Gelen vuruyor giden vuruyor... Dışişleri bekliyor!..
1 sayfadaki 1 sayfası
Gelen vuruyor giden vuruyor... Dışişleri bekliyor!..
AKP iktidarı ve onun Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından yürütülen stratejik çukurluk yüzünden şamar oğlanına döndük!.. Kars’ın Arpaçay ilçesinde yaylada koyununun peşine düşen Türk çoban birazcık sınırı geçti diye Ermeni askerler tarafından sırtından vurularak öldürüldü. Attığı zaman mangalda kül bırakmayan Tayyip Erdoğan ve Hükümeti ne yaptı?..
Dışişleri Bakanlığı’ndan kısacık bir yazılı kınama açıklaması..
Aman ha!..
Ermeni açılımı da zeval görmesin!..
Dışişleri Bakanlığı’na “başka bir girişim olacak mı” diye sordum. Verilen cevaplar;
“Ne tür bir müdahale kastınız? Ermenistan’la ilgili gerekli girişimler yapılıyor dedik zaten. Bu konudaki görüşlerimiz ve bilgi talebimiz Ermeni makamlarına iletiliyor. Orada Büyükelçiliğimiz olmadığı için bizim Tiflis Büyükelçiliğimizden bu tür temasları yürütürüz. Tiflis Büyükelçiliğinde bu çerçevede gerekli girişimleri yapıyor.”
“Gerekli girişimler nedir?”
“Nota gönderirken işte olayı anlatıyoruz, olaydan duyduğumuz üzüntüyü iletiyoruz, kınadığımızı belirtiyoruz ve bu olayın nasıl gerçekleştiğine ilişkin bilgi talep ediyoruz. Ki onların vereceği bilgiye göre tekrardan ne yapılacağı karar verilecek.”
Bir cevap geldi mi?
“Bugün (dün) nota iletiliyordur. Verilecek cevaba göre tekrardan ne yapılacağına bakacağız”
Gördünüz mü?.. Strateji deposu Dışişleri Bakanlığımızı!..
Yılın büyük bir bölümünde bölgeyi karış karış gezerek vatandaşlarla birlikte olan MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan’dan değerlendirme istedim. Sinmişliğe büyük tepki gösterdi. Oğan, “Son dönemlerde Türk vatandaşlarının canının kıymeti emin olun kalmamış. Suriyeli vuruyor, Irak’tan vuruyor, PKK’lı vuruyor, Ermeni vuruyor, gelen vuruyor giden vuruyor. Bu da Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerinde caydırıcılık unsurunun ne kadar zayıf olduğunu, komşularının ve bölgenin nezdinde Türkiye’nin kıymetiharbiyesinin ne düzeyde olduğunu gösteriyor” dedi.
Sinan Oğan, bir bölge gerçeğine dikkat çekti;
“Biliyorsunuz Ermenistan sınırında hayvanlar zaman zaman karşılıklı geçerler. Orada köyün ortasından sınır geçmiş mesela. Ben daha, önceki gün geldim. Ermenistan sınırının dibinden karayolu geçiyor. Zaten Iğdır, Ermenistan’ın hemen yanı başında. Oradaydık, karşı köyü görebiliyorsunuz. Hal böyle olunca da bu tür hadiseler bölgede sürekli oluyor. Bu tür hadiseler dediğim hayvan geçişleri oluyor. Çoban hayvan otlatırken karşı tarafa geçebiliyor. Karşıdan bu tarafa geçiyor ama böyle kurşunla çobanı sırtından vurmak tamamıyla ve tamamıyla kasıttır. Bunu iyi niyetle, güvenlikle açıklamak mümkün değildir. Dolayısıyla Ermenistan’a çok sert bir cevap verilmelidir. Öyle yazılı kınama ile geçiştirilecek bir hadise değil.”
Ermeni vahşetine başka örnekler de verdi Oğan;
“Ermenistan son dönemlerde Azerbaycan sınırında da benzer şeyler yapıyor. Düşünebiliyor musunuz?.. Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki küçük bir akarsuda bir oyuncak bebeğin içerisine bomba konuyor, biliyor ki o suyun kenarında oynayan çocuklar o bebeği alacak ve bebekle oynayacak. Maalesef bu şekilde de oluyor. Çocuklar bebeği alıp oynarken bomba patlıyor ve çocuklar hayatını kaybediyor. Bunun insanlıkla, komşulukla hiçbir ilgisi alakası yok. Çoban meselesi de aynı şekilde. Hayvanlar karşılıklı geçiyor. En fazla havaya ateş edersiniz ve orada herkes o çobanları tanıyor aslında. Bölgede askerlik yapanlar bunu bilir. Bölge askerleri bölgede kimin çoban olduğunu biliyor, çünkü hemen yanı başında o çoban aylardır orada çobanlık yapıyor. Bu iyi niyetli bir komşuluk ilişkisi değil. Bu tamamen öldürmek kastı ile yapılmış bir harekettir ve bunun mutlaka ve mutlaka hesabı sorulmalıdır.”
Niye bu hallere düştüğümüzün açıklaması da Sinan Oğan’ın şu cümlelerinde yerini buldu;
“AKP hükümetinin yönettiği Türkiye’nin bölgede bir ağırlığı kalmamış. Suriyeli vuruyor, uçağımız düşüyor, İsrailli vuruyor, İranlısı vuruyor, Ermenisi vuruyor, Gürcüsü vuruyor, Yunanlısı vuruyor, hepsi vuruyor. Gürcistan bizim verdiğimiz hücumbotlarla bizim gemilere el koyuyor. Bizim hibe ettiğimiz hücumbotlarla. Türkiye’nin bölgedeki en önemli özelliği caydırıcılık unsurunun olmasıydı. ’E, tabii’diyeceksiniz; şimdi kim caydırıcı olur, asker, ordu. O ordunun itibarını beş paralık etmiş bir hükümet, o ordunun caydırıcılık unsuru olarak görev yapmasını bekler misiniz? Hükümet kendisi orduyu PKK’ya, İsrail’e yem etmiş. Kendi 9 tane vatandaşını İsrail’e yem etmiş bir hükümetten caydırıcılık unsurunu beklemek abesle iştigaldir.”
Ermenistan’a cılız açıklama yapılmasının sebebinin Ermeni açılımından kaynaklanıp kaynaklanmadığını da sordum Oğan’a;
“Kesinlikle budur. Tayyip Erdoğan, PKK cami yaktı gıkını bile çıkaramadı. Niye, aman bebek katili rahatsız olur, aman Kandil rahatsız olur, aman açılımcılar rahatsız olur diye. Maalesef bu açılım süreçleri Türkiye’yi bu hale soktu. Ermeni açılımı zarar görmesin diye cılız bir açıklama ile bu geçiştirildi. Sayın Ahmet Davutoğlu’nu ben göreve çağırıyorum. Ahmet Davutoğlu’nun görevi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yurt dışında güvenliğini de aynı zamanda sağlamaktır. Ama Ahmet Davutoğlu bunun dışında her işle meşgul. Bir tek dış politika ile meşgul değil.”
Ahmet TAKAN
Dışişleri Bakanlığı’ndan kısacık bir yazılı kınama açıklaması..
Aman ha!..
Ermeni açılımı da zeval görmesin!..
Dışişleri Bakanlığı’na “başka bir girişim olacak mı” diye sordum. Verilen cevaplar;
“Ne tür bir müdahale kastınız? Ermenistan’la ilgili gerekli girişimler yapılıyor dedik zaten. Bu konudaki görüşlerimiz ve bilgi talebimiz Ermeni makamlarına iletiliyor. Orada Büyükelçiliğimiz olmadığı için bizim Tiflis Büyükelçiliğimizden bu tür temasları yürütürüz. Tiflis Büyükelçiliğinde bu çerçevede gerekli girişimleri yapıyor.”
“Gerekli girişimler nedir?”
“Nota gönderirken işte olayı anlatıyoruz, olaydan duyduğumuz üzüntüyü iletiyoruz, kınadığımızı belirtiyoruz ve bu olayın nasıl gerçekleştiğine ilişkin bilgi talep ediyoruz. Ki onların vereceği bilgiye göre tekrardan ne yapılacağı karar verilecek.”
Bir cevap geldi mi?
“Bugün (dün) nota iletiliyordur. Verilecek cevaba göre tekrardan ne yapılacağına bakacağız”
Gördünüz mü?.. Strateji deposu Dışişleri Bakanlığımızı!..
Yılın büyük bir bölümünde bölgeyi karış karış gezerek vatandaşlarla birlikte olan MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan’dan değerlendirme istedim. Sinmişliğe büyük tepki gösterdi. Oğan, “Son dönemlerde Türk vatandaşlarının canının kıymeti emin olun kalmamış. Suriyeli vuruyor, Irak’tan vuruyor, PKK’lı vuruyor, Ermeni vuruyor, gelen vuruyor giden vuruyor. Bu da Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerinde caydırıcılık unsurunun ne kadar zayıf olduğunu, komşularının ve bölgenin nezdinde Türkiye’nin kıymetiharbiyesinin ne düzeyde olduğunu gösteriyor” dedi.
Sinan Oğan, bir bölge gerçeğine dikkat çekti;
“Biliyorsunuz Ermenistan sınırında hayvanlar zaman zaman karşılıklı geçerler. Orada köyün ortasından sınır geçmiş mesela. Ben daha, önceki gün geldim. Ermenistan sınırının dibinden karayolu geçiyor. Zaten Iğdır, Ermenistan’ın hemen yanı başında. Oradaydık, karşı köyü görebiliyorsunuz. Hal böyle olunca da bu tür hadiseler bölgede sürekli oluyor. Bu tür hadiseler dediğim hayvan geçişleri oluyor. Çoban hayvan otlatırken karşı tarafa geçebiliyor. Karşıdan bu tarafa geçiyor ama böyle kurşunla çobanı sırtından vurmak tamamıyla ve tamamıyla kasıttır. Bunu iyi niyetle, güvenlikle açıklamak mümkün değildir. Dolayısıyla Ermenistan’a çok sert bir cevap verilmelidir. Öyle yazılı kınama ile geçiştirilecek bir hadise değil.”
Ermeni vahşetine başka örnekler de verdi Oğan;
“Ermenistan son dönemlerde Azerbaycan sınırında da benzer şeyler yapıyor. Düşünebiliyor musunuz?.. Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki küçük bir akarsuda bir oyuncak bebeğin içerisine bomba konuyor, biliyor ki o suyun kenarında oynayan çocuklar o bebeği alacak ve bebekle oynayacak. Maalesef bu şekilde de oluyor. Çocuklar bebeği alıp oynarken bomba patlıyor ve çocuklar hayatını kaybediyor. Bunun insanlıkla, komşulukla hiçbir ilgisi alakası yok. Çoban meselesi de aynı şekilde. Hayvanlar karşılıklı geçiyor. En fazla havaya ateş edersiniz ve orada herkes o çobanları tanıyor aslında. Bölgede askerlik yapanlar bunu bilir. Bölge askerleri bölgede kimin çoban olduğunu biliyor, çünkü hemen yanı başında o çoban aylardır orada çobanlık yapıyor. Bu iyi niyetli bir komşuluk ilişkisi değil. Bu tamamen öldürmek kastı ile yapılmış bir harekettir ve bunun mutlaka ve mutlaka hesabı sorulmalıdır.”
Niye bu hallere düştüğümüzün açıklaması da Sinan Oğan’ın şu cümlelerinde yerini buldu;
“AKP hükümetinin yönettiği Türkiye’nin bölgede bir ağırlığı kalmamış. Suriyeli vuruyor, uçağımız düşüyor, İsrailli vuruyor, İranlısı vuruyor, Ermenisi vuruyor, Gürcüsü vuruyor, Yunanlısı vuruyor, hepsi vuruyor. Gürcistan bizim verdiğimiz hücumbotlarla bizim gemilere el koyuyor. Bizim hibe ettiğimiz hücumbotlarla. Türkiye’nin bölgedeki en önemli özelliği caydırıcılık unsurunun olmasıydı. ’E, tabii’diyeceksiniz; şimdi kim caydırıcı olur, asker, ordu. O ordunun itibarını beş paralık etmiş bir hükümet, o ordunun caydırıcılık unsuru olarak görev yapmasını bekler misiniz? Hükümet kendisi orduyu PKK’ya, İsrail’e yem etmiş. Kendi 9 tane vatandaşını İsrail’e yem etmiş bir hükümetten caydırıcılık unsurunu beklemek abesle iştigaldir.”
Ermenistan’a cılız açıklama yapılmasının sebebinin Ermeni açılımından kaynaklanıp kaynaklanmadığını da sordum Oğan’a;
“Kesinlikle budur. Tayyip Erdoğan, PKK cami yaktı gıkını bile çıkaramadı. Niye, aman bebek katili rahatsız olur, aman Kandil rahatsız olur, aman açılımcılar rahatsız olur diye. Maalesef bu açılım süreçleri Türkiye’yi bu hale soktu. Ermeni açılımı zarar görmesin diye cılız bir açıklama ile bu geçiştirildi. Sayın Ahmet Davutoğlu’nu ben göreve çağırıyorum. Ahmet Davutoğlu’nun görevi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yurt dışında güvenliğini de aynı zamanda sağlamaktır. Ama Ahmet Davutoğlu bunun dışında her işle meşgul. Bir tek dış politika ile meşgul değil.”
Ahmet TAKAN
AKP’nin bataklığından nasıl çıkılacak?
Davranışlarıyla eşleştirildiğinde kendisiyle çelişen, kendini Türkiye’nin doğusunda inkâr eden, batısında egemen gören bir hükümet var Türkiye’de. Fotoğrafın bütününe iyi bakın lütfen. Ülkenin doğusunda PKK tarafından günübirlik tehdit edilen, azarlanan, bizzat kendisine meydan okunduğu halde sesini çıkaramayan korkak, sinik, edilgen, yapılanları görmezden gelen, bir o kadar da mülayim bir hükümet ve uygulamaları var. Ülkenin batısındaysa, tam tersine meydan okuyan, sokak hareketlerine sert davranan, kırıp dökmeyi maharet olarak gören ceberut; komşuyu komşuya şikâyet ettirmekten tutun da mahkemelik olmalarını öneren, dolayısı ile birini ötekine kışkırtan, vatandaşıyla mahkemelik olan bir hükümet var.
Tarihin önümüze koyduğu en büyük garabet işte bu olmalı. Ne talihsiz toplum ve bir ülkeyiz. Ne talihsiz bir devletiz.
Asırlardır meydan okuduğumuz, kıtaları yönettiğimiz, her zaman ve daima büyük kalıp, büyük kalmak için mücadele verdiğimiz koca tarihsel geçmişe bakınız bir de başımıza gelen şu felakete göz atınız lütfen. Sanki büyük Selçuklu, Gazneli, Timur Devleti ve asırları yöneten Osmanlı biz değildik. Sayıları binlere milyonları varan ırkları, dinleri, dilleri biz yönetmedik. Sanki biz küçük bir çadırdan gele gele Anadolu’ya ulaşmış, basit göçebe bir toplumuz. Sanki biz, cihan hâkimiyeti kuramamışız da, küçük Arap bedevi toplumları gibi tarihin kıyısında köşesinde kalmışız. Sanki biz un ufak olmuş bir geçmişin, küçük kırıntılarıyız. Sanki biz tam da “yok oldular” sandıkları bir dönemde destanlar yazarak Büyük kurtuluş savaşıyla “hayır ölmedik, işte ayaktayız dememişiz.”
Şu talihsizliğimize bakın.
Cumhuriyeti kurmuş, demokrasiye geçmiş, liberal Pazar ekonomisinde önemli ilerlemeler kaydetmiş ve siyasal süreçte darbelerle siyasetin önü kesilse de yeniden toparlanmış, özgürlükleri benimsemiş, milletleşmeyi çoğu alanlarda başarmış bir ülke ve toplumu iken ansızın ortaya çıkan 28 Şubat darbesiyle, tümden makas değiştirmiş, ardından bu sosyal parçalanmanın beraberinde getirdiği kaostan Tayyip Erdoğan üretmişiz.
Erdoğan dönemiyle 12 yılda, demokrasi adına kazandık sananların aksine, ötekileşmeye evrilerek kaybetmişiz. Türkiye, Erdoğan dönemiyle, milli ekonomik kaynaklarda yabancılaşmayı, sanayide yüzde 3,5’larla neredeyse duraklamayı, paralel kalkınma hızıyla neredeyse debelenmeyi ve dolayısı ile istihdam açığının artmasını, finans politikaları ile bankaları olabildiğinden fazla büyütmeyi öne çıkarmış en nihayetinde toplumun genel çoğunluğuna çeşitli başlıklar altında karşılıksız para dağıtarak tepkileri azaltmayı sağlayarak bugüne gelmiştir.
Artık gerileme süreci başlamış, Türkiye, 12 yılda sadece ekonomik kaynaklarını yabancılaştırmamış, aynı zamanda tarımın, sanayinin ve yatırım sektörlerinin gerilemesine varan bir yol izlemiştir. Büyük sanayi hamlelerini hiç düşünmemiş, ağır sanayi asla söz konusu olmamıştır.
Dış politika bir hezimete dönüşmüştür. Tüm kırmızı çizgilerini kaybetmiş, lider ülke olacağım ederken PKK’nın pazarlık ettiği, tehdit savurup yönettiği ülke durumuna getirilmiştir. Türkiye’yi parti devletine çeviren, mahkemeleri, hukuksal yapıyı bu anlamda tartışmaların odağına oturtan, bir polis devleti olmaya yönelik olarak yeni düzenlemeler yapan gelişmeler ise yıkımın ayrı bir boyutudur. İktidar çevrelerinin iddia ettiklerinin aksine demokrasi gelişmedi. El değiştirilmesi istendi ve AK Parti’nin tek parti olma hevesine mağlup edildi.
Demokrasinin ön koşullarından biri hür basının varlığıdır. Bu açıdan genel tabloya bakıldığında her şey ortadadır. Gazeteciler yazdıkları kitaplardan hapiste, gazeteler, iktidar yandaşı sayılan patronlara ihalesiz satılmaktadır.
Tarihi yazan ve yazdıran, kıtaları yöneten bir devlet ve toplumumuz, AK Parti iktidarıyla bir zamanlar yönettiği tüm Orta Doğu toplumları ile kavgalı hale getirildi. AKP, Irak devleti yerine, Barzani yönetimiyle, Suriye devleti yerine bölücü PYD terör örgütüyle, Mısır devleti yerine Mursi ve İhvan örgütüyle, Filistin Devleti yerine Hamas’la Türkiye’yi ilişkilendirerek bu ülkelerin toplumlarıyla düşman yapmıştır.
AKP iktidarı ve ona danışmanlık yapanların tamamı, içe kapanan, AKP tek particiliğine dayalı, toplumun bir kısmını kucaklayan, ideolojik örgütlerin esir aldığı oligarşik bir yönetim yaratmışlardır. Türkiye AKP’nin bataklığından nasıl kurtulacak?
Ahmet GÜRSOY
Tarihin önümüze koyduğu en büyük garabet işte bu olmalı. Ne talihsiz toplum ve bir ülkeyiz. Ne talihsiz bir devletiz.
Asırlardır meydan okuduğumuz, kıtaları yönettiğimiz, her zaman ve daima büyük kalıp, büyük kalmak için mücadele verdiğimiz koca tarihsel geçmişe bakınız bir de başımıza gelen şu felakete göz atınız lütfen. Sanki büyük Selçuklu, Gazneli, Timur Devleti ve asırları yöneten Osmanlı biz değildik. Sayıları binlere milyonları varan ırkları, dinleri, dilleri biz yönetmedik. Sanki biz küçük bir çadırdan gele gele Anadolu’ya ulaşmış, basit göçebe bir toplumuz. Sanki biz, cihan hâkimiyeti kuramamışız da, küçük Arap bedevi toplumları gibi tarihin kıyısında köşesinde kalmışız. Sanki biz un ufak olmuş bir geçmişin, küçük kırıntılarıyız. Sanki biz tam da “yok oldular” sandıkları bir dönemde destanlar yazarak Büyük kurtuluş savaşıyla “hayır ölmedik, işte ayaktayız dememişiz.”
Şu talihsizliğimize bakın.
Cumhuriyeti kurmuş, demokrasiye geçmiş, liberal Pazar ekonomisinde önemli ilerlemeler kaydetmiş ve siyasal süreçte darbelerle siyasetin önü kesilse de yeniden toparlanmış, özgürlükleri benimsemiş, milletleşmeyi çoğu alanlarda başarmış bir ülke ve toplumu iken ansızın ortaya çıkan 28 Şubat darbesiyle, tümden makas değiştirmiş, ardından bu sosyal parçalanmanın beraberinde getirdiği kaostan Tayyip Erdoğan üretmişiz.
Erdoğan dönemiyle 12 yılda, demokrasi adına kazandık sananların aksine, ötekileşmeye evrilerek kaybetmişiz. Türkiye, Erdoğan dönemiyle, milli ekonomik kaynaklarda yabancılaşmayı, sanayide yüzde 3,5’larla neredeyse duraklamayı, paralel kalkınma hızıyla neredeyse debelenmeyi ve dolayısı ile istihdam açığının artmasını, finans politikaları ile bankaları olabildiğinden fazla büyütmeyi öne çıkarmış en nihayetinde toplumun genel çoğunluğuna çeşitli başlıklar altında karşılıksız para dağıtarak tepkileri azaltmayı sağlayarak bugüne gelmiştir.
Artık gerileme süreci başlamış, Türkiye, 12 yılda sadece ekonomik kaynaklarını yabancılaştırmamış, aynı zamanda tarımın, sanayinin ve yatırım sektörlerinin gerilemesine varan bir yol izlemiştir. Büyük sanayi hamlelerini hiç düşünmemiş, ağır sanayi asla söz konusu olmamıştır.
Dış politika bir hezimete dönüşmüştür. Tüm kırmızı çizgilerini kaybetmiş, lider ülke olacağım ederken PKK’nın pazarlık ettiği, tehdit savurup yönettiği ülke durumuna getirilmiştir. Türkiye’yi parti devletine çeviren, mahkemeleri, hukuksal yapıyı bu anlamda tartışmaların odağına oturtan, bir polis devleti olmaya yönelik olarak yeni düzenlemeler yapan gelişmeler ise yıkımın ayrı bir boyutudur. İktidar çevrelerinin iddia ettiklerinin aksine demokrasi gelişmedi. El değiştirilmesi istendi ve AK Parti’nin tek parti olma hevesine mağlup edildi.
Demokrasinin ön koşullarından biri hür basının varlığıdır. Bu açıdan genel tabloya bakıldığında her şey ortadadır. Gazeteciler yazdıkları kitaplardan hapiste, gazeteler, iktidar yandaşı sayılan patronlara ihalesiz satılmaktadır.
Tarihi yazan ve yazdıran, kıtaları yöneten bir devlet ve toplumumuz, AK Parti iktidarıyla bir zamanlar yönettiği tüm Orta Doğu toplumları ile kavgalı hale getirildi. AKP, Irak devleti yerine, Barzani yönetimiyle, Suriye devleti yerine bölücü PYD terör örgütüyle, Mısır devleti yerine Mursi ve İhvan örgütüyle, Filistin Devleti yerine Hamas’la Türkiye’yi ilişkilendirerek bu ülkelerin toplumlarıyla düşman yapmıştır.
AKP iktidarı ve ona danışmanlık yapanların tamamı, içe kapanan, AKP tek particiliğine dayalı, toplumun bir kısmını kucaklayan, ideolojik örgütlerin esir aldığı oligarşik bir yönetim yaratmışlardır. Türkiye AKP’nin bataklığından nasıl kurtulacak?
Ahmet GÜRSOY
Kışlalar kapanıyor, sancaklar yırtılıyor
30 Ağustos’ta, Türk ordusunun yeni komutanları göreve başlayacak.
Artık tüm yetkiler Başbakan Erdoğan’ın elinde.
Erdoğan 11 yıldır, atanmasını istemediği komutanların kararlarına “şerh” koyuyordu. Yani, “hayır” diyor ama, bunun sonuca pek etkisi olmuyordu.
Şimdi tepeden tırnağa tüm yetkiler elinde.
Bu vesileyle içinde bayrak, asker, vatan ve kalem geçen bir konu seçtim.
*
Bu boğucu yaz sıcaklarında -ve tatilde iken- “Nerdeeen nereye” diyeceğiniz bir olayı anlatmak istiyorum.
Tarih, 24 Şubat 1921.
Kurtuluş Savaşı devam ediyor.
İstanbul’da, Sevr Antlaşması gereğince son askeri kıtalar terhis ediliyor, subayların büyük bölümü açığa çıkarılıyor. Yani askerlikleri otomatik olarak bitiyor.
Bu ortamda Cenap Şehabettin (Ne yazık ki, siyaset dışı yazılarını beğenirdim) bu feci olayı kutlayan biçimde bir makale yazıyor.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu yazıya cevap veriyor.
Özetleyerek alıntılıyorum.
*
“... fakat bizde -gerek şimdi olsun, gerek eski devirlerde olsun- kalem sahipleri toplumun en korkak, en zelil, en metanetsiz bir sınıfını teşkil ederler.
... bunlardan birisi (Cenap Şehabettin), geçenlerde zamana uyduğunu ispat fikriyle, dün diz çökerek öptüğü kılıcın üzerine tükürdü ve ‘Bugün kışlalar kapanıyor, sancaklar yırtılıyor, zâbit kılıcına ve mahmuzuna veda ediyor’ diye sevinçle haykırarak zıplamaya başladı.
Onun fikrine veyahut devrin anlayışına göre, bütün felâketlerimizin sebebi kılıç ve silahtır.
... Eğer işimiz kalemle siyasete kalsaydı, hiç bu hale gelir miydik? Kalem ve siyaset!.. Fakat hangi kalem, hangi siyaset?
Taraf taraf kışlalar açan, daha doğrusu bütün dünyayı geniş bir kışla haline sokan düşmanın önünde kendi kışlalarının birer birer kapandığına ve kendi askerlerinin birer birer ortadan kaybolduğuna sevinen yazarın kalemi mi?
Hakkını müdafaaya, varlığını korumaya azmetmiş bir milletin ağzını yumruğu ile tıkayıp ve göğsüne tekmesini basıp kendi hakkında verilen bir idam kararını öperek başına koyan devlet adamlarının siyaseti mi?
... Şu içinde bulunduğumuz çıkmazda kalem sahiplerimizden bazılarının, vatanî görevlerini görmek şöyle dursun, ... daima vatanın çıkarlarının tersine hareket etme günahından kurtulamadıkları açıktır.
Bu milletin silahlı kısmı, tam 100 yıldan beri, durmadan, aydın olduğunu iddia eden bir zümrenin isyan ve hatalarını, kendi bileğinin kuvveti ve kendi göğsünün kanıyla düzeltip temizlemekten başka bir şey yapmıyor.
*
... Kalemi tutan el her şakırdayan keseye uzanan ellerden ve sözü söyleyen bu ağız her uzatılan lokmaya açılan ağızlardan olmasın; çünkü, el doğruyu bulmak ve ağız gerçeği söylemek içindir.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kalem ve Kılıç”, İkdam Gazetesi, 24 Şubat 1921.)
*
Bir slogan üreterek bitireyim:
Bugün yaşadıklarımız, daha önce yaşadıklarımızdır.
Hulki CEVİZOĞLU
Artık tüm yetkiler Başbakan Erdoğan’ın elinde.
Erdoğan 11 yıldır, atanmasını istemediği komutanların kararlarına “şerh” koyuyordu. Yani, “hayır” diyor ama, bunun sonuca pek etkisi olmuyordu.
Şimdi tepeden tırnağa tüm yetkiler elinde.
Bu vesileyle içinde bayrak, asker, vatan ve kalem geçen bir konu seçtim.
*
Bu boğucu yaz sıcaklarında -ve tatilde iken- “Nerdeeen nereye” diyeceğiniz bir olayı anlatmak istiyorum.
Tarih, 24 Şubat 1921.
Kurtuluş Savaşı devam ediyor.
İstanbul’da, Sevr Antlaşması gereğince son askeri kıtalar terhis ediliyor, subayların büyük bölümü açığa çıkarılıyor. Yani askerlikleri otomatik olarak bitiyor.
Bu ortamda Cenap Şehabettin (Ne yazık ki, siyaset dışı yazılarını beğenirdim) bu feci olayı kutlayan biçimde bir makale yazıyor.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu yazıya cevap veriyor.
Özetleyerek alıntılıyorum.
*
“... fakat bizde -gerek şimdi olsun, gerek eski devirlerde olsun- kalem sahipleri toplumun en korkak, en zelil, en metanetsiz bir sınıfını teşkil ederler.
... bunlardan birisi (Cenap Şehabettin), geçenlerde zamana uyduğunu ispat fikriyle, dün diz çökerek öptüğü kılıcın üzerine tükürdü ve ‘Bugün kışlalar kapanıyor, sancaklar yırtılıyor, zâbit kılıcına ve mahmuzuna veda ediyor’ diye sevinçle haykırarak zıplamaya başladı.
Onun fikrine veyahut devrin anlayışına göre, bütün felâketlerimizin sebebi kılıç ve silahtır.
... Eğer işimiz kalemle siyasete kalsaydı, hiç bu hale gelir miydik? Kalem ve siyaset!.. Fakat hangi kalem, hangi siyaset?
Taraf taraf kışlalar açan, daha doğrusu bütün dünyayı geniş bir kışla haline sokan düşmanın önünde kendi kışlalarının birer birer kapandığına ve kendi askerlerinin birer birer ortadan kaybolduğuna sevinen yazarın kalemi mi?
Hakkını müdafaaya, varlığını korumaya azmetmiş bir milletin ağzını yumruğu ile tıkayıp ve göğsüne tekmesini basıp kendi hakkında verilen bir idam kararını öperek başına koyan devlet adamlarının siyaseti mi?
... Şu içinde bulunduğumuz çıkmazda kalem sahiplerimizden bazılarının, vatanî görevlerini görmek şöyle dursun, ... daima vatanın çıkarlarının tersine hareket etme günahından kurtulamadıkları açıktır.
Bu milletin silahlı kısmı, tam 100 yıldan beri, durmadan, aydın olduğunu iddia eden bir zümrenin isyan ve hatalarını, kendi bileğinin kuvveti ve kendi göğsünün kanıyla düzeltip temizlemekten başka bir şey yapmıyor.
*
... Kalemi tutan el her şakırdayan keseye uzanan ellerden ve sözü söyleyen bu ağız her uzatılan lokmaya açılan ağızlardan olmasın; çünkü, el doğruyu bulmak ve ağız gerçeği söylemek içindir.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kalem ve Kılıç”, İkdam Gazetesi, 24 Şubat 1921.)
*
Bir slogan üreterek bitireyim:
Bugün yaşadıklarımız, daha önce yaşadıklarımızdır.
Hulki CEVİZOĞLU
Similar topics
» PKK vuruyor Mazlumder devşiriyor
» Yeni Osmanlıcılığın bir boyutu: Dinlerarası Diyalog / Nurullah Çetin
» BU SORU HALA CEVAP BEKLİYOR
» Dışişleri, Yunanistan sayfasını neden kaldırdı?..
» 94 YIL SONRA ŞEHİTTEN GELEN MEKTUP
» Yeni Osmanlıcılığın bir boyutu: Dinlerarası Diyalog / Nurullah Çetin
» BU SORU HALA CEVAP BEKLİYOR
» Dışişleri, Yunanistan sayfasını neden kaldırdı?..
» 94 YIL SONRA ŞEHİTTEN GELEN MEKTUP
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz