğini açıklayan siyasi devrim bir örnektir. Siyasi devrim iktidar gücünün bir aileden alınıp çağdaş şartlarda millete devredilmesini gerektiriyordu. Bu konuda amaca adım adım yaklaşılabilecekti. Buna rağmen ilk adımların ister istemez devrim niteliğinde olması gerekiyordu. Erzurum ve Sivas Kongreleri, TBMM'nin açılışı, Saltanat ve Hilafetin kaldırılması devrim niteliğinde atılımlardır. Siyasi devrimin amacı olan demokratik sistemin gerçekleşmesi için Atatürk tarafından başlatılan çok partili sisteme geçiş denemelerinden sonra 1946, 1950, 1960, 1970, 1980 aşamalarından geçilmiştir. Bu gelişme siyasi bir evrimleşme olayıdır ve devam etmektedir.
Evrimleşen devrimlerden bir diğeri de hukuk devrimi ve evrimidir. Başlangıçta hukuk alanında devrim niteliğinde birçok atılım gerçekleştirilmiştir: Anayasa, Medeni Kanun, Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu... Bütün bu yasalar birer devrimsel adımdı, fakat hukuk alanındaki çağdaşlaşma, hukuk devrimi bunlarla tamamlanmış olmuyordu. Hukuk alanında her çağda çağdaş olabilmek için devamlı bir yenilenme, gelişme içerisinde olmak gerekiyordu. Hukuk alanındaki devrimsel adımlar devam etmiştir, edecektir. Hukuk alanında da devrimimiz evrimleşerek gelişmesini sürdürmektedir.
Kültürün diğer unsurlarının çoğunda, daha Atatürk zamanında gerçekleştirilen devrimsel atılımlar evrimleşerek gelişmelerini günümüzde de sürdürmektedir. Atatürk 4'üncü CHP kurultayında (4 Mayıs 1935) çok dikkat çekici bir açıklama yapmıştır: "Türk ulusu, ancak varlığını sağlam ve derin kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi, uluslararasında tanınır."
Türk Devrimi ölçütleri (Kriterleri), AB ölçütleri
AB ölçütleri; önceki bölümde açıklanan Batı Evrensel devrimlerinin (Rönesans; Reform; AB Devrimi; ıngiliz Devrimleri; Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi...) ve Hıristiyan düşünce temelinin bugün ulaştığı son durum ve ilkelerdir denebilir.
Bu ölçütler Kopenhag'da özet olarak belirtilmiştir. Daha geniş olarak da, AB'nin Anayasasının esasını teşkil edeceği değerlendirilen "Temel Haklar şartında açıklanmaktadır.
Temel Haklar şartı 7 bölümden oluşuyor: ınsan Onuru: ınsan onurunun dokunulmazlığı; Yaşam Hakkı; ışkencenin,zorla çalıştırılmanın kaldırılması kişinin bütünlük hakkı (fiziksel, ruhsal bütünlüğün korunması).
özgürlükler Aile hayatına saygı; kişisel bilgilerin korunması; evlenme ve aile kurma hakkı; düşünce, vicdan, din özgürlüğü; ifade ve bilgilenme özgürlüğü; toplanma, dernek kurma; sanat ve bilim; eğitim; uğraşı seçme, çalışma; iş yapma; mülkiyet hakkı; sığınma.
Eşitlik: Yasalar önünde; kültür, dil ve din farkı; kadın erkek; çocuk hakları; yaşlı hakları; özürlülerin hakları.
Dayanışma: ışçilerin bütün hakları.
Yurttaşlık: Seçme seçilme hakkı, iyi yönetim, dilekçe, serbest dolaşım, diplomatik haklar.
Yargı: Bağımsız yargı, savunma hakkı, uluslararası suçlar; çift yargılanmama.
Genel Hükümler: Hakların kötüye kullanılmasını önleme, hakların korunması...
Yukarıda sayılan haklar ve ortaya konulan ölçütler insanlık idealinin gereğidir. Türkiye AB üyesi olsa da olmasa da vatandaşlarını bu hakların tamamına kavuşturmak zorundadır.
Sorun; Katılım Ortaklığı Belgesindeki siyasi kriter dayatmalarında (Kıbrıs, Ege, Türkiye'nin bölünmesi, dış göç...); Avrupa Parlamentosunun düşmanca tutumunda; Atatürkçü Düşünce ve Türk Devriminin geçersizleştirilmesinde; bir de bu bölümde işlenen büyük Türk Kültürünün Avrupa kültürü içinde eritilip (entegrasyon) folklor düzeyine indirilmesindedir.
Bu bölümde karşı çıkılan husus şudur:
2500 yıldan daha uzun bir sürede, yeryüzünün bilinen (zamanında) bütün coğrafyalarında oluşan; bütün büyük kültürlerle gerçekleştirilen alışverişler sonucu (çin, Hint, Orta Doğu, Anadolu, Mısır, Mezopotamya, Klasik çağ, ıslam (Türk), Orta çağ, Avrupa kültürleri; şamanizm, Gök tanrı, Budizm, ıslam, Hıristiyan, Musevi dinleri) gelişen; Evrimleşen Türk Devrimi ile, çağdaş değerlere yönelen ve her çağda çağdaş olmayı sağlayacak dinamik değerler kazanan, özgün yapıya sahip zengin ve güçlü TüRK KüLTüRü'nün, Avrupa kültürü içinde eritilip (entegrasyon) folklor düzeyine indirilmesine karşı çıkılıyor, daha uygunu isyan ediliyor.
TÜRK DEVRİMİ VE EMPERYALİZM
Atatürk Döneminde Batı'nın ıdeolojik Ortamı
Türk Devrımi'nin başlangıcı; Emperyalizm, Faşizm, Nazizm, Komünizm gibi Batı kültür çevresinin kendi temel ilkeleri ile (özgür düşünce ve insana verilmesi gereken değerler) ters düşen uygulamalarının güçlü olduğu zamana rastlamaktadır. Batı kültürünün oluşumu içerisinde bir karşı evre, aşama niteliğinde olan, insan onuru ile bağdaşmayan bu düşüncelerin (Faşizm, Nazizm, Komünizm) ve uygulamaların en canlı olduğu dönemde Türk Devrimi, evrensel devrimlerle oluşan Batı kültürünün çağcıl (modern) temel ilkelerini benimseyerek, savunarak ortaya konmuştur. Bu olgu Türk Devriminin özgün ve güçlü özelliklerinden birisidir.
Aynı tarihlerde, Kapitalizmin bir aracı olarak, şiddet ve zulmünü artıran Emperyalizm ise işgal ve sömürgecilikle mazlum dünya üzerine çöreklenmiş, gün gün etkinliğini artırmaya çalışıyordu.
Batı kültürü Nazizmi, Faşizmi, Komünizmi gündeme getirir, emperyalizmi yaygınlaştırırken, Türk Devrimi özgür düşüncenin, millet egemenliğinin, tam bağımsızlığın, laikliğin savunuculuğunu yapmaya başlamıştı.
Batı kültürünün getirdiği Faşizm, Nazizm, Komünizm ve Emperyalizm ile Türk Devrimi bağdaşmamıştır.
Türk Devriminin gerek başlangıç döneminde, gerekse evrimleşerek gelişme süreci sırasında, zamanının moda yönetim sistemleri ile arasında büyük ölçüde nitelik, nicelik ve öz farkı olmuştur. Nazizm, Faşizm, Komünizm ve Emperyalizmin insana ve topluma bakışı ile Atatürkçülüğün bakışı farklıdır. Toplumumuzun düşünce ve davranışlarını büyük ölçüde şekillendiren Atatürkçülükte toplum veya ulus ile insan amaçtır. Ulusal kültürümüzün bir parçası olan Atatürkçülük bu sebeplerle de evrensel niteliktedir ve evrimleşerek yaşamını, etkinliğini sürdürmektedir.
Nazizm, Faşizm ve Komünizm insanlığa vaat ettikleri hayaller yıkılmış, kolaya kaçan yarı aydınların inanç sistemleri, dinleri haline getirilen bu düşünce ve uygulamalar insanlığın, daha uygun deyimi ile Batı düşüncesinin, Batı kültürünün birer hatası olarak tarihe mal olmuşlardır.
Faşizm, Nazizm ve Komünizm insan doğasına ve onuruna ters düşen yapıları sebebiyle yenik düşüp çekilirken Atatürkçülük Türk Devrimi ile barış içerisinde, teröre başvurmadan, teokratik düzeni laik yapıya, totaliter sistemi demokratik düzene geçirmeye çalışan; akla, bilime, insan sevgisine, bağımsızlığa ve özgürlüğe dayalı bir düşünce ve uygulama olarak geri kalmış toplumlar için bir müjde gibi insanlığın yaşamına katılıyordu.
Batı kültürünün bir ürünü olan Emperyalizm 21'inci yüzyıla kadar varlığını sürdürebilmiştir. Küreselleşmeden aldığı güçle 21'inci yüzyılı da etkileyeceği anlaşılan Emperyalizm Batı'nın kazandığı savaşlar sebebiyle varlığını koruyabiliyor.
Emperyalizme karşı tarih boyu birçok mücadele verilmiştir. ılk başarılı ve etkili mücadele Türk Kurtuluş Hareketidir.
Batıya Karşı ılk Anti-Emperyalist Mücadeler
ümit Burnundan dolaşan Avrupa gücünün Hint Okyanusundaki deniz savaşlarını kazanmasından sonra, Osmanlı ımparatorluğunun kuşatılması tamamlanmış ve Asya, Avrupalılar tarafından işgale başlanmıştır.
Kıta içi devleti durumuna düşen Osmanlı ımparatorluğunun Avrupalılar tarafından küçültülmesi ve diğer kıtalara yayılmaları 16'ncı yy.dan 20'nci yy.a kadar devam etti. 20'nci yy.ın başlangıcındaki I'inci Dünya Harbi (1914-1918) Osmanlı ımparatorluğu, Avusturya - Macaristan ımparatorluğu, Alman ımparatorluğu, Rus çarlığı... gibi aile egemenliğine dayanan birçok ımparatorluğun yıkılıp dağılmaları ile sonuçlandı. Harbin sonunda sömürge imparatorlukları (ıngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika...) dünyaya egemen olmuşlar; Kapitalizmin gereksinimi olan ham madde, pazar ve ucuz işçiyi sömürgeleştirdikleri topraklardan sağlamaya başlamışlardı.
I'inci Dünya Harbinin bu yayılmacı (emperyalist) güçlerine karşı ilk başarılı mücadeleyi ıstiklal Harbi ile Türkler vermiştir.
Ruslar, çarlığın yıkılıp Komünizmin getirilişini emperyalizme karşı ilk mücadele gibi gösterirler. Gerçekte Komünist Rusya kendisi emperyalist (yayılmacı) politikaları izlemiştir.
Viyana'dan dönüşün durdurulduğu yer, Türk ıstiklal Harbinde savunmadan taarruza geçilen Sakarya hattıdır. Sakarya Meydan Muharebeleri yalnız Türk tarihinin değil dünya tarihinin de büyük bir dönüş, büyük bir doruk noktasıdır. Dünya tarihine Sakarya Meydan Muharebesi kadar değişiklik getiren savaş çok azdır.
Türk ıstiklal Harbi ile dünyada, Batı emperyalizmine karşı, yaygın şekilde Kurtuluş Harpleri dönemi başladı.
Türk Kurtuluş Hareketi Batı yayılmacılığına son veren ve gerileten bir olgudur.
Türk Devrimi ise Batıya karşı girişilen anti-emperyalist mücadele sonunda ulaştığımız, gerçekleştirdiğimiz büyük dönüşüm, büyük atılımdır. Batılılara rağmen Batı' ya yönelik bir harekettir.
Türk Devrimi, Türk Kültürünün çağdaş değerlerle zenginleştirilmesini ve güçlendirilmesini amaçlar. Batı uygarlığını yaratan Batı Kültürü ile uyum arayışıdır.
Ancak Batı Kültürünün ve Batı tarafından uygulanan Kapitalist ekonomik sistemin doğal uzantısı olan emperyalizmi Türk Devrimi reddetmiştir.
Hem Avrupa emperyalizmine hem de Rus Komünist emperyalizmine karşı ilk gerçek mücadeleyi Türkler vermiştir. Türk Devrimi emperyalizmi kendi ülkesinden uzaklaştırmış, emperyalizmden kurtuluşun verilerini, kuramını belirlemiş, düşünce tabanını oluşturmuş, emperyalizm ile mücadele için evrensel eğilimi gerçekleştirmiştir.
Anti - emperyalist mücadelenin öncüsü olan bu Türkiye, AB üyesi olarak emperyalist kampa dahil olamaz. AB üyesi veya eyaleti olarak mazlum dünyaya karşı emperyalist bir politikanın içinde yer alamaz.
AB üyeliği Türkiye'yi Avrupa emperyalizminin bir aracı haline getirecektir.
"Türkiye'nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye mühim ve büyük bir gayret sarf ediyor. çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır."
Avrupa'nın, Batı emperyalizminin bir üyesi olması halinde Türkiye; kendisini Atatürk'ün öncülük ettiği mazlum milletlerin karşısında bulacaktır. Bu sonuç bütün tarihi reddir, tarih bilincimizi rahatsız eden bir çelişkidir. Sonuçta büyük bir tarihi hatadır.
Küreselleşmenin Desteklediği Emperyaliz
2000'li yıllarda emperyalizm yeni bir ivme kazandı. Amaç, hırs ve acımasızlığı aynı. 21'inci yüzyıl emperyalizminin 19'uncu yy. ve 20'nci yy.ın ilk yarısındaki yoldaşından farkı, kullandığı araç ve uyguladığı yöntemdedir. Taraflarda (sömüren ve sömürenlerde) fazla bir fark yok.
Avrupa Birliği emperyalist kanadın gene tam odağında duruyor. Ancak bu defa ABD korumasında ayakta kalabiliyor.
21'inci yüzyıl emperyalizminin tetikçiliğinin sorumlularından birisi küreselleşmedir.
Gerçekte küreselleşme olgusu yavaş, cılız daima olmuştur. Soğuk harpten sonra (10 Kasım 1989), üst üste çakışan olaylar ve gelişmeler küreselleşmeye çok uygun bir ortam yarattı. Küreselleşmeyi coşturan koşullar şu başlıklar altında toplanabilir: Ulaştırma ve iletişim alanındaki büyük ve hızlı gelişme; Doğu Bloku'nun çökmesi, SSCB'nin dağılması sonucu 3'üncü dünya ülkelerinin Batı Dünyası karşısında seçeneksiz, dayanaksız kalmaları; teknoloji, bilgi birikimi ve sermayenin Batı'nın (ABD ve AB) tekelinde olması; Batı'nın ham madde, ucuz işçi ve pazar ihtiyacının artması; 3'üncü dünyanın ve Doğu'nun sömürü altında geri kalmışlığı; uluslararası ticaretin artması; uluslararası hukukun gelişmesi; ülkeler arası ekonomik yarışın hızlanması...
Bu olgular küreselleşmeyi hızlandırmış ve dizginsiz bir yaygınlaşma ortamı doğmuştur.
Sanayi Devriminin (1769-1850 veya 1750-1830) başlangıcında işçiler; henüz örgütlenmedikleri, hukuki dayanakları olmadığı için ana malalar (sermayedarlar) tarafından acımasızca kullanılmış, kadın ve çocuklar çok küçük ücretlerle 16-20 saat çalıştırılmışlardır.
Zaman içinde işçiler örgütlenmiş, yasal güvencelere kavuşturulmuştur.
Günümüzde, ana malcı işçiyi değil; bilgi birikimi, teknoloji ve sermaye sahibi ülkeler; ham madde, ucuz işçi ve pazara sahip daha az gelişmiş ülkeleri ve toplumları sömürmeye başlamıştır. Sanayi devriminin başlarında nasıl ki ortam ana malanın yararına işçilerin zararına ise, bugün de ortam kapitalist dünyanın yararına diğer dünyanın zararına çalışıyor. Uluslararası hukuk mazlum ülke ve toplumları korumuyor. Ayrıca mazlum dünya kendi arasında örgütlenmiş değil.
Uluslar üstü hukuku Batı belirliyor. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Bankası gibi kuruluşları Batı kuruyor, yönetiyor, yönlendiriyor. Bağnaz bir Batıcı olan S. P. Huntington IMF hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor: "Batı IMF ve diğer milletlerarası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi iktisadi menfaatlerini terviç ediyor ve uygun olanını kendisinin düşündüğü ekonomik politikaları diğer milletlere zorla kabul ettiriyor."
Dış yatırımcılarla, yatırım yapılan ülke veya kurum arasındaki anlaşmazlıkların doğal mahkemeler dışında, Batılı güç odaklarının kontrolündeki "Tahkim Kurullarına" verilmesi sermaye için büyük güvencedir.
Küreselleşmenin emperyalizme katkısı ile ilgili birkaç örnek.
En fakir ile en zengin arasında kişi başına düşen gelirdeki fark, 1985 yılında 76 kat iken, 1998 yılında 228 kat olmuştur.
En zengin 20 ülke uluslararası üretimin % 86'sını gerçekleştirirken en fakir 20 ülke % 1'ini gerçekleştirebiliyor.
89 ülke on yıl öncesine göre gerilemiştir.
Batı' ya karşı ilk antiemperyalist mücadeleyi veren Türkiye'nin AB üyeliği; tarihi ile, misyonu ile, kültürü ile çelişki yaratır. Bu bir saf değişikliğidir.
Türkiye AB üyesi olduğu takdirde sömürülmek için daha uygun bir ortamda olacak. üstüne üstlük, mazlum dünya bakışına emperyalizmin bir üyesi hatta aracı görüntüsü verecektir.
II.BöLüM
KATILIMIN ORTAKLIğI TUZAKLARI
Avrupa Konseyi Kararı şeklinde, Türkiye'ye, ilkeler, öncelikler, ara hedefler ve koşullara ilişkin bir belge (Katılım Ortaklığı) verilmiştir.
Türkiye'den de, Müktesabatın üstlenilmesine ilişkin bir "Ulusal Program" hazırlayarak, önceliklerin ve ara hedeflerin belirlenmesi istenmiştir.
Katılım Ortaklığının amacı ve Ulusal Program hakkında, belgede şu açıklama yapılıyor: "Katılım Ortaklığı, aday devletlerin üyelik hazırlıklarına yardımda kullanılacak bir dizi politika amacının temelini oluşturur", "Ulusal Program Katılım Ortaklığının ayrılmaz bir parçası olmamakla beraber, belgenin kapsadığı öncelikler Katılım Ortaklığına uymalıdır."
Görüldüğü gibi siz ulusal programı nasıl hazırlarsanız hazırlayın, AB Katılım Ortaklığını esas alıyor. Ulusal Programa, karşı hükümler konması AB'yi hiç ilgilendirmiyor. Hatırlayalım: Bizim Ulusal Programa ilgi dahi göstermediler. çünkü onlar Katılım Ortaklığını Konsey kararı olarak çıkardılar, değiştirmeyi düşünmüyorlar.
Türkiye'ye Farklı ışlem
KO'nın Açıklayıcı andıcında "Türkiye AB'ne diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılması mukadder bir aday ülkedir" dendiği halde; mali yardım konusunda, Kıbrıs konusunda, azınlıklar konusunda, Gümrük Birliği anlaşması hükümlerinde, Avrupa Parlamentosu kararlarında eşit değil; "öteki" "Hasım" muamelesi yapılıyor.
örnek olarak: Topluluk Türkiye'ye "Kıbrıs" konusunun çözülmesini, siyasi kriterler arasında koşul olarak gösterdiği halde; Güney Kıbrıs'a böyle bir koşul ileri sürmeden üyelik müzakerelerini başlatmıştır. AB Kıbrıs sorununda açıkça Rum yönetiminin yanında yer almaktadır. Kıbrıs'ın tamamının Rum kontrolü altına sokulmasına çalışmaktadır. Bu tutum Avrupa'nın Haçlı Seferlerinden bu yana Kıbrıs ile ilgili emellerinin sonucu ve gereğidir.
Kıbrıs'taki Türk kuvvetlerini işgal kuvveti olarak isimlendiren Avrupa, Ermenistan'ın haksız olarak işgal ettiği Azerbaycan toprakları hakkında susuyor, kısaca Ermeni işgalini onaylıyor.
Diğer ülkelere milyonlarca dolar yardım yapan AB, Türkiye'ye Gümrük Birliği anlaşması ile vermeyi kabul ettiği üç beş dolarlık yardımı Yunanistan'ın vetosunun arkasına saklanarak vermiyor.
AB başka ülkelerdeki azınlıklar konusunda hemen hiçbir işlem yapmazken; Türkiye'de kendi yorumu ile varlığını kabul ettiği, sayısı belirsiz azınlıkların hamisi gibi hareket ediyor.
AB; kabul edilmiş anlaşmaların gereği olan serbest dolaşım hakkını Türkiye'ye kullandırmamaktadır.
Bütün diğer ülkelerdeki terör örgütlerini, teröristler listesine aldığı halde PKK'yı ve DHKPC'yi dışarıda bırakmış, bunları terörist saymamıştır. Sayın Ecevit bu sonuca "Hayret" ettiğini söylüyor. Ben de Sn. Ecevit'in hay ret etmesine hayret ediyorum. çünkü AB'nin tutumu Türkiye'ye karşı diğer davranışları ile çok tutarlı. Daha önce eğitim, para, silah, araç-gereç... vererek destekledikleri, örgüt başını koruyup sakladıkları, Türkiye'deki faaliyetlerini politikalarının bir parçası olarak gördükleri PKK'yı terörist ilan etmeleri çelişki olurdu. Listeye almaları halinde, terörizme destek veren, yataklık yapan ülkeler durumuna düşerlerdi. Onlar bu örgütlerle Türkiye'yi bölmeye çalıştılar. ıleride de aynı amaçla kullanacakları bir örgütü nasıl olur da terörist ilan ederler?
PKK'nın gizli bir listede olduğunu söylüyorlar. Bazıları, Türk toplumunu aldatmaktan zevk alıyor: her halde gizli gizli gülüyorlar.
Bu açık olay bile bir kısmımızı uyarmaya yetmiyor. AB kurumlarından Türkiye'nin yararına karar çıkması çok zor, belki de mümkün değil. üye olursak bu durum değişmeyecek. Büyük olasılıkla aleyhimize ağırlaşarak devam edecek. çünkü üye olduğumuz takdirde, AB bütün organları ile üzerimizde yaptırım yetkilerine sahip olacak.
Katılım Ortaklığı'nın Ağırlıklı Konulan
Katılım Ortaklığı'nda Türkiye'den beklentilere, "Kısa vade" "Orta vade" şeklinde zamana bağlı öncelik verilmiş.
"Açıklayıcı Andıç'ta (3'üncü paragraf) insan haklan, sınır uyuşmazlıkları ve Kıbrıs konularına "özellikle atıfta bulunarak" bu konulardaki siyasi kriterlerin karşılanması yönündeki ilerlemeye ağırlık verileceği açıklanmaktadır. Ağırlık verilen üç konu; Kıbrıs ve Ege'nin Yunanistan'a verilmesi ile, Türkiye'nin bölünmesine sebep olacak isteklerdir.
Kıbrıs ve Ege Sorunları
Kıbrıs konusu ile ilgili açıklamalar: AB'nin Kıbrıs sorunu ile birlikte genel niyetlerini belirleyen, Türkiye'ye yönelik politikalarının ip uçlarını veren önemli örneklerden birisidir
Avrupa Birliği ile Güney Kıbrıs ve Yunanistan üçlüsünün Kıbrıs politikaları, farklı sebeplere ve farklı gerekçelere dayanıyor. Buna rağmen her üçünün amacı aynı sonuçta buluşuyor, örtüşüyor. Her üçü de, Türklerden arındırılmış Kıbrıs'a egemen olmayı planlıyor; her birisi kendi olanakları ile ve işbirliği içerisinde, ortak amaçlı politika uyguluyor.
Avrupa Birliği için Kıbrıs'ın önemi, jeostratejik, jeopolitik konumundan; stratejik ve politik etkinliğinden kaynaklanıyor.
Kıbrıs'ın AB kontrolünde olması kendisine şu yararları sağlayacaktır: AB'nin stratejik güvenliği daha ileriden sağlanmaya başlanacak; Doğu Akdeniz, Anadolu ve Orta Doğu'da (özellikle Suriye, ürdün, Filistin, ısrail, Mısır...) bölgesel düzeyde; Süveyş Kanalı yolu ile evrensel düzeyde etkinliği genişleyecek, kontrolü artmış olacak; Orta Doğu petrolleri üzerinde ABD gücüne dayanan sömürü düzenini günü geldiğinde kendi üstünlüğüne alarak ABD'ne bağımlılığını azaltabilecek, petrol ihtiyacını karşılama işlevini zaman içinde güvenceye alma olanağı doğacak; Türkiye üzerindeki etkinliği artacak; stratejik değeri yükselecek; ıran, Irak, keko sorunu, ve Ermenistan ilişkilerine yakınlaşacak. Kutsal topraklar üzerinde etkinliği artacak, Kıbrıs üzerindeki bin yıllık mücadeleyi Batı'nın lehine çözmüş olacak...
Kıbrıs Yunanistan'ın da dününde, bugününde çok önemli bir yer işgal ediyor.
Yunanistan şu kuruluş aşamalarından geçmiştir: 1821 Mora ayaklanması ve işgali;39 1830 Bağımsızlığın ilanı; 1869 ıngiltere'den yedi adayı almaları; 1890 Teselya ve Narda'nın Yunanistan'a verilmesi; 1897 sınır düzeltmesi; 1908 Girit'in alınması; 1913 Makedonya, Epir, Batı Trakya ve Ege adalarının40 işgali; 1919- 1922 Anadolu'yu işgal girişimi; 1941 Oniki adanın alınması.
Bir yüzyılda kurulup gelişen Yunanistan'ın izlediği Megali Idea'nın bundan sonraki hedefleri Kıbrıs, Ege egemenliği ve ıstanbul'dur. Bu amaçlan için Avrupa Birliği olanaklarından büyük ölçüde yararlanarak önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Ege Denizinin Anadolu yakası egemenliği, ıstanbul surları içinde bir din devletinin kurulması, ve Pontus devletinin kurulması için de AB'nin sağlayacağı ortam ve olanaklardan yararlanmaya çalışılacaktır.
Kıbrıs'ın tamamının Rumların yönetimine girmesi, Megali Idea'nın önemli bir ara adımı, aşaması olacak. Böylece Kıbrıs Rumları çok daha güçlenecek, Yunanistan AB ile birlikte yukarıda sayılan büyük politik ve stratejik olanaklara kavuşacaktır. Megali Idea'nın diğer amaçlan (Ege Denizi, ıstanbul, Anadolu, Pontus...) üzerinde yoğunlaşma olanakları bulacaklar; Türkiye güney yanından da kuşatılmış olacak, füze, uçak ve denizden tehdit altında tutulabilecek; petrol çıkış merkezi olan ıskenderun körfezi kontrol altına alınmış olacak; Türkiye'ye karşı Ermeni ve bölücülük konuları daha kolay desteklenebilecek; bunlar ve diğer konularda ıran, Irak, Suriye ve Ermenistan'la Türkiye aleyhine işbirliği kolaylaşacak...
AB'nın, Yunanlıların ve Kıbrıs Rum'larının bu amaçlara ulaşmaları; Kuzey Kıbrıs'taki Türklerin, bütün Kıbrıs'a egemen olacak Rumların arasında azınlık durumuna düşürülmesi, zayıflatılmaları ve Kıbrıs'tan kaçırılmaları ile mümkün olabilecektir.
Yunanistan'ın ve Kıbrıslı Rumların amacı, Adadaki Türkleri önce azınlık haline getirmek, sonra dışarıya gönderilmelerini sağlamak, dış dünyaya (AB ve ABD) çıkışlarını çekici kılmaktır.
Bunu sağlamanın kolay ve emin yolu olarak, bütün ada sathında mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımını görüyorlar. Bu sebeple BM Genel Sekreteri'nin son anlaşma şartları arasına bu hükmü koyduruyorlar; aynı hususları içerecek federasyon tezi üzerinde duruyorlar, kuzey bölgesi ile beraber AB'ne girmek istiyorlar; hiç olmazsa Türklere de Güney Kıbrıs vatandaşları haklarını vermeye çalışıyorlar...
Türkiye AB üyesi olursa zaten Kuzey ve Güney Kıbrıs arasında hudutlar kalkacağı için amaçlarına ulaşmış olacaklar.
Mal, sermaye ve hizmetlerin Kuzey ve Güney Kıbrıs arasında serbest dolaşımı, Güneydeki Rumların Kuzeye gelip gerekirse mahkeme kararları ile eski mallarına sahip olmalarına sebep olacak, kalan malları da, korkutarak vs. yolla satın alacaklar ve Türklerin AB ülkelerine gitmelerinin ortamını hazırlayacaklar.
Roma Anlaşmasının 3 c fıkrasındaki bir ilke (mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı) hiçbir anlaşma ile ortadan kaldırılamıyacağı için; Kuzeye Güney Kıbrıs arasında varılacak anlaşmaları AB birimleri uygulatmıyacaktır.
KKTC'nin yok olmasını göze almadan Türkiye'nin AB üyeliğini düşünmemesi gerekir. AB üyeliğini isteyenler gerçekte bunu biliyorlar ve KKTC'ni masaya koyarak tehlikeye, riske atıyorlar. Sayın Denktaş görüşmelere katılması için zorlanıyor. Kıbrıs'ın kaybından doğacak so rumluluk çok büyüktür. Bu büyük sorumluluğu AB muhipleri taşıyamaz.
Katılım Ortaklığı Belgesinde Kıbrıs ve Ege
Katılım Ortaklığında Kıbrıs ile ilgili olarak hazırlanan ilk metin ve itirazımız üzerine daha güçlendirilmiş olarak yazılan son metindeki hükümler aşağıya çıkarılmıştır.
ılk metinde "Kısa Vade Siyasi Kriterler" başlığı altında ve son (11'inci) paragraf olarak Kıbrıs konusu şu şekilde ifade edilmişti: "Siyasi diyalog çerçevesinde, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması sürecinin başarılı bir sonuca ulaştırılması yönündeki çabalarının kuvvetle desteklenmesi".
ılk metinde Kıbrıs sorununun bu şekilde bulunmasını kabul etmeyip, Başbakan tarafından "AB ile ilişkilerimizi gözden geçirmemiz kaçınılmaz olacaktır" denmesi üzerine (Ek - D), madde başı "Siyasi Kriterler" yerine "Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler" şeklinde değiştirilmiş, Kıbrıs ile ilgili hüküm son paragrafta iken vurgusu arttırılarak, takviye edilerek ilk paragrafa alınmıştır. Hüküm her anlamda daha güçlü hale getirildiği halde ilk sözden dönülmüş ve KOB kabul edilmiştir. Kabul edilen yeni hüküm ve başlığı şu şekildedir: Başlık: "Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler", hüküm: "Helsinki sonuçları uyarınca siyasi diyalog çerçevesinde BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Sorunu'na kapsamlı bir çözüm bulunması sürecinin başarılı bir sonuca ulaştırılması yönündeki çabalarının Helsinki sonuçlarının 9a paragrafında değinildiği şekilde kuvvetle desteklenmesi".
Birinci metni haklı olarak reddeden (Ek - D) Hükümetimizin daha ağırlaştırıldıktan sonraki ikinci metni niçin kabul ettiğini anlamak mümkün değildir.
Kıbrısla ilgili hükümdeki ağırlaştırmaya birinci metinde bulunmayan Ege Sorunu ile ilgili ("Orta Vade"ler arasına) yeni bir hüküm eklenmiştir:
"Helsinki sonuçları uyarınca, Siyasi Diyalog çerçevesinde BM şartı'nda belirlenen uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözümü ilkesi altında çözümlenmemiş tüm sınır anlaşmazlıklarını ve ilgili diğer konulan çözmek yolunda her çabayı Helsinki sonuçlarının 4'üncü paragrafında belirtildiği şekliyle göstermesi"
Sonradan eklenen ve Başbakan ve yakınları tarafından kabul edilen bu hükme ve atıf yapılan Helsinki anlaşmasına göre Ege'deki Türk-Yunan anlaşmazlıkları 2004 yılından sonra Adalet Divanı'na götürülecek. Kabul edenler dahil herkes biliyor ki, sorun Adalet Divanında 15-0 Türkiye'nin aleyhine Yunanistan'ın lehine çözülecektir. O halde ilk metni niçin reddettik, ikinci metni neden kabul ettik? Bunun cevabını ben de bulamıyorum.
Yunanlılar, Ege sorununu 2004 yılında Adalet Divanına götürmek için oyalama içindeler. Adalet Divanına gidilmesi Yunanlıların isteği idi. Adalet Divanında Türkiye aleyhine karar çıktığı zaman Ege Yunanlıların olacak. O zaman bugünkü AB üyeliği yanlıları dünyanın neresine kaçacaklar?
Adadaki iki toplumun sorunu olan ve BM ile çözüme kavuşturulmaya çalışılan Kıbrıs sorunu, yanlış politika ve diplomatik hataların sonunda bir Türk-AB sorunu haline getirilmiş, eski anlaşmalar da yaralanmıştır.
Avrupa ınsan Hakları Mahkemesi 10 Mayıs 2001'de Kıbrıs Rum Kesiminin Türkiye'ye karşı başvurusunu karara bağladı. Türkiye'nin Avrupa ınsan Hakları sözleşmesinin bir dizi hükmünü ihlal ettiği sonucuna ulaştı. Türkiye'yi 13 madde altında suçlu buldu. Adanın güneyine giden Rumların mal ve mülklerine ulaşma haklarının engellenmesi nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiği sonucuna ulaştı.
1996'da sonuçlanan Louzidou davasında da, bu kişinin kuzeyde kalan mal ve mülklerine ulaşmasının engellendiği kararı alınmıştı.
Kıbrıs'ı ve Ege'yi göz göre göre tehlikeye atan sorumlular ve bunu çeşitli yollarla destekleyen eski diplomatlar, sebep olacakları kayıpların sorumluluğunu taşıyacaklar, uğrayacağımız kayıpların hesabını Kıbrıs şehit ailelerine de veremeyeceklerdir. Kıbrıs'taki 160 bin Türk'ü tekrar göç etmeye mecbur bırakmak onlara karşı büyük haksızlık olur.
Türk-ış'in yayımladığı AB niyetlerini açıklayan Ek-A'daki AB'nin Kıbrıs Kararları uyarıcı olmalıdır, şehitlerle, Ordumuz ile kurtarılan bölgeyi ve üzerinde yaşayan 160 bin insanımızı, politikacılarımız ve diplomatlarımızın hataları ve ilgisizlikleri sebebiyle Yunanlılara ve AB'ye bırakmamalıyız.
Bilinmelidir ki, AB'nin mal, sermaye ve kişilerin serbest dolaşım vazgeçilmez ilkesi durdukça, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye'nin AB üyesi olması halinde bütün Kıbrıs'ın bir Yunan adası olması önlenemez.
erzurumlu25- .::Tengri::.
-
Yaş : 45
Cinsiyet :
Nerden : Erzurum
Lakap : Vatan delisi
Doğum Tarihi : 22/04/79
İletiler: : 757
Üyelik Tarihi : 29/12/09
Avrupa Birliği'ne neden "HAYIR" 3
Bu sebeple de Türkiye'nin AB üyeliğine "Hayır" diyoruz. Katılım Ortaklığı Belgesinde (KOB) Türkiye'nin Bütünlüğüne Karşı Hükümler KOB'nin Andıç, Giriş, Amaç bölümlerinden itibaren demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları ile birlikte "Azınlıklar" ve hakları konusu öncelikle vurgulanmaktadır. KOB'deki azınlıklarla ilgili hükümleri incelerken aşağıdaki dip nota41 çıkarılan yayınlar atırlanmalı ve dikkate alınarak birarada düşünülmelidir. Avrupa'nın Etnik Parselasyonu ve Alman
Vakıfları ve Bergama Dosyası adlı yayınlar incelenmeden konu ile ilgili gelişmelere doğru teşhis konulamaz. Aşağıya çıkarılan yayınlardan 1'incisi, Almanya'nın diğer ülkeleri bölmek için gerçekleştirdikleri kuruluşları ve çalışmaları; 2'ncisi gene Almanya'nın diğer ülkelerdeki olumsuz girişimlerini yönlendiren siyasi parti vakıflarının çalışmalarını; 3'üncüsü, Almanya'nın Türkiye'de yaptırdığı (Almanya'yı gizlemek için kitap önce ıngilizce yayımlanmış sonra Almanca'ya çevrilmiştir.) bir araştırmayı;
4'üncüsü Türkiye'de yapılan aynı konudaki bir araştırmayı açıklamaktadır. KOB'deki hükümler, dipnotta verilen yayınlarda açıklanan, Türkiye'nin bölünmesine yönelik amaç ve fikirlerle birlikte değerlendirildiğinde, gerçek anlamlarına kavuşmaktadır. KOB'nin Kısa vade, Geliştirilmiş Diyalog ve Siyasi Kriterler'in 2'nci Md.si şöyledir:"... ifade özgürlüğü ile ilgili hukuki ve anayasal garantilerin güçlendirilmesi. şiddet yanlısı olmayan görüşleri dile getirmekten hüküm giymiş kişilerin durumuna eğilinmesi."
Bu hüküm, özellikle Terör kanununun 8'inci maddesindeki bölücülük propagandasının yasaklanmasının kaldırılmasına ve bu maddeden ceza alanların durumlarının düzeltilmesine yönelik. Propaganda'nın en etkili silah olduğu gerçeği göz ardı edilerek 8'inci Md ve Türk Ceza kanununda birçok madde değiştirilmekte ve Türk Devletinin bölücü propaganda ve terör karşısında güçsüz kalmasına sebep olunmaktadır. Halbuki bu yasalar yıllarca acı çektiren terör olaylarının deneylerinin sonuçlarıydı. Azap çekilerek, kan dökülerek edinilen birikimler sonucu yasa hükmü haline getirilmişlerdi.
AB'ye hoş görünmek için, AB'nin Türkiye'yi zayıf düşürmek, bölmek amacı unutularak, maddeler birkaç günde cılızlaştırılıp, değiştiriliyor. Siyasi kriterler arasında şu ilkeler bulunuyor: "Türk vatandaşlarının televizyon ve radyo yayıncılığında anadillerini kullanmalarını yasaklayan hukuki düzenlemeler varsa kaldırılması.", "Kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşlar için kültürel hakların garanti edilmesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması. Eğitim alanı da dahil olmak üzere bu hakların kullanılmasını önleyen tüm yasal hükümlerin kaldırılması." Bu hükümler, Osmanlı ımparatorluğu'nun dağılış dönemini yaşayan Atatürk'ün şu sözleri ile birlikte değerlendirilmelidir:
"Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da islav araştırma cemiyetlerinin kurduğu dil kurumlarıdır, bizim içimizdeki insanların milli şuurlarını uyandırdığı zaman biz Balkanlar'da Trakya hudutlarına çekildik." KOB'nin "Bölgesel Politika ve Yapısal Unsurların Eşgüdümü" başlığı altında ilginç konular gündeme getiriliyor: "ıstatistik! amaçlarla bölgesel birimlerin isimlendirilmesi".
"Etkin bir bölgesel politika geliştirilmesi için bir strateji benimsenmesi". "Türkiye'nin planlama sürecinde proje seçimi bakımından bölgesel politika kriterleri oluşturulmasına başlanılması." Orta Vade Siyasi Kriterler arasında da "Güneydoğuda geriye kalan olağanüstü hal uygulamalarının kaldırılması" bulunuyor. ıdari ve Adli Kapasitenin Güçlendirilmesi başlığı altında da bölgeciliği güçlendirecek önlemler önerilmektedir.
Kısa Vadeli Siyasi Kriterler'de şu hüküm bulunmaktadır: "Tüm vatandaşların ekonomik, sosyal ve kültürel imkanlarının artırılması amacıyla, bölgesel farklılıkların azaltılması ve özellikle Güneydoğudaki durumun iyileştirilmesi için kapsamlı bir yaklaşım geliştirilmesi." Avrupa Parlamentosunun Türkiye'de Bölücülüğü Destekleyen Kararları Bu kararlar ayrıntılı olarak Türk-ış'in yayımladığı "AB Türkiye'den Ne ıstiyor" başlıklı broşürde bulunmaktadır. ülkemizin bütünlüğüne inanan, Atatürk'ün kurduğu cumhuriyete sahip çıkması gereken herkes, Ek. A'daki AP kararlarının tamamım okumalıdır. Broşür iyi incelendiği zaman AB'nin Türkiye'yi bölme amacını gizlemediği görülecektir. ısveç Dışişleri Bakanlığının araştırmacısı Dr. E. Deverelle konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:
"AB'nin talepleri yerine getirilecek olursa PKK ve Radikal ıslam için hareket sahası genişler... AB anlayışlı davranmıyor, sadece talep ediyor... Türkiye'nin bulunduğu coğrafya istikrarlı değil... Ordu'nun siyasete etkisi sorun kabul ediliyor..."
Türkiye 20 yıla yakın bir süre PKK terörü ile mücadele etmiş; 30 bin insanını, yüz milyar dolara yakın kaynağım ve 20 yılını kaybetmiştir. AB üyesi olmamız sonucu; Avrupa Parlamentosunda üye olabilmek, ticaretin yollarını açmak, ısrail'i memnun etmek için bazı kimseler AB üyesi olmamızı istiyor diye, ne ülkenin bütünlüğü tehlikeye atılmalı ne de yeni terör olaylarına ortam hazırlanmalıdır. Türkiye'ye yönelik bütün bu tehditlere karşı koyabilmenin ilk yolu ve son yolu Avrupa Birliğine "Hayır" diyebilmekten geçiyor.
Avrupa ınsan Hakları konusunu politikalarında bir araç olarak kullanıyor. ınsan Hakları konusunda Türkiye'ye yol göstermeye çalışanlar; Emperyalizmi, Komünizmi, Faşizmi, Nazizmi yaratarak kendileri dahil bütün insanlığa azap çektirenler, insan fırını işleticileri değil mi? Aynı insanlar aralarına sığınmış Türkleri evleri ile birlikte ailece yakmadılar mı? Tek başına Baader - Meinhof teröristlerine yaptıkları dahi, Avrupalıların sicillerini açıklamaya yetişir. Baader - Meinhof solcu olduklarını söyleyen bir eylem grubuydu. Başkanları Andreas Baader (1943 - 1972) ve Ulrike Meinhof (1934-1976) idi. Banka soydular,
ABD üslerine bazı saldırılarda bulundular. Filistinlilere destek verdiler. Hapsedildiler, kaçtılar, tekrar yakalandılar. Bu defa koğuşlu cezaevlerine değil "F" tipi ceza evlerine kondular. ıntihar eden Meinhoftan sonra üç arkadaşı ölü bulundu. Tabanca ile aynı gün aynı saatte ayrı hücrelerde intihar etmişlerdi. Hücrelere tabancaları kim sokmuş olabilir? Baader; otopsi raporuna göre, intihar ederken ense köküne iki, şakağına üç kurşun sıkmıştı. Herhalde beş defa intihar etti; dördünde dirildi beşincisinde artık dirilemedi! AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Karen Fogg, kendi evinde verdiği bir resepsiyona Dışişleri Bakanlığı müsteşarını, ANAP ıstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı'yı, DıSK Başkanı'nı ve bazı sivil toplum örgüt temsilcilerini çağırmış, kendilerine kekoçe şarkı dinletmiştir.
Karen Foog 2001 yılında Tunceli'de yapılan toplantılara katılmış ve Tunceli'ye girince yanındakilere asılı Türk bayraklarını göstererek, onların yerine san, kırmızı, yeşil bayraklar görmeyi beklediğini söylemiştir. Avrupa Parlamentosu'nda PKK üyelerinin de katılımıyla Parlamento çatısı altında keko sorununu ele alan bir toplantı düzenlendi. AP içinde temsil edilen hemen her gruptan bir temsilcinin bulunduğu toplantıya PKK adına Avrupa sözcüsü Cevdet Amed katıldı. ... AB'den dört istekte bulunuldu. Abdullah öcalan'ın tutukluluk şartlarının normalleştirilmesi ve iyileştirilmesi; ıdam cezasının kaldırılması için Türkiye'ye baskı yapılması; keko sorununun bir an önce siyasi çözüme kavuşturulması; keko sorununun Türkiye'nin AB'ye katılımı açısından ön koşul olarak gösterilmesi. Bu toplantıya "hami" rolünde Madam Mitterand ve Yeşiller Milletvekili Ozan Ceyhun da katıldı. AB Genişleme Dairesi Türkiye Masası şefi Servantil PKK Başkanlık Konseyini muhatap alarak 20 Kasım 2000 tarihinde resmi bir yazı yazmıştır. Mektupta Komisyon'un "azınlık hakları ve azınlıkların korunması" konusundaki tutumu yinelenmiş ve PKK'ya derin saygılar sunulmuştur.
AP parlamenterlerinden Matti Wuori tarafından kaleme alınan ve Genel Kurul tarafından kabul edilen "Dünyada ınsan Hakları 2000 raporu, ve buna bağlı tavsiye kararında" Türkiye'nin AB üyelik kriterlerini yerine getirebilmesi için ülkenin güneydoğusunda yaşayan keko toplumu ve azınlıkların siyasi sorunlarına çözüm bulması gerektiği" belirtilmiştir. Avrupa Parlamentosunun toplantıda bulunduğu sırada yasadışı sol örgüte mensup üç militan, Türk cezaevlerindeki ölüm oruçlarını desteklemek için Genel Kurulda korsan gösteri düzenlemiştir. Birkaç ay önceki bir basın toplantısında da Dışişleri Bakanı ısmail Cem konuşurken iki eylemci salonu basarak, Dışişleri Bakanımızın konuşmasını engellemişti. Avrupa Parlamentosundan Türkiye'nin lehinde bir karar çıktığını ben hatırlamıyorum. Bu parlamento, AB üyesi olduğumuz zaman Türkiye'ye yönelik yasama yetkilerine, daha açıkçası Türkiye üzerinde egemenlik haklarına sahip olacak. O zaman başımıza gelecekleri iyi düşünmeliyiz. Yukarıdaki kararlar ve Ek-A'da açıklanan diğer kararlar incelendiğinde Türkiye ile ilgili ne kadar haksız, amaçlı, daha hakçası "Doğu Sorunu'nu" gerçekleştirmeye yönelik olarak kötü amaçlı kararlar alınabileceğini anlamak zor değil. TüSıAD (Türk Sanayicileri ve ışadamları Derneği) hazırladığı
"Demokratikleşme Raporun”da Devletin kekoçe eğitim ve kurs düzenlemesini, Anayasa'da Türkçe'nin "resmi dil" olarak tanımlanmasını istemiştir. Bu raporun açıklandığı sütunların üzerine Tunca özilhan, Mustafa Koç ve Can Paker'in bulunduğu resim konmuş. Nedense Tüsiad'ın konu ile yakından ilgili Bşk. Yrd.sı Aldo Kaslowski ne resimde görünüyor, ne de metinde ismi geçiyor. Anayasamızın 3'üncü Md. 1inci fıkrasında: "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." hükmü bulunuyor. Anayasamızın 4'üncü Md.ne göre ise: Anayasanın 1'inci, 2'nci, 3'üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez. Sayın Savcılar, Anayasal suç işlenmektedir. Katılım Ortaklığında Mali Konular KO Açıklayıcı Andıcında belgenin mali yönünü belirleyen aşağıdaki hükümler bulunuyor: "Ekli karar taslağının hiçbir mali yansıması bulunmamaktadır",
"Gerçekleştirilecek mali işbirliği, Katılım Ortaklığında belirtilen öncelikler çerçevesinde hayata geçirilecektir." "Topluluk yardımı, temel unsurların karşılanması ve özellikle Kopenhag Kriterlerinin yerine getirilmesi koşuluna bağlıdır. Temel bir unsurun karşılanmadığı bir durumda, Komisyondan gelen bir öneri üzerine Konsey nitelikli oy çoğunluğu ile karar alarak, herhangi bir katılım öncesi yardıma ilişkin uygun önlemleri alabilir." Koşullar başlığı altında yardımın yapılmasını yeniden koşullandırıyor:
"Proje finansmanları" ile ilgili "topluluk yardımları, Ortaklık Anlaşması, Gümrük Birliği... gibi AT - Türkiye Ortaklık Konseyi'nin ilgili kararları çerçevesindeki yükümlülüklerine saygı gösterilmesine bağlıdır." AB Türkiye'ye vermeyi vaad ettiği yardımları çeşitli bahanelerle vermemekte veya üç - beş doları bölücülüğü destekleyecek şartlara bağlamaktadır. Türkiye; Yunanistan, Japonya, Portekiz gibi 30-50 milyar dolar yardım alacağım ummamalıdır. Aslında yardım alan ve bekleyen 12 aday ülke daha bulunuyor. Türkiye mali kriz geçirirken AB tek "cent" yardım yapmadı. Anlaşmalarla vaad ettiği yardımları dahi çeşitli bahanelerle vermiyor. Ekonomik ve Mali Konular Türkiye'ye yapılacak mali yardımlar KO'nm Programlama (5'inci Md), Koşullar (6'ncı Md), ızleme (7'nci Md) başlıkları altında açıklanmıştır. önemli ilkeleri içeren bu maddeler Ek - E'dedir. Bu maddelerde bulunan çok çarpıcı bazı paragraflar aşağıya çıkarılmıştır: "Türkiye 1996-1999 döneminde, yıllık ortalama 90 milyon Euro'nun biraz üzerinde olmak üzere 376 milyon Euro hibe yardımı almıştır."
"2000'den itibaren Türkiye'ye ayrılacak yıllık tahsisat...". "AT- Türkiye Gümrük Birliğini derinleştirecek önlemlerin uygulanması için 3 yıl boyunca yılda 5 milyon Euro'yu öngörmektedir. Onay sürecinde olan ikinci tüzük, Türkiye'de ekonomik ve sosyal kalkınmayı teşvik edecek tedbirlerin alınmasına yönelik olup 3 yıl boyunca yılda 45 milyon Euro sağlayacaktır." Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti, bu maskara rakamlar için el açmaya mahkum edenler üzülmelidir. Sadece Yunanistan'a günümüze kadar on milyarlarca dolar destek veren AB'nin Türkiye'ye karşı tutumu, üye olduğumuz zaman ne gibi küçültücü tavırlarla karşılaşacağımızın örneğidir. Koşullar (6'ncı Md) bölümünün birinci fıkrası şöyledir: "Türkiye için katılma öncesi unsurları aracılığı ile proje finansmanı için sağlanacak Topluluk yardımı, Türkiye'nin Ortaklık Anlaşması, Gümrük Birliği ve örneğin tarım ürünleri için ticaret rejimi gibi AT- Türkiye Ortaklık Konseyi'nin ilgili kararları çerçevesindeki yükümlülüklerine saygı göstermesine bağlıdır." ...
"Bu genel koşullara uymamazlık, önerilen tek çerçeve yönetmeliğinin 4'üncü maddesi çerçevesinde, Konsey tarafından mali yardımların askıya alınması kararı alınması sonucunu doğurabilecektir." Benzer küçültücü hükümler başka başlıklar altında da bulunuyor. Tek başına bu konu kahrolmaya yeter. Binlerce yıllık ulusal onurumuz yaralanıyor. ılk anti-emperyalist mücadeleyi veren ulusumuz emperyalist dünya ile entegrasyona yönlendiriliyor. S. P. Huntington tanınmış makalesinde şunları söylüyor51:
"Batı IMF ve diğer milletlerarası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi iktisadi menfaatlarını terviç52 ediyor ve uygun olanını kendi düşündüğü ekonomik politikaları diğer milletlere zorla kabul ettiriyor. IMF Batılı olmayan milletlerin herhangi birinin tepesinde, hiç şüphesiz maliye bakanları ve diğerlerinden birkaçının desteğini kazanacak...
" George Arbatov IMF memurlarını "... Ekonomik ve siyasi idareye yabancı kaideler dayatmayı, ekonomik hürriyeti boğmayı seven yeni Bolşevikler" olarak vasıflandırıyor. AB Fonları ve Bölgesel Gelişme FEDER (Avrupa Bölgesel Gelişme Fonu) OTP (Ortak Tarım Politikasından) sonraki en kapsamlı ikinci politikadır. 1975 yılında kurulmuştur. 2000-2006 arası yedi yıllık dönemde 15 üye ülkenin belirli bölgelerine 200 milyar euro destek verecektir. Maastricht'te ASF (Avrupa Sosyal Fonu) 1994'te UF (Uyum Fonu) yaratılmıştır: ıslanda, ıspanya, Portekiz ve Yunanistan'a 2000-2006 yıllarında 18 milyar euro destek verecektir. FEOGA, ıFOP ve ıSPA da bölgesel gelişmeye katkı sağlayan mali kaynaklardır. ıSPA 10 Orta ve Doğu Avrupa aday ülkesinin yararlandığı, çevre ve ulaşım projelerine yönelik yapısal bir fondur. 7.3 milyar euro'luk bir destek öngörmektedir. 2000-2006 yılı üyelere ve aday ülkelere yönelik bölgesel fonları, toplam 240 milyar euro civarındadır. Amaç daha homojen bir yapı oluşturmaktır. AB'de bölgeler gelişmişlik açısından üçe ayrılmaktadır: NUTS: ıstatistiki Yönelsel Birimler Katalogu. NUTS l Güçlü ekonomik bölgesel alanlar. NUTS 2 Daha çok vilayet düzeyindeki yönetsel birimler. NUTS 3 Kırsal temelde yönetsel birimler. AB; KOB ile 2001 yılı sonuna kadar, Türkiye'den de bir NUTS hazırlamasını istemiştir. Türkiye 2001 yılı ilerleme raporunda bu konuda eleştiriler almıştır. AB Türkiye'ye yardımları tek çatı altında toplama sözü vermiş fakat bu sözünü yerine getirmemiştir. AB Konseyi tarafından onaylanan yönetmelikte bu husus yer almamıştır. Geri kalmış bölgeler için sosyal ve ekonomik yardım olarak 135 milyon euro; gümrük birliğini desteklemek için 15 milyon euro;
Akdeniz Fonu olarak bilinen MEDA2 yardımı olarak 380 milyon euro ayrı ayrı onaylanmıştır. 530 milyon euro tutarında olan ve üç yıla bölünen yardım tek meblağ olarak kabul edilmemiştir. Böylece Türkiye'nin her üç yardım için ayrı başvurması gerekiyor. ışlem ağırlaştırılıyor, zorlaştırılıyor sonuca ulaşılması geciktiriliyor. Nedeni ile ilgili sorulara cevap dahi verilmemiştir." Verilecek meblağ 530 milyon euro'dur. Diğer üye ülkelerin herbirisine daha önce verilen 30-40'ar milyar dolara yakın desteğe ek olarak 2000-2006 yılları arasında 240 milyar euro civarında destek verileceğine yukarıda değinilmişti. AB'nin Türkiye ili ilgili niyetlerini iyi incelememı2 gerekiyor. Bunun için yeterince belirtiye (emare) sahibiz. Göç Sorunu AB; Temel Haklar şartı'nın 18'inci maddesi ile; dış ülkelerden sığınanlara geniş haklar tanınmaktadır. Diğer maddelerde; toplu sürgün yasaklanıyor;
idam, işkence, aşağılayıcı muamele yapan ülkelere sığınmacıların geri gönderilmesi durduruluyor. Verilen olanaktan yararlanan Orta Doğulu, Güney Asyalı, Afrikalı göçmenlerden Avrupa Birliği büyük ölçüde rahatsızlık duymaktadır. Türkiye AB üyesi olmadığı için Temel Haklar şartı'na bağlı değildir. Birleşmiş Milletler 1951 Cenevre Sözleşmesine koyduğu çekince ile, "Doğu'dan olan göçleri kendi ülkelerine iade hakkı" almıştır ve uygulamaktadır. Buna karşılık bir kısım göç Avrupa'ya Türkiye'den geçerek yapılmaktadır. Bu durumdan rahatsız olan Avrupa Birliği göçlerin Türkiye'de durdurulması için 1951 Cenevre sözleşmesine konan çekincenin kaldırılmasını istiyor. Türkiye'ye verilen Katılım Ortaklığı Belgesi'nin ıç ışleri başlığı altındaki bölümüne şu tuzak hüküm konmuş bulunuyor: "ıltica alanında 1951 Cenevre sözleşmesi için getirilen coğrafi rezervin kaldırılması ve mülteciler için ikamet ve sosyal destek birimlerinin geliştirilmesi."
Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesindeki bu hükmü kabul ederse, veya ileride Avrupa Birliği üyesi olursa "AB Temel Haklar şartı"nı aynen uygulamak durumunda kalacak ve göçlerin önemli bölümü Türkiye'de yığılacaktır. Böylece, Avrupa bir sorununu büyük ölçüde çözüme kavuşturacaktır. Buna karşılık Türkiye'de yeni yatırım ve masraf kapısı açılacak, göçmenlerin diğer bütün sorunlarına çare bulunması gerekecektir. Serbest ışçi Akımı Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu Arasında Bir Ortaklık Yaratan Anlaşma'nın55 (Ankara Anlaşması 1963) 12'nci maddesi ve bu maddede atıf yapılan topluluğu kuran anlaşmanın (Roma 1957) 48'inci, 49'uncu, 50'nci maddeleri gereğince Serbest ışçi akımının en geç geçiş döneminin sonunda (1987) başlaması gerekiyordu. Topluluğun temel ilkelerinden olan ve Roma Anlaşmasının 3'üncü Md. C fıkrasına dayandırılan serbest dolaşım hakkının uygulanmasına, Ankara Anlaşmasındaki hükme rağmen izin verilmiyor. Ekonomik ve sosyal açıdan yararlı olacak bu anlaşma hükmü gibi, Türkiye'ye yapılması vaadedilen maskara değerindeki küçük yardımlar da, Yunanistan vetosu arkasına saklanılarak verilmiyor. Gerçekte bir anlaşma hükmünün uygulanmasına hiçbir kurum engel olamamalı
III. BöLüM BIZANS' VERILEN CAN SUYU Bizans'in canlandirilmasi; Türkiye Cumhuriyetinin üzerine Bizans'in kurulmasi için çalismalar yapildigim, tarihi ve güncel gelismeleri biraz izleyen her Türk vatandasi görebilir, bilir. Türkiye'nin Avrupa Birligi üyeliginin, baska bir anlatimla Türkiye'nin Avrupa'nin bir eyaleti olmasinin, Bizans'in canlandirilmasini kolaylastiracagini, hizlandiracagini da
Avrupa Birligi yapisini çok az inceleyenler degerlendirebilir. Peki, neden Avrupa Birligi üyesi olmamiz için ugrasirlar? Bunu ben de bilmiyorum. Yakin geçmisteki bazi gelismeleri hatirlamakta yarar var. Bizans Toplantilari Bizans la ilgili olarak son yillarin ilk toplantisi; Bogaziçi üniversitesi Rektörlük binasinda yapilan seminerdir. Organizasyon Institut Français d'Etud Anatoliennes (Fransiz Anadolu Arastirmalari Enstitüsü) tarafindan gerçeklestirilmis, Türkiye Bilimler Akademisi destek vermis, Yapi Kredi Bankasi masraflari üstlenmistir. 20'ncisi 19-25 Agustos 2001 tarihlerinde Fransa'da yapilmasi planlanan Bizans'la ilgili toplantilarin ilki 1929 yilinda Bükres'te yapilmisti.
Daha sonraki Brüksel ve Kopenhag toplantilarinda göstericiler "Türkleri Asya steplerine atalim, Ayasofya'yi kilise yapalim" sloganlari atmislardi. 7-10 Nisan 1999 tarihinde Bogaziçi üniversitesinde yapilan toplanti Amerikan Ortodokslarinin kontrolunda sekillenmis, birçok ülkeden Bizans uzmani (Bizantolog) katilmistir. Toplantida Zeyrek Camisinin de müze haline getirilmesi istenmis, koridorlarda Sultan Ahmet'teki Hipodromun meydana çikarilmasi için Sultanahmet camisi dahil çevresindeki birçok Türk eserinin yikilmasi dile getirilmistir.57 19- 25 Agustos 2001 tarihinde Paris - Sorbon üniversitesinde, Cumhurbaskani J. Chirac'in himayesinde 20'nci Uluslararasi Bizans Arastirmalari kongresi planlandi. Konferansa Hollanda, Sirbistan, Yunanistan, Romanya, Italya, Almanya, Ingiltere;
ABD, Ukrayna, Avusturya, Belçika ve Fransa'dan 200'den fazla Bizantolog çagrildi. Genel istek "Bizans eserlerinin aslina uygun olarak kullanilmasi" idi. örnek olarak, Ayasofya'nin kilise yapilmasinin dolayli olarak dile getirilmesi beklenmistir.
"Istanbul'da Vatikan gibi Ortodoks Dini Devletinin kurulmasi da prensip olarak öngörülmektedir. ABD, Rusya ve Avrupa Birligi'nin hedefi, "surlar" içinde Istanbul Ortodoks Dini Devletinin topragi ve Ayasofya da merkezi olacaktir. Patrikhane ve Ayasofya çevresindeki binalari alarak Patrikhane'ye bagislamak için çesitli oyunlar sergileniyor. Halen Fransa'da 100'ü askin, Bizans'la ilgili dernek, vakif, enstitü bulunmaktadir. Türkiye AB üyesi oldugu zaman çesitli kademelerde alacaklari karar ve uygulamalarla bu amaçlarina kolaylikla ulasacaklar. AB muhipleri bütün bu gelismeleri hesaba katmalilar. Dogu Sorunu (Sark Meselesi) Düsünce olarak çok eskilere, Haçli Seferlerine dayanan Dogu Sorunu konusu Avrupalilarin zihinlerine yerlesmistir. Türkiye ve Türklerle ilgili bütün düsünce ve davranislarim etkilemekte, yönlendirmektedir. Bunu görmemezlikten gelirsek sadece kendimizi aldatmis oluruz. Konu asagiya bir kismi çikarilan çesitli vesilelerle daima beslenmekte ve canli tutulmaktadir.
Son yillardaki birkaç olay dahi yeterli taniktir: Ermenilerin diplomatlarimiza karsi gerçeklestirdikleri terör olaylari; 1915 tehcirinin birçok parlamento ve Avrupa Parlamentosu tarafindan soykirim olarak kabulü; Anadolu Ekspresi Filmi; hazirlanmakta olan Ararat filmi; 1970, 1980 öncesi ve sonrasi (PKK) terör olaylarina Avrupa tarafindan verilen destek; Avrupa Birligi yasama organinin Avrupa Parlamentosunun Ek-A'da verilen ve Türk Is tarafindan yayimlanan brosürde açiklanan Türkiye ile ilgili düsmanca kararlan... Dogu Sorunu denilen olay, dis ülkelerin Türkiye'ye karsi uyguladiklari politikalarin en uç noktasina verilen isimdir. Dünümüzü ve bugünümüzü; askeri ve ulusal yasamimizi sanildiginin çok üstünde etkilemistir, etkilemeye de devam etmektedir.
Konu günümüzde de açik açik islenmekte ve canli tutulmaya çalisilmaktadir. 1997 yilinda yayimlanan Kimlik Mekanlari isimli yayinda su bagnaz ifade yer aliyor: "Bu yüzyilin büyük bir kismi boyunca Sovyet Imparatorlugu doguda tabii bir sinir olusturduysa da soguk savasin bitimi bu EHVEN duruma son vermis oldu.
Bir kere daha DOGU SORUNU gündeme gelmis oluyor. Gerçekten de Balkan Sorununun Avrupa medyasinda tekrar mansetlere çikmasiyla birlikte karsi karsiya kaldigimiz durum Tarihin Sonu'ndan ziyade tarihin geri dönüsüne benzemektedir." Bu açiklama çok önemli hususlari içeriyor: Soguk Savas döneminde yüzlerce Tümen kara gücü, binlerce uçak, on binlerce tank, füzeler ve atom silahlari ile SSCB'nin Avrupa'yi tehdit etmesini DOGU SORUNU'ndan EHVEN, daha hafif, daha az kötü buluyorlar,
DOGU SORUNU'nun gündeme gelisini TARIHIN GERI DöNüSü olarak degerlendiriyorlar. Dogu Sorunu'nun ismi 19'uncu yüzyilda konmustur. Ancak bir sorun olarak algilanmasi 11'inci yüzyila kadar gider. Malazgirt Meydan Muharebesi ile (26 Agustos 1071) Batililarin karsi harekete geçtigi 1'inci Haçli Seferi arasinda (1096) 25 yil, o döneme göre çok kisa, bir zaman farki vardir. 1095 yilinda Bizans Imparatoru Ortodoks 1'inci A. Komnenos, Katolik Kilisesinden, Papa Urbanus II'den yardim istemis ve
"Türklerin Hiristiyan ülkelerin merkezlerine girdigini" belirterek bütün Hiristiyan dünyasindan yardim çagrisinda bulunmus, Papa Paris toplantisinda "Türklere" karsi Haçli Seferlerini baslatmistir.61 E. Driault, Faruk Sümer, Fikret Isiltan, S. Runciman gibi birçok tarihçi Dogu Sorunu'nu ll'inci yy.a baglarlar. Lord Curzon Sevr anlasmasi öncesinde Ingiliz Hükümetine verdigi Memorandum'a sunlari yazacaktir:
"Türkleri Avrupa'dan ve Istanbul'dan sürmek için, Avrupa'nin besyüz yildir bekledigi firsat dogmustur; bu firsat asla kaçirilmamalidir." Ben inaniyorum ki, günümüzde bu firsat Avrupa Birligi üyeligi ile Avrupalilara altin kase içinde kendi elimizle tekrar verilmektedir. Dogu Sorunu ismi 19'uncu yüzyilda Viyana (1815) ve Paris (1856) toplantilarinda gündeme gelmistir. Viyana Kongresinde Osmanli Imparatorlugu taraf degildir. Bu Kongrede Napolyon savaslari sonrasinda Avrupa siyasi cografyasi yeniden yapilandirilmistir. Viyana Kongresinde Rus çari Alexandr, Napolyon savaslarinda Rusya'nin üstlendigi agir yükten ve basarilardan aldigi güçle su teklifte bulunmustur:
1. Türkler Avrupa'dan (Balkanlardan) atilmali. 2. Türkleri Anadolu'dan atalim. 3. Bütün Türkleri, Orta Asya steplerinde açlik, hastalik, katliam ile çiktiklari yerde yok edelim. Dogu Sorununun amacina ulasmasi için günümüzde su asamalarin düsünüldügünün güçlü emareleri bulunuyor: 1. Kibris'in ve Ege Denizi'nin, AB siyasi kriterleri arasina alinarak Türkiye'den koparilmasi. 2. Istanbul surlari içinde Ortodoks kilisesine bagli bir din devleti kurulmasi. 3. Ayasofya dahil Türkiye'deki bütün eski kiliseleri canlandirarak ve Türkiye üzerinde misyoner faaliyetleri yogunlastirarak Anadolu'nun yumusatilmasi.
4. Türkiye'nin bölünmesi ve Avrupa Birligi içinde ekonomik, sosyal ve politik olarak uydulastirilmasi. Bu asamalarla ilgili emarelerden çok az bir kismi asagiya çikarilmistir: Batililar Heybeli Ada Ruhban Okulunun açilmasi hatta üniversite düzeyine çikarilmasi için baski yapiyor; Bati Trakya'da Müftü seçimini önlemeye çalisiyor. Seçilen müftüye hapis cezalari verirken, Patrik seçimi kendi içinde serbestçe icra ediliyor; 1821 Mora ayaklanmasinda 60 bin Türk katledilirken "Mora'da ve dünyada Türk kalmayincaya kadar ölüm" slogani bugün, "ölüm" yerine savas sözcügü konarak, ilkokul ögrencilerine yemin metni olarak kullaniliyor; 3 Temmuz 1990'da eski Patrik Dimitrios Papadopuolos Bush tarafindan devlet baskani protokolü ile karsilanmis, kendisine tahsis edilen uçak ve otomobillerde çift basli kartal (Bizans armasi) forsu kullanilmistir;
1962 yilinda ikinci Vatikan Konsiline Ortodoks Patrigi davet edildi ve Istanbul'da Ortodoks Devletinin kurulmasi karari alindi; 20 Nisan 1994 yilinda Avrupa Parlamentosunda konusan Patrik devlet baskani ve ekümen islemi gördü; Boris Yeltsin'in Atina ziyaretinde Rusya - Yunanistan arasinda imzalanan 12 maddelik ikili anlasmanin 10'uncu maddesinde Istanbul'da Vatikan gibi Ortodoks dini devletinin kurulmasi da prensip olarak öngörülmektedir; ABD., Rusya ve Avrupa Birliginin hedefi, "Surlar" içinin Ortodoks Dini Devletinin topragi; Ayasofya'mn merkez olmasidir63; M. N. özfatura'ya göre:
"Patrikhane binasina izin verilmesi Türkiye'nin bir hediyesi degildir. AB'ye girmek için verdigi tavizlerden birisidir. Türkiye'nin AB'ye kabul edilebilmesi için "Istanbul Patrikhanesini Vatikan ve San Marino gibi otonom bir devlet olarak tanimasi sarti AB'nce istenecektir." Ek-A'da bulunan AB alt birimlerinin kararlari dahil, amaçlarini belirten her gün yeni bir, bazen birkaç emare görünüyor. Bu yayinin diger bölümlerindeki açiklamalarin her birisi ayni amacin emareleri degerindedir. Bu satirlarin yazildigi gün, AB'nin Kuzey Irak'daki keko gruplari silahlandiracagi haberi basinda yer almistir. (19 Aralik 2001). AB'den her gün aleyhimize bir davranis olacagini beklemek fazla ihtiyatlilik olmaz. Yunanistan ve Kibrisli Rumlarin, bütün düsünce ve politikalarinin odaginda,
Türkiye'yi yikmanin yattigini düsünmek yanlis degildir. Fener Rum Ortodoks Kilisesi ve Avrupa Birligi üyeligimiz AB üyesi olan bir Türkiye'de, Fener Rum Ortodoks Kilisesi'nin yerini ve kavusacagi olanaklarla gerçeklestirme firsati bulacagi gelismeleri iyi düsünmek zorundayiz. Türkiye'yi Gümrük Birligi'ne iç siyasi yatirim hesabi ile apar topar sokanlar da; AB üyesi adayligini, Katilim Ortakligi Belgesi'ni kabul edenler de konuyu ayrintilari ile arastiran akademik bir incelemeye dayandirmadilar. Gümrük Birligi kararini da, AB üyeligi ile ilgili Katilim Ortakligi Belgesi'nin kabulünü de, arastirmalar sonucunda degil, üç dört kisinin siyasi tercihi ile kabul ettik. Siyasi tercihlerin altinda ne kadar parti çikari gözetildi, ne kadar kisisel çikar gözetildi bilmiyorum. Bu bölümde konunun çok önemli bir yanini teskil eden Fener Rum Ortodoks Kilisesi'nin Türkiye'nin AB üyeliginden muhtemel ve olanaklar içindeki beklentileri üzerinde durulmaktadir. AB üye adayligimiza en fazla sevinenlerden birisi Fener Rum Patrigi Bartholomeos'tur. Lozan Antlasmasi görüsmeleri sirasinda Türk bas delegesi yaptigi son konusmada su tespiti açikliyor:
"Patrikligin, siyasi ya da yönetime iliskin islerle bundan böyle hiç ugrasmayacagi, sadece din alanina giren islerle yetinecegi konusunda, konferans önünde, müttefik delegeler kurullarinin ve Yunan delegeler kurulunun yapmis olduklari resmi konusmalari ve verdikleri garantileri senet sayarak, Patrikligin Istanbul'dan çikarilmasi teklifinden vazgeçtigini..." Fener Rum Patrigi, dis iliskilerinde ilginç bir unvan kullanmaktadir: "Ecumenical Patriarch and Archbishop of Costantinople and New Rome" Türkçesi; "Yeni Roma'nin ve Istanbul'un Baspiskoposu ve Evrensel Patrigi". Kullanilan bu unvan dahi Lozan'daki görüsmelere ve verilen sözlere aykiridir. Patrigin evrenselligi Türkiye tarafindan kabul edildi mi? Istanbul'un Ingilizce ismi de Istanbul'dur. Costantinople isminde israr, amaçlarini belirginlestiriyor.
Yeni Roma patrikligi ise, açikça Bizans özlemi, hatta iddiasidir. Bizim Dis Isleri Bakanligimiz, MIT Müstesarligimiz Istanbul Valiligimiz, Patrigin ilk baglantisi olan Fatih Kaymakamligimiz bütün bu gelismeler karsisinda hiçbir sey yapmiyor. En azindan yapildigini duymuyoruz. Bu ülke, milyonlari asan sehit ve gazinin eseridir. Böyle mi korunmasi gerekir? çok üzücü ve sonucu tehlikeli ihmallerle karsi karsiyayiz. Patrige bagli 15 patriklik ve bagimsiz kilise (Istanbul, Iskenderiye, Sam, Kudüs, Moskova, Sirbistan, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Kibris, Yunanistan, Polonya, Arnavutluk, çekoslovakya, Finlandiya) ile, 12 Baspiskopusluk (Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Ingiltere, Fransa, Almanya, Avusturya,
Belçika, Italya, Yeni Zelanda, Girit, On iki ada) bulunmaktadir. Patrigin ekümenligini, evrensel düzeyde en üst ve yetkili Ortodoks Kilisesi'nin basi oldugu iddiasini sayilan kiliselerin bir bölümü kabul etmiyor. Fakat, egilim ve gelisme hiç degilse çok büyük kisminin Fener Rum Patrikligine baglanmasi yönündedir. Türkiye'nin AB üyeligi, Patrigin ekümenlik çalismalarini kolaylastiracak, AB organlari tarafindan çesitli sekillerde desteklenecek ve dista kalan kiliselerin de baglanmalari gerçeklesecektir.
Bu sebeple Patrik Bartholomeos Türkiye'nin AB üye adayligini destekliyor ve bayram yapiyor. Ekümenligin gelismesi, Türkiye'nin dünya Ortodokslugunun dini merkezi haline dönüsmesini kolaylastiracak, diger ülkelerden ve özellikle AB üye ülkelerinden gelip yerlesecek Ortodokslarla Istanbul, Ortodokslugun ve Yunan etkinliginin merkezi olma yolunda ilerleyecektir. Patrik ekümenlikten de destek alarak sorumluluklari arasinda saydigi Yeni Roma'nin (Bizans, ikinci Roma olarak kabul edilir) canlandirilmasi yolunda mesafeler alacaktir. Patriklik, Fransiz devriminin milliyetçilik akimlarini güçlendirmesinin ardindan Yunan Megali Idea'sini desteklemeye baslamisti.
1821 yilinda baslayan ve Yunanistan'in kurulusunu hazirlayan Mora Isyani'ndaki etkinligi sebebiyle Patrik Gregorius'un asildigi tarihten itibaren Patrikhane'nin bir kapisi kapali tutulmaktadir. Patrigin amaçlarina ulasmak için elde etmeye çalistigi bir diger husus tüzel kisilige sahip olmaktir. Böylece, Fatih Kaymakamligina bagli olmaktan kurtulacak, çalisma ve eylem ufku olabildigince genisleyecektir. Patrik "Grek yayilmaciliginin Harp Okulu" olarak anilan
Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açilmasi için de büyük bir gayret gösteriyor. Patriklige tüzel kisilik verilirse amaçlari yönünde çok büyük hukuki olanaklara sahip olacak: "Dava açma; mal edinme; vakif ve dernek kurma; Ayasofya'nin Patrikhane'ye devri dahil tüm eski Ortodoks mal ve mülklerinin geri alinmasi; Istanbul disindaki eski akropolitliklerini resmen tanitma; yer yüzündeki bütün Ortodoks patrikleri ile bagimsiz kiliselerin ve bunlara bagli tüm kiliselerin evrensel tahti; Ekümenlik, Patriklik olarak yurt içinde ve disinda taninma; Devlet Baskani statüsünde protokolün ön siralarinda yer alma" gibi birçok hak ele geçirmis olacak. Ayasofya dahil, bütün camiye dönüstürülmüs kiliselerin tekrar eski islevlerine döndürülmesi; Istanbul ve Türkiye'nin dünya Ortodokslugunun merkezi yapilarak Türkiye üzerinde 3'üncü Ro-ma'nin (Patrige göre Yeni Roma) kurulmasi bir hayal olmaktan çikacak, Yunan Megali Ideasi gerçeklesme yolunda hiz kazanacaktir. çizilen
Yolda Patrigin Gerçeklestirdigi Etkinlikler Patrigin hayalleri yukarida yaptigimiz degerlendirmeleri de asmakta, hirsi bütün Anadolu'ya yayilmaktadir. Patrik, Etnos gazetesine verdigi demeçte, 7 Mayis 2000'de Kapadokya'da yapacagi ayin vesilesiyle "Hristiyanlar Anadolu'ya yerlesebilir" diyor ve sunlari ekliyor: "Türkiye'nin Avrupa Birligi üyeligi, Anadolu'da önceden var olmus Hristiyan toplumlari, yasadiklari bölgelere tekrar yerlesirse, o zaman Patrikhane de o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açilmasini düsünebilir." Patrik, çok dogru bir teshisle, bütün bu amaçlarina
Türkiye'nin AB üyeligi sonunda kavusacagina inaniyor. Türkiye'nin AB üyeligi, bu amaçlara ulasmasini büyük ölçüde kolaylastiracak, destekleyecektir, AB hayranlari bütün bunlari bilmiyorlar mi? Elbette biliyorlar. Patrik, gerçekte amaçlari yönünde girisimlerini pervasizca sürdürüyor. AB üye adayligimiza gölge düsmesin diye Disislerimiz ve diger yetkililer susuyor. Patrik Bartholomeos'un Son Faaliyetleri 25 Aralik 2000 günü, Hazreti Isa'nin dogusu ve 2000 yilinin bitisi Fener Rum Patrikhanesi'nde, degisik ülkelerden 12 Ortodoks Patrigi'nin katilimiyla kutlandi: "Mi-lenyum ayini". ayine Yunan Disisleri Bakan yardimcisi Gregory Niotis de katildi, Yunanistan ve Romanya televizyonlarinda canli olarak yayimlandi.
Yunanistan'dan uçak ve otobüslerle katilimcilar geldi. Bartholomeos'un yönettigi ayine; Iskenderiye, Suriye, Sirbistan, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Yunanistan, Polonya, Arnavutluk, çek Cumhuriyeti, Finlandiya ve Estonya'dan patrikler ve Türk Ermeni Patrigi katildi. ayini izleyen konsoloslar: ABD, Yunanistan, Romanya, Finlandiya, Yugoslavya, Ingiltere, Hollanda, Ukrayna. 26 Aralik günü de
Hristiyan alemi açisindan kutsal sayilan "Iznik"te Bartholomeos'un daveti ile bulustular. Ayasofya Müzesi'nde (Lisile) ayin yapildi. Patrik sunlari söyledi.69 "Bu tarihi ve sirin Iznik'in Hristiyanlar için önemi vardir. Burada 2 konsil70 toplanmistir. Konsilin kararlari tüm Hristiyanlari baglayicidir." Iznik Belediye Baskani bu ziyareti turizm açisindan "bulunmaz firsat"(?) olarak nitelemistir. Hepsi bu kadar mi sayin baskan? Ayni günlerde Yunanistan, Gümülcine'de yapilacak etkinlige davet edilen Kültür Bakanligi Halk Oyunlari ve Halk Müzigi topluluguna, Kültür Bakani Istemihan
Talay'in, Disisleri Bakani Ismail Cem'in devreye girmelerine ragmen vize ve izin vermemistir. Türkiye üye olduktan sonra Avrupa Birligi Parlamentosu "Eski dini yapilar yapilis maksadi disinda kullanilmayacak" karari alsa, ki beklemek gerekir; Ayasofya Müzesi dahil Türkiye'de yüzlerce, binlerce kilise ayni anda açilacaktir. Yunan Megali Idea'si Kibris ve Ege Denizi amaçlarina ulastiktan sonra, Istanbul odakli olarak Türkiye üzerinde "Yeni Roma" Imparatorlugu'nun kurulus amacini izleyecektir.
Bu sonuca ulasilmasi; Türkiye'nin AB üyeliginden yararlanacak olan Patrikligin gerçeklestirecegi ekümenlik71 ve tüzel kisilikle kolaylasacaktir. Patrik'in Sifat ve Islev Olarak Benimsedigi"Yeni Roma" Isminin Tarihi Anlami Bizans Imparatorlugu'nün bir diger ismi "Dogu Roma Imparatorlugu"dur. Bunun anlami: "Roma Imparatorlugu'nun dogu kisminda M.S. 395'te kurulan ve Istanbul'un 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarafindan fethiyle ortadan kalkan imparatorluk". Dogu Roma Imparatorlugu (Bizans); Roma Imparatorlugu'nun dogudaki topraklarim Germenlere ve Islavlara karsi yakindan koruyabilmek amaci ile kurulmustur. Bir siyasi ve askeri merkez olmasi düsünülmüstür. Bizans Imparatorlugu, gerçek anlamiyla Roma Imparatorlu-gu'nun ikiye ayrilmasindan sonra (395) dogdu. Ana Britannica'ya göre (cilt 6, s.22): "Bizans Imparatorlugu, Dogu Roma Imparatorlugu olarak da bilinir."
"Rus Imparatorlari Eski Romalilarin "Sezar" unvanini alip "çar" haline getirmekle, kendilerini I. ve II. Roma'nin mirasçilari saydilar; son Bizans Imparatoru Konstantinos XI, Palailogos'un yegeni Zoe Palaiologina ile Moskova büyük dükü Ivan IIIü evlendirerek bu manevi soy baglantisini somut yoldan da gerçeklestirdiler." Steven Runciman, Kutsal Roma'nin Hristiyanligi korumakla ilgili sorumlulugunun Moskova'ya geçtigini su sekilde açikliyor:
"Dogu Hristiyan dünyasinin idaresi, baskanligi, diger ellere geçerek Avrupa kültürünün dogmus oldugu Akdeniz kenarindan uzaklara, kuzey doguya, Rus steplerine kaydi. Ikinci Roma, yerini üçüncü Roma'ya, Moskova'ya birakti."74 Patrik Bartholomeos, l'inci, II'nci, III'üncü Roma gibi rakamlar kullanarak Moskova vb. ile tartisma çikarmak istemiyor. Evrensel (Ecumen) Patriklik ve Baspiskoposlugunun Bizans ile ilgili özlem ve yetkilerini "Yeni Roma" sözcügü ile; Yeni Roma'nin Patrigi ve Baspiskosu oldugunu belirterek açikliyor. Patrik için Istanbul yok Constantinople var; Türkiye yok, onun yerine ve üstüne "Yeni Roma" var. Bizim için Patrigin unvani: "Yeni Roma'nin ve Istanbul'un Baspiskoposu ve evrensel Patrigi" degil "Fener Rum Patrigi"dir. Bunu saglamak için Basbakanligin, Disisleri Bakanliginin, Içisleri Bakanliginin Istanbul Valiliginin, Fatih Kaymakamliginin,
MIT Müstesarliginin konuyu isleyip üzerlerine düseni yapmalari gerekir. Türkiye'nin Avrupa Birligi üyeligi ile tehlikeye atilan (bazilarinin söylemi ile risk edilen) sadece Kibris, sadece Ege Denizi'ndeki haklarimiz, sadece ülkemizin bütünlügü ve sadece Atatürk'ün emaneti olan tam bagimsizligimiz, kayitsiz sartsiz ulusal egemenligimiz degil; tarihi ile, cografyasi ile, ulusu ile bütün Türkiye tehlikeye atiliyor. Hiristiyan Misyonerlerinin Türkiye üzerindeki çalismalari Konu ile ilgili olarak çok kapsamli bir arastirma yayimlandi.75 Bu yayinin etkisi ve yankisi ile televizyonlarda açik oturumlar düzenlendi. Konu hakkinda yeni bilgilere kavustuk. ATV Kanalinda Ceviz Kabugu isimli programda taraflari bir araya getiren
Hulki Cevizoglu konuya egemendi. STV televizyonu da 13 Ocak 2001 Pazar gecesi bir programda konuyu gündeme getirdi. Anlasiliyor ki Hiristiyanligin yapisi geregi her Hiristiyan kendi çapinda misyonerdir; dinini tanitmaktan sorumludur. Bir de Hiristiyanligi yayan özel görevliler (mission), dinsel görevliler, yetkililer var. Bizim buradaki kisa açiklamada üzerinde duracagimiz bu ikincilerdir. 13 Ocak 2001 STV programinda sadece Katolik misyonerlerin sayisinin 136 bin, AB misyonerlerinin 106 bin oldugu açiklanmis ve misyonerlik insanlara ulasma yolunda bir araç olarak degerlendirilmistir. Bu programda misyonerlerin bütün dünyada çalismalarini sürdürdükleri, Türkiye, Kore, Suriye, ürdün, Lübnan...
gibi bazi ülkelerde yogunlastiklari açiklanmistir. Ergun Poyraz'in arastirmasi çok genis kapsamli ve içeriklidir. Alinti olarak tirnak içinde verdigimiz bilgiler bu basarili çalismadan alinmistir. Yayin su alinti ile basliyor: "Papa II. John Paul, 2000 yilma girerken yani 24 Aralik 1999 tarihinde yayimladigi mesajla Hiristiyan misyonerlere hedeflerini isaret ediyordu": "Birinci bin yilda Avrupa Hiristiyanlastirildi. Ikinci bin yilda Amerika ve Afrika Hiristiyanlastirildi. üçüncü bin yilda ise Asya'yi Hiristiyanlastiralim."
Açiklandigina göre Asya'yi Hiristiyanlastirmanin yolu da Türkiye'den geçmektedir ve çalismalarim bu sebeple Türkiye üzerinde yogunlastirmis bulunuyorlar. Yayinda Mukaddes kitaptan alintilar yapilmis: "çünkü sana kulluk etmeyen millet ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak." (Isa'ya, 60. Bab 12. Ayet). E. Poyraz birçok örnek vererek su tespitini açikliyor: "Haçli ordularinin kuvvet kullanarak yapamadiklarini gerçeklestirmek hayali ile; risalelerle, kitaplarla, okullarla, hastanelerle, vaazlarla, kasetlerle, filmlerle ve propagandanin her tür yöntemi ile büyük bir misyoner ordusu ülkemizin dört yanini istila etti. Sehirlerde onlarca ev kiraladilar. Amerikan, Ingiliz, Kanada asilli misyonerler günümüze gelindiginde
"Taseron" olarak da Korelileri kullanmaya basladilar." E. Poyraz bu misyonerlerle, onlarin tuttuklari evlerde 6 ay beraber olmus ve faaliyetlerine katilmis. Tutulan ve çalistirilan evlerin bütün yurdu örümcek agi gibi sardigini söylüyor.
"Bu topraklara kendilerini Isa'nin gönderdigini iddia eden misyonerler, Anadolu'nun Hiristiyanligin yayildigi ilk merkez olmak sebebiyle sözde atalarinin olan bu toprakla n tekrar ele geçireceklerini ve bu topraklara simsiki sarilip, sahip olacaklarini da ilan ediyorlardi." Dinler arasi Diyalog ülkemizde son yillarda yogun sekilde gündeme gelen ve yer yer uygulamalari görülen "Dinler arasi Diyalogun" gerçekte bugünün konusu olmadigi anlasiliyor. Papa II. John Paul 1991 yilinda ilan ettigi "Kurtarici Misyon" isimli genelgede konuya açiklik getiriyor: "Dinler arasi Diyalog, Kilisenin bütün insanlari, kiliseye döndürme amaçli misyonunun bir parçasidir.. Bu misyon aslinda Mesih'i ve Incil'i bilmeyenlere ve diger dinlere mensup olanlara yöneliktir." Birçok "Dinler arasi Diyalog" toplantisina bazi yetkililerimiz katilmistir. E. Poyraz örnekler verdikten sonra su sonuca ulasiyor: "Dinler arasi diyalogun Hiristiyanligin peçeli yüzü oldugu". ünlü bir Afrika özdeyisinden yola çikarak Iomo Kenyatta söyle diyordu: "Hiristiyanlik Afrika'ya geldiginde Afrikalilarin topraklari; Hiristiyanlarin ise Indileri vardi. Hiristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua ve ibadet etmemizi ögrettiler. Gözlerimizi açtigimizda onlar bizim topraklarimizi, biz de onlarin Indilerini almistik."
Asagiya çikarilan haber 4 Ekim 2001 tarihli Hürriyet Gazetesinden alinmistir(s. 17). "Pontus özlemi "Giresun'un Bulancak ilçesi'nde yasiyorum. üç hafta kadar önce buraya Yunanistan'dan 40-50 kisilik bir grup geldi. Geldikleri otobüste "Aneton" firmasi yazisi bulunuyordu. Grupta yer alan sahislardan biri 'babalarinin mezarligini ziyaret etmek amaciyla geldiklerini, burasinin bir Yunan topragi oldugunu' söyledi.
Yanlarina gelen Bulancaklilara da fena olmayan bir Türkçe ile yasadiklari topraklarin gerçekte kendilerine ait oldugunu söylediler. Grup içerisinde, Yunanistan-Selanik bölgesi milletvekili oldugunu söyleyen Kanzolakis isimli sahis, yanindaki Yunanlilara "Atalarinin topraginda bulunmaktan dolayi çok duygulandigini, buralarda yeniden Pontus sesinin duyulacagini" söylemis, sonra da biz Bulancaklilara dönerek, "Siz farkinda degilsiniz ama siz de bizdensiniz" demistir. Yine, elindeki kamera ile çekim yapan Kanzolokis, çevresindeki sahislara "Findik tarlasinin yerinde geçmis dönemde bir kilise bulundugunu ve kilise papazinin da dedesi oldugunu, kilisenin çevresinde "
Papaz çesmesi" ve dedesine ait bir mezarin yer aldigini, bir ay içerisinde tekrar gelecegini, bu kutsal yerleri Türklere birakmayacaklarini" söylemistir. 40-50 kisilik grup, ellerindeki çikolata ve benzeri seyleri çocuklara dagitmis, gelislerinden bes gün sonra Bulancak'tan ayrilarak Samsun'a gitmislerdir. Bu kisilerin Atina'daki bir Pontus Dernegi'nin üyeleri oldugunu ögrendik. Bundan önce de ayni sekilde davranan çok sayida Yunanli ilçemize gelmisti. Ancak bu seferkiler çok ileri gitti diye düsünüyorum. Ben merak ediyorum, Türk vatandaslari Bati Trakya'ya giderek propaganda yapabiliyorlar mi? Yunanlilarin Bulancak'ta yaptigi gezi birçok kisiyi rahatsiz etti. Bunlara izin verenler, izin konusunda daha hassas davranamaz mi? (Bulancak'tan adi sakli bir okur)" Avrupa Birliginin Hiristiyan Bayragi Avrupa Birligi üyeligimizin Fener Rum Patrikligi'nin amaçlan üzerinde etkileri tartisilirken; bununla iliskili bir konu olan AB bayraginin simgesel anlami da gündeme girmis bulunuyor.
Bayrak76; bir ulusun, belli bir toplulugun veya bir kurulusun simgesi olarak kullanilir, renk ve biçimi özellestirilmistir; kumastan yapilir. Ulusal anlamda egemenlik ifade eder, kimlik isaretlidir. Avrupa Birligi de kendisini özel bir bayrakla temsil ederek egemenligini, kimligini belirlemek istemis ve bu kararini gerçeklestirmistir. Bilindigi gibi AB bayragi; lacivert zemin üzerinde, orta yerde daire seklinde dizilen yaldiz rengi (veya sari) 12 yildizdan olusuyor. AB üye sayisi degismekte, fakat bayraklarindaki yildiz sayisi degismemektedir. Halen AB üye sayisi 15 oldugu halde bayraktaki yildiz sayisi 12 olarak kalmistir. Bunun anlami;
ABD bayragindaki yildizlardan her birisinin bir eyaleti temsil etmesine benzer sekilde, AB bayragindaki yildizlardan her birinin bir üyeyi temsil etmedigidir. AB bayragi ile ilgili olarak elimizde hiçbir belge yok. Buna ragmen emin olmamiz gerekir ki; Türkiye'de tamamini hemen hemen hiç kimsenin okumadigi, fakat okumadan uymaya, uygulamaya gözü kapali istekli oldugumuz ve 120 bin sayfa oldugu söylenen AB belgeleri arasinda, bu bayrakla ilgili bir yönetmelik, karar, vb. vardir. AB bayraginin yansittigi anlamla ilgili resmi bir açiklama da bulunmuyor. Bu sebeple tartismalar sürüyor, yorumlar çesitleniyor, zenginlesiyor. Bu bölümde iki ayri yorum ele alinmaktadir. önemli olan husus su: Açiklamalar, yorumlar farkli, fakat sonuç ayni. Bütün bilgiler ve yorumlar, AB bayraginin bir hiristiyanlik simgesi oldugu noktasinda dügümleniyor. AB bayragi ile ilgili olarak daha önce; 12 yildizin Hz. Isa'nin 12 havarisini temsil ettigi yorumu yapilmis ve ayni basligi tasiyan ilk makalede asagidaki bilgiler verilmisti. "Havari" yardimci anlamina gelen Arapça bir sözcüktür ve Yunancasi Apostolos'tur. Havariler Hz.. Isa'nin, ögrencilerinin arasindan seçtigi, Incil'i yaymak ve vaaz vermekle görevlendirdigi yardimcilaridir. Hastalarla da ilgilenen Havariler ikiser ikiser görevlendiriliyorlardi. 12, Havariler için kutsal sayidir.
12 sayisini Yahudilerin 12 kabilesi ile irtibatlandiranlar da var.77 Havarilerin isimleri: Andreas, Bartholomaeus, Petrus, Yuhanna, Büyük Yakub, Matta, Filipus, Simun, Taddeus (Yahuda), Tomas, Mattias. Hz. isa'nin göge çikisindan sonra Havariler Petrus'un baskanliginda Hiristiyan toplulugun yönetimini üstlendiler. Bu bilgiler ve yorum tartisilirken internetten"The European Union (EU) Flag" baslikli78 yeni bilgilere ulasildi. Internetteki yayinci, asagiya özeti çikarilan, yer yer alintilar yapilan bilgileri vermektedir. Baslangiçta, 12 yildizin, ABD bayraginda oldugu gibi 12 üye ülkeyi temsil ettigi zannedildi. Nitekim 1986-1996 arasinda AB'nin 12 üyesi bulunuyordu. Fakat sonradan görüldü ki üye sayilari arttigi halde yildiz sayisi degismiyor.79 Protestan oldugu anlasilan Ingiliz yazar "kandirildik" diyor. 12 rakaminin bütünlügün ve mükemmelliyetin isareti oldugu (12 ay, 12 saat, Hz. Isa'nin 12 Havarisi, Jüri üyeleri, Yahudi Kabileleri (12), 12 burç) açiklaniyor. Ayni yazinin bir diger yerinde de, Mukaddes Kitap'ta Eski Ahit'te ki 12 patrik ile Yeni Ahit'teki 12 Havari veriliyor. Yazar soruyor: "AB bayragi Avrupa'nin Yahudi Hiristiyan ortak mirasini temsil ediyorsa; bu iyi birsey mi?" Daha tutarli bir yorum olarak 12 rakami "Vahiy 12-l"deki açiklamaya baglaniyor:
"Gökte ulu bir belirti görüldü. Günesi kusanmis bir kadin, ayaklarinin altinda ay, basinda 12 yildizdan bir taç." Yazar; AB bayragi sembolünün, Roma kilisesinin bu cümlelerdeki kadini Meryem Ana olarak yorumlamasina dayandigi görüsünde. Bu açiklamanin kiliselerdeki heykellere de yansidigi açiklaniyor. Meryem Ana'nin basindaki taçtan ayri olarak, geleneksel mavi pelerinin de, AB bayragina renk olarak verildigi belirtiliyor. Bayragin sekil ve renginin nasil belirlendigi hakkinda da su bilgiler veriliyor: 1955 yilinda Strasburg'ta, Konsey bayrak için seçim yaparken ARSENE HEITZ'in tasarisini yegledi. Tasari sahibi kendisini Meryem Ana'ya adamis bir kisidir.
Tasari Ahit'ten ilham almistir. AB konseyi Genel Sekreteri LEON MARCHAL da Meryem Ana hayranidir. Baskan JACK DELORS da Roma Kilisesinin sadik üyesidir. Kendi pozisyonunu yaymak için kullanmistir. Yazar bundan sonra özet olarak elestirileri siraliyor: "Eger Roma Kilisesi Meryem'i tanriça olarak göstermek isterse bunu yapmakta serbesttir. Protestanlar bu kadar yüceltmek istemiyorlar." "AB bayragi Avrupa'nin özgür uluslarina boyun egdirmeye çalisan, yabanci bir ekonomik, sosyal ve politik gücün sembolüdür. Katolik olmayanlar için gizliden gizliye empoze edilen mezheplere ait dinsel bir semboldür ve Katolikler için de kutsal sembolün yanlis kullanimidir." Ispanyol tarih profesörünün su sözleri de internetteki metne konmus:
"Artik Avrupa Bayraginin katlarinda An- nemizin, Avrupa'nin kraliçesinin gülümseyisini ve cazibesini kesfetmek bizim için zor degil." Su elestirel görüsler eklenmis: Açik ki AB bayraginin tasarimi Roma Kilisesinin Meryem imajina dayaniyor. Ingilizler için uygun degildir. çünkü "Reform" kanunlar tarafindan desteklenir ve Kraliçenin güvencesi altindadir. Diger "Reform" ülkeleri bu sembolizmin farkinda degildi. özellikle dogustan gelen haklarini AB potasi karmasasi için vermeyi (satmayi) seçtiler. AB'ne karsi olan Katolikler ise; kendi sembollerinin özellikle kullanilarak, AB'ye inandirilmaya çalisildigini söylüyorlar. Anlasiliyor ki, AB bayragi, üyeleri birlestiren degil ayiran, tartismalara sebep olan bir sembol. Biz Türkiye olarak, Türk vatandaslari olarak bu bayragin neyi temsil ettigini bilmek ihtiyacindayiz.
DSP'li, MHP'li, ANAP'li hükümet bunu açiklamak zorundadir. Kesin olan bir husus var: AB bayragi sekli ile ve rengi ile Hiristiyanlik isareti tasiyor. AB'nin bir Hiristiyan kulübü olmadigi sözünün yanlisligi anlasiliyor. Hangi dinin, hangi mezhebin, hangi anlamin, hangi egemenligin bayragi altinda toplanmaya çagrildigini bilmek, Türk toplumunun ve Türk insaninin hakkidir. Bu bayragin altina kosmaya hazir olan ve toplumu aceleye getirmeye çalisanlari kastetmiyorum. Onlar zaten her seyi biliyor, toplumun ögrenmemesine çalisiyorlar. Bütün bu bilgilerden sonra, toplumumuzu AB bayragi altina çagiran siyasal Islamcilar'a ise üzülmekten baska elimizden birsey gelmiyor. AB'yi kurtarici olarak görenler ve göstermeye çalisanlar;
AB için Atatürk'ün kendi ifadesi ile "Mukaddes" emaneti olan bagimsizligimizi, ulusal egemenligimizi AB kurumlari ile paylasmaya razi olanlar; AB bayragi hakkindaki görüslerini de topluma açiklamalilar. Yapabilirler mi? III. BÖLÜM GÜMRÜK BİRLİĞİMİ; SÖMÜRGE ANLAŞMASI MI ? "Gümrük Birliği veya Sömürge Anlaşması" başlıklı Ek-F'deki makale Ocak 1995'te yayımlanmıştır. Bu tarihte anlaşma (metindeki ismi ile Karar) imzalanmış fakat henüz yürürlüğe girmemişti. Anlaşmanın yürürlüğe girişi 1Ocak 1996'dır. Aradan geçen zaman makaledeki görüşleri doğrulamıştır. Gümrük Birliği anlaşmasının en zayıf halkası, hatta en üzücü yanı Türkiye'nin kendi dışında, temsilcimizin olmadığı yerlerde alınan kararlara uyma zorunluluğudur. Gümrük Birliği "Serbest Ticaret Bölgesi"nden daha ileri, "Orta Pazar"dan daha kısıtlı bir uygulamadır. Gümrük Birliğinin işlemesi; ortak gümrük tarifesi tesbiti, konuyu ilgilendiren yasaların yapılmasında işbirliği, üçüncü ülkelerle yapılacak ticaret anlaşmalarında birlikte çalışma ile mümkündür.
Türkiye - AB Gümrük Birliği anlaşmasında bu unsurları göremiyoruz. Bu sebeple konu başlığı "Gümrük Birliği mi; Sömürge Anlaşması mı?" olarak seçilmiş ve konmuştur. Benzer bir anlaşmayı Türkiye'den başka hiçbir ülke imzalamamıştır. Böyle bir anlaşma için başvuran, istekte bulunan ülke olduğunu en azından ben bilmiyorum; sorduğum ilgililerden de olumlu yanıt almadım. Tam üye olacak ülkelere üye olmadan önce, gümrük birliğinin sebep olacağı kayıpları karşılamak ve altyapılarını hazırlamak için yardım yapıldığı halde, Türkiye'ye böyle bir yardım da yapılmamıştır. Anlaşma (Karar ) İle İlgili Bazı Hükümler: Türkiye'nin AB üyeleri dışında kalan ülkelerle olan ilişkileri (Türk Dünyası dahil) 3'üncü madde ile kısıtlanmaktadır. 3'ilncü Md. ile; Türkiye'de dolaşımda bulunan üçüncü ülke çıkışlı ürünlere; işlemi tamamlanmamış gümrükteki üçüncü ülke ürünlerine anlaşma hükümleri uygulanmıştır. 4'üncü Md. ile, ithalat ve ihracattan alınan gümrük vergileri ile, mali nitelikli gümrük vergileri kapsam içine alınmıştır. 8'inci Md. ile, 5 yıl içinde (31 Aralık 2000'de dolmuştur.) teknik engellerin kaldırılması konusundaki araçları, Türkiye kendi iç yasal düzenlemelerine dahil edecektir. 12'inci Md. şöyledir:
"Bu kararın yürürlüğe giriş tarihinden itibaren (l Ocak 1996) Türkiye, Topluluk üyesi olmayan ülkelere, topluluğun aşağıdaki yönetmeliklerle belirlenen ticaret politikasına büyük ölçüde benzeyen hükümleri ve uygulayıcı tedbirleri uygulamaya koyacaktır." Bu maddenin altında uymayı kabul ettiğimiz 14 adet Konsey, Komisyon yönetmeliği sıralanıyor. Türkiye yazılmasına katılmadığı, neleri içerdikleri konusunda yaygın bilgi sahibi olunmayan yönetmelikleri uygulamayı kabul etmiştir. "Türkiye tekstil ve hazır giyim ticareti ile ilgili anlaşmalar ve düzenlemeler de dahil olmak üzere, tekstil sektöründe topluluğun ticaret politikası ile önemli ölçüde benzerlik gösteren politikaları uygulayacaktır." 13'üncü Md. ile; Türkiye'nin, topluluk üyesi olmayan ülkelerle "Ortak Gümrük Tarifesine" uygun olarak uyum sağlaması istenmektedir. 14'üncü Md. ye göre; Ortak Gümrük Tarifesinde yapılacak (Ortak Gümrük Tarifesinin tâdil edilmesi, vergilerin askıya alınması veya tekrar konması, tarife kotaları, tarife tavanları) değişiklik ve kararlardan makul bir süre önce Türkiye haberdar edilecektir. Türkiye'ye hiçbirşey sorulmuyor, görüşü alınmıyor, AB yapıyor, sonuçlandırıyor, uygulaması için Türkiye'ye tebliğ ediyor. Bu bir sömürge uygulaması değil mi? Bu ağır müstemleke davranışını hafifletiyor görünmek için, gerçekte hiçbir uygulama gücü olmayan şu hüküm konmuş:
"Bu amaçla, Gümrük Birliği Ortak Komitesinde öndanışmalarda bulunulur." Danışmada bulunur mu, bulunmaz mı; bulunsa ne olacak ki? Değiştirecekler mi? Gümrük Birliği Ortaklık Komitesinin AB birimleri (Konsey, Komisyon...) üzerinde hiçbir yaptırım gücü bulunmuyor. Bu sebeple AB'ye itaat etmekten başka şansımız yok. Bu hükümlerle, bağımsızlığımız ve egemenliğimiz ağır şekilde yara almıştır. 15'inci Md.: "Türkiye bu kararın yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıl içinde, ticaret politikasını aşamalı olarak topluluğun ticaret politikasına uyumlu hale getirecek biçimde, topluluğun tercihli gümrük rejimine uyum sağlayacaktır. Bu uyum, hem otonom rejim, hem de üçüncü ülkelerle tercihli anlaşmaları kapsayacaktır." Üçüncü ülkelerle, Türkiye'nin katılımı, katkısı, hatta bilgisi olmadan, AB'nin yaptığı tercihli anlaşmalara da Türkiye uyacaktır. Bu Türkiye'yi bağımlı (tâbi) bir duruma sokmuyor mu? İlaveten, Ortaklık Konseyi'ne jandarmalık görevi veriliyor: "Ortaklık Konseyi, kaydedilen gelişmeleri düzenli olarak gözden geçirecektir." Gümrük Birliği Kararının diğer maddelerinde de Türkiye'yi bağlayan,
Türkiye'nin uymak zorunda olduğu birçok yönetmelik sıralanıyor: (26'ncı Md. 8 yönetmeliğe atıf yapıyor.) 32'nd Md. belli kuruluşların ve ürünlerin kaynak tahsisi sureti ile desteklenmesini sakıncalı bulmakta ve gümrük birliği ile uyumlu olan ve olmayan alanları saymaktadır. Bu maddede Almanya'nın birleşmesi sonucu bazı bölgelerine verilen yardımları süresiz olarak istisnaya tabi tutarken Türkiye'ye kısıtlamalar getirilmektedir. 37'nci Md. de Türkiye tarafından birçok yasanın süre sınırlaması da getirilerek değiştirilmesi istenmektedir. Anayasamızın 90'mcı Md. 4'üncü paragraftaki hükme göre yasa değişikliğini gerektiren her türlü anlaşmayı "TBMM'nin bir kanunla uygun bulması" gerekir. Gümrük Birliği anlaşması hakkında Anayasa'nın bu hükmü uygulanmamıştır. Anayasa atlanmıştır. Gümrük Birliği anlaşmasının geçerliliği şüphelidir. 42'nci Md. de;
Türkiye'deki koruma tedbirlerine karşı önlemler alınabileceği, buna karşılık anti-damping tedbirlerinin uygulanması konusunda Katma Protokolle (47'nci Md) getirilen usullerin yürürlükte kalacağı belirtiliyor. 53'üncü Md. aynen şöyle: "Avrupa Komisyonunca Gümrük Birliği'nin işleyişi ile doğrudan ilgili alanlarda yeni bir mevzuat hazırlandığında ve bu mevzuat hakkında Avrupa Topluluğu üye devletleri uzmanlarına danışıldığında Komisyon gayrı resmî olarak Türk uzmanlarına da danışır." Gümrük Birliği kurulduğu için; AB içinde Gümrük Birliği'nin işleyişi ile doğrudan ilgili alanlarda yapılacak her değişiklik Türkiye'yi doğrudan etkiler, ulusal çıkarlarımızla doğrudan ilgilidir. Buna rağmen benzer durumlarda, resmen dahi değil, gayrı resmî olarak Türk hükümetine değil, sadece Türk uzmanlarına danışılması yalnız haksızlık değil, kendi açımızdan büyük bir skandaldir. Okurken ulusal onurumun zedelendiğini derinden hissettim. 54-58'inci Md.lerde belirlenen istişare yollarında
Türk tarafının yaptırım gücü olan hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Uyuşmazlıkların çözümü (Md. 59-60) ve korunma tedbirleri (Md 61-62) ile ilgili hükümler de sadece AB yararları düşünülerek hazırlanmıştır. Gümrük Birliği Anlaşması (Kararı) niçin imzalandı? Gümrük Birliği Uygulama Sonuçları Türkiye-AB Arasında Gümrük Birliğini Tesis Eden 1195 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı (Gümrük Birliği anlaşması) yürürlüğe girdikten sonra karşılaşılan sorunların ayrıntıları hakkında fazla bilgi edinemiyoruz. Üçüncü ülkelerle olan ticarî ilişkilerde sorunlar yaşandığı; AB ile ticarette gittikçe artan açıklar verdiğimiz dışarıya yansıyor. ABD'nin AB'ye tanıdığı ticarî ayrıcalıklardan Türkiye yararlandırılmıyor. Kuzey Afrika ülkeleri ile yapılan anlaşmalardan yararlanmamızın baskılarla önlendiği yayınlarda dile getirilmektedir. Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra AB-Türkiye arasındaki dış ticaret ilginç bir gelişme göstermiştir. Türkiye - AB dış ticaret açığı
Türkiye aleyhine 1990 yılında 2,435 milyon dolarken, Gümrük Birliği Anlaşmasının yürürlüğe girdiği 1996 yılında 5,793 milyar dolara, 1998 yılında 10,774 milyar dolara fırlamıştır. Sadece üç yıllık artış 33.493 milyar dolar.81 1996- 2000 açığı 54 milyar dolardır. 2001 yılı sonunda açığın 60 milyarı geçeceği değerlendiriliyor. 9 Temmuz 2001 TRT 2 saat 18.00 programında şu bilgiler verilmiştir: 1992-1995 arası ile 1996-1999 Gümrük Birliği dönemi karşılaştırması: AB'ye ihracatımız; % 9'dan % 6.5'a düşmüştür. İhracatın ithalatı karşılama oranı: % 70'den % 55'e düşmüştür. İthalatımızdaki tüketim mallan oranı % 6'dan % 9-10'a çıkmıştır.
Türkiye'ye yabancı sermaye girişi azalmıştır, Çok ciddi gelişme eğilimi ile karşı karşıyayız. Üçüncü Ülkelerle Kurulan Ortaklıklar AB, Türkiye dışındaki üçüncü ülkelerle değişik türlerde ilişkiler kuruyor: Ortaklık anlaşmaları; tercihli ticaret anlaşmaları; ticaret ve işbirliği anlaşmaları... Bazı Kuzey Avrupa ülkelerinin kurdukları EFTA; Kanada, ABD ve Meksika'nın oluşturduğu NAFTA; Güney Amerika ülkelerinin kurdukları MERCOSUR (ilk ismi LAFTA) Serbest Ticaret anlamına uygundur. Bu anlaşmalarda, belirli mallarda gümrük tarifeleri ve miktar kısıtlamaları (Kota) kaldırılır; ancak üçüncü ülkelere karşı bağımsız hareket eder, kendi dış ticaret politikalarını uygularlar. Türkiye örneğindeki gümrük birliği anlaşmasının tek olduğuna değinilmişti.
Doç. Dr. A. Fındıkçı şu değerlendirmeyi yapıyor82: "AB'nin Ortaklık politikası, AB-Türkiye Dış Ticaret verileri ve malî işbirliği ile ilgili ortaklığın hazırlık, geçiş ve son dönemi yakından analiz edildiğinde hemen görülecektir ki, Türkiye örneğinde her haliyle iflas etmiştir. İflas eden bu politikanın temelinde AB'nin üçüncü ülkelere yönelik izlediği ortaklık ve dış ticaret politikaları yatmaktadır." Yazar diğer üçüncü ülkelere verilen tavizler sonucunda "Türkiye'nin 1963'te başlattığı Ortaklık ilişkisi de cazip olmaktan çıkmış oldu. 60'h yıllarda AET tercihli rejim piramidinin tepesinde olan
Türkiye 70'li yılların ilk yarısından sonra bu piramidin en alt sıralarına kaydırıldı." diyor. Yazar şu değerlendirmeyi de yapıyor: "AET Ortaklık politikası Türkiye'yi kendi bölgesindeki ülkelerle ticarî ilişkiler geliştirmede ve bu ülkelerle yakın işbirliğine gitmesini büyük ölçüde engellemiştir." Yazar aynı metin içinde ilginç başka tesbitler de açıklıyor: "Bu anlaşmaların amacı anlaşmaya taraf olan ülkeleri, AET'nin hem politik hem de ekonomik ve ticarî etki alanını genişletmektir." Bu anlaşmalarla eski sömürgelerin tekrar bağımlı hale getirildiği açıklandıktan sonra sayıları 100'e ulaşan ülke ile ikili anlaşma yapıldığı belirtiliyor. Anlaşmalara aykırı olarak AB Türk Tekstil ürünlerine kısıtlamalar uyguluyor. " "AB'nin bu programlar çerçevesinde, Türkiye'nin ' güneydoğusunda "HADEP" adlı partinin belediye başkanlığını kazandığı yerlere malî yardımda bulunması, sağlıklı düşünebilen her insanın aklına doğal olarak, niçin sadece güneydoğu, niçin sadece
"HADEP" sorusunu getirmektedir.84" Bu sorulara yalnız, AB üyeliğimize yandaş olanlar ve
Vakıfları ve Bergama Dosyası adlı yayınlar incelenmeden konu ile ilgili gelişmelere doğru teşhis konulamaz. Aşağıya çıkarılan yayınlardan 1'incisi, Almanya'nın diğer ülkeleri bölmek için gerçekleştirdikleri kuruluşları ve çalışmaları; 2'ncisi gene Almanya'nın diğer ülkelerdeki olumsuz girişimlerini yönlendiren siyasi parti vakıflarının çalışmalarını; 3'üncüsü, Almanya'nın Türkiye'de yaptırdığı (Almanya'yı gizlemek için kitap önce ıngilizce yayımlanmış sonra Almanca'ya çevrilmiştir.) bir araştırmayı;
4'üncüsü Türkiye'de yapılan aynı konudaki bir araştırmayı açıklamaktadır. KOB'deki hükümler, dipnotta verilen yayınlarda açıklanan, Türkiye'nin bölünmesine yönelik amaç ve fikirlerle birlikte değerlendirildiğinde, gerçek anlamlarına kavuşmaktadır. KOB'nin Kısa vade, Geliştirilmiş Diyalog ve Siyasi Kriterler'in 2'nci Md.si şöyledir:"... ifade özgürlüğü ile ilgili hukuki ve anayasal garantilerin güçlendirilmesi. şiddet yanlısı olmayan görüşleri dile getirmekten hüküm giymiş kişilerin durumuna eğilinmesi."
Bu hüküm, özellikle Terör kanununun 8'inci maddesindeki bölücülük propagandasının yasaklanmasının kaldırılmasına ve bu maddeden ceza alanların durumlarının düzeltilmesine yönelik. Propaganda'nın en etkili silah olduğu gerçeği göz ardı edilerek 8'inci Md ve Türk Ceza kanununda birçok madde değiştirilmekte ve Türk Devletinin bölücü propaganda ve terör karşısında güçsüz kalmasına sebep olunmaktadır. Halbuki bu yasalar yıllarca acı çektiren terör olaylarının deneylerinin sonuçlarıydı. Azap çekilerek, kan dökülerek edinilen birikimler sonucu yasa hükmü haline getirilmişlerdi.
AB'ye hoş görünmek için, AB'nin Türkiye'yi zayıf düşürmek, bölmek amacı unutularak, maddeler birkaç günde cılızlaştırılıp, değiştiriliyor. Siyasi kriterler arasında şu ilkeler bulunuyor: "Türk vatandaşlarının televizyon ve radyo yayıncılığında anadillerini kullanmalarını yasaklayan hukuki düzenlemeler varsa kaldırılması.", "Kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşlar için kültürel hakların garanti edilmesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması. Eğitim alanı da dahil olmak üzere bu hakların kullanılmasını önleyen tüm yasal hükümlerin kaldırılması." Bu hükümler, Osmanlı ımparatorluğu'nun dağılış dönemini yaşayan Atatürk'ün şu sözleri ile birlikte değerlendirilmelidir:
"Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da islav araştırma cemiyetlerinin kurduğu dil kurumlarıdır, bizim içimizdeki insanların milli şuurlarını uyandırdığı zaman biz Balkanlar'da Trakya hudutlarına çekildik." KOB'nin "Bölgesel Politika ve Yapısal Unsurların Eşgüdümü" başlığı altında ilginç konular gündeme getiriliyor: "ıstatistik! amaçlarla bölgesel birimlerin isimlendirilmesi".
"Etkin bir bölgesel politika geliştirilmesi için bir strateji benimsenmesi". "Türkiye'nin planlama sürecinde proje seçimi bakımından bölgesel politika kriterleri oluşturulmasına başlanılması." Orta Vade Siyasi Kriterler arasında da "Güneydoğuda geriye kalan olağanüstü hal uygulamalarının kaldırılması" bulunuyor. ıdari ve Adli Kapasitenin Güçlendirilmesi başlığı altında da bölgeciliği güçlendirecek önlemler önerilmektedir.
Kısa Vadeli Siyasi Kriterler'de şu hüküm bulunmaktadır: "Tüm vatandaşların ekonomik, sosyal ve kültürel imkanlarının artırılması amacıyla, bölgesel farklılıkların azaltılması ve özellikle Güneydoğudaki durumun iyileştirilmesi için kapsamlı bir yaklaşım geliştirilmesi." Avrupa Parlamentosunun Türkiye'de Bölücülüğü Destekleyen Kararları Bu kararlar ayrıntılı olarak Türk-ış'in yayımladığı "AB Türkiye'den Ne ıstiyor" başlıklı broşürde bulunmaktadır. ülkemizin bütünlüğüne inanan, Atatürk'ün kurduğu cumhuriyete sahip çıkması gereken herkes, Ek. A'daki AP kararlarının tamamım okumalıdır. Broşür iyi incelendiği zaman AB'nin Türkiye'yi bölme amacını gizlemediği görülecektir. ısveç Dışişleri Bakanlığının araştırmacısı Dr. E. Deverelle konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:
"AB'nin talepleri yerine getirilecek olursa PKK ve Radikal ıslam için hareket sahası genişler... AB anlayışlı davranmıyor, sadece talep ediyor... Türkiye'nin bulunduğu coğrafya istikrarlı değil... Ordu'nun siyasete etkisi sorun kabul ediliyor..."
Türkiye 20 yıla yakın bir süre PKK terörü ile mücadele etmiş; 30 bin insanını, yüz milyar dolara yakın kaynağım ve 20 yılını kaybetmiştir. AB üyesi olmamız sonucu; Avrupa Parlamentosunda üye olabilmek, ticaretin yollarını açmak, ısrail'i memnun etmek için bazı kimseler AB üyesi olmamızı istiyor diye, ne ülkenin bütünlüğü tehlikeye atılmalı ne de yeni terör olaylarına ortam hazırlanmalıdır. Türkiye'ye yönelik bütün bu tehditlere karşı koyabilmenin ilk yolu ve son yolu Avrupa Birliğine "Hayır" diyebilmekten geçiyor.
Avrupa ınsan Hakları konusunu politikalarında bir araç olarak kullanıyor. ınsan Hakları konusunda Türkiye'ye yol göstermeye çalışanlar; Emperyalizmi, Komünizmi, Faşizmi, Nazizmi yaratarak kendileri dahil bütün insanlığa azap çektirenler, insan fırını işleticileri değil mi? Aynı insanlar aralarına sığınmış Türkleri evleri ile birlikte ailece yakmadılar mı? Tek başına Baader - Meinhof teröristlerine yaptıkları dahi, Avrupalıların sicillerini açıklamaya yetişir. Baader - Meinhof solcu olduklarını söyleyen bir eylem grubuydu. Başkanları Andreas Baader (1943 - 1972) ve Ulrike Meinhof (1934-1976) idi. Banka soydular,
ABD üslerine bazı saldırılarda bulundular. Filistinlilere destek verdiler. Hapsedildiler, kaçtılar, tekrar yakalandılar. Bu defa koğuşlu cezaevlerine değil "F" tipi ceza evlerine kondular. ıntihar eden Meinhoftan sonra üç arkadaşı ölü bulundu. Tabanca ile aynı gün aynı saatte ayrı hücrelerde intihar etmişlerdi. Hücrelere tabancaları kim sokmuş olabilir? Baader; otopsi raporuna göre, intihar ederken ense köküne iki, şakağına üç kurşun sıkmıştı. Herhalde beş defa intihar etti; dördünde dirildi beşincisinde artık dirilemedi! AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Karen Fogg, kendi evinde verdiği bir resepsiyona Dışişleri Bakanlığı müsteşarını, ANAP ıstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı'yı, DıSK Başkanı'nı ve bazı sivil toplum örgüt temsilcilerini çağırmış, kendilerine kekoçe şarkı dinletmiştir.
Karen Foog 2001 yılında Tunceli'de yapılan toplantılara katılmış ve Tunceli'ye girince yanındakilere asılı Türk bayraklarını göstererek, onların yerine san, kırmızı, yeşil bayraklar görmeyi beklediğini söylemiştir. Avrupa Parlamentosu'nda PKK üyelerinin de katılımıyla Parlamento çatısı altında keko sorununu ele alan bir toplantı düzenlendi. AP içinde temsil edilen hemen her gruptan bir temsilcinin bulunduğu toplantıya PKK adına Avrupa sözcüsü Cevdet Amed katıldı. ... AB'den dört istekte bulunuldu. Abdullah öcalan'ın tutukluluk şartlarının normalleştirilmesi ve iyileştirilmesi; ıdam cezasının kaldırılması için Türkiye'ye baskı yapılması; keko sorununun bir an önce siyasi çözüme kavuşturulması; keko sorununun Türkiye'nin AB'ye katılımı açısından ön koşul olarak gösterilmesi. Bu toplantıya "hami" rolünde Madam Mitterand ve Yeşiller Milletvekili Ozan Ceyhun da katıldı. AB Genişleme Dairesi Türkiye Masası şefi Servantil PKK Başkanlık Konseyini muhatap alarak 20 Kasım 2000 tarihinde resmi bir yazı yazmıştır. Mektupta Komisyon'un "azınlık hakları ve azınlıkların korunması" konusundaki tutumu yinelenmiş ve PKK'ya derin saygılar sunulmuştur.
AP parlamenterlerinden Matti Wuori tarafından kaleme alınan ve Genel Kurul tarafından kabul edilen "Dünyada ınsan Hakları 2000 raporu, ve buna bağlı tavsiye kararında" Türkiye'nin AB üyelik kriterlerini yerine getirebilmesi için ülkenin güneydoğusunda yaşayan keko toplumu ve azınlıkların siyasi sorunlarına çözüm bulması gerektiği" belirtilmiştir. Avrupa Parlamentosunun toplantıda bulunduğu sırada yasadışı sol örgüte mensup üç militan, Türk cezaevlerindeki ölüm oruçlarını desteklemek için Genel Kurulda korsan gösteri düzenlemiştir. Birkaç ay önceki bir basın toplantısında da Dışişleri Bakanı ısmail Cem konuşurken iki eylemci salonu basarak, Dışişleri Bakanımızın konuşmasını engellemişti. Avrupa Parlamentosundan Türkiye'nin lehinde bir karar çıktığını ben hatırlamıyorum. Bu parlamento, AB üyesi olduğumuz zaman Türkiye'ye yönelik yasama yetkilerine, daha açıkçası Türkiye üzerinde egemenlik haklarına sahip olacak. O zaman başımıza gelecekleri iyi düşünmeliyiz. Yukarıdaki kararlar ve Ek-A'da açıklanan diğer kararlar incelendiğinde Türkiye ile ilgili ne kadar haksız, amaçlı, daha hakçası "Doğu Sorunu'nu" gerçekleştirmeye yönelik olarak kötü amaçlı kararlar alınabileceğini anlamak zor değil. TüSıAD (Türk Sanayicileri ve ışadamları Derneği) hazırladığı
"Demokratikleşme Raporun”da Devletin kekoçe eğitim ve kurs düzenlemesini, Anayasa'da Türkçe'nin "resmi dil" olarak tanımlanmasını istemiştir. Bu raporun açıklandığı sütunların üzerine Tunca özilhan, Mustafa Koç ve Can Paker'in bulunduğu resim konmuş. Nedense Tüsiad'ın konu ile yakından ilgili Bşk. Yrd.sı Aldo Kaslowski ne resimde görünüyor, ne de metinde ismi geçiyor. Anayasamızın 3'üncü Md. 1inci fıkrasında: "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." hükmü bulunuyor. Anayasamızın 4'üncü Md.ne göre ise: Anayasanın 1'inci, 2'nci, 3'üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez. Sayın Savcılar, Anayasal suç işlenmektedir. Katılım Ortaklığında Mali Konular KO Açıklayıcı Andıcında belgenin mali yönünü belirleyen aşağıdaki hükümler bulunuyor: "Ekli karar taslağının hiçbir mali yansıması bulunmamaktadır",
"Gerçekleştirilecek mali işbirliği, Katılım Ortaklığında belirtilen öncelikler çerçevesinde hayata geçirilecektir." "Topluluk yardımı, temel unsurların karşılanması ve özellikle Kopenhag Kriterlerinin yerine getirilmesi koşuluna bağlıdır. Temel bir unsurun karşılanmadığı bir durumda, Komisyondan gelen bir öneri üzerine Konsey nitelikli oy çoğunluğu ile karar alarak, herhangi bir katılım öncesi yardıma ilişkin uygun önlemleri alabilir." Koşullar başlığı altında yardımın yapılmasını yeniden koşullandırıyor:
"Proje finansmanları" ile ilgili "topluluk yardımları, Ortaklık Anlaşması, Gümrük Birliği... gibi AT - Türkiye Ortaklık Konseyi'nin ilgili kararları çerçevesindeki yükümlülüklerine saygı gösterilmesine bağlıdır." AB Türkiye'ye vermeyi vaad ettiği yardımları çeşitli bahanelerle vermemekte veya üç - beş doları bölücülüğü destekleyecek şartlara bağlamaktadır. Türkiye; Yunanistan, Japonya, Portekiz gibi 30-50 milyar dolar yardım alacağım ummamalıdır. Aslında yardım alan ve bekleyen 12 aday ülke daha bulunuyor. Türkiye mali kriz geçirirken AB tek "cent" yardım yapmadı. Anlaşmalarla vaad ettiği yardımları dahi çeşitli bahanelerle vermiyor. Ekonomik ve Mali Konular Türkiye'ye yapılacak mali yardımlar KO'nm Programlama (5'inci Md), Koşullar (6'ncı Md), ızleme (7'nci Md) başlıkları altında açıklanmıştır. önemli ilkeleri içeren bu maddeler Ek - E'dedir. Bu maddelerde bulunan çok çarpıcı bazı paragraflar aşağıya çıkarılmıştır: "Türkiye 1996-1999 döneminde, yıllık ortalama 90 milyon Euro'nun biraz üzerinde olmak üzere 376 milyon Euro hibe yardımı almıştır."
"2000'den itibaren Türkiye'ye ayrılacak yıllık tahsisat...". "AT- Türkiye Gümrük Birliğini derinleştirecek önlemlerin uygulanması için 3 yıl boyunca yılda 5 milyon Euro'yu öngörmektedir. Onay sürecinde olan ikinci tüzük, Türkiye'de ekonomik ve sosyal kalkınmayı teşvik edecek tedbirlerin alınmasına yönelik olup 3 yıl boyunca yılda 45 milyon Euro sağlayacaktır." Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti, bu maskara rakamlar için el açmaya mahkum edenler üzülmelidir. Sadece Yunanistan'a günümüze kadar on milyarlarca dolar destek veren AB'nin Türkiye'ye karşı tutumu, üye olduğumuz zaman ne gibi küçültücü tavırlarla karşılaşacağımızın örneğidir. Koşullar (6'ncı Md) bölümünün birinci fıkrası şöyledir: "Türkiye için katılma öncesi unsurları aracılığı ile proje finansmanı için sağlanacak Topluluk yardımı, Türkiye'nin Ortaklık Anlaşması, Gümrük Birliği ve örneğin tarım ürünleri için ticaret rejimi gibi AT- Türkiye Ortaklık Konseyi'nin ilgili kararları çerçevesindeki yükümlülüklerine saygı göstermesine bağlıdır." ...
"Bu genel koşullara uymamazlık, önerilen tek çerçeve yönetmeliğinin 4'üncü maddesi çerçevesinde, Konsey tarafından mali yardımların askıya alınması kararı alınması sonucunu doğurabilecektir." Benzer küçültücü hükümler başka başlıklar altında da bulunuyor. Tek başına bu konu kahrolmaya yeter. Binlerce yıllık ulusal onurumuz yaralanıyor. ılk anti-emperyalist mücadeleyi veren ulusumuz emperyalist dünya ile entegrasyona yönlendiriliyor. S. P. Huntington tanınmış makalesinde şunları söylüyor51:
"Batı IMF ve diğer milletlerarası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi iktisadi menfaatlarını terviç52 ediyor ve uygun olanını kendi düşündüğü ekonomik politikaları diğer milletlere zorla kabul ettiriyor. IMF Batılı olmayan milletlerin herhangi birinin tepesinde, hiç şüphesiz maliye bakanları ve diğerlerinden birkaçının desteğini kazanacak...
" George Arbatov IMF memurlarını "... Ekonomik ve siyasi idareye yabancı kaideler dayatmayı, ekonomik hürriyeti boğmayı seven yeni Bolşevikler" olarak vasıflandırıyor. AB Fonları ve Bölgesel Gelişme FEDER (Avrupa Bölgesel Gelişme Fonu) OTP (Ortak Tarım Politikasından) sonraki en kapsamlı ikinci politikadır. 1975 yılında kurulmuştur. 2000-2006 arası yedi yıllık dönemde 15 üye ülkenin belirli bölgelerine 200 milyar euro destek verecektir. Maastricht'te ASF (Avrupa Sosyal Fonu) 1994'te UF (Uyum Fonu) yaratılmıştır: ıslanda, ıspanya, Portekiz ve Yunanistan'a 2000-2006 yıllarında 18 milyar euro destek verecektir. FEOGA, ıFOP ve ıSPA da bölgesel gelişmeye katkı sağlayan mali kaynaklardır. ıSPA 10 Orta ve Doğu Avrupa aday ülkesinin yararlandığı, çevre ve ulaşım projelerine yönelik yapısal bir fondur. 7.3 milyar euro'luk bir destek öngörmektedir. 2000-2006 yılı üyelere ve aday ülkelere yönelik bölgesel fonları, toplam 240 milyar euro civarındadır. Amaç daha homojen bir yapı oluşturmaktır. AB'de bölgeler gelişmişlik açısından üçe ayrılmaktadır: NUTS: ıstatistiki Yönelsel Birimler Katalogu. NUTS l Güçlü ekonomik bölgesel alanlar. NUTS 2 Daha çok vilayet düzeyindeki yönetsel birimler. NUTS 3 Kırsal temelde yönetsel birimler. AB; KOB ile 2001 yılı sonuna kadar, Türkiye'den de bir NUTS hazırlamasını istemiştir. Türkiye 2001 yılı ilerleme raporunda bu konuda eleştiriler almıştır. AB Türkiye'ye yardımları tek çatı altında toplama sözü vermiş fakat bu sözünü yerine getirmemiştir. AB Konseyi tarafından onaylanan yönetmelikte bu husus yer almamıştır. Geri kalmış bölgeler için sosyal ve ekonomik yardım olarak 135 milyon euro; gümrük birliğini desteklemek için 15 milyon euro;
Akdeniz Fonu olarak bilinen MEDA2 yardımı olarak 380 milyon euro ayrı ayrı onaylanmıştır. 530 milyon euro tutarında olan ve üç yıla bölünen yardım tek meblağ olarak kabul edilmemiştir. Böylece Türkiye'nin her üç yardım için ayrı başvurması gerekiyor. ışlem ağırlaştırılıyor, zorlaştırılıyor sonuca ulaşılması geciktiriliyor. Nedeni ile ilgili sorulara cevap dahi verilmemiştir." Verilecek meblağ 530 milyon euro'dur. Diğer üye ülkelerin herbirisine daha önce verilen 30-40'ar milyar dolara yakın desteğe ek olarak 2000-2006 yılları arasında 240 milyar euro civarında destek verileceğine yukarıda değinilmişti. AB'nin Türkiye ili ilgili niyetlerini iyi incelememı2 gerekiyor. Bunun için yeterince belirtiye (emare) sahibiz. Göç Sorunu AB; Temel Haklar şartı'nın 18'inci maddesi ile; dış ülkelerden sığınanlara geniş haklar tanınmaktadır. Diğer maddelerde; toplu sürgün yasaklanıyor;
idam, işkence, aşağılayıcı muamele yapan ülkelere sığınmacıların geri gönderilmesi durduruluyor. Verilen olanaktan yararlanan Orta Doğulu, Güney Asyalı, Afrikalı göçmenlerden Avrupa Birliği büyük ölçüde rahatsızlık duymaktadır. Türkiye AB üyesi olmadığı için Temel Haklar şartı'na bağlı değildir. Birleşmiş Milletler 1951 Cenevre Sözleşmesine koyduğu çekince ile, "Doğu'dan olan göçleri kendi ülkelerine iade hakkı" almıştır ve uygulamaktadır. Buna karşılık bir kısım göç Avrupa'ya Türkiye'den geçerek yapılmaktadır. Bu durumdan rahatsız olan Avrupa Birliği göçlerin Türkiye'de durdurulması için 1951 Cenevre sözleşmesine konan çekincenin kaldırılmasını istiyor. Türkiye'ye verilen Katılım Ortaklığı Belgesi'nin ıç ışleri başlığı altındaki bölümüne şu tuzak hüküm konmuş bulunuyor: "ıltica alanında 1951 Cenevre sözleşmesi için getirilen coğrafi rezervin kaldırılması ve mülteciler için ikamet ve sosyal destek birimlerinin geliştirilmesi."
Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesindeki bu hükmü kabul ederse, veya ileride Avrupa Birliği üyesi olursa "AB Temel Haklar şartı"nı aynen uygulamak durumunda kalacak ve göçlerin önemli bölümü Türkiye'de yığılacaktır. Böylece, Avrupa bir sorununu büyük ölçüde çözüme kavuşturacaktır. Buna karşılık Türkiye'de yeni yatırım ve masraf kapısı açılacak, göçmenlerin diğer bütün sorunlarına çare bulunması gerekecektir. Serbest ışçi Akımı Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu Arasında Bir Ortaklık Yaratan Anlaşma'nın55 (Ankara Anlaşması 1963) 12'nci maddesi ve bu maddede atıf yapılan topluluğu kuran anlaşmanın (Roma 1957) 48'inci, 49'uncu, 50'nci maddeleri gereğince Serbest ışçi akımının en geç geçiş döneminin sonunda (1987) başlaması gerekiyordu. Topluluğun temel ilkelerinden olan ve Roma Anlaşmasının 3'üncü Md. C fıkrasına dayandırılan serbest dolaşım hakkının uygulanmasına, Ankara Anlaşmasındaki hükme rağmen izin verilmiyor. Ekonomik ve sosyal açıdan yararlı olacak bu anlaşma hükmü gibi, Türkiye'ye yapılması vaadedilen maskara değerindeki küçük yardımlar da, Yunanistan vetosu arkasına saklanılarak verilmiyor. Gerçekte bir anlaşma hükmünün uygulanmasına hiçbir kurum engel olamamalı
III. BöLüM BIZANS' VERILEN CAN SUYU Bizans'in canlandirilmasi; Türkiye Cumhuriyetinin üzerine Bizans'in kurulmasi için çalismalar yapildigim, tarihi ve güncel gelismeleri biraz izleyen her Türk vatandasi görebilir, bilir. Türkiye'nin Avrupa Birligi üyeliginin, baska bir anlatimla Türkiye'nin Avrupa'nin bir eyaleti olmasinin, Bizans'in canlandirilmasini kolaylastiracagini, hizlandiracagini da
Avrupa Birligi yapisini çok az inceleyenler degerlendirebilir. Peki, neden Avrupa Birligi üyesi olmamiz için ugrasirlar? Bunu ben de bilmiyorum. Yakin geçmisteki bazi gelismeleri hatirlamakta yarar var. Bizans Toplantilari Bizans la ilgili olarak son yillarin ilk toplantisi; Bogaziçi üniversitesi Rektörlük binasinda yapilan seminerdir. Organizasyon Institut Français d'Etud Anatoliennes (Fransiz Anadolu Arastirmalari Enstitüsü) tarafindan gerçeklestirilmis, Türkiye Bilimler Akademisi destek vermis, Yapi Kredi Bankasi masraflari üstlenmistir. 20'ncisi 19-25 Agustos 2001 tarihlerinde Fransa'da yapilmasi planlanan Bizans'la ilgili toplantilarin ilki 1929 yilinda Bükres'te yapilmisti.
Daha sonraki Brüksel ve Kopenhag toplantilarinda göstericiler "Türkleri Asya steplerine atalim, Ayasofya'yi kilise yapalim" sloganlari atmislardi. 7-10 Nisan 1999 tarihinde Bogaziçi üniversitesinde yapilan toplanti Amerikan Ortodokslarinin kontrolunda sekillenmis, birçok ülkeden Bizans uzmani (Bizantolog) katilmistir. Toplantida Zeyrek Camisinin de müze haline getirilmesi istenmis, koridorlarda Sultan Ahmet'teki Hipodromun meydana çikarilmasi için Sultanahmet camisi dahil çevresindeki birçok Türk eserinin yikilmasi dile getirilmistir.57 19- 25 Agustos 2001 tarihinde Paris - Sorbon üniversitesinde, Cumhurbaskani J. Chirac'in himayesinde 20'nci Uluslararasi Bizans Arastirmalari kongresi planlandi. Konferansa Hollanda, Sirbistan, Yunanistan, Romanya, Italya, Almanya, Ingiltere;
ABD, Ukrayna, Avusturya, Belçika ve Fransa'dan 200'den fazla Bizantolog çagrildi. Genel istek "Bizans eserlerinin aslina uygun olarak kullanilmasi" idi. örnek olarak, Ayasofya'nin kilise yapilmasinin dolayli olarak dile getirilmesi beklenmistir.
"Istanbul'da Vatikan gibi Ortodoks Dini Devletinin kurulmasi da prensip olarak öngörülmektedir. ABD, Rusya ve Avrupa Birligi'nin hedefi, "surlar" içinde Istanbul Ortodoks Dini Devletinin topragi ve Ayasofya da merkezi olacaktir. Patrikhane ve Ayasofya çevresindeki binalari alarak Patrikhane'ye bagislamak için çesitli oyunlar sergileniyor. Halen Fransa'da 100'ü askin, Bizans'la ilgili dernek, vakif, enstitü bulunmaktadir. Türkiye AB üyesi oldugu zaman çesitli kademelerde alacaklari karar ve uygulamalarla bu amaçlarina kolaylikla ulasacaklar. AB muhipleri bütün bu gelismeleri hesaba katmalilar. Dogu Sorunu (Sark Meselesi) Düsünce olarak çok eskilere, Haçli Seferlerine dayanan Dogu Sorunu konusu Avrupalilarin zihinlerine yerlesmistir. Türkiye ve Türklerle ilgili bütün düsünce ve davranislarim etkilemekte, yönlendirmektedir. Bunu görmemezlikten gelirsek sadece kendimizi aldatmis oluruz. Konu asagiya bir kismi çikarilan çesitli vesilelerle daima beslenmekte ve canli tutulmaktadir.
Son yillardaki birkaç olay dahi yeterli taniktir: Ermenilerin diplomatlarimiza karsi gerçeklestirdikleri terör olaylari; 1915 tehcirinin birçok parlamento ve Avrupa Parlamentosu tarafindan soykirim olarak kabulü; Anadolu Ekspresi Filmi; hazirlanmakta olan Ararat filmi; 1970, 1980 öncesi ve sonrasi (PKK) terör olaylarina Avrupa tarafindan verilen destek; Avrupa Birligi yasama organinin Avrupa Parlamentosunun Ek-A'da verilen ve Türk Is tarafindan yayimlanan brosürde açiklanan Türkiye ile ilgili düsmanca kararlan... Dogu Sorunu denilen olay, dis ülkelerin Türkiye'ye karsi uyguladiklari politikalarin en uç noktasina verilen isimdir. Dünümüzü ve bugünümüzü; askeri ve ulusal yasamimizi sanildiginin çok üstünde etkilemistir, etkilemeye de devam etmektedir.
Konu günümüzde de açik açik islenmekte ve canli tutulmaya çalisilmaktadir. 1997 yilinda yayimlanan Kimlik Mekanlari isimli yayinda su bagnaz ifade yer aliyor: "Bu yüzyilin büyük bir kismi boyunca Sovyet Imparatorlugu doguda tabii bir sinir olusturduysa da soguk savasin bitimi bu EHVEN duruma son vermis oldu.
Bir kere daha DOGU SORUNU gündeme gelmis oluyor. Gerçekten de Balkan Sorununun Avrupa medyasinda tekrar mansetlere çikmasiyla birlikte karsi karsiya kaldigimiz durum Tarihin Sonu'ndan ziyade tarihin geri dönüsüne benzemektedir." Bu açiklama çok önemli hususlari içeriyor: Soguk Savas döneminde yüzlerce Tümen kara gücü, binlerce uçak, on binlerce tank, füzeler ve atom silahlari ile SSCB'nin Avrupa'yi tehdit etmesini DOGU SORUNU'ndan EHVEN, daha hafif, daha az kötü buluyorlar,
DOGU SORUNU'nun gündeme gelisini TARIHIN GERI DöNüSü olarak degerlendiriyorlar. Dogu Sorunu'nun ismi 19'uncu yüzyilda konmustur. Ancak bir sorun olarak algilanmasi 11'inci yüzyila kadar gider. Malazgirt Meydan Muharebesi ile (26 Agustos 1071) Batililarin karsi harekete geçtigi 1'inci Haçli Seferi arasinda (1096) 25 yil, o döneme göre çok kisa, bir zaman farki vardir. 1095 yilinda Bizans Imparatoru Ortodoks 1'inci A. Komnenos, Katolik Kilisesinden, Papa Urbanus II'den yardim istemis ve
"Türklerin Hiristiyan ülkelerin merkezlerine girdigini" belirterek bütün Hiristiyan dünyasindan yardim çagrisinda bulunmus, Papa Paris toplantisinda "Türklere" karsi Haçli Seferlerini baslatmistir.61 E. Driault, Faruk Sümer, Fikret Isiltan, S. Runciman gibi birçok tarihçi Dogu Sorunu'nu ll'inci yy.a baglarlar. Lord Curzon Sevr anlasmasi öncesinde Ingiliz Hükümetine verdigi Memorandum'a sunlari yazacaktir:
"Türkleri Avrupa'dan ve Istanbul'dan sürmek için, Avrupa'nin besyüz yildir bekledigi firsat dogmustur; bu firsat asla kaçirilmamalidir." Ben inaniyorum ki, günümüzde bu firsat Avrupa Birligi üyeligi ile Avrupalilara altin kase içinde kendi elimizle tekrar verilmektedir. Dogu Sorunu ismi 19'uncu yüzyilda Viyana (1815) ve Paris (1856) toplantilarinda gündeme gelmistir. Viyana Kongresinde Osmanli Imparatorlugu taraf degildir. Bu Kongrede Napolyon savaslari sonrasinda Avrupa siyasi cografyasi yeniden yapilandirilmistir. Viyana Kongresinde Rus çari Alexandr, Napolyon savaslarinda Rusya'nin üstlendigi agir yükten ve basarilardan aldigi güçle su teklifte bulunmustur:
1. Türkler Avrupa'dan (Balkanlardan) atilmali. 2. Türkleri Anadolu'dan atalim. 3. Bütün Türkleri, Orta Asya steplerinde açlik, hastalik, katliam ile çiktiklari yerde yok edelim. Dogu Sorununun amacina ulasmasi için günümüzde su asamalarin düsünüldügünün güçlü emareleri bulunuyor: 1. Kibris'in ve Ege Denizi'nin, AB siyasi kriterleri arasina alinarak Türkiye'den koparilmasi. 2. Istanbul surlari içinde Ortodoks kilisesine bagli bir din devleti kurulmasi. 3. Ayasofya dahil Türkiye'deki bütün eski kiliseleri canlandirarak ve Türkiye üzerinde misyoner faaliyetleri yogunlastirarak Anadolu'nun yumusatilmasi.
4. Türkiye'nin bölünmesi ve Avrupa Birligi içinde ekonomik, sosyal ve politik olarak uydulastirilmasi. Bu asamalarla ilgili emarelerden çok az bir kismi asagiya çikarilmistir: Batililar Heybeli Ada Ruhban Okulunun açilmasi hatta üniversite düzeyine çikarilmasi için baski yapiyor; Bati Trakya'da Müftü seçimini önlemeye çalisiyor. Seçilen müftüye hapis cezalari verirken, Patrik seçimi kendi içinde serbestçe icra ediliyor; 1821 Mora ayaklanmasinda 60 bin Türk katledilirken "Mora'da ve dünyada Türk kalmayincaya kadar ölüm" slogani bugün, "ölüm" yerine savas sözcügü konarak, ilkokul ögrencilerine yemin metni olarak kullaniliyor; 3 Temmuz 1990'da eski Patrik Dimitrios Papadopuolos Bush tarafindan devlet baskani protokolü ile karsilanmis, kendisine tahsis edilen uçak ve otomobillerde çift basli kartal (Bizans armasi) forsu kullanilmistir;
1962 yilinda ikinci Vatikan Konsiline Ortodoks Patrigi davet edildi ve Istanbul'da Ortodoks Devletinin kurulmasi karari alindi; 20 Nisan 1994 yilinda Avrupa Parlamentosunda konusan Patrik devlet baskani ve ekümen islemi gördü; Boris Yeltsin'in Atina ziyaretinde Rusya - Yunanistan arasinda imzalanan 12 maddelik ikili anlasmanin 10'uncu maddesinde Istanbul'da Vatikan gibi Ortodoks dini devletinin kurulmasi da prensip olarak öngörülmektedir; ABD., Rusya ve Avrupa Birliginin hedefi, "Surlar" içinin Ortodoks Dini Devletinin topragi; Ayasofya'mn merkez olmasidir63; M. N. özfatura'ya göre:
"Patrikhane binasina izin verilmesi Türkiye'nin bir hediyesi degildir. AB'ye girmek için verdigi tavizlerden birisidir. Türkiye'nin AB'ye kabul edilebilmesi için "Istanbul Patrikhanesini Vatikan ve San Marino gibi otonom bir devlet olarak tanimasi sarti AB'nce istenecektir." Ek-A'da bulunan AB alt birimlerinin kararlari dahil, amaçlarini belirten her gün yeni bir, bazen birkaç emare görünüyor. Bu yayinin diger bölümlerindeki açiklamalarin her birisi ayni amacin emareleri degerindedir. Bu satirlarin yazildigi gün, AB'nin Kuzey Irak'daki keko gruplari silahlandiracagi haberi basinda yer almistir. (19 Aralik 2001). AB'den her gün aleyhimize bir davranis olacagini beklemek fazla ihtiyatlilik olmaz. Yunanistan ve Kibrisli Rumlarin, bütün düsünce ve politikalarinin odaginda,
Türkiye'yi yikmanin yattigini düsünmek yanlis degildir. Fener Rum Ortodoks Kilisesi ve Avrupa Birligi üyeligimiz AB üyesi olan bir Türkiye'de, Fener Rum Ortodoks Kilisesi'nin yerini ve kavusacagi olanaklarla gerçeklestirme firsati bulacagi gelismeleri iyi düsünmek zorundayiz. Türkiye'yi Gümrük Birligi'ne iç siyasi yatirim hesabi ile apar topar sokanlar da; AB üyesi adayligini, Katilim Ortakligi Belgesi'ni kabul edenler de konuyu ayrintilari ile arastiran akademik bir incelemeye dayandirmadilar. Gümrük Birligi kararini da, AB üyeligi ile ilgili Katilim Ortakligi Belgesi'nin kabulünü de, arastirmalar sonucunda degil, üç dört kisinin siyasi tercihi ile kabul ettik. Siyasi tercihlerin altinda ne kadar parti çikari gözetildi, ne kadar kisisel çikar gözetildi bilmiyorum. Bu bölümde konunun çok önemli bir yanini teskil eden Fener Rum Ortodoks Kilisesi'nin Türkiye'nin AB üyeliginden muhtemel ve olanaklar içindeki beklentileri üzerinde durulmaktadir. AB üye adayligimiza en fazla sevinenlerden birisi Fener Rum Patrigi Bartholomeos'tur. Lozan Antlasmasi görüsmeleri sirasinda Türk bas delegesi yaptigi son konusmada su tespiti açikliyor:
"Patrikligin, siyasi ya da yönetime iliskin islerle bundan böyle hiç ugrasmayacagi, sadece din alanina giren islerle yetinecegi konusunda, konferans önünde, müttefik delegeler kurullarinin ve Yunan delegeler kurulunun yapmis olduklari resmi konusmalari ve verdikleri garantileri senet sayarak, Patrikligin Istanbul'dan çikarilmasi teklifinden vazgeçtigini..." Fener Rum Patrigi, dis iliskilerinde ilginç bir unvan kullanmaktadir: "Ecumenical Patriarch and Archbishop of Costantinople and New Rome" Türkçesi; "Yeni Roma'nin ve Istanbul'un Baspiskoposu ve Evrensel Patrigi". Kullanilan bu unvan dahi Lozan'daki görüsmelere ve verilen sözlere aykiridir. Patrigin evrenselligi Türkiye tarafindan kabul edildi mi? Istanbul'un Ingilizce ismi de Istanbul'dur. Costantinople isminde israr, amaçlarini belirginlestiriyor.
Yeni Roma patrikligi ise, açikça Bizans özlemi, hatta iddiasidir. Bizim Dis Isleri Bakanligimiz, MIT Müstesarligimiz Istanbul Valiligimiz, Patrigin ilk baglantisi olan Fatih Kaymakamligimiz bütün bu gelismeler karsisinda hiçbir sey yapmiyor. En azindan yapildigini duymuyoruz. Bu ülke, milyonlari asan sehit ve gazinin eseridir. Böyle mi korunmasi gerekir? çok üzücü ve sonucu tehlikeli ihmallerle karsi karsiyayiz. Patrige bagli 15 patriklik ve bagimsiz kilise (Istanbul, Iskenderiye, Sam, Kudüs, Moskova, Sirbistan, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Kibris, Yunanistan, Polonya, Arnavutluk, çekoslovakya, Finlandiya) ile, 12 Baspiskopusluk (Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Ingiltere, Fransa, Almanya, Avusturya,
Belçika, Italya, Yeni Zelanda, Girit, On iki ada) bulunmaktadir. Patrigin ekümenligini, evrensel düzeyde en üst ve yetkili Ortodoks Kilisesi'nin basi oldugu iddiasini sayilan kiliselerin bir bölümü kabul etmiyor. Fakat, egilim ve gelisme hiç degilse çok büyük kisminin Fener Rum Patrikligine baglanmasi yönündedir. Türkiye'nin AB üyeligi, Patrigin ekümenlik çalismalarini kolaylastiracak, AB organlari tarafindan çesitli sekillerde desteklenecek ve dista kalan kiliselerin de baglanmalari gerçeklesecektir.
Bu sebeple Patrik Bartholomeos Türkiye'nin AB üye adayligini destekliyor ve bayram yapiyor. Ekümenligin gelismesi, Türkiye'nin dünya Ortodokslugunun dini merkezi haline dönüsmesini kolaylastiracak, diger ülkelerden ve özellikle AB üye ülkelerinden gelip yerlesecek Ortodokslarla Istanbul, Ortodokslugun ve Yunan etkinliginin merkezi olma yolunda ilerleyecektir. Patrik ekümenlikten de destek alarak sorumluluklari arasinda saydigi Yeni Roma'nin (Bizans, ikinci Roma olarak kabul edilir) canlandirilmasi yolunda mesafeler alacaktir. Patriklik, Fransiz devriminin milliyetçilik akimlarini güçlendirmesinin ardindan Yunan Megali Idea'sini desteklemeye baslamisti.
1821 yilinda baslayan ve Yunanistan'in kurulusunu hazirlayan Mora Isyani'ndaki etkinligi sebebiyle Patrik Gregorius'un asildigi tarihten itibaren Patrikhane'nin bir kapisi kapali tutulmaktadir. Patrigin amaçlarina ulasmak için elde etmeye çalistigi bir diger husus tüzel kisilige sahip olmaktir. Böylece, Fatih Kaymakamligina bagli olmaktan kurtulacak, çalisma ve eylem ufku olabildigince genisleyecektir. Patrik "Grek yayilmaciliginin Harp Okulu" olarak anilan
Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açilmasi için de büyük bir gayret gösteriyor. Patriklige tüzel kisilik verilirse amaçlari yönünde çok büyük hukuki olanaklara sahip olacak: "Dava açma; mal edinme; vakif ve dernek kurma; Ayasofya'nin Patrikhane'ye devri dahil tüm eski Ortodoks mal ve mülklerinin geri alinmasi; Istanbul disindaki eski akropolitliklerini resmen tanitma; yer yüzündeki bütün Ortodoks patrikleri ile bagimsiz kiliselerin ve bunlara bagli tüm kiliselerin evrensel tahti; Ekümenlik, Patriklik olarak yurt içinde ve disinda taninma; Devlet Baskani statüsünde protokolün ön siralarinda yer alma" gibi birçok hak ele geçirmis olacak. Ayasofya dahil, bütün camiye dönüstürülmüs kiliselerin tekrar eski islevlerine döndürülmesi; Istanbul ve Türkiye'nin dünya Ortodokslugunun merkezi yapilarak Türkiye üzerinde 3'üncü Ro-ma'nin (Patrige göre Yeni Roma) kurulmasi bir hayal olmaktan çikacak, Yunan Megali Ideasi gerçeklesme yolunda hiz kazanacaktir. çizilen
Yolda Patrigin Gerçeklestirdigi Etkinlikler Patrigin hayalleri yukarida yaptigimiz degerlendirmeleri de asmakta, hirsi bütün Anadolu'ya yayilmaktadir. Patrik, Etnos gazetesine verdigi demeçte, 7 Mayis 2000'de Kapadokya'da yapacagi ayin vesilesiyle "Hristiyanlar Anadolu'ya yerlesebilir" diyor ve sunlari ekliyor: "Türkiye'nin Avrupa Birligi üyeligi, Anadolu'da önceden var olmus Hristiyan toplumlari, yasadiklari bölgelere tekrar yerlesirse, o zaman Patrikhane de o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açilmasini düsünebilir." Patrik, çok dogru bir teshisle, bütün bu amaçlarina
Türkiye'nin AB üyeligi sonunda kavusacagina inaniyor. Türkiye'nin AB üyeligi, bu amaçlara ulasmasini büyük ölçüde kolaylastiracak, destekleyecektir, AB hayranlari bütün bunlari bilmiyorlar mi? Elbette biliyorlar. Patrik, gerçekte amaçlari yönünde girisimlerini pervasizca sürdürüyor. AB üye adayligimiza gölge düsmesin diye Disislerimiz ve diger yetkililer susuyor. Patrik Bartholomeos'un Son Faaliyetleri 25 Aralik 2000 günü, Hazreti Isa'nin dogusu ve 2000 yilinin bitisi Fener Rum Patrikhanesi'nde, degisik ülkelerden 12 Ortodoks Patrigi'nin katilimiyla kutlandi: "Mi-lenyum ayini". ayine Yunan Disisleri Bakan yardimcisi Gregory Niotis de katildi, Yunanistan ve Romanya televizyonlarinda canli olarak yayimlandi.
Yunanistan'dan uçak ve otobüslerle katilimcilar geldi. Bartholomeos'un yönettigi ayine; Iskenderiye, Suriye, Sirbistan, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Yunanistan, Polonya, Arnavutluk, çek Cumhuriyeti, Finlandiya ve Estonya'dan patrikler ve Türk Ermeni Patrigi katildi. ayini izleyen konsoloslar: ABD, Yunanistan, Romanya, Finlandiya, Yugoslavya, Ingiltere, Hollanda, Ukrayna. 26 Aralik günü de
Hristiyan alemi açisindan kutsal sayilan "Iznik"te Bartholomeos'un daveti ile bulustular. Ayasofya Müzesi'nde (Lisile) ayin yapildi. Patrik sunlari söyledi.69 "Bu tarihi ve sirin Iznik'in Hristiyanlar için önemi vardir. Burada 2 konsil70 toplanmistir. Konsilin kararlari tüm Hristiyanlari baglayicidir." Iznik Belediye Baskani bu ziyareti turizm açisindan "bulunmaz firsat"(?) olarak nitelemistir. Hepsi bu kadar mi sayin baskan? Ayni günlerde Yunanistan, Gümülcine'de yapilacak etkinlige davet edilen Kültür Bakanligi Halk Oyunlari ve Halk Müzigi topluluguna, Kültür Bakani Istemihan
Talay'in, Disisleri Bakani Ismail Cem'in devreye girmelerine ragmen vize ve izin vermemistir. Türkiye üye olduktan sonra Avrupa Birligi Parlamentosu "Eski dini yapilar yapilis maksadi disinda kullanilmayacak" karari alsa, ki beklemek gerekir; Ayasofya Müzesi dahil Türkiye'de yüzlerce, binlerce kilise ayni anda açilacaktir. Yunan Megali Idea'si Kibris ve Ege Denizi amaçlarina ulastiktan sonra, Istanbul odakli olarak Türkiye üzerinde "Yeni Roma" Imparatorlugu'nun kurulus amacini izleyecektir.
Bu sonuca ulasilmasi; Türkiye'nin AB üyeliginden yararlanacak olan Patrikligin gerçeklestirecegi ekümenlik71 ve tüzel kisilikle kolaylasacaktir. Patrik'in Sifat ve Islev Olarak Benimsedigi"Yeni Roma" Isminin Tarihi Anlami Bizans Imparatorlugu'nün bir diger ismi "Dogu Roma Imparatorlugu"dur. Bunun anlami: "Roma Imparatorlugu'nun dogu kisminda M.S. 395'te kurulan ve Istanbul'un 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarafindan fethiyle ortadan kalkan imparatorluk". Dogu Roma Imparatorlugu (Bizans); Roma Imparatorlugu'nun dogudaki topraklarim Germenlere ve Islavlara karsi yakindan koruyabilmek amaci ile kurulmustur. Bir siyasi ve askeri merkez olmasi düsünülmüstür. Bizans Imparatorlugu, gerçek anlamiyla Roma Imparatorlu-gu'nun ikiye ayrilmasindan sonra (395) dogdu. Ana Britannica'ya göre (cilt 6, s.22): "Bizans Imparatorlugu, Dogu Roma Imparatorlugu olarak da bilinir."
"Rus Imparatorlari Eski Romalilarin "Sezar" unvanini alip "çar" haline getirmekle, kendilerini I. ve II. Roma'nin mirasçilari saydilar; son Bizans Imparatoru Konstantinos XI, Palailogos'un yegeni Zoe Palaiologina ile Moskova büyük dükü Ivan IIIü evlendirerek bu manevi soy baglantisini somut yoldan da gerçeklestirdiler." Steven Runciman, Kutsal Roma'nin Hristiyanligi korumakla ilgili sorumlulugunun Moskova'ya geçtigini su sekilde açikliyor:
"Dogu Hristiyan dünyasinin idaresi, baskanligi, diger ellere geçerek Avrupa kültürünün dogmus oldugu Akdeniz kenarindan uzaklara, kuzey doguya, Rus steplerine kaydi. Ikinci Roma, yerini üçüncü Roma'ya, Moskova'ya birakti."74 Patrik Bartholomeos, l'inci, II'nci, III'üncü Roma gibi rakamlar kullanarak Moskova vb. ile tartisma çikarmak istemiyor. Evrensel (Ecumen) Patriklik ve Baspiskoposlugunun Bizans ile ilgili özlem ve yetkilerini "Yeni Roma" sözcügü ile; Yeni Roma'nin Patrigi ve Baspiskosu oldugunu belirterek açikliyor. Patrik için Istanbul yok Constantinople var; Türkiye yok, onun yerine ve üstüne "Yeni Roma" var. Bizim için Patrigin unvani: "Yeni Roma'nin ve Istanbul'un Baspiskoposu ve evrensel Patrigi" degil "Fener Rum Patrigi"dir. Bunu saglamak için Basbakanligin, Disisleri Bakanliginin, Içisleri Bakanliginin Istanbul Valiliginin, Fatih Kaymakamliginin,
MIT Müstesarliginin konuyu isleyip üzerlerine düseni yapmalari gerekir. Türkiye'nin Avrupa Birligi üyeligi ile tehlikeye atilan (bazilarinin söylemi ile risk edilen) sadece Kibris, sadece Ege Denizi'ndeki haklarimiz, sadece ülkemizin bütünlügü ve sadece Atatürk'ün emaneti olan tam bagimsizligimiz, kayitsiz sartsiz ulusal egemenligimiz degil; tarihi ile, cografyasi ile, ulusu ile bütün Türkiye tehlikeye atiliyor. Hiristiyan Misyonerlerinin Türkiye üzerindeki çalismalari Konu ile ilgili olarak çok kapsamli bir arastirma yayimlandi.75 Bu yayinin etkisi ve yankisi ile televizyonlarda açik oturumlar düzenlendi. Konu hakkinda yeni bilgilere kavustuk. ATV Kanalinda Ceviz Kabugu isimli programda taraflari bir araya getiren
Hulki Cevizoglu konuya egemendi. STV televizyonu da 13 Ocak 2001 Pazar gecesi bir programda konuyu gündeme getirdi. Anlasiliyor ki Hiristiyanligin yapisi geregi her Hiristiyan kendi çapinda misyonerdir; dinini tanitmaktan sorumludur. Bir de Hiristiyanligi yayan özel görevliler (mission), dinsel görevliler, yetkililer var. Bizim buradaki kisa açiklamada üzerinde duracagimiz bu ikincilerdir. 13 Ocak 2001 STV programinda sadece Katolik misyonerlerin sayisinin 136 bin, AB misyonerlerinin 106 bin oldugu açiklanmis ve misyonerlik insanlara ulasma yolunda bir araç olarak degerlendirilmistir. Bu programda misyonerlerin bütün dünyada çalismalarini sürdürdükleri, Türkiye, Kore, Suriye, ürdün, Lübnan...
gibi bazi ülkelerde yogunlastiklari açiklanmistir. Ergun Poyraz'in arastirmasi çok genis kapsamli ve içeriklidir. Alinti olarak tirnak içinde verdigimiz bilgiler bu basarili çalismadan alinmistir. Yayin su alinti ile basliyor: "Papa II. John Paul, 2000 yilma girerken yani 24 Aralik 1999 tarihinde yayimladigi mesajla Hiristiyan misyonerlere hedeflerini isaret ediyordu": "Birinci bin yilda Avrupa Hiristiyanlastirildi. Ikinci bin yilda Amerika ve Afrika Hiristiyanlastirildi. üçüncü bin yilda ise Asya'yi Hiristiyanlastiralim."
Açiklandigina göre Asya'yi Hiristiyanlastirmanin yolu da Türkiye'den geçmektedir ve çalismalarim bu sebeple Türkiye üzerinde yogunlastirmis bulunuyorlar. Yayinda Mukaddes kitaptan alintilar yapilmis: "çünkü sana kulluk etmeyen millet ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak." (Isa'ya, 60. Bab 12. Ayet). E. Poyraz birçok örnek vererek su tespitini açikliyor: "Haçli ordularinin kuvvet kullanarak yapamadiklarini gerçeklestirmek hayali ile; risalelerle, kitaplarla, okullarla, hastanelerle, vaazlarla, kasetlerle, filmlerle ve propagandanin her tür yöntemi ile büyük bir misyoner ordusu ülkemizin dört yanini istila etti. Sehirlerde onlarca ev kiraladilar. Amerikan, Ingiliz, Kanada asilli misyonerler günümüze gelindiginde
"Taseron" olarak da Korelileri kullanmaya basladilar." E. Poyraz bu misyonerlerle, onlarin tuttuklari evlerde 6 ay beraber olmus ve faaliyetlerine katilmis. Tutulan ve çalistirilan evlerin bütün yurdu örümcek agi gibi sardigini söylüyor.
"Bu topraklara kendilerini Isa'nin gönderdigini iddia eden misyonerler, Anadolu'nun Hiristiyanligin yayildigi ilk merkez olmak sebebiyle sözde atalarinin olan bu toprakla n tekrar ele geçireceklerini ve bu topraklara simsiki sarilip, sahip olacaklarini da ilan ediyorlardi." Dinler arasi Diyalog ülkemizde son yillarda yogun sekilde gündeme gelen ve yer yer uygulamalari görülen "Dinler arasi Diyalogun" gerçekte bugünün konusu olmadigi anlasiliyor. Papa II. John Paul 1991 yilinda ilan ettigi "Kurtarici Misyon" isimli genelgede konuya açiklik getiriyor: "Dinler arasi Diyalog, Kilisenin bütün insanlari, kiliseye döndürme amaçli misyonunun bir parçasidir.. Bu misyon aslinda Mesih'i ve Incil'i bilmeyenlere ve diger dinlere mensup olanlara yöneliktir." Birçok "Dinler arasi Diyalog" toplantisina bazi yetkililerimiz katilmistir. E. Poyraz örnekler verdikten sonra su sonuca ulasiyor: "Dinler arasi diyalogun Hiristiyanligin peçeli yüzü oldugu". ünlü bir Afrika özdeyisinden yola çikarak Iomo Kenyatta söyle diyordu: "Hiristiyanlik Afrika'ya geldiginde Afrikalilarin topraklari; Hiristiyanlarin ise Indileri vardi. Hiristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua ve ibadet etmemizi ögrettiler. Gözlerimizi açtigimizda onlar bizim topraklarimizi, biz de onlarin Indilerini almistik."
Asagiya çikarilan haber 4 Ekim 2001 tarihli Hürriyet Gazetesinden alinmistir(s. 17). "Pontus özlemi "Giresun'un Bulancak ilçesi'nde yasiyorum. üç hafta kadar önce buraya Yunanistan'dan 40-50 kisilik bir grup geldi. Geldikleri otobüste "Aneton" firmasi yazisi bulunuyordu. Grupta yer alan sahislardan biri 'babalarinin mezarligini ziyaret etmek amaciyla geldiklerini, burasinin bir Yunan topragi oldugunu' söyledi.
Yanlarina gelen Bulancaklilara da fena olmayan bir Türkçe ile yasadiklari topraklarin gerçekte kendilerine ait oldugunu söylediler. Grup içerisinde, Yunanistan-Selanik bölgesi milletvekili oldugunu söyleyen Kanzolakis isimli sahis, yanindaki Yunanlilara "Atalarinin topraginda bulunmaktan dolayi çok duygulandigini, buralarda yeniden Pontus sesinin duyulacagini" söylemis, sonra da biz Bulancaklilara dönerek, "Siz farkinda degilsiniz ama siz de bizdensiniz" demistir. Yine, elindeki kamera ile çekim yapan Kanzolokis, çevresindeki sahislara "Findik tarlasinin yerinde geçmis dönemde bir kilise bulundugunu ve kilise papazinin da dedesi oldugunu, kilisenin çevresinde "
Papaz çesmesi" ve dedesine ait bir mezarin yer aldigini, bir ay içerisinde tekrar gelecegini, bu kutsal yerleri Türklere birakmayacaklarini" söylemistir. 40-50 kisilik grup, ellerindeki çikolata ve benzeri seyleri çocuklara dagitmis, gelislerinden bes gün sonra Bulancak'tan ayrilarak Samsun'a gitmislerdir. Bu kisilerin Atina'daki bir Pontus Dernegi'nin üyeleri oldugunu ögrendik. Bundan önce de ayni sekilde davranan çok sayida Yunanli ilçemize gelmisti. Ancak bu seferkiler çok ileri gitti diye düsünüyorum. Ben merak ediyorum, Türk vatandaslari Bati Trakya'ya giderek propaganda yapabiliyorlar mi? Yunanlilarin Bulancak'ta yaptigi gezi birçok kisiyi rahatsiz etti. Bunlara izin verenler, izin konusunda daha hassas davranamaz mi? (Bulancak'tan adi sakli bir okur)" Avrupa Birliginin Hiristiyan Bayragi Avrupa Birligi üyeligimizin Fener Rum Patrikligi'nin amaçlan üzerinde etkileri tartisilirken; bununla iliskili bir konu olan AB bayraginin simgesel anlami da gündeme girmis bulunuyor.
Bayrak76; bir ulusun, belli bir toplulugun veya bir kurulusun simgesi olarak kullanilir, renk ve biçimi özellestirilmistir; kumastan yapilir. Ulusal anlamda egemenlik ifade eder, kimlik isaretlidir. Avrupa Birligi de kendisini özel bir bayrakla temsil ederek egemenligini, kimligini belirlemek istemis ve bu kararini gerçeklestirmistir. Bilindigi gibi AB bayragi; lacivert zemin üzerinde, orta yerde daire seklinde dizilen yaldiz rengi (veya sari) 12 yildizdan olusuyor. AB üye sayisi degismekte, fakat bayraklarindaki yildiz sayisi degismemektedir. Halen AB üye sayisi 15 oldugu halde bayraktaki yildiz sayisi 12 olarak kalmistir. Bunun anlami;
ABD bayragindaki yildizlardan her birisinin bir eyaleti temsil etmesine benzer sekilde, AB bayragindaki yildizlardan her birinin bir üyeyi temsil etmedigidir. AB bayragi ile ilgili olarak elimizde hiçbir belge yok. Buna ragmen emin olmamiz gerekir ki; Türkiye'de tamamini hemen hemen hiç kimsenin okumadigi, fakat okumadan uymaya, uygulamaya gözü kapali istekli oldugumuz ve 120 bin sayfa oldugu söylenen AB belgeleri arasinda, bu bayrakla ilgili bir yönetmelik, karar, vb. vardir. AB bayraginin yansittigi anlamla ilgili resmi bir açiklama da bulunmuyor. Bu sebeple tartismalar sürüyor, yorumlar çesitleniyor, zenginlesiyor. Bu bölümde iki ayri yorum ele alinmaktadir. önemli olan husus su: Açiklamalar, yorumlar farkli, fakat sonuç ayni. Bütün bilgiler ve yorumlar, AB bayraginin bir hiristiyanlik simgesi oldugu noktasinda dügümleniyor. AB bayragi ile ilgili olarak daha önce; 12 yildizin Hz. Isa'nin 12 havarisini temsil ettigi yorumu yapilmis ve ayni basligi tasiyan ilk makalede asagidaki bilgiler verilmisti. "Havari" yardimci anlamina gelen Arapça bir sözcüktür ve Yunancasi Apostolos'tur. Havariler Hz.. Isa'nin, ögrencilerinin arasindan seçtigi, Incil'i yaymak ve vaaz vermekle görevlendirdigi yardimcilaridir. Hastalarla da ilgilenen Havariler ikiser ikiser görevlendiriliyorlardi. 12, Havariler için kutsal sayidir.
12 sayisini Yahudilerin 12 kabilesi ile irtibatlandiranlar da var.77 Havarilerin isimleri: Andreas, Bartholomaeus, Petrus, Yuhanna, Büyük Yakub, Matta, Filipus, Simun, Taddeus (Yahuda), Tomas, Mattias. Hz. isa'nin göge çikisindan sonra Havariler Petrus'un baskanliginda Hiristiyan toplulugun yönetimini üstlendiler. Bu bilgiler ve yorum tartisilirken internetten"The European Union (EU) Flag" baslikli78 yeni bilgilere ulasildi. Internetteki yayinci, asagiya özeti çikarilan, yer yer alintilar yapilan bilgileri vermektedir. Baslangiçta, 12 yildizin, ABD bayraginda oldugu gibi 12 üye ülkeyi temsil ettigi zannedildi. Nitekim 1986-1996 arasinda AB'nin 12 üyesi bulunuyordu. Fakat sonradan görüldü ki üye sayilari arttigi halde yildiz sayisi degismiyor.79 Protestan oldugu anlasilan Ingiliz yazar "kandirildik" diyor. 12 rakaminin bütünlügün ve mükemmelliyetin isareti oldugu (12 ay, 12 saat, Hz. Isa'nin 12 Havarisi, Jüri üyeleri, Yahudi Kabileleri (12), 12 burç) açiklaniyor. Ayni yazinin bir diger yerinde de, Mukaddes Kitap'ta Eski Ahit'te ki 12 patrik ile Yeni Ahit'teki 12 Havari veriliyor. Yazar soruyor: "AB bayragi Avrupa'nin Yahudi Hiristiyan ortak mirasini temsil ediyorsa; bu iyi birsey mi?" Daha tutarli bir yorum olarak 12 rakami "Vahiy 12-l"deki açiklamaya baglaniyor:
"Gökte ulu bir belirti görüldü. Günesi kusanmis bir kadin, ayaklarinin altinda ay, basinda 12 yildizdan bir taç." Yazar; AB bayragi sembolünün, Roma kilisesinin bu cümlelerdeki kadini Meryem Ana olarak yorumlamasina dayandigi görüsünde. Bu açiklamanin kiliselerdeki heykellere de yansidigi açiklaniyor. Meryem Ana'nin basindaki taçtan ayri olarak, geleneksel mavi pelerinin de, AB bayragina renk olarak verildigi belirtiliyor. Bayragin sekil ve renginin nasil belirlendigi hakkinda da su bilgiler veriliyor: 1955 yilinda Strasburg'ta, Konsey bayrak için seçim yaparken ARSENE HEITZ'in tasarisini yegledi. Tasari sahibi kendisini Meryem Ana'ya adamis bir kisidir.
Tasari Ahit'ten ilham almistir. AB konseyi Genel Sekreteri LEON MARCHAL da Meryem Ana hayranidir. Baskan JACK DELORS da Roma Kilisesinin sadik üyesidir. Kendi pozisyonunu yaymak için kullanmistir. Yazar bundan sonra özet olarak elestirileri siraliyor: "Eger Roma Kilisesi Meryem'i tanriça olarak göstermek isterse bunu yapmakta serbesttir. Protestanlar bu kadar yüceltmek istemiyorlar." "AB bayragi Avrupa'nin özgür uluslarina boyun egdirmeye çalisan, yabanci bir ekonomik, sosyal ve politik gücün sembolüdür. Katolik olmayanlar için gizliden gizliye empoze edilen mezheplere ait dinsel bir semboldür ve Katolikler için de kutsal sembolün yanlis kullanimidir." Ispanyol tarih profesörünün su sözleri de internetteki metne konmus:
"Artik Avrupa Bayraginin katlarinda An- nemizin, Avrupa'nin kraliçesinin gülümseyisini ve cazibesini kesfetmek bizim için zor degil." Su elestirel görüsler eklenmis: Açik ki AB bayraginin tasarimi Roma Kilisesinin Meryem imajina dayaniyor. Ingilizler için uygun degildir. çünkü "Reform" kanunlar tarafindan desteklenir ve Kraliçenin güvencesi altindadir. Diger "Reform" ülkeleri bu sembolizmin farkinda degildi. özellikle dogustan gelen haklarini AB potasi karmasasi için vermeyi (satmayi) seçtiler. AB'ne karsi olan Katolikler ise; kendi sembollerinin özellikle kullanilarak, AB'ye inandirilmaya çalisildigini söylüyorlar. Anlasiliyor ki, AB bayragi, üyeleri birlestiren degil ayiran, tartismalara sebep olan bir sembol. Biz Türkiye olarak, Türk vatandaslari olarak bu bayragin neyi temsil ettigini bilmek ihtiyacindayiz.
DSP'li, MHP'li, ANAP'li hükümet bunu açiklamak zorundadir. Kesin olan bir husus var: AB bayragi sekli ile ve rengi ile Hiristiyanlik isareti tasiyor. AB'nin bir Hiristiyan kulübü olmadigi sözünün yanlisligi anlasiliyor. Hangi dinin, hangi mezhebin, hangi anlamin, hangi egemenligin bayragi altinda toplanmaya çagrildigini bilmek, Türk toplumunun ve Türk insaninin hakkidir. Bu bayragin altina kosmaya hazir olan ve toplumu aceleye getirmeye çalisanlari kastetmiyorum. Onlar zaten her seyi biliyor, toplumun ögrenmemesine çalisiyorlar. Bütün bu bilgilerden sonra, toplumumuzu AB bayragi altina çagiran siyasal Islamcilar'a ise üzülmekten baska elimizden birsey gelmiyor. AB'yi kurtarici olarak görenler ve göstermeye çalisanlar;
AB için Atatürk'ün kendi ifadesi ile "Mukaddes" emaneti olan bagimsizligimizi, ulusal egemenligimizi AB kurumlari ile paylasmaya razi olanlar; AB bayragi hakkindaki görüslerini de topluma açiklamalilar. Yapabilirler mi? III. BÖLÜM GÜMRÜK BİRLİĞİMİ; SÖMÜRGE ANLAŞMASI MI ? "Gümrük Birliği veya Sömürge Anlaşması" başlıklı Ek-F'deki makale Ocak 1995'te yayımlanmıştır. Bu tarihte anlaşma (metindeki ismi ile Karar) imzalanmış fakat henüz yürürlüğe girmemişti. Anlaşmanın yürürlüğe girişi 1Ocak 1996'dır. Aradan geçen zaman makaledeki görüşleri doğrulamıştır. Gümrük Birliği anlaşmasının en zayıf halkası, hatta en üzücü yanı Türkiye'nin kendi dışında, temsilcimizin olmadığı yerlerde alınan kararlara uyma zorunluluğudur. Gümrük Birliği "Serbest Ticaret Bölgesi"nden daha ileri, "Orta Pazar"dan daha kısıtlı bir uygulamadır. Gümrük Birliğinin işlemesi; ortak gümrük tarifesi tesbiti, konuyu ilgilendiren yasaların yapılmasında işbirliği, üçüncü ülkelerle yapılacak ticaret anlaşmalarında birlikte çalışma ile mümkündür.
Türkiye - AB Gümrük Birliği anlaşmasında bu unsurları göremiyoruz. Bu sebeple konu başlığı "Gümrük Birliği mi; Sömürge Anlaşması mı?" olarak seçilmiş ve konmuştur. Benzer bir anlaşmayı Türkiye'den başka hiçbir ülke imzalamamıştır. Böyle bir anlaşma için başvuran, istekte bulunan ülke olduğunu en azından ben bilmiyorum; sorduğum ilgililerden de olumlu yanıt almadım. Tam üye olacak ülkelere üye olmadan önce, gümrük birliğinin sebep olacağı kayıpları karşılamak ve altyapılarını hazırlamak için yardım yapıldığı halde, Türkiye'ye böyle bir yardım da yapılmamıştır. Anlaşma (Karar ) İle İlgili Bazı Hükümler: Türkiye'nin AB üyeleri dışında kalan ülkelerle olan ilişkileri (Türk Dünyası dahil) 3'üncü madde ile kısıtlanmaktadır. 3'ilncü Md. ile; Türkiye'de dolaşımda bulunan üçüncü ülke çıkışlı ürünlere; işlemi tamamlanmamış gümrükteki üçüncü ülke ürünlerine anlaşma hükümleri uygulanmıştır. 4'üncü Md. ile, ithalat ve ihracattan alınan gümrük vergileri ile, mali nitelikli gümrük vergileri kapsam içine alınmıştır. 8'inci Md. ile, 5 yıl içinde (31 Aralık 2000'de dolmuştur.) teknik engellerin kaldırılması konusundaki araçları, Türkiye kendi iç yasal düzenlemelerine dahil edecektir. 12'inci Md. şöyledir:
"Bu kararın yürürlüğe giriş tarihinden itibaren (l Ocak 1996) Türkiye, Topluluk üyesi olmayan ülkelere, topluluğun aşağıdaki yönetmeliklerle belirlenen ticaret politikasına büyük ölçüde benzeyen hükümleri ve uygulayıcı tedbirleri uygulamaya koyacaktır." Bu maddenin altında uymayı kabul ettiğimiz 14 adet Konsey, Komisyon yönetmeliği sıralanıyor. Türkiye yazılmasına katılmadığı, neleri içerdikleri konusunda yaygın bilgi sahibi olunmayan yönetmelikleri uygulamayı kabul etmiştir. "Türkiye tekstil ve hazır giyim ticareti ile ilgili anlaşmalar ve düzenlemeler de dahil olmak üzere, tekstil sektöründe topluluğun ticaret politikası ile önemli ölçüde benzerlik gösteren politikaları uygulayacaktır." 13'üncü Md. ile; Türkiye'nin, topluluk üyesi olmayan ülkelerle "Ortak Gümrük Tarifesine" uygun olarak uyum sağlaması istenmektedir. 14'üncü Md. ye göre; Ortak Gümrük Tarifesinde yapılacak (Ortak Gümrük Tarifesinin tâdil edilmesi, vergilerin askıya alınması veya tekrar konması, tarife kotaları, tarife tavanları) değişiklik ve kararlardan makul bir süre önce Türkiye haberdar edilecektir. Türkiye'ye hiçbirşey sorulmuyor, görüşü alınmıyor, AB yapıyor, sonuçlandırıyor, uygulaması için Türkiye'ye tebliğ ediyor. Bu bir sömürge uygulaması değil mi? Bu ağır müstemleke davranışını hafifletiyor görünmek için, gerçekte hiçbir uygulama gücü olmayan şu hüküm konmuş:
"Bu amaçla, Gümrük Birliği Ortak Komitesinde öndanışmalarda bulunulur." Danışmada bulunur mu, bulunmaz mı; bulunsa ne olacak ki? Değiştirecekler mi? Gümrük Birliği Ortaklık Komitesinin AB birimleri (Konsey, Komisyon...) üzerinde hiçbir yaptırım gücü bulunmuyor. Bu sebeple AB'ye itaat etmekten başka şansımız yok. Bu hükümlerle, bağımsızlığımız ve egemenliğimiz ağır şekilde yara almıştır. 15'inci Md.: "Türkiye bu kararın yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıl içinde, ticaret politikasını aşamalı olarak topluluğun ticaret politikasına uyumlu hale getirecek biçimde, topluluğun tercihli gümrük rejimine uyum sağlayacaktır. Bu uyum, hem otonom rejim, hem de üçüncü ülkelerle tercihli anlaşmaları kapsayacaktır." Üçüncü ülkelerle, Türkiye'nin katılımı, katkısı, hatta bilgisi olmadan, AB'nin yaptığı tercihli anlaşmalara da Türkiye uyacaktır. Bu Türkiye'yi bağımlı (tâbi) bir duruma sokmuyor mu? İlaveten, Ortaklık Konseyi'ne jandarmalık görevi veriliyor: "Ortaklık Konseyi, kaydedilen gelişmeleri düzenli olarak gözden geçirecektir." Gümrük Birliği Kararının diğer maddelerinde de Türkiye'yi bağlayan,
Türkiye'nin uymak zorunda olduğu birçok yönetmelik sıralanıyor: (26'ncı Md. 8 yönetmeliğe atıf yapıyor.) 32'nd Md. belli kuruluşların ve ürünlerin kaynak tahsisi sureti ile desteklenmesini sakıncalı bulmakta ve gümrük birliği ile uyumlu olan ve olmayan alanları saymaktadır. Bu maddede Almanya'nın birleşmesi sonucu bazı bölgelerine verilen yardımları süresiz olarak istisnaya tabi tutarken Türkiye'ye kısıtlamalar getirilmektedir. 37'nci Md. de Türkiye tarafından birçok yasanın süre sınırlaması da getirilerek değiştirilmesi istenmektedir. Anayasamızın 90'mcı Md. 4'üncü paragraftaki hükme göre yasa değişikliğini gerektiren her türlü anlaşmayı "TBMM'nin bir kanunla uygun bulması" gerekir. Gümrük Birliği anlaşması hakkında Anayasa'nın bu hükmü uygulanmamıştır. Anayasa atlanmıştır. Gümrük Birliği anlaşmasının geçerliliği şüphelidir. 42'nci Md. de;
Türkiye'deki koruma tedbirlerine karşı önlemler alınabileceği, buna karşılık anti-damping tedbirlerinin uygulanması konusunda Katma Protokolle (47'nci Md) getirilen usullerin yürürlükte kalacağı belirtiliyor. 53'üncü Md. aynen şöyle: "Avrupa Komisyonunca Gümrük Birliği'nin işleyişi ile doğrudan ilgili alanlarda yeni bir mevzuat hazırlandığında ve bu mevzuat hakkında Avrupa Topluluğu üye devletleri uzmanlarına danışıldığında Komisyon gayrı resmî olarak Türk uzmanlarına da danışır." Gümrük Birliği kurulduğu için; AB içinde Gümrük Birliği'nin işleyişi ile doğrudan ilgili alanlarda yapılacak her değişiklik Türkiye'yi doğrudan etkiler, ulusal çıkarlarımızla doğrudan ilgilidir. Buna rağmen benzer durumlarda, resmen dahi değil, gayrı resmî olarak Türk hükümetine değil, sadece Türk uzmanlarına danışılması yalnız haksızlık değil, kendi açımızdan büyük bir skandaldir. Okurken ulusal onurumun zedelendiğini derinden hissettim. 54-58'inci Md.lerde belirlenen istişare yollarında
Türk tarafının yaptırım gücü olan hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Uyuşmazlıkların çözümü (Md. 59-60) ve korunma tedbirleri (Md 61-62) ile ilgili hükümler de sadece AB yararları düşünülerek hazırlanmıştır. Gümrük Birliği Anlaşması (Kararı) niçin imzalandı? Gümrük Birliği Uygulama Sonuçları Türkiye-AB Arasında Gümrük Birliğini Tesis Eden 1195 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı (Gümrük Birliği anlaşması) yürürlüğe girdikten sonra karşılaşılan sorunların ayrıntıları hakkında fazla bilgi edinemiyoruz. Üçüncü ülkelerle olan ticarî ilişkilerde sorunlar yaşandığı; AB ile ticarette gittikçe artan açıklar verdiğimiz dışarıya yansıyor. ABD'nin AB'ye tanıdığı ticarî ayrıcalıklardan Türkiye yararlandırılmıyor. Kuzey Afrika ülkeleri ile yapılan anlaşmalardan yararlanmamızın baskılarla önlendiği yayınlarda dile getirilmektedir. Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra AB-Türkiye arasındaki dış ticaret ilginç bir gelişme göstermiştir. Türkiye - AB dış ticaret açığı
Türkiye aleyhine 1990 yılında 2,435 milyon dolarken, Gümrük Birliği Anlaşmasının yürürlüğe girdiği 1996 yılında 5,793 milyar dolara, 1998 yılında 10,774 milyar dolara fırlamıştır. Sadece üç yıllık artış 33.493 milyar dolar.81 1996- 2000 açığı 54 milyar dolardır. 2001 yılı sonunda açığın 60 milyarı geçeceği değerlendiriliyor. 9 Temmuz 2001 TRT 2 saat 18.00 programında şu bilgiler verilmiştir: 1992-1995 arası ile 1996-1999 Gümrük Birliği dönemi karşılaştırması: AB'ye ihracatımız; % 9'dan % 6.5'a düşmüştür. İhracatın ithalatı karşılama oranı: % 70'den % 55'e düşmüştür. İthalatımızdaki tüketim mallan oranı % 6'dan % 9-10'a çıkmıştır.
Türkiye'ye yabancı sermaye girişi azalmıştır, Çok ciddi gelişme eğilimi ile karşı karşıyayız. Üçüncü Ülkelerle Kurulan Ortaklıklar AB, Türkiye dışındaki üçüncü ülkelerle değişik türlerde ilişkiler kuruyor: Ortaklık anlaşmaları; tercihli ticaret anlaşmaları; ticaret ve işbirliği anlaşmaları... Bazı Kuzey Avrupa ülkelerinin kurdukları EFTA; Kanada, ABD ve Meksika'nın oluşturduğu NAFTA; Güney Amerika ülkelerinin kurdukları MERCOSUR (ilk ismi LAFTA) Serbest Ticaret anlamına uygundur. Bu anlaşmalarda, belirli mallarda gümrük tarifeleri ve miktar kısıtlamaları (Kota) kaldırılır; ancak üçüncü ülkelere karşı bağımsız hareket eder, kendi dış ticaret politikalarını uygularlar. Türkiye örneğindeki gümrük birliği anlaşmasının tek olduğuna değinilmişti.
Doç. Dr. A. Fındıkçı şu değerlendirmeyi yapıyor82: "AB'nin Ortaklık politikası, AB-Türkiye Dış Ticaret verileri ve malî işbirliği ile ilgili ortaklığın hazırlık, geçiş ve son dönemi yakından analiz edildiğinde hemen görülecektir ki, Türkiye örneğinde her haliyle iflas etmiştir. İflas eden bu politikanın temelinde AB'nin üçüncü ülkelere yönelik izlediği ortaklık ve dış ticaret politikaları yatmaktadır." Yazar diğer üçüncü ülkelere verilen tavizler sonucunda "Türkiye'nin 1963'te başlattığı Ortaklık ilişkisi de cazip olmaktan çıkmış oldu. 60'h yıllarda AET tercihli rejim piramidinin tepesinde olan
Türkiye 70'li yılların ilk yarısından sonra bu piramidin en alt sıralarına kaydırıldı." diyor. Yazar şu değerlendirmeyi de yapıyor: "AET Ortaklık politikası Türkiye'yi kendi bölgesindeki ülkelerle ticarî ilişkiler geliştirmede ve bu ülkelerle yakın işbirliğine gitmesini büyük ölçüde engellemiştir." Yazar aynı metin içinde ilginç başka tesbitler de açıklıyor: "Bu anlaşmaların amacı anlaşmaya taraf olan ülkeleri, AET'nin hem politik hem de ekonomik ve ticarî etki alanını genişletmektir." Bu anlaşmalarla eski sömürgelerin tekrar bağımlı hale getirildiği açıklandıktan sonra sayıları 100'e ulaşan ülke ile ikili anlaşma yapıldığı belirtiliyor. Anlaşmalara aykırı olarak AB Türk Tekstil ürünlerine kısıtlamalar uyguluyor. " "AB'nin bu programlar çerçevesinde, Türkiye'nin ' güneydoğusunda "HADEP" adlı partinin belediye başkanlığını kazandığı yerlere malî yardımda bulunması, sağlıklı düşünebilen her insanın aklına doğal olarak, niçin sadece güneydoğu, niçin sadece
"HADEP" sorusunu getirmektedir.84" Bu sorulara yalnız, AB üyeliğimize yandaş olanlar ve
erzurumlu25- .::Tengri::.
-
Yaş : 45
Cinsiyet :
Nerden : Erzurum
Lakap : Vatan delisi
Doğum Tarihi : 22/04/79
İletiler: : 757
Üyelik Tarihi : 29/12/09
Similar topics
» Avrupa Birliğine neden hayır.. Jeopolitik Yaklaşım
» Neden Mi 'HAYIR'?
» Neden hayır yazdım
» Neden Türk Birliği Değil de Avrupa Birliği
» Türkler neden cahil? Bilim neden gelişmiyor Türkiye'de?
» Neden Mi 'HAYIR'?
» Neden hayır yazdım
» Neden Türk Birliği Değil de Avrupa Birliği
» Türkler neden cahil? Bilim neden gelişmiyor Türkiye'de?
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz